Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



ALTINCI BÖLÜM

    Ertesi gün öğleden sonra saat iki buçuğa doğru, birbiri ardınca Arsanın küçük kapısından içeri giren çocuklar, tahta perdenin iç tarafına kocaman çivilerle tutturulmuş büyük bir kâğıt gördüler.
    Bu büyük kâğıt, bir bildiriydi: Boka tarafından, bütün bir gece uykusuz kalınarak yazılmıştı. Bildiri kocaman basımevi harfleriyle, kara çinimürekkebi kullanılarak hazırlanmıştı. Yalnız satır başlarındaki harfler kan kırmızısıydı.

BİLDİRİ
HERKES GÖREVİNİN BAŞINA!
ÜLKEMİZ BÜYÜK BİR TEHLİKEYLE KARŞI
KARŞIYADIR.
GÖZÜ PEK DAVRANMAZSAK BÜTÜN
TOPRAKLARIMIZI ELİMİZDEN ALACAKLAR!
KIZIL GÖMLEKLİLER BİZE SALDIRMAK
İSTİYORLAR.
ARSAMIZ TEHLİKEDEDİR!
AMA BİZ, KARŞILARINDA YER ALIP
GEREKİRSE HAYATIMIZLA KORUYACAĞIZ
ÜLKEMİZİ.
HERKES ÜZERİNE DÜŞEN GÖREVİ YAPACAKTIR!
BAŞKAN

    Hiç kimse top oynamak istemiyordu bugün. Top, depo görevlisi Rihter'in cebinde rahatına bakıyordu. Çocuklar bir aşağı bir yukarı geziniyor, yakında çıkacak savaş üstüne konuşuyorlardı. Bu arada hep tahta perdedeki bildirinin önüne gidiyor, o ateşli sözleri yeni baştan okuyorlardı. Çoğunun ezberindeydi artık bildiri; içlerinden biri odun yığınlarının üzerine çıkıyor, sesine bir savaşçı havası vererek aşağıdakilere okuyordu bildiriyi. Hoş, aşağıdakiler bütün okunanı ezbere biliyorlardı, ama yine de ağızlan açık dinlemekten kendilerini alamıyorlardı. Bildiriyi sonuna kadar dinledikten sonra, bir koşuda soluğu tahta perdenin önünde alıyor, yeni baştan okuyor, bu kez de onlar odun yığınına tırmanıp, aşağıda kalanlara yineliyorlardı bildiride yazılanları.
    Bütün Pal Sokağı çocuklarının aklı fikri bu bildirideydi. Nasıl olmasındı? Bir araya geleli, yani bütün tarihleri boyunca, böyle bir olayla karşılaşmamışlardı. Boka, kendi imzasını taşıyan bir bildiri yayınladığına göre, durum gerçekten kötü, tehlike gerçekten büyük olmalıydı.
    Çocuklar, bu olayla ilgili tek tuk ayrıntıyı daha önce de duymuşlardı. Gereb'in adı orda burada kulaklarına çarpmıştı, ama yine de kesin bir şey bilmiyorlardı. Başkan, Gereb konusunu çeşitli nedenlerden ötürü gizli tutmayı uygun bulmuştu. Başkanın üzerinde durduğu bu nedenlerden biri de, Gereb'i Arsada suçüstü yakalayıp mahkemeye vermekti. Küçük Nemeçek'in tek başına gizlice Botanik Bahçesine gireceği, orada ortalığı ayağa kaldıracak bir olay yaratacağı, başkanın hayalinden bile geçmezdi elbette. Başkan bunu ancak bugün öğleden önce, okulda öğrenmişti. Latince dersinden sonra, okul kapıcısının çörek sattığı bodrum katında Boka'yı bir kenara çeken Nemeçek, bütün olan bitenleri anlatmıştı. Ama, saat iki buçukta bile Arsadakilerden hiçbirinin fazla bir şey bildiği yoktu. Herkes Başkanı bekliyordu.
    Bu genel heyecana, özelliği olan bir de telaş katılmıştı ayrıca: Macun Derneğinin kendi yapısıyla ilgili bir aksaklık. Evet, derneğin macunu kupkuru kesilmişti. Orasında burasıda çatlaklar belirmiş olan macun, kullanılmaz haldeydi, yapışkanlığını yitirmişti. Kimdeydi suç? Hiç kuşkusuz, başkanda! Macunu çiğnemek görevi de başkana düşüyordu elbette. Yeni başkan Kolnay'ın, bu görevi savsakladığı ortadaydı. Bu ihmalci tutumu ilk yeren üyenin kim olduğunu bulmak zor olmasa gerek. Evet, sert bir çıkış yapan ilk üye Barabas oldu. Üye üye dolaşıp, Başkanın ihmalini ağır sözlerle suçladı. Bu girişimi başarıya da ulaşmadı değil. Daha beş dakika bile geçmeden, olağanüstü bir toplantı yapılması için üyeleri harekete geçirdi. Kolnay işin içinde ne olduğunu sezinliyordu.
    - Güzel, dedi. Yalnız, şu sırada Arsanın durumu çok daha önemli. Olağanüstü toplantı çağrısını ancak yarın yapabilirim.
    Gelgelelim, Barabas, Nuh diyor, peygamber demiyordu.
    - Canımıza tak etti artık. Sayın Başkan korkuyor anlaşılan.
    - Senden mi korkacağım?
    - Hayır, benden değil, genel kurul toplantısından! Toplantının bugün yapılmasını istiyoruz.
    Kolnay, tam karşılık veriyordu ki, dışarıdan Pal Sokağı çocuklarının savaş çığlıkları yükseldi.
    Hepsi de dikkat kesildiler. Boka, küçük kapıdan içeri girdi. Yanında yürüyen Nemeçek, büyük, el örgüsü atkısını boynuna sarmıştı. Başkanın görünmeliyle bütün tartışmalar kesildi. Kolnay da çabucak yumuşadı.
    - İyi öyleyse, dedi. Toplantıyı bugün yaparız. Ama önce, Boka'yı dinleyelim de...
    - Ona bir diyeceğim yok, diye karşılık verdi Barabas.
    Boka'nın dört bir yanına doluşan çocuklar, soru yağmuruna tuttular onu. İki dövüş horozu olan Kolnay ile Barabas da kalabalığa katıldılar. Susmalarını işaret eden Boka, bütün çocukların dikkat kesilerek dinlediği şu sözleri söyledi:
    - Arkadaşlar! Bildiriyi okudunuz. Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu anladınız. Düşman kampına giren casuslarımız, Kızıl Gömleklilerin yarın için bir saldırı hazırladıklarını öğrendiler.
    Bu sözler üzerine bir uğultu yayıldı ortalığa. Savaşın kapıya dayandığından hiç kimsenin haberi yoktu.
    - Evet, dedi Boka. Yarın... Bugünden başlayarak sıkıyönetim ilan ediyorum. Herkes, üstlerinin buyruklarına kayıtsız şartsız uyacaktır. Tüm subaylar da bana uyacaklar. Savaş bu, çocuk oyuncağı değil! Kızıl Gömlekliler güçlü ve bizden üstündürler. Kıran kırana çarpışma olacak. Kimseyi zorla savaşa sürüklemek niyetinde değilim. Onun için şimdiden açıklıyorum: Savaşa katılmak istemeyenler ellerini kaldırsınlar.
    Bir sessizlik çöktü ortalığa: Kimse elini kaldırmıyordu. Boka tekrarladı:
    - Savaşa katılmak istemeyenler ellerini kaldırsınlar... El kaldıran yok mu?
    Bütün çocuklar tek bir ağızdan bağırdılar:
    - Yok!
    - Öyleyse yarın, saat tam ikide burada bulunacağınıza söz verin!
    Çocuklar, teker teker Başkanın önünden geçtiler. Boka ertesi gün için hepsinden ayrı ayrı söz aldı.
    Lejik ileri atıldı.
    - Sayın Başkanım, dedi. Hepimiz buradayız, yalnız Gereb yok.
    Ortalığa, bir mezar sessizliği çöktü. Herkes merak içindeydi. Ne olmuştu şu Gereb'e acaba? Boka kafasına bir şey koydu mu, ondan caymazdı bir daha. Bir sonuca varmadan önce Gereb'i burada, arkadaşlarının önünde rezil etmek niyetinde değildi.
    Oradan buradan sesler yükseldi:
    - Gereb'e ne oldu? Öğrenmek istiyoruz!
    - Hiçbir şey olmadı, diye karşılık verdi Boka, sakin bir sesle. Onu daha sonra konuşacağız. Şimdi önemli olan, savaşı kazanmamız. Ama, buyruklarımı vermeden önce bir açıklama yapmam gerekiyor. Aranızda dargınlıklara, küskünlüklere hemen son vermenizi istiyorum. Bugün dargınların birbirleriyle barışacakları gündür.
    Kimseden çıt çıkmıyordu.
    - Ee, söyleyin bakalım, dedi Başkan. Aranızda birbirine dargın olanlar yok mu? Vays, sessizliği bozdu:
    - Öyle sanıyorum ki... şey...
    - Hadi hadi, çıkar baklayı ağzından!
    - Şey işte... Kolnay ile... Barabas... Boka, Barabas'tan yana döndü,
    - Doğru mu söylüyor? Barabas kıpkırmızı kesildi,
    - Evet, dedi. Kolnay'la... Kolnay da,
    - Evet, Barabas'la... dedi. Boka, sertçe çıkıştı:
    - Barışın hemen, yoksa ikinizi de kovarım buradan. Birbirimizle iyi geçinelim ki iyi savaşalım...
    Zorlana zorlana Boka'nın önüne yaklaşan iki dargın, isteksizce el uzattılar birbirlerine. Elleri daha birbirinden ayrılmamıştı ki, Barabas birden atıldı:
    - Başkanım!
    - Ne var?
    - Bir şartım var.
    - Neymiş o?
    - Şey işte... Yani... Diyelim ki Kızıl Gömlekliler saldırmadılar bize... O zaman... o zaman Kolnay'la dargın kalayım yine... Çünkü...
    Boka, Barabas'ı delik deşik eden bir bakışla baktı.
    - Kes sesini artık!
    Azarlanan Barabas suspus oldu. Ama içi içini yiyordu. Karşısına geçmiş keyifli keyifli sırıtan şu Kolnay'a, punduna getirip bir dirsek atabilse ne güzel olurdu. Neleri gözden çıkarmazdı bunun için...
    Boka, Nemeçek'ten yana döndü,
    - Er Nemeçek, şu savaş planını ver bakalım!
    Nemeçek, her zamanki gibi hizmete hazır, elini cebine atıp bir kâğıt çıkardı. Boka'nın öğle yemeğinden sonra hazırladığı savaş planıydı bu.
    Bütün çocuklar, kâğıdı bir taşın üzerine yayan Boka'nın çevresini kuşattılar. Nereye gönderileceklerini, ne görev alacaklarını merakla bekliyorlardı. Boka savaş planını şöyle açıkladı:
    - Planı iyice gözden geçirin, beni de iyi dinleyin. Bu gördüğünüz, ülkemizin haritasıdır. Casuslarımızın raporuna göre düşman aynı anda iki cepheden saldırıya geçecek. Pal Sokağı ile Maria Sokağı'ndan. Şimdi, sırayla görelim bunları. Şu A ve B ile işaretlenmiş iki dörtgen, Pal Sokağı'na açılan kapıyı savunmakla görevli iki birliktir. A birliği, Vays'ın komutasında ve üç kişiliktir. B birliğinde ise, üç er bulunacak ve birlik, Lejik'in komutasında olacaktır. Maria Sokağı'na bakan kapıyı da yine iki birliğimiz savunacaktır. Bu kapıda, C birliğinin komutanı Rihter, D birliğinin komutanıda Kolnay'dır. Tam bu sırada bir ses yükseldi:
    - Neden ben değilim? Boka, sert bir sesle sordu:
    - Kimdi o konuşan? Barabas el kaldırdı.
    - Yine mi sen? Hele bir daha sesin çıksın, soluğu savaş divanında alırsın. Otur yerine! Barabas, kem küm edip yerine oturdu.
    - E harfiyle ve numaralarla işaretlenmiş kara noktalar, siperlerimizdir. Kum torbalarıyla güçlendirilecek olan bu siperlere ikişer kişi yetecektir. Kumla savaşmak kolaydır ne de olsa. Üstelik, bu siperler, öylesine yakın ki birbirine, saldırıya uğrayan herhangi bir sipere yanındaki siperden yardım edilebilir, l, 2, 3 numaralı siperler, Arsayı Maria Sokağı cephesinden koruyorlar. 4, 5, 6 numaralar ise, A ve B birliklerine kum bombalarıyla yardım edecekler. Öbür siperlerle kalelere kimlerin gideceğini daha sonra açıklayacağım. Birlik komutanları birliklerine alacakları erleri kendileri seçecekler. Anlaştık mı?
    Bir ağızdan:
    - Evet komutanım! dediler.
    Bütün çocuklar, ağızları şaşkınlıktan bir karış açık, gözleri dört açılmış, bu görkemli kurmay haritasının önünden ayrılamıyorlardı. Hatta, kimileri not defterlerini çıkarmışlar, başkomutanın söylediklerim harıl harıl not ediyorlardı.
    - Birliklerimizin savaş taktiği işte bu, dedi Boka. Şimdi, sıra asıl savaş emrine geliyor. Hepiniz dikkat edin. Tahta perde üzerine çıkacak gözcülerimiz, Kızıl Gömleklilerin yaklaştığını haber verir vermez, A ve B grupları kapıları açacaklar.
    - Biz mi açacağız kapıları?
    - Evet, açacağız, içerde kapalı duracak değiliz, çünkü savaşı kabul ediyoruz. Varsın girsinler içeri, onları dışarı atmasını biliriz. Dediğim gibi, kapıları açıp düşmanı içeri alacağız. Son erleri de içeri girdi mi, saldırıya geçeceğiz. 4, 5 ve 6 numaralı siperler hemen o anda bombardımana başlayacaklar. Bu, Pal Sokağı cephesindeki birliğin görevidir. Düşmanı atabilirseniz atacaksınız oradan. Diyelim atamadınız, o zaman 3, 4, 5, 6 numaralı siperleri yarmalarını, Arsada tutunmalarını önleyeceksiniz. Maria Sokağı cephesindeki birliğin görevi daha da zor. Rihter ile Kolnay, siz iyi dinleyin! C ve D birlikleri Maria Sokağı'na gözcü çıkaracaklar. Kızıl Gömleklilerin ikinci birliği Maria Sokağı yönünde görünür görünmez birliklerinizi savaş düzenine sokacaksınız. Diyelim, Kızıl Gömlekliler kapıdan içeri girdiler, her iki birliğiniz kısa bir çatışmadan sonra, kaçıyormuş gibi yapacak. Buraya bakın... haritaya... görüyor musunuz? İyi bak Rihter, şu senin komutan altındaki C grubu. Kaçıp sundurmaya sığınacaksınız...
    Parmağıyla yerini gösterdi.
    - İşte şuraya... tamam mı?
    - Tamam.
    - Kolnay'ın komutasındaki D grubuna gelince, o da koşarak Yano'nun barakasına dalacak. Şimdi iyi dinleyin, sıra en önemlisine geldi. Haritaya bakın! Kızıl Gömlekliler, sağ ve sol kanatlardan ilerleyip, l, 2 ve 3 numaralı siperlerin karşısına düşen bıçkıhanenin arkasına sızacaklar. Siperler hemen bombardımana başlayacak. Tam bu sırada, biri sundurmada, öteki bekçinin barakasında saklanmakta olan iki grup yerlerinden fırlayıp, düşmana arkadan saldıracak. iyi çarpışırsanız, düşman burada çaresiz kalıp teslim olacaktır. Teslim olmazsa, düşmanı barakadan içeri sürer, kapıyı üzerlerine kilitlersiniz. Bu iş de bitti mi, C grubu barakanın yanından, D grubu da odun yığınlarını dolanarak 6 numaralı siperin yanından ilerleyip A ve B gruplarına yardıma koşarlar. Bu arada l ve 2 numaralı siperlerdeki erlerimiz de 4 ve 5 numaralı siperlere gidecek, düşmanın bombalanmasını yoğunlaştıracaktır. Bunun ardından, A, B, C, D savaş birliklerimiz tek bir savaş hattı üzerinde toplanarak düşmanın üzerine yüklenecekler, onları, Pal Sokağı kapısına doğru süreceklerdir. Bu sırada, bütün siperdekiler, bizimkilerin haslarından aşırtarak bomba yağdıracaklar düşmana. Bütün kuvvetlerimizin bu işbirliği karşısında, düşman, karşı saldırıya geçemeyecektir. Böylece, Pal Sokağı kapısından dışarı atılacaktır. Anladınız mı şimdi?
    Bir heyecan dalgası kapladı ortalığı. Mendillerini bayrak gibi sallayanlar mı ararsınız, keplerini havalara fırlatanlar mı? Görülmemiş bir coşkunluk! Büyük, kırmızı atkısını boynundan çekip çıkartan Nemeçek, nezleli sesiyle bastırdı bağrışmaları:
    - Yaşasın Başkanımız!
    Dört bir yandan bağıran bağıranaydı:
    - Yaşasıııınn! Boka, bir el etti şöyle,
    - Susun, dedi, susun...Bir şey daha var. Ben emir subayımla C ve D birliklerinin yakınında olacağım. Emir subayımla göndereceğim emirlere, benden emir alıyormuş gibi harfi harfine uyacaksınız.
    İçlerinden biri sordu:
    - Emir subayı kim?
    - Nemeçek.
    Çocuklardan bazıları karşılıklı bakışmaktan kendilerini alamadılar. Macun Toplayanlar Derneğinin kimi üyeleri de birbirlerini dürttüler. Bazılarınca bu duruma karşı çıkılması gerekiyordu. Aralarında konuştukları duyuldu:
    - Hadi söylesene!
    - Sen söyle!
    - Neden ben söyleyecekmişim? Senin dilin yok mu?
    Boka, şaşkınlıkla bakındı dört bir yanına.
    - Yoksa, Nemeçek'e karşı söyleyecekleriniz mi var?
    Konuşmayı göze alabilen tek çocuk Lejik oldu:
    - Evet.
    - Ne söyleyeceksin?
    - Şey... Macun Toplayanlar Derneğinin genel kurul toplantısında... hani geçenlerde... biz... şeyi...
    Boka'nın sabrı tükeniverdi birden. Lejik'i azarladı:
    - Yeter! Kes sesini artık! Ahmakça görüşleriniz sizin olsun. Emir subayım Nemeçek'tir. İşte o kadar. Kararıma dil uzatanı savaş divanına veririm.
    Gerçi sert bir çıkıştı bu, ama savaş zamanı başka türlü davranılamayacağını da kabul ediyorlardı. Bu yüzden, Nemeçek'in emir subayı olmasına karşı koyamadılar. Yalnız, Macun Derneğinin ileri gelenleri, aralarında fiskos ettiler. "Adıyla sanıyla derneğe saygısızlık denir buna," gibisinden konuşmalar geçti aralarında. Genel kurul toplantısında 'hain' damgası yemiş, adı kara deftere hem de küçük harflerle geçirilmiş bir kimseye savaş içinde böylesine önemli bir görev vermek utanılacak bir şey değil miydi? Ama bir bilselerdi...
    Boka, cebinden bir liste çıkardı. Buradan kimlerin komutan olarak atandığını tek tek okudu. Birlik komutanları, yanlarına alacakları ikişer eri seçtiler. Bütün işler büyük bir ciddiyet içinde yürüyordu. Çocuklar da öylesine canla başla katılıyorlardı ki bu işe, kimse ne bir şey diyor, ne de bir şey istiyordu.
    Bütün işler tamamlanınca, Boka, ilk emri verdi:
    - Herkes görevi başına! Deneme yapacağız! Hepsi de hızla yerlerini aldılar.
    - Yeni bir emre kadar bekleyin! diye bağırdı Boka.
    Kendisi, Arsanın ortasında Nemeçek ile baş başa kaldı. Zavallı emir subayı öksürüp duruyordu boyuna.
    Boka, yumuşak, candan bir sesle,
    - Ernö, dedi. Sen şu atkıyı sarıver yine boynuna, kötü üşütmüşsün.
    Arkadaşına, şükran dolu gözlerle bakan Nemeçek, Boka'yı ağabeyi bilip, sözünü dinledi. Büyük, kırmızı atkıyı yeniden sardı boynuna. Yalnız kulakları dışarıda kalmıştı.
    Bu iş de tamamlandıktan sonra, Boka,
    - Şimdi iyi dinle beni, dedi 2 numaralı sipere bir emir göndereceğim seninle...
    Nemeçek, şimdiye kadar göze alamadığı bir şey yaptı, üst'ünün sözünü kesti,
    - Beni bağışlamanı dilerim, dedi. Ama önce sana söyleyeceğim bir şey var. Boka kaşlarım çattı.
    - Neymiş o bakalım?
    - Macun Derneği üyeleri demin...
    - Hadi canım sen de, ciddiye mi alıyorsun o budalaları yoksa?
    - Evet, dedi Nemeçek. Çünkü onlar da ciddiye alıyorlar. Ne budala olduklarını biliyorum, aldırdığım da yok zaten. Benim için ne düşünürlerse düşünsünler, ama senin... senin beni küçümsemeni istemem.
    - Neden küçümseyecekmişim seni? Nemeçek'in kırmızı atkısının püskülleri arasından ağlamaklı bir ses geldi:
    - Baksana... adımı... adımı 'hain'e çıkardılar benim...
    - Hain mi? Sen mi?
    - Evet, ben!
    - Bak hele, ben de merak etmeye başladım şimdi.
    - Sen şu işi anlatsana bana bakayım.
    Nemeçek boğuk bir sesle ve kekeleyerek anlattı olup biteni. Macun Toplayanlar Derneği üyeleri geçenlerde çalışmaları gizli sürdürmek için ant içmişlerdi. Rastlantı bu ya, kendisi tam o sırada Gereb yüzünden ayrılmak zorunda kalmıştı oradan. Bu rastlantıya yanlış anlam veren dernek üyeleri, kendisini derneğe girmekten korkmuş olmakla suçlamışlar, derneğe ihanet ettiğini ileri sürmüşlerdi. Böylece 'hain' damgasını yemiş, onuru kırılmıştı. Bu yüzden, bütün yüzbaşılar, üsteğmenler, teğmenler, kötü gözle bakıyorlardı kendisine. Başkanın, böyle sıradan bir ere devlet sırlarını emanet etmesini, onunla arkadaşlık etmesini hoş göremiyorlardı. Kendileri dururken böyle bir ere mi görev verilmeliydi, diye düşünüyorlardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, adını da kendisini aşağılamak için 'Kara Defter'e küçük harflerle yazmışlardı.
    Boka, sabırla dinledi Nemeçek'i. Bir süre sustu. Birliğindeki çocuklar arasında böylelerinin bulunması çok canını sıkmıştı. Boka, aklı başında çocuktu, ama insanların birbirine hiç benzemediğini, çeşitli yaradılışlara sahip olduklarım, bunu ancak nice acı deneylerden sonra öğrenebileceğimizi daha bilmiyordu. Küçük sarı oğlana sevgiyle baktı.
    - Peki Ernö, dedi. Sen, kendi işine bak, onları hiç umursama. Savaşın eşiğindeyiz, onun için şimdi konuşmak istemiyorum. Hele savaşı atlatalım, gösteririm ben onlara... Şimdi sen doğru l ve 2 numaralı siperlere koş, emrimi ilet. Çocuklar 4 ve 5 numaralı siperlere tırmansınlar. Bu tırmanma işi kaç dakika sürüyor, onu anlamak istiyorum.
    Er Nemeçek, esas duruşa geçip sert bir selam çaktı. Şu anda dokunsalar ağlayacaktı neredeyse, öylesine kederliydi. Savaş yüzünden, üzerine titrediği kendi onur sorunu ertelenmiş oluyordu. Ama, yine de, duyduğu acıyı içine atmasını bildi, tam bir asker gibi davrandı:
    - Başüstüne komutanım!
    Sonra, dörtnala kalkan atlardan farksız, koşmaya başladı. Hem de ne koşma! Ayaklan tozu dumana katıyordu ileri atılırken. Çok geçmeden, emir subayı odun yığınlarının arasında görünmez oldu. Burçların siperlerin tepelerinde kıvırcık kafalar, dört açılmış gözler! Gerçek bir savaşa az kala, o savaşa katılacak erlerin tıpkı böyle baktığını, nice zeki ve ciddi savaş muhabirinin kaleminden okumuşsunuzdur. Şu anda, siperlerdeki çocuklar da aynı hava içindeydiler.
    Boka, Arsanın ortasında tek başına kalmıştı. Dört bir yanından çevrilmiş bu Arsa, dışarıdan hızla geçen arabaların çıkardığı gürültünün etkisindeydi, ama Boka hayallare dalıp gitmişti. Kendini büyük bir kentte değil de, uzaklarda, tanımadığı topraklarda, büyük bir alanda hissediyordu. O büyük alanda verilecek savaş, iki ulustan birinin yaşamasını ya da yok olmasını kesin bir sonuca bağlayacaktı. Ne ufak bir gürültü, ne de bir bağırma! Çocuklardan çıt çıkmıyordu. Herkes susmuş, gelecek emri bekliyordu. Boka, şu anda, her şeyin kendisine bağlı olduğunu, içinde duyuyordu. Şu küçük topluluğun mutluluğu ve geleceği onun ellerindeydi. O neşe içinde geçen öğle sonraları, çeşitli oyunlar, eğlence, hepsi hepsi ona bağlıydı. Böylesine yiğitçe bir görevi üzerine aldığı için de gurur duyuyordu.
    - Evet, dedi. Sizleri savunacak, sizleri koruyacağım.
    Çok sevgili Arsalarına şöyle bir göz gezdirdi. Sonra, odun yığınlarının üzerinden kaydırdı bakışlarını. Arkada, buharlı bıçkı atölyesinin ince bacası sanki çevresinde neler olduğunu merak edercesine yükselmiş, havaya kar beyazı dumanlarını püskürtüyordu. Öylesine neşeli, öylesine dertsiz bir hali vardı ki, sanki bugün de öbür günler gibi bir gündü, sanki bugün, her şeyin ortaya konduğu bir ölüm kalım günü değildi.
    Kesin sonucu doğuracak büyük bir savaştan önce büyük komutanlar ne duyarsa, Boka da aynı duygular içindeydi. Büyük savaş adamı Napolyon'u düşündü... Sonra, gelecek günlerin neler getireceğini hayâl etmeye çalıştı. Neler olacaktı acaba ilerde? Yarınlar kendisine ne getirecekti? Gerçekten asker olup, üniforması sırtında, ordulara mı komuta edecekti? Uzaklarda bir yerde, gerçek bir savaş alanında, şimdiki gibi küçücük bir toprak parçasını değil de, anayurt dediğimiz o büyük, o paha biçilmez toprakları mı savunacaktı? Yoksa her gün hastalıklarla savaşan, hastalıklara karşı ağır ve zor bir savaşa girmiş bir doktor mu olacaktı günün birinde?
    Boka, böyle derin derin düşünedursun, ilkyaz gününün akşamı yavaş yavaş kente iniyordu. İçini çeken Boka, siperlerdeki erleri denetlemek üzere, odun yığınları yönünde yürümeye başladı. Odun yığınlarının üzerindeki çocuklar, başkomutanın yaklaşmakta olduğunu gördüler. Tüm siperlere bir canlılık geldi. Kum bombalarını sıra sıra dizdiler, esas duruşa geçtiler.
    Yolun ancak yarısını aşmış olan komutan, birdenbire durakladı. Dönüp arkasına baktı. Bir şeye kulak kabartıyor gibiydi. Derken, geri dönüp, hızlı adımlarla tahta perdedeki küçük kapıya gitti.
    Biri kapıya vuruyordu dışarıdan. Boka sürgüyü çekip, kapıyı açtı. İrkilerek geri çekildi.
    Karşısındaki, Gereb'ti.
    - Ah Boka, sen miydin? dedi Gereb.
    Boka, ne diyeceğini şaşırdı. Bir karşılık veremedi hemen. Gereb yavaşça içeri girip kapıyı arkasından kapattı. Bu Gereb'in zoru neydi acaba? Boka, bir türlü anlayamıyordu. Gereb her zamanki gibi neşeli ve rahat görünmüyordu. Yüzü solgun ve üzgündü. Eliyle yakasını düzeltiyordu sinirli sinirli. Bir şeyler söylemek istediği belliydi, ama nasıl başlayacağını bilemiyordu. Boka'nın da ağzını bıçak açmıyordu. Bir süre öyle durdular karşı karşıya, ne yapacaklarını bilemediler.
    Neden sonra Gereb söze başladı:
    - Seninle... seninle görüşmek istiyorum.
    Bunun üzerine, Boka'nın da dili çözüldü. Sade, ciddi bir sesle karşılık verdi:
    - Benim, seninle görüşecek bir şeyim yok. İyisi mi aklını başına topla da bu kapıdan girdiğin gibi çık git.
    Ama, Gereb'in çıkıp gitmeye niyeti yoktu.
    - Bana bak Boka, dedi. Senin her şeyden haberin olduğunu biliyorum. Kızıl Gömleklilerin arasına girdiğimi hepiniz biliyorsunuz. Ama casus olarak değil, dost olarak geldim buraya.
    Boka, sakin bir sesle karşılık verdi:
    - Sen buraya dost olarak da gelemezsin artık.
    Gereb, başını önüne eğdi. Ona kabalık edeceklerini, kovacaklarını biliyordu, ama böyle sessiz, böyle küskün bir hava içinde karşılanacağını hiç ummamıştı. Hani bayılıncaya kadar dövülse, böylesine oturmazdı içine. Çok üzgündü.
    - Yaptığım kötülüğü onarmak için geldim. Boka, sözü ağzına tıkadı:
    - Onun çaresi yok.
    - Ama ben pişman oldum... hem de çok... çok pişman oldum... Dinle beni... Ferenç Atş'ın götürdüğü, sonra Nemeçek'in gidip gizlice geri aldığı, ondan sonra da Pastor Kardeşlerin Nemeçek'in kolunu bükerek zorla elinden aldıkları bayrağımızı geri getirdim size...
    Bunu söylerken, ceketinin altında saklı duran kırmızı-yeşil küçük bir bayrağı çıkardı. Boka'nın gözleri ışıyıverdi birden. Küçücük bayrak buruşmuş, didik didik edilmişti. Uğrunda çetin savaşlar verilmiş olduğu belliydi. Ama şu küçük bayrakta hoşa giden şey de buydu aslında. Kızışmış bir çarpışma anında didiklenip yırtılmış gerçek bir bayraktı sanki.
    - Bayrağı Kızıl Gömleklilerden biz kendimiz geri alacağız, dedi Boka. Kendimiz geri alamazsak her şey boşuna demektir zaten. O zaman, buradan çıkar gider, dağılırız... Bir arada kalamayız artık... Bayrağı bu yoldan geri almak istemeyiz... Hem, seni de artık aramıza istemiyoruz.
    Bunu söyledikten sonra, Gereb'i olduğu yerde bırakıp çekip gitmeye yeltendi. Ama, Gereb, ceketinden sıkı sıkı yakalamıştı Boka'yı.
    - Boka, dedi boğuk bir sesle. Davranışımın yüzkarası bir davranış olduğunu biliyorum. Ama bağışlanmam için olumlu bir şey yapmak istiyorum. Bağışlayın beni, n'olursunuz.
    - Ben seni çoktan bağışladım canım, dedi Boka.
    - Beni aranıza alacak mısınız yani?
    - İşte onu yapamayız.
    - Kesinlikle mi?
    - Kesinlikle.
    Gereb, cebinden mendilini çıkardı, gözlerine götürdü.
    Boka üzgün bir sesle,
    - Sakın ağlama Gereb, dedi, sakın... Seni karşımda ağlarken görmek istemem. Güzel güzel evine git, bizi de rahat bırak. Kızıl Gömleklilerin gözünden düştüğün için kalkıp geldin buralara, halinden belli.
    Mendilini cebine sokan Gereb, yeniden erkekleşmeye zorladı kendini.
    - Öyle olsun, dedi. Gidiyorum. Bir daha adım atmayacağım buraya. Ama şunu bil ki Kızıl Gömleklilerin gözünden düştüğüm için gelmedim size. Nedeni çok başka.
    - Neymiş nedeni?
    - Söyleyemem. İlerde öğrenirsin. Ama öğrenince de vay benim başıma geleceklere...
    Başkanın gözleri şaşkınca açıldı.
    - Anlayamadım.
    - Şimdi anlatamam, diye kekeleyen Gereb, küçük kapıya doğru yürüdü. Bir an duruverdi yarı yolda, arkasına döndü:
    - Burada kalmamı senden bir kez daha dilesem, boşuna mı olur acaba?
    - Boşuna olur.
    - Peki öyleyse... Dilemem artık.
    Dışarı fırlayan Gereb, küçük kapıyı çarparak kapattı arkasından. Boka, bir iki saniye bocaladı, ne yapacağını bilemedi. Bütün yaşamı süresince ilk kez, acımasız davranıyordu bir insana. Bir an, "Arkasından koşup geri çağırsam onu," dedi kendi kendine. "Hadi geri dön, dön, ama dürüst bir insan ol!" diye seslensem arkasından, diye düşündü. Ama, birden Gereb'in o sinsi gülüşü takılıverdi aklına, hani geçenlerde Pal Sokağında önlerinden kaçarken attığı o sinsi kahkaha! Hani kendisi Nemeçek ile sokağın köşesinde kalmış, Gereb'in ardından üzüntüyle bakmışlardı. "Hayır," dedi kendi kendine. "Geri çağırmam onu. İyi bir arkadaş değil o."
    Böyle düşünerek odun yığınlarına yöneldiği sırada, birden durakladı. Bütün çocuklar, odun yığınlarının üzerindeki siperlerden sessiz sedasız izlemişlerdi bu sahneyi. Öbür birlikler de oradaydılar. Bütün o küçük ordu, dörtgen odun istiflerinin üzerinden sahneyi izlemişti. Boka ile Gereb arasında geçenleri, soluklarını tutup izlemekten geri kalmamışlardı. Gereb dışan çıkıp da, Boka adamlarına doğru yöneldiği sırada, içlerinde tıkanıp kalmış olan heyecan bütün gücüyle fışkırdı birdenbire ve bütün ordu hep bir ağızdan bağırdı:
    - Yaşşşaaa!
    Kepler havaya uçuyordu.
    - Yaşasın Başkanımız!
    Havayı, müthiş bir ıslık sesi yırttı. Hem de ne ıslık! Canım dişine takmış bir lokomotif bile öttüremezdi düdüğünü böyle! Kulakları yırtan tiz bir zafer ıslığı. Hiç kuşku yok ki Çonakoş'un dudakları arasından yükselen bir ıslık.
    Mutluluk içinde dört bir yanma bakman Çonakoş sırıttı,
    - Şu yürekten ıslığı ömrüm boyunca çalamamıştım yahu!
    Boka, Arsanın tam ortasında durmuş, ordusunu kıvançla selamlıyordu. Büyük komutan Napolyon aklına takılmıştı yine. Onu da sadık erleri böyle sevmişlerdi, tıpkı şu çocukların kendisini sevdikleri gibi...
    Sahneyi izleyenler, Gereb nedir, ne değildir anlamışlardı artık. İkisinin neler konuştuğunu duyamamışlardı, ama davranışlarından, bir sonuca varmışlardı elbette. Boka'nın hareketlerinden, onu istemediğini, ona elini uzatmadığım anlamış olacaklardı. Gereb'in ağlayarak çıkıp gittiğini de görmüşlerdi. Kapıdan çıkmadan önce geri dönüp Boka'ya seslendiğinde hepsi de kuşkuya kapılmışlardı.
    Lejik,
    - Eyvahlar olsun... diye fısıldamıştı arkadaşları adına. Ya bağışlarsa onu...
    Ama Boka, başını hayır anlamında sallayıp da Gereb çekip gidince, içlerinde kalmış heyecanla yeniden coşup çınlatmışlardı ortalığı:
    - Yaşşşaaa!
    Başkan, onların gözünde, kendileri gibi bir çocuk değil, bir erkekti artık. Bu erkekçe tutumu hepsinin hoşuna gitmişti. Onu kucaklayıp kucaklayıp öpmek geliyordu içlerinden. Ama savaş günleriydi bu günler! Coştun mu, "Yaşa, varol" diye bağırabilirdin ancak. Onlar da öyle yaptılar, coşkunluklarını, ciğerlerinin var gücüyle haykırarak dile getirdiler.
    - Üstüne yoktur oğlum, yaman delikanlısın, dedi Conakoş.
    Ama çok geçmeden, pervasızlığından korkuya düşerek düzeltti:
    - Şey yani... 'oğlum' dedim... Özür dilerim... 'Sayın Başkanım' demek istemiştim.
    Bu sırada manevra başlamıştı bile. Tiz komutlar duyuluyor, savaş kıtaları odun istifleri arasında koşuşuyor, siperlere saldırıyor, kum bombaları yağıyordu sağdan soldan. Her şey yolundaydı. Görevini yapamayan yoktu. Bu olumsuz sonuçlar onları daha da coşturdu, dört bir yandan bağrışmalar duyuluyordu:
    - Yeneceğiz onları!
    - Topunu fırlatıp atacağız buradan!
    - Tutsakları prangaya vuracağız!
    - Ferenç Atş'ı bile tutsak edeceğiz! Ciddi olan, yalnızca Boka'ydı:
    - Ne oldum delisi olmayın, bırakın savaş sonuna kalsın sevinciniz! Bir daha söylüyorum: isteyen evine gidebilir. Ama, yarın tam zamanında burada bulunmayan arkadaşı dönek sayarım!
    Manevra böylece sona erdi. Eve gitmek isteyen yoktu. Bir araya gelip, Gereb'in durumunu tartışmaya koyuldular.
    Barabas, birdenbire tiz sesiyle bağırdı:
    - Macun Toplayanlar Derneği! Beni dinleyin!
    - Ne var, ne istiyorsun? diye sordu çocuklar.
    - Genel Kurulun toplanmasını istiyorum.
    Kolnay, genel kurul toplantısı için söz verdiğini hatırladı. Derneğin macununu kuruttuğu için suçlanmıştı ya, şimdi genel kurulu toplamalı, temize çıkmalıydı. Biraz surat astı, ama isteğe de uymak zorunda kaldı Kolnay.
    - Tamam, dedi. Genel Kurul toplanacaktır. Sayın üyeler ayrı bir yerde toplansınlar lütfen.
    Ve 'sayın üyeler' toplantıyı yapmak üzere, odun yığınlarının arasından geçerek tahta perdenin oraya yürüdüler. Başlarında bu işin kundakçısı Barabas vardı.
    - Dinleyin, dinleyin! diye seslendi Barabas. Kolnay, resmî bir tavır takınarak,
    - Oturumu açıyorum, dedi. Sayın Barabas söz istiyor.
    Barabas, bir felaket haberi verecekmiş gibi "Öhhö, öhhö" diye öksürdü önce, sonra söze başladı:
    - Çok sayın genel kurul üyeleri! Şu toplantı, manevra yüzünden az kalsın erteleniyordu. O zaman, sayın Başkanın şansına diyecek olamazdı doğrusu. Çünkü, bu toplantının amacı, sayın Başkanı görevinden uzaklaştırmaktır.
    - Bak hele! diye bağırdı karşı partiden olanlar.
    - Baksan da bir bakmasan da! diye kükredi konuşmacı. Ben, ne dediğimi biliyorum. Sayın Başkan, manevradan ötürü işi uzatabildi bir süre. Ama artık geçmiş ola, daha fazla uzatamaz. Çünkü artık...
    Birden kesti konuşmayı. Tahta perdedeki küçük kapıya hızlı hızlı vuruldu. Çocuklar şu günlerde her sesten korkuya kapılıyorlardı. Olur ya, bakarsın düşman beklenmedik bir anda geliverirdi.
    - Bu da nesi? diye sordu konuşmacı, irkilerek. Hepsi de kulak kesilmişti. Kapıya yemden vuruldu. Kolnay, titrek bir sesle,
    - Kapıda biri var, dedi.
    Tahta perdenin çatlaklarından dışarıya baktı. Sonra şaşkın bir yüzle çocuklara döndü.
    - Bir bay var kapıda!
    - Bir bay mı dedin?
    - Evet, sakallı bir bay.
    - Aç kapıyı öyleyse!
    Kolnay, kapıyı açtı. Gerçekten de öyle... Giyim kuşamı yerinde, büyük siyah paltolu bir bay içeriye girdi. Değirmi, kara bir sakalı vardı. Gözlüklüydü. Eşikte durdu:
    - Pal Sokağı çocukları sizler misiniz? diye sordu.
    Macun Derneği üyeleri hep bir ağızdan,
    - Evet! diye bağırdılar.
    Bu karşılığı alan paltolu adam, içeri girdi, yumuşak bakışlarla gözden geçirdi çocukları.
    - Ben, dedi, Gereb'in babasıyım!
    Dönüp, arkasındaki küçük kapıyı kapattı.
    Derin bir sessizliğe gömüldü ortalık. Gereb'in babası kalkıp buralara kadar geldiğine göre, işin içinde bir bit yeniği vardı. Rihter'i dürten Lejik,
    - Koş, Boka'yi çağır, dedi.
    Rihter, bıçkıevinin oraya koştu. Boka da tam bu sırada Gereb'e yaptıklarını anlatıyordu çocuklara. Macun Derneği üyelerinden yana dönen kara sakallı bay,
    - Söyleyin bakalım, dedi, oğlumu neden kovdunuz buradan? Kolnay atıldı:
    - Bizi Kızıl Gömleklilere sattı da ondan!
    - Kimmiş bu Kızıl Gömlekliler?
    - Onlar da bir çocuk topluluğu. Kampları Botanik Bahçesinde. Ama, oyun yerleri yok. Onun için, bizimkini almak istiyorlar elimizden. Düşmanımızdır onlar.
    Sakallı adam kaşlarını çattı.
    - Oğlum, az önce ağlaya ağlaya geldi eve. Nesi var diye sordum, konuşmak istemedi. Bana gerçeği söylesin diye çıkıştım ona, konuşmaya zorladım. Sizlere ihanet etmekle suçlamışsınız onu. Bunun üzerine dedim ki ona: "Şimdi şapkamı alıp o çocuklara gidiyorum. İhanet ettiğin doğru mu bakalım, onlardan sorup öğreneceğim. Doğru değilse, senden özür dilemelerim isteyeceğim. Ama bir de doğruysa vay haline o zaman. Senin baban ömrü boyunca onurlu bir insan olarak yaşamıştır, oğlunun, arkadaşlarına ihanet etmesini kendine yediremez." Böyle dedim ona... Şimdi de, gördüğünüz gibi, buradayım işte. Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin bakayım, oğlum gerçekten ihanet etti mi size? Bekliyorum.
    Çocuklar susuyordu.
    - Hadi... Benden korkmayın. Gerçek neyse söyleyin. Oğluma haksızlık edip de incittiniz mi onu, yoksa gerçekten cezayı hak ediyor mu? Onu öğrenmek istiyorum.
    Kimse karşılık vermiyordu. Oğlunun, karakter sahibi bir insan olmasına böylesine özenen bir babayı kırmak istemiyorlardı.
    Sakallı bay, Kolnay'dan yana döndü:
    - Sizlere ihanet ettiğini sen söyledin. Tanık göster bakalım. Ne zaman, nasıl ihanet etti?
    Kolnay kekeledi:
    - Şey... ben... ben öyle duydum...
    - Onun değeri yok. Kesin bir şey bilen var mı? Kim gördü ihanet ettiğini? Kim ne biliyor?
    Tam bu sırada, Nemeçek ile Boka, odun istifleri arasında gönüldüler. Rihter gidip getirmişti onları. Kolnay rahat bir soluk aldı:
    - Buyurun efendim... geliyorlar işte... Şu küçük sarı oğlan... Adı da Nemeçek... Oğlunuzu yakalayan da o, işin içyüzünü bilen de...
    Üç çocuk yaklaşıncaya kadar beklediler. Ama, Nemeçek doğru kapıya gitti.
    - Boka, buraya gelin! diye seslendi Kolnay.
    - Şimdi gelemeyiz, diye karşılık verdi Boka. Biraz bekleyin. Nemeçek'in durumu kötü, çok öksürüyor... Onu evine götüreyim de hele...
    Nemeçek adını duyan paltolu bay seslendi:
    - Nemeçek sen misin?
    - Evet efendim, diyen küçük sarı oğlan, pelerinli baya doğru yürüdü. Gereb'in babası sert bir sesle,
    - Ben Gereb'in babasıyım, dedi. Oğlumun ihanet edip etmediğini öğrenmek istiyorum, onun için geldim buraya. Onu, senin yakaladığını söylüyor arkadaşların. Şimdi elini vicdanına koyup söyle bakalım: Gereb ihanet etti mi?
    Nemeçek'in yüzü ateşten yanıyordu. Hasta olduğu bir gerçekti. Şakakları zonkluyordu, elleri sıcaktı. Ne de acayipti şu dört bir yanını sarmış dünya... Şu sakallı, gözlüklü adam nasıl da çıkışıyordu durup dururken... Kötü öğrencileri azarlayan öğretmen Racz çıkagelmişti sanki... Şu şaşkın şaşkın bakakalmış sürüyle çocuk, savaş, şu sonu gelmeyen gerilimli hava... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de kendisine yöneltilen şu yıldırıcı soru... Gerçekten ihanet ettiği bir anlaşılırsa vay halineydi Gereb'in!
    - Konuş artık! diye çıkıştı karalar içindeki adam. Konuş, bir şey söyle! İhanet etti mi Gereb?
    Küçük, sarışın Nemeçek, yüzü gözü ateşten kıpkırmızı kesilmiş, suçlu kendisiymiş de suçunu itiraf ediyormuş gibi konuştu yavaşçacık:
    - Hayır efendim, Gereb hain değildir!
    Gereb'in babası şöyle bir azametle ötekilerden yana döndü:
    - Demek yalan söylediniz? Macun Derneği üyeleri apışıp kalmışlardı. Oldukları yerde taş kesilmişlerdi sanki.
    - Yaaa, demek böyle, dedi Gereb'in babası, alay edercesine. Yalan söylediniz demek. Benim oğlum dürüst çocuktur. Bilmez miyim ben!
    Nemeçek'in ayakta duracak hali kalmamıştı.
    - Gidebilir miyim? diye sordu boynunu büküp. Sakallı adam güldü.
    - Elbette gidebilirsin, dedi.
    Nemeçek, sendeleyerek sokağa çıktı Boka'yla. Gözleri bulanık görüyor, hiçbir şeyi tam seçemiyordu. Gereb'in kara paltolu babası, odun yığınları, her şey, her şey, yürüdükleri yol boyunca dans ediyor, dalgalanıyor, iç içe giriyordu sanki. Kulağına garip sesler geliyordu. "Çocuklar, siperlere!.." diye haykırıyordu bir ses... Bir başka ses: "Oğlum ihanet etti mi?" diye soruyor, kara sakallı adam alay ederek gülüyordu. Ve gülerken ağzı büyüyor, okulun kapısını andırıyordu... Derken, öğretmen Racz çıkageliyordu o kapıdan. Nemeçek, acele şapkasını çıkardı. Boka şaştı kaldı.
    - Kime selam veriyorsun canım? Sokakta kimsecikler yok ki!
    - Öğretmen Racz'ı selamlıyorum, dedi küçük sarışın oğlan.
    Nemeçek'in hali Boka'yı ürkütmeye başlamıştı. Küçük arkadaşım kararmaya başlayan sokakta çeke çeke evine doğru sürükledi.
    Arsada kalan Kolnay'a gelince, o da öne atılıp Gereb'in babasına,
    - Efendim, dedi, şu Nemeçek yalancının tekidir. Aslında bizden 'hain' damgasını yiyen de odur. Dernekten çıkardık kendisini.
    Gereb'in babası mutlu mu mutluydu. Çocuklara hak verdi:
    - Zaten halinden belli canım, dedi. Suratından akıyor alçaklık. Vicdansız bir çocuk anlaşılan...
    Ve öğrendiklerinden keyifli, evine, oğlunu bağışlamaya gitti. Tam, Ülloi Caddesi'nden geçiyordu ki, kliniğin önünde, Boka ile Nemeçek'in sendeleyerek ilerlemeye çalıştıklarını gördü. Nemeçek iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Çok üzgün, çok acılıydı. Küçük ruhunun tüm acısıyla kendi kendine mırıldanıyordu:
    - Adımı küçük harflerle yazdılar... ah anacığım... şu zavallı, kendi halinde dürüst adımı küçük harflerle yazdılar.

BEŞİNCİ BÖLÜM  |  YEDİNCİ BÖLÜM