Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



BEŞİNCİ BÖLÜM

    İki gün sonra, akşam karanlığının Botanik Bahçesini sarmaya başladığı sıralarda, köprü üzerindeki iki nöbetçi, koyu bir karaltının yaklaşmakta olduğunu gördüler.
    - Dikkat! diye bağırdı nöbetçilerden biri.
    Bunun üzerine, ikisi birden, uçlarında solgun ayışığının parıldadığı mızraklarını havaya diktiler. Mızrakların selamı, köprüden hızlı adımlarla geçen Kızıl Gömleklilerin komutanı Ferenç Atş'ı karşılamak içindi.
    - Herkes burada mı? diye sordu Ferenç Atş.
    - Evet, yüzbaşım.
    - Ya Gereb? O da geldi mi?
    - İlk gelen o oldu yüzbaşım.
    Ferenç Atş, nöbetçilerinin selamına karşılık verdi. Mızraklar inip yeniden dikildiler. Kızıl Gömlekliler silahlıyken böyle selam veriyorlardı.
    Adadaki küçük düzlükte Kızıl Gömlekliler toplantı halindeydiler. Atş, ilerleyip aralarına girince, Pastorların büyüğü,
    - Dikkat! diye bağırdı.
    Uçları yaldızlı kâğıtla kaplı mızraklar havaya dikildi.
    Selama karşılık veren Ferenç Atş,
    - Çocuklar, dedi, acele etmemiz şart. Ben biraz geciktim. Hemen işe koyulalım. Feneri yakın.
    Komutan gelmeden fenerin yakılması usulden değildi. Fener yandı mı, Ferenç Atş, adada bulunuyor demekti. Pastorların küçüğü feneri yaktı. Kızıl Gömlekliler ateşin çevresine çöktüler. Herkes susmuş, komutanın söze başlamasını bekliyordu.
    Ferenç Atş sordu:
    - Yeni bir haber var mı? Sebeniç elini kaldırdı.
    - Söyle bakalım.
    - Pal Sokaklılardan ganimet aldığımız kırmızı-yeşil bayrak, silah depomuzdan kaybolmuş, komutanım.
    Atş'ın kaşları çatıldı.
    - Silahlardan eksilmiş olan var mı?
    - Yok, komutanım. Buraya gelmeden önce, depo nöbetçisi olarak denetledim depoyu. Mızrakları, baltaları gözden geçirdim. Hepsi yerli yerinde. Yalnız, küçük bayrak yerinde değildi. Biri çalmış olacak.
    - Ayak izleri var mıydı?
    - Vardı. Yönetmeliğe uyarak, her akşamki gibi dün akşam da ince kum serpmiştim yıkıntının içine. Bugün yıkıntıyı gözden geçirmeye gidince ne göreyim? Ayak izleri... Yarıktan bayrağın bulunduğu köşeye, sonra aynı köşeden yine yarığa giden ayak izleri... Yarıktan sonra, toprak hem sert, hem de çimenliktir, onun için orada izler de görünmez oluyordu artık.
    - Ayak izleri küçük müydü?
    - Evet. Hem de çok küçüktü diyebilirim. En küçük ayaklımız Vendaver var ya, işte onun ayaklarından bile küçüktüler.
    Derin bir sessizlik oldu.
    - Anlaşılan, yabancı biri girmiş silah deposuna, dedi komutan. Hem de Pal Sokağı'ndaki çocuklardan biri.
    Kızıl Gömlekliler arasında bir homurtu dolaştı. Ferenç Atş sözünü sürdürdü:
    - Herhangi bir çocuk olsaydı silahlardan da alırdı bana kalırsa. Ama düşünün ki, çocuk, yalnızca bayrağı alıyor. Pal Sokaklılar, içlerinden birini bayrağı geri almak için görevlendirmiş olacaklar. Ne dersin Gereb, senin haberin var mı bu işten?
    Şu Gereb yok mu, iki yüzlü casusun tekiydi anlaşılan. Ayağa kalktı:
    - Benim bir bilgim yok.
    - Peki. Otur bakalım. Bu işi sonra araştırırız. Önce biz kendi işimize bakalım. Biliyorsunuz, geçenlerde utanılacak bir olay geçti başımızdan. Biz hepimiz Adadayken, düşman buralara kadar sokulup şu ağaca kırmızı bir kâğıt iliştirdi. Öyle de becerikli davrandılar ki, yakalayamadık onları. İki yabancı çocuğu Memurlar Mahallesine kadar kovaladık. Neden sonra kafamıza dank etti ki, onlar boş yere kaçmışlar bizden, biz de onları boşuna kovalamışız. Kâğıdın burnumuzun dibindeki ağaca iliştirilmesi bizim en büyük ayıbımızdır. Onun için, ne yapıp yapıp öç almamız gerek. Arsayı ele geçirmek için Gereb'in durumu incelemesini bekliyorduk. Şimdi Gereb raporunu verecek, biz de savaşa ne zaman gireceğimizi kararlaştıracağız.
    Gereb'e baktı.
    - Gereb, ayağa kalk! Gereb ayağa kalktı.
    - Anlat bakalım. Raporunu dinleyelim.
    - Şey... dedi Gereb biraz şaşkın. Bana kalırsa, orayı savaşsız da ele geçirebiliriz. Eskiden ben de onlardandım, diye düşündüm de... Şimdi, dedim kendi kendime, neden yalnız benim yüzümden olsun... Yani arsaya bakan bekçiyi elde ettim rüşvet verip. Şimdi bekçi Yano, onları oradan... oradan...
    Birden, dut yemiş bülbüle döndü Gereb. Ferenç Atş, öyle kötü kötü bakıyordu ki gözlerine, konuşmasını bitiremedi. Öyle kötü kötü bakması yetmiyormuş gibi, bütün çocukları tir tir titreten gür sesi de yükseldi Ferenç Atş'ın. Hele bir kızmaya görsün, hep böyle korkunçlaşırdı bu güçlü kuvvetli delikanlı.
    - Sen Kızıl Gömleklileri hâlâ tanımamışsın anlaşılan. Biz ne pazarlık eder, ne de rüşvet veririz. Arsayı iyilikle vermezlerse, zorla alırız. Bana ne bekçiden, bana ne kovmaktan kovulmaktan. Senin yaptığına adıyla sanıyla sinsilik derler.
    Herkes suspus olmuştu. Gereb utancından önüne bakıyordu.
    Ferenç Atş, ayağa kalktı.
    - Korkuyorsan defol git! Evine dön!
    Bu sözleri Gereb'in yüzüne bir şamar gibi indirirken, gözlerinde de şimşekler çakıyordu sanki. Gereb çok korkmuştu. Kızıl Gömlekliler onu aralarından atacak olurlarsa çok kötü olur, dünyanın hiçbir köşesinde bir yeri olamazdı artık. Onun için, başını dik tutup, korkusuz bir sesle konuşmayı denedi:
    - Korkak değilim ben. Sizinleyim, sizinle kalacağım. Size bağlı kalacağıma da söz veriyorum.
    - İşte buna sevindim, dedi Atş. Ama, yeni gelen üyeye yakınlık duymadığı, yüzünden belli oluyordu.
    - Bizimle kalacaksan, bizim yasalarımıza göre and içmen gerekir.
    Gereb rahat bir soluk aldı.
    - Hem de bütün yüreğimle, dedi.
    - Ver elini öyleyse!
    El sıkıştılar.
    - Bundan böyle teğmen rütbesine sahipsin. Sebeniç, sana da bir mızrakla Kızılderili baltası verir, adını da gizli listeye yazar. Şimdi iyi dinleyin hepiniz! İşimizi savsaklayamayız artık. Yarın saldırıya geçeceğiz. Yarın öğleden sonra hepimiz burada toplanırız. Birliğimizin yarısı Maria Sokağı'ndan girip kaleleri ele geçirir. Öbür yarısına da kapıyı sen açarsın Gereb. Bu kuvvet, Pal Sokağı Çocuklarını Arsadan atacaktır. Odun istiflerinin arasına sığınacak olurlarsa, o zaman, öbür arkadaşlarımız kalelerden saldırıya geçerler. Bize bir oyun yeri gerekli. Ne pahasına olursa olsun, ele geçireceğiz orayı.
    Kızıl Gömlekliler, yerlerinden fırlayıp mızraklarını havaya kaldırdılar.
    - Yaşasın! diye haykırdılar.
    Komutan, eliyle susmalarını işaret etti.
    - Sana soracağım bir şey daha var Gereb. Ne dersin, Pal Sokağı çocukları senin bize geçtiğini sezmişler midir acaba?
    - Sanmıyorum, dedi çiçeği burnunda teğmen. Diyelim ki içlerinden biri, kırmızı kâğıdı ağaca asmaya geldi. Beni o karanlıkta göremezdi ki!
    - Demek, sana kalırsa yarın öğleden sonra rahatça aralanna girebilirsin?
    - Hem de rahat rahat.
    - Kuşkuya kapılmazlar mı acaba?
    - Hayır. Kuşkulansalar bile seslerini çıkaramazlar. Hepsi korkar benden. Aralarında gözü pek tek bir çocuk bile yok!
    İncecik bir ses sözünü kesti Gereb'in.
    - Nasıl yok, bal gibi var!
    Dört bir yanlarına bakındılar, Ferenç Atş şaşkın şaşkın sordu:
    - Kimdi o konuşan?
    Karşılık veren olmadı. Ama o ince, tatlı ses yeniden duyuldu.
    - Yok diyen de kim, var, hem de bal gibi var!
    Sesin, ağacın tepesinden geldiğini çok iyi duymuşlardı şimdi. Biraz sonra, dallar hışırdamaya başladı. Koca ağacın dalları arasından çatırtılar yükseldi. Derken, birdenbire ufacık, sarışın bir çocuk ağaçtan aşağı kayıverdi. Son daldan yere atlayınca, üstünü başını silkip düzeltti. Olduğu yerde dimdik durdu. Şaşkına dönmüş Kızıl Gömleklilere gözlerini dikip cesaretle baktı. Durup dururken ortaya çıkan bu çağrısız konuk öylesine şaşırtmıştı ki hepsini, biri çıkıp da tek sözcük olsun söyleyemiyordu.
    Gereb sapsarı kesilmişti.
    - Nemeçek, dedi korkuyla.
    - Evet benim, Nemeçek! Bayrağı kim çaldı diye arayıp durmanıza gerek yok. Ben çaldım bayrağı ve buradayım işte. Vendaver'in ayaklarından daha küçük olan ayaklar da işte benim ayaklarım. Aslında hiç sesimi çıkarmasam da olurdu. Siz gidinceye kadar bekleyebilirdim. Saat dörtten beri ağacın tepesindeyim. Ama Gereb, tutup da, birliğimizde tek bir gözü pek çocuk bile bulunmadığını söyleyince, dayanamadım artık. Kendi kendime dedim ki: "Dur hele, sana şimdi gösteririm Pal Sokağı çocukları arasında yürekli çocuklar da bulunduğunu. Başkası olmasa bile ben varım, evet, ben Nemeçek, üstelik subay bile değilim daha." Böyle dedim kendi kendime, işte karşınızdayım. Bütün konuşmalarınızı dinledim, bayrağımızı geri aldım gizlice; şimdi istediğinizi yapabilirsiniz bana. İster dövün sövün, isterseniz Bayrağı zorla alın elimden. Yalnız, şunu bilin ki, onu kendi elimle size teslim edecek değilim. Daha ne bekliyorsunuz? Ben tek başımayım işte, siz on kişisiniz. Bire karşı on, daha ne bekliyorsunuz?
    Heyecandan kıpkırmızı kesilmişti. Böyle konuşurken kollarını iki yana açıyordu. Bir eliyle de sıkı sıkı bayrağı tutuyordu. Kızıl Gömleklilere gelince, onlar şaşkınlıktan kurtulamamışlardı daha. Bu ufacık, sarışın oğlandan gözlerini ayıramıyorlardı. Kendine güvenen, korkusuz bir hali vardı. Bunu yüzlerine vururken, güçlü kuvvetli Pastor Kardeşleri, Ferenç Atş'ı hatta bütün oradakileri dövecek gücü kendinde buluyor gibiydi.
    Pastor Kardeşler, çok geçmeden her zamanki soğukkanlılıklarını gösterdiler. Nemeçek'in üzerine yürüyüp, sağdan, soldan kollarını yakaladılar. Sağ yanında duran Pastor'ların küçüğü, bayrağı Nemeçek'in elinden almaya çalışırken, Ferenç Atş'ın sesi, büyük sessizliği bozuverdi:
    - Durun! Bırakın onu!
    İki Pastor, komutanlarının yüzüne şaşkınca baktılar.
    - Dokunmayın ona! dedi Ferenç Atş. Bu çocuk hoşuma gitti benim. Gerçekten gözü pek bir çocuksun, Nemeçek. Uzat elini sıkayım. Aramıza katıl, sen de Kızıl Gömleklilerden ol!
    Nemeçek, hayır anlamında başını salladı.
    - Ben öyle şey yapmam, dedi meydan okuyarak. Kesinlikle hayır.
    Sesi tir tir titriyordu, ama korkudan değil, heyecandan. Yüzü ve bakışları son derece ciddi, tekrarladı:
    - Ben öyle şey yapmam!
    Ferenç Atş gülümsedi:
    - Peki, öyle olsun, dedi. Bizim için fark etmez. Şimdiye kadar hiç kimseyi buyur etmedim aramıza. Bütün buradakiler kendileri başvurmuşlardır. Benim aramıza çağırdığım ilk çocuk sensin. Ama sen bilirsin, istemiyorsan katılma aramıza...
    Ve sırtını döndü.
    Pastor Kardeşler sordular:
    - Bunu ne yapacağız şimdi? Komutan omuz silkti.
    - Bayrağı alın elinden!
    Pastorların büyüğü, Nemeçek'in küçücük elini şöyle büktüğü gibi kırmızı-yeşil bayrağı alıverdi. Nemeçek'in eli de az acımamıştı doğrusu. Pastorların kuvvetine diyecek yoktu, ama bizim ufaklık sarı oğlan canını dişine taktı, sesini çıkarmadı.
    - Bayrağı aldım, dedi Pastor.
    Herkes, heyecanla bekliyordu şimdi ne olacak diye. Büyük Ferenç Atş, ağır mı ağır bir ceza verecekti Nemeçek'e. Nemeçek, dişleri birbirine kenetlenmiş ve meydan okurcasına, dimdik duruyordu olduğu yerde.
    Ferenç Atş şöyle bir dönüp el etti Pastorlara.
    - Bu cılız herifi dövmek bize yakışmaz... Ama... durun bakayım... evet... onu suya daldırıp iyice bir ıslatın!
    Kızıl Gömlekliler kahkahalarını tutamaz oldular. Ferenç Atş ile Pastorlar da gülüyordu. Sebeniç, kepini havaya fırlatırken, Vendaver de deliler gibi zıplayıp duruyordu. Bir ağacın altında duran Gereb bile gülüyordu. Sevinçten kabına sığamayan bütün bu topluluk içinde tek bir surat vardı ciddi kalıp gülmeyen; o da Nemeçek'in suratıydı elbette. Kendini üşütmüş olan Nemeçek'in öksürüğü kesilmemişti. Annesi evden çıkmasını yasaklamıştı, ama bizim küçük sarı oğlan evde kapalı kalmaya dayanamamıştı. Saat üçte evden sıvışmış, saat üç buçuktan akşama kadar ağacın tepesinde kalmıştı. Ama hastalansa da, ölse de, ağzını açıp bir şey söylemeyecekti. "Ben üşüttüm, hastayım" mı diyecekti yani? Bunu ağzından kaçırdı mı daha da alaya alırlardı kendisini. Otuz iki dişini birden göstererek sırıtan şu Gereb bile gülerdi o zaman. Hiç sesini çıkarmadı. Ne yaparlarsa katlanmaya karar verdi. Bütün çocukların kahkahaları arasında Pastor Kardeşler tarafından Ada kıyısına sürüklenen Nemeçek, gölün sığ sularına batırıldı.
    Pastorlar acıma nedir bilmezlerdi. Biri ellerinden tutmuştu Nemeçek'i, öteki ensesinden yakalamıştı. Çok geçmeden Nemeçek boğazına kadar suya batmıştı bile. Adadaki bütün Kızıl Gömlekliler sevinç içindeydiler. Hep birden Kızılderili dansına başlayıp, keplerini havalara fırlattılar, bağrıştılar, coştular.
    Savaş çığlıkları ortalığı inletiyordu.
    - Huya hop, huya hop, huya hop!
    Çığlıklar, atılan kahkahalara karışıyor, gürültü küçük adanın sessizliğini bozuyordu. Nemeçek'in üzgün bir kurbağadan farkı yoktu. Suratı asık, bakışları küskün, suyun üzerindeki gözleri biraz ötedeki Gereb'e dikilmişti. Gereb, kıyıda bacaklarını ayırarak durmuş, kaba kaba gülerek, Nemeçek'e "oh olsun" der gibi başını sallıyordu.
    Neden sonra Pastorlar tarafından serbest bırakılan Nemeçek, gölden emekleyerek çıktı. Tepeden tırnağa sırılsıklam, üstü başı çamur içinde bir adamcık! Bu halini gören Kızıl Gömleklilerin neşesine ve coşkusuna diyecek yoktu. Zavallı Nemeçek'in küçük bir fino köpeğinden farkı yoktu. Şöyle bir silkinince, bütün çevresindekiler kaçıştılar, sular sıçramasın diye. Eh işte, düşenin dostu olmaz derler ya, alayların da sonu bir türlü gelmiyordu artık.
    - Kurbağaya bakın, kurbağaya!
    - Bol bol yuttun mu suları, yetti mi?
    - Hazır suya girmişken biraz da yüzseydin.
    Nemeçek, karşılık vermiyordu. Yalnızca acı acı gülüyor, ıslak ceketini sıvazlıyordu eliyle. Tam bu sırada, Gereb yanına yaklaşıp karşısında durdu. Önce sırıtarak güldü, ardından, caka satar gibi sordu:
    - N'aber, iyi miydi?
    Nemeçek, iri mavi gözlerini Gereb'in yüzüne dikip, şöyle bir baktı.
    - İyiydi ya, dedi. Elbette iyiydi, kıyıda durup karşıdan benim halime gülmekten çok daha iyiydi. Arkadaşlarımın düşmanlarıyla işbirliği yapmaktansa, bütün bir yıl boğazıma kadar suya batmış olarak otururum daha iyi. Beni suya daldırmanız vız gelir bana. Geçenlerde ben kendiliğimden de girdim suyun içine. Ve ne gördüm o gün suyun içindeyken, biliyor musun? Seni gördüm, seni burada, hem de düşmanlarımızın arasında gördüm. Beni aranıza çağırabilir, sizden olayım diye bana kavuk sallayabilir, size katılayım diye beni armağanlara boğabilirsiniz, ama hepsi boşuna. Bütün bunlar beni hiç mi hiç etkilemez. Beni yine suya daldırsanız da, yüzlerce, binlerce kez suya daldırsanız da, yine geleceğim, yarın da geleceğim, öbür gün de. Beni bulamayacağınız bir yere saklanmayı bileceğim. Hiçbirinizden korkum yok benim. Hele siz de Pal Sokağı'na, Arsamızı elimizden almaya gelin, bizi karşınızda bulacaksınız orada. Hele bir gelin de alın boyunuzun ölçüsünü. Bizim de on kişi olduğumuz bir yerde, benim şimdi konuştuğumdan başka bir dille konuşuruz sizinle. Beni altetmek kolay elbette. Büyük balık küçük balığı yer. Müzenin bahçesinde Pastorlar milelerime el koymuşlar, almışlardı milelerimi. Onlar, benden güçlüydüler o sırada. Bir kişi on kişiyle başa çıkamaz. Onun için, hiç mi hiç aldırdığım yok burada olan bitenlere. Beni dövseniz de vız gelir bana. İsteseydim suya dalmak zorunda da kalmazdım. Ama sizden biri olmak istemedim ben. Dilerseniz suda boğarak öldürün beni, öldüresiye dövün isterseniz. Ama ben ihanet etmem şurada duran gibi... Şunun yaptığını yapmam, ihanet etmem ben...
    Kolunu uzatan Nemeçek, Gereb'i gösteriyordu. Gereb'in kahkahası boğazında düğümlenip kalmıştı. Fenerin ışığı, Nemeçek'in küçük, sarı başını, ıslak giysilerini aydınlatıyordu. Gururla, korku bilmez ve içinin temizliğini yansıtan bir bakışla Gereb'e bakıyordu Nemeçek. Bu bakış altında ezilen Gereb, içine bir ağırlık çöktüğünü hissetti. Yüzü ciddileşti, başı Önüne eğildi. Herkes suspus olmuştu. Öylesine bir sessizlik ki, bir tapınaktaydılar sanki. Nemeçek'in üstünden suların şıp şıp yere damladığı görülüyordu.
    Bu büyük sessizliği bozan, Nemeçek oldu:
    - Gidebilir miyim artık?
    Kimse karşılık veremedi.
    Nemeçek yeniden sordu:
    - Beni öldüresiye dövmeye niyetiniz yok anlaşılan. Gidebilir miyim?
    Yine bir karşılık çıkmayınca, yavaş yavaş ve sakin adımlarla köprüye doğru yürümeye başladı. Tek bir el bile kalkmadı, tek bir çocuk olsun kıpırdamadı yerinden. Bu ufacık, sarışın oğlanın gerçek bir kahraman gibi, erkek bir adam gibi davrandığını hepsi de kabullenmişti. Yetişkin bir erkek gözüyle bakılmayı hak etmişti doğrusu... Köprüdeki nöbetçiler, bütün olan biteni izlemişlerdi. Hayran hayran Nemeçek'e bakıyorlardı. Ona dokunmayı göze alamadılar. Nemeçek, köprüye yeni adım atmıştı ki, Ferenç Atş'ın gürleyen sesi yükseldi:
    - Dikkaat!
    Esas duruşta selama geçen nöbetçiler, parlak uçlu mızraklarını havaya diktiler. Bütün öbür çocuklar da hep birlikte mızraklarını havaya dikip topuklarını vurdular. Mızrakların sivri uçları ay ışığı altında pırıl pırıldı. Ses soluk çıkmıyordu. Bütün duyulan, Nemeçek'in yavaş yavaş uzaklaşan adımlarından çıkan sesti. Sonra, içlerine su dolmuş ayakkabıların foşurtusunu andıran bu ses ses de duyulmaz oldu. Nemeçek gitmişti.
    Adadaki Kızıl Gömlekliler şaşkın şaşkın bakıştılar karşılıklı. Ferenç Atş, başı önünde, düzlüğün ortasındaydı. Tam bu sırada yanına yaklaşan Gereb, Atş'ın karşısına geçip durdu. Gereb'in yüzü bembeyazdı. Duvar gibi. Bir şeyler mırıldandı kem küm ederek:
    - Şey... hani... biliyorsun ya...
    Ama Ferenç Atş, sırtını döndü Gereb'e. Bunun üzerine Gereb, kıpırdamadan duran öteki çocukların yanma yürüdü, Pastor Kardeşlerden büyüğünün karşısına geçti. Kem küm ederek mırıldandı yine deminki gibi:
    - Şey... hani... biliyorsun ya...
    Ama, Pastor da komutanın yaptığını yaptı, sırtını döndü. Gereb, ne yapacağını şaşırmış, sap gibi ortada kalmıştı. Boğulur gibi bir sesle,
    - Artık gitsem iyi olacak, dedi.
    Bir karşılık veren olmadı. Gereb de, aynı yolu biraz önce küçük Nemeçek'in izlediği yolu izleyerek uzaklaştı. Ama, onu selamlayan falan olmadı. Nöbetçiler, köprünün korkuluğuna yaslanmışlar, suya bakıyorlardı. Botanik Bahçesinin sessizliği içinde Gereb'in ayak sesleri gittikçe uzaklaştı, sonra kesildi.
    Kızıl Gömlekliler kendi kendilerine kalınca, Ferenç Atş'a bir canlılık geldi. Pastor Kardeşlerin büyüğüne, yüzleri birbirlerine değercesine yaklaştı, sakin sakin sordu:
    - Müzenin bahçesinde bu çocuğun milelerini mi aldın sen?
    Pastor, hafif bir sesle,
    - Evet, dedi.
    - Kardeşin de yanında mıydı?
    - Evet.
    - 'El koydum' mu yaptınız?
    - Evet.
    - Küçük, güçsüz çocukların mileleri alınmayacak demedim mi ben? Kızıl Gömleklilere böyle buyruk vermedim mi?
    Pastor Kardeşler suspus olmuştu. Ferenç Atş'a karşı gelinemezdi. Komutan, sert bakışlarıyla tepeden tırnağa süzdü iki kardeşi. Sonra, karşı durulamayacak sakin bir sesle buyurdu:
    - Girin suya bakalım!
    Pastorlar hiçbir şey anlamamış gibi bakakaldılar başkanın yüzüne.
    - Anlamadınız mı? Böyle, olduğunuz gibi, giyimlerinizle, doğru suyun içine...
    Bazı çocukların kıs kıs güldüğünü görünce, sözü sürdürdü Atş:
    - Bunların haline gülenler de suyu boylayacak, bunu iyi bilin!
    Bunun üzerine, kimsede gülecek hal kalmadı. Pastorlara şöyle bir bakan Ferenç Atş, sabırsızlanarak,
    - Ne duruyorsunuz! diye bağırdı. Doğru suyun içine, hem de boğazınıza kadar, marş marş!
    Ötekilere dönüp çıkıştı:
    - Siz de aval aval bakıp durmayın onlara. Dönün sırtınızı!
    Kızıl Gömlekliler, oldukları yerde çark edip, sırtlarını göle verdiler. Hatta, Ferenç Atş bile Pastor Kardeşlerin bu cezayı kendilerine nasıl uyguladığını seyretmedi. İki kardeş tıpış tıpış göle doğru yürüyüp boğazlarına kadar suya girdiler. Çocuklar bir şey görmediler, ama iki kardeşin çıkardığı şıpırtıyı bal gibi duydular. Ferenç Atş'a gelince, o bir göz atmaktan alamadı kendini. İki kardeşin gerçekten suya girdiklerinden emin olmak istedi. Sonra, komutunu verdi:
    - Tüfek indir! İleri, marş!
    Birliği Adadan çıkarmak üzere yürüyüşe geçirdi. Nöbetçiler feneri söndürdüler. Uygun adımla köprüden geçen birliğe katıldılar artçı olarak. Çok göçmeden, Kızıl Gömlekliler, Botanik Bahçesinin sık bitkileri arasında gözden kayboldular.
    Pastor Kardeşler emekleye emekleye çıktılar gölden. Karşılıklı bakıştılar, birbirlerini gözden geçirdiler, sonra her zamanki gibi ellerim ceplerine sokup yürümeye koyuldular. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Yaptıklarından utandıkları belliydi.
    Ada, ay ışığı altında, ilkyaz akşamının sessizliği içindeydi. Yine ıpıssız kalmıştı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM  |  ALTINCI BÖLÜM