Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

    Sınıfın saati, yine biri vurdu, çocuklar kitaplarına el attılar. Kitabını kapatan öğretmen Racz, kürsüsünden kalktı. Her zaman hizmete hazır olan küçük Çengey -sıranın başındaki sınıf birincisi- yerinden fırlayıp öğretmenin pardösüsünü tuttu. Pal Sokağı çocukları, oturdukları sıralardan birbirlerine bakıp, Boka'nın vereceği buyruğu beklediler. Bugün, öğleden sonra saat ikide Arsada toplanılacaktı. Keşif kolunun, Botanik Bahçesinde geçen ilginç serüveni anlatılacaktı. Girişimin başarıya ulaştığından haberleri vardı. Başkan, yiğitçe bir karşılık vermişti Kızıl Gömleklilere. Ama, ayrıntıları öğrenmek istiyorlardı sabırsızlıkla. Çocukların başarıya ulaştığı serüven ve tehlikelerle ilgili ne haberler vardı bakalım? Boka'nın ağzından, kerpetenle bile söz alınmazdı. Çonakoş desen, atar tutar, boyundan büyük laflar ederdi. Şimdi de abuk sabuk konuşuyordu işte. Sözüm ona Botanik Bahçesindeki yıkık kalenin orda vahşi hayvanlar varmış, Nemeçek az kalsın havuzda boğuluyormuş falan filan. Kızıl Gömlekliler de büyük bir ateşin çevresinde bir arada oturuyorlarmış, mış, mış! Binbir türlü hikâye anlatıyordu, ama en önemlisini unutuyordu. Üstelik, Çonakoş'u sonuna dek dinlemek de olanaksızdı. Çünkü o sonu gelmez ıslıklarıyla dinleyicilerini sağır ediyordu.
    Nemeçek'e gelince, o da kendini çok önemsiyor, esrarlı hallere bürünüyordu. Bir şey soruldu mu şöyle karşılık veriyordu hemen:
    - Valla, ben bir şey söyleyemem bu konuda, Başkana sorun.
    Ötekiler, Nemeçek'i iyiden iyiye kıskanıyorlardı Nemeçek gibi, acemi bir er tutup böyle bir serüvende yer alsın, olacak şey miydi yani? Bütün teğmenlerle üsteğmenler, sıradan bir acemi er karşısında saygınlıklarını yitirdikleri kanısındaydılar. Kimilerine göre, bütün bu olaylardan sonra, küçüğün subaylığa yükseltilmesi gerekirdi. Eh, Nemeçek de subay olursa, Arsada bekçinin köpeği Hektor'dan başka rütbesiz kimse kalmayacaktı.
    Öğretmen Racz sınıftan çıkar çıkmaz, Boka elini kaldırıp iki parmağını gösterdi. Çocuklar, selam verip Başkanın buyruğunu aldıklarını belirttiler. Pal Sokağı Birliğine üye olmamış çocuklar, pek kıskanmıslardı bu karşılıklı anlaşmayı.
    Tam sınıftan çıkılacağı sırada bir şey oldu. Öğretmen Racz, kürsünün basamağında kaldı.
    - Bekleyin biraz, dedi.
    Derin bir sessizlik oldu.
    Öğretmen paltosunun cebinden küçük bir kâğıt parçası çıkardı. Gözlüğünü takıp, şu adları okumaya başladı:
    - Vays!
    Burada, dedi Vays korkuyla.
    Öğretmen okumayı sürdürdü:
    - Rihter! Çele! Kolnay! Barabas! Lejik! Nemeçek!
    Hepsi de sırayla,
    - Burada! diye karşılık verdiler.
    Öğretmen Racz kâğıdı cebine soktu yine.
    - Evlerinize gitmeden önce öğretmenler odasına geleceksiniz, sizinle konuşacaklarım var.
    Öğretmen bu garip çağrıyı neden yaptığını bildirmeden sınıftan çıktı.
    Bir telaştır başladı sınıfta.
    - Neden çağırıyormuş bizi?
    - Neden okulda kalıyoruz?
    - Bizimle ne zoru varmış?
    Adları okunanlar bu tür sorular sorup duruyorlardı. Ve hepsi de Pal Sokağı Birliğinden oldukları için, Boka'nın başına üşüşmüşlerdi.
    - Bunun nedenini ben de bilmiyorum, diyordu Başkan. Hele bir gidin de neymiş anlayın bakalım ben sizi koridorda beklerim.
    Sonra, ötekilerden yana dönüp,
    - Saat ikide değil üçte buluşalım, dedi. Umulmadık bir engel çıktı, görüyorsunuz.
    Okulun uzun koridoru çabucak dolmuştu. Başka sınıflardan gelen çocuklar da vardı. Büyük pencereli koridorda alışılmamış bir hay-huydur gidiyordu. Herkes telaş içindeydi.
    Öğrencilerden biri, öğretmenler odasının önünde kaygıyla bekleyen çocuklara,
    - Yoksa cezaya mı kalacaksınız? diye sordu.
    - Hayır, diye karşılık verdi Vays, gururla.
    Öğrenci, koşar adım uzaklaştı. Hepsi de kıskanarak baktılar ardından: Eve gidebilen biri.
    Birkaç dakika sonra, öğretmenler odasının kapısı açıldı, buzlu camın ardında uzun boylu, sıska öğretmen Racz göründü.
    - Girin içeri bakalım, diyen öğretmen önden yürüdü.
    Öğretmenler odası boştu. Suspus olan çocuklar, uzun yeşil masanın çevresinde toplanıp, yan yana dizildiler. En sonuncuları, kapıyı saygıyla kapattı. Masanın başına geçip oturan öğretmen Racz, şöyle bir süzdü çocukları.
    - Hepiniz burada mısınız?
    - Evet.
    Aşağı avludan, evlerine giden çocukların neşe içinde bağırıp çağırdıkları duyuluyordu. Öğretmen pencereyi kapattırdı. Kitap raflarıyla dolu büyük odada insana korku veren bir sessizlik vardı. Öğretmen Racz, bu mezar sessizliğini bozdu:
    - Duyduğuma göre bir dernek kurmuşsunuz, da Macun Derneğiymiş galiba. Bu dernek üyelerinin listesini getirip bana verdiler. Listeden anlaşıldığına göre, derneğin üyeleri sizlersiniz. Tamam mı?
    Karşılık veren olmadı. Hepsi de, yapılan bu suçlamanın doğruluğu karşısında başlarını öne eğdiler, Öğretmen sözünü sürdürdü:
    - Şimdi sırayla ele alalım işi. Bilirsiniz, dernek mernek kurulmasından hiç hoşlanmadığımı daha önce de söylemiştim. Derneği kuran kim? Önce onu öğrenmek istiyorum. Kim kurdu bu derneği?
    Büyük bir suskunluk oldu.
    Derken, ürkek bir ses yükseliverdi:
    - Vays!
    Öğretmen Racz, sert bir bakışla baktı Vays'a.
    - Vays, senin dilin yok mu? Kendin söyleyemez miydin?
    Karşılık, çok zayıf çıktı:
    - Söyleyebilirdim.
    - Neden söylemedin öyleyse?
    Vays, yeniden sessizliğe gömüldü. Öğretmen Racs bir puro yakıp dumanını savurdu.
    - Ne diyorduk, sırayla gidiyoruz değil mi? Şimdi söyle bakalım. Bu macun da ne oluyor?
    Vays, karşılık vereceği yerde cebinden koca bir parça cam macunu çıkardı, masanın üzerine koydu. Bir süre macunu gözden geçiren Vays, zor duyulabilen hafif bir sesle.
    - İşte efendim, dedi, macun bu.
    - Yaa, demek bu. Peki ne işe yarıyor bu macun?     - Camcılar bununla camları çerçeveye yapıştırırlar efendim. Onlar, sıvayıp da macun kurumadan davranılırsa tırnakla kazınabilir.
    - Bunu sen kazıdın öyleyse?
    - Hayır efendim, bizim derneğin kendi macunu bu.
    Öğretmen şaşkın şaşkın baktı.
    - O da ne demek oluyor?
    Vays, oldukça yüreklenmişti.
    - Bu macunu üyeler topladılar. Yönetim kurulu da bana teslim etti saklamam için. Daha önce bu işi yapan Kolnay sayman oldu da ondan. Macunu hiç çiğnenmemiş, macun da kurumuş.
    - Macunu çiğnemek mi gerekiyor?
    - Evet efendim, çiğnemezse sertleşir, istenilen şekle girmez. Ben her gün bir süre çiğnerim bu macunu.
    - Peki, neden ille de sen?
    - Derneğin kurallarına göre öyle gerekiyor da ondan. Başkan kimse, dernek macununu günde en azından bir kez çiğnemek zorundadır. Yoksa kurur macun, sertleşir.
    Vays, gözyaşlarını tutamıyordu artık. Hıçkırarak sürdürdü sözünü:
    - Şu sırada başkan benim.
    Durum gergindi. Öğretmen sert bir sesle çıkıştı:
    - Bu büyük parçayı nereden buldunuz?
    Çıt çıkmıyordu. Öğretmen Racz, Kolnay'ı gözüne kestirdi.
    - Kolnay, söyle bakalım, nereden buldunuz bunu?
    Açıkça itiraf ederek umutsuz durumu kurtarmak niyetinde olan Kolnay, şöyle konuştu:
    - Öğretmenim, bir aydır böyle sürüp gidiyor bu iş. Bir hafta kadar ben çiğnedim macunu, ama o sırada küçük bir parçaydı henüz. İlk parçayı Vays getirmiş, biz de derneği kurmuştuk. Babası arabayla bir yere götürmüş Vays'ı bir gün. O da arabanın penceresinden macunu tırnaklarıyla kazımış. Bütün tırnaklan kan içindeydi o gün. Derken, tam o günlerde müzik salonunun camı da kırılmasın mı... Bütün ikindi vakti camcının gelmesini bekledim. Camcı saat beşte geldi. Bir parça macun istedim kendisinden. Hiç oralı olmadı. Meğer ağzı macun doluymuş adamın, o da macun çiğnermiş. Camcının yanında durup, camı nasıl taktığını izledim. Camı ölçüp, sonra kesip taktı gitti. Camcı gidince, macunu kazıyıp aldım. Ama kendim için almadım inan olsun, dernek için aldım, dernek için...
    Hadi bakalım, şimdi Kolnay da ağlamaya başlamıştı.
    - Kes ağlamayı! diyerek çıkıştı öğretmen.
    Sıkıntıdan ceketinin eteklerini çekiştiren Vays,
    - Bu da hep zırlar böyle, dedi. Kolnay'ın hıçkırıkları, insanın içine işliyordu. Vays, eğilip Kolnay'ın kulağına fısıldadı:
    - Zırlama yahu!
    Ama nerede, Kolnay kendisini tutacak gibi değildi. Bu büyük acı, öğretmen Racz'ı bile etkilemişti herhalde. O da purosundan derin soluklar çekip duruyordu.
    Tam bu sırada, fiyakacı Çele, sıradan ayrılıp öne çıktı. Öğretmenin karşısına geçip gururla durdu öyle. Geçen gün Boka'nın Arsada yaptığım yapacak, o da mert bir Romalı gibi davranacaktı herhalde. Sesine ciddi bir hava verip,
    - Öğretmenim, dedi. Ben de macun getirdim derneğe.
    - Nereden getirdin?
    - Bizim evden. Bizdeki kanaryanın yıkandığı camdan bir banyo var, onu kırdım. Camcı gelip onarınca, macunu kazıdım hemen. Kanarya yıkanırken sular halıya aktı hep. Ama kuş, banyo yapacak da ne olacak sanki? Örneğin serçeler yıkanır mı hiç? Benim bildiğim hep kirli gezerler.
    Sandalyesinden öne doğru eğilen öğretmen,
    - Anlaşılan işin alayındasın sen Çele, dedi. Ama dur hele, senin de sıran gelecek. Evet, sen devam et Kolnay!
    Kolnay burnunu çekti.
    - Neye devam edeyim efendim?
    - Geri kalan macunu nereden buldunuz?
    - Çele anlattı ya işte. Sonra, dernek de altmış lira vermişti bana macun alayım diye.
    Öğretmen Racz, hiç hoşlanmamıştı bu açıklamadan.
    - Demek parayla da aldınız ha?
    - Hayır, dedi Kolnay. Benim babam doktordur. Öğleden önce kapalı arabayla hastalarına gider. Bir gün beni de almıştı yanına; arabanın penceresindeki bütün macunu kazıdım. Doğrusu yumuşacık, iyi bir macundu. Kendi başıma bir araba kiralayayım diye, dernek altmış lira ödenek ayırdı. Ben de kiraladım arabayı. Bir ikindi üzeri kentin dışına kadar uzanıp, arabanın dört penceresindeki bütün macunu kazıdım. Ve yaya döndüm sonra.
    Öğretmen hatırlamıştı.
    - Hani büyük kışlanın orada rastlamıştım sana, dedi. O zaman mı oldu bu iş?
    - Evet efendim.
    - Seninle konuşmak istemiştim de ağzını açıp tek söz söylememiştin hani?
    Kolnay, utançtan başını önüne eğdi.
    - Nasıl konuşurdum öğretmenim, ağzım macun doluydu!
    Yeniden bir ağlamadır tutturdu Kolnay. Vays, yine sinirlenmiş, ceketinin eteğini çekiştirmeye başlamıştı.
    - Hadi bakalım, zırlaması yakındır, dedi sıkıntıyla.
    Gözyaşı sarnıçları yeniden açılmıştı. Öğretmen, oturduğu yerden kalkıp odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Başını sallayıp duruyordu.
    - Ne de güzel dernek kurmuşsunuz, aman göz değmesin. Dernek başkanı kimdi?
    Vays, bütün acısını unuttu bu soru üzerine. Gururla,
    - Benim, dedi.
    - Ya sayman?
    - Kolnay.
    - Kasada kalan parayı çıkar göster bakalım.
    - Buyurun.
    Kolnay bir el attı cebine. Öyle büyük bir cepti ki, Çonakoş'unkinden aşağı kalmıyordu. Aradı taradı, cebinin içinde ne bulduysa bir bir çıkarıp masanın üzerine dizdi. Önce kırk üç lira göründü. Ardından beşer liralık iki posta pulu, bir posta kartı, birer liralık iki damga pulu, sekiz tane kalem ucu, bir de ciciali.
    Parayı sayan öğretmen Racz'ın suratı karardı sanki.
    - Bu parayı nereden buldunuz bakayım?
    - Üyelik ödentilerinden. Üyeler haftada onar lira öderler.
    - Ne yapacaktınız bu parayla?     - Hiiç! Derneğe üye olabilmek için bir para ödenmesi gerek. Toplanan para da o işte. Vays, başkan aylığı almıyordu. Vazgeçmişti aylıktan.
    - Aylık ne kadardı?
    - Haftada beş lira. Posta pullarını ben edindim, posta kartını Barabas, damga pullarını da Rihter. Ona babası... Rihter babasından...
    Öğretmen Racz, sözünü kesti Kolnay'ın,
    - Babasından çaldı değil mi? Öyle mi Rihter?
    İleri çıkan Rihter, önüne bakıyordu.
    - Çaldın değil mi?
    Rihter başını önüne eğdi.
    - Şu ahlaksızlığa bak! Baban ne iş yapar senin?
    - Babam hukuk doktorudur. Dr. Ernest Rihter. Avukat ve noterdir. Dernek, çalınan pulu yerine koydu efendim.
    - Ne demek yani?
    - Şey, işte... Babamdan pulu çaldım, ama sonra çok korktum, o zaman dernek pul parasını verdi; bir pul alıp babamın yazı masasına gizlice bıraktım. Aksilik bu ya, tam o sırada babam yakaladı beni. Pulu çaldığım için değil de yerine koyduğum için ense köküme bir tane patlattı...
    Öğretmen sert sert bakınca, Rihter düzeltti:
    - Dayak yedim, babamdan yani. Pulu yerine koyuyorum diye tokatı indirdi. Sonra, pulu kimden çaldığımı sordu. Gerçeği söyleyecek olsam fazladan bir tokat daha yiyecektim tabii. "Pulu Kolnay'dan aldım," dedim babama. "Öyleyse çabuk götür Kolnay'a ver, o da bir yerden aşırmıştır nasıl olsa," dedi. Ben de pulu alıp Kolnay'a götürdüm. Dernek, iki tane damga puluna sahip oldu böylece.
    Bir an düşünceye dalan öğretmen sordu:
    - Peki neden yeni bir damga pulu aldınız? Eskisini geri verebilirdiniz değil mi?
    Rihter'in yerine Kolnay karşılık verdi:
    - Eskisini veremezdik öğretmenim. Çünkü eski pulun üzerine derneğin mührünü basmıştık.
    - Yaa, demek bir de dernek mührünüz var, öyle mi? Nerede mühür bakayım?
    - Mühürcübaşımız Barabas'tır. Mühürden o sorumludur.
    Sıra şimdi de Barabas'a gelmişti. Barabas, ileri çıktı, öteden beri geçinemediği Kolnay'a sert sert baktı. Arsadaki şapka olayı hâlâ aklındaydı. Ama mühürü ıstampasıyla birlikte masanın üzerine bırakmaktan başka ne yapabilirdi ki? Öğretmen Racz, mühürü şöyle bir gözden geçirdi. 'Macun Toplayanlar Derneği, Budapeşte' diye yazılıydı mühürün üzerinde. Güldüğünü belli etmek istemeyen öğretmen Racz, başım iki yana salladı. Öğretmenin yumuşamasından yüz bulan Barabas, elini uzatıp mühürü almak istedi. Ama, öğretmen daha eline çabuktu, sert bir sesle sordu:
    - Niyetin ne senin?
    - Efendim, dedi Barabas, "Mühürü elimden çıkarmamaya, onu son nefesime kadar korumaya yeminliyim ben."
    Öğretmen Racz, mühürü cebine soktu.
    - Kapat çeneni! diye bağırdı.
    Ama Barabas kendini tutamadı artık.
    - Öyleyse Çele'den de bayrağı alın lütfen.
    - Nee? Bir de bayrağınız var demek, ver onu bakayım!
    Elini cebine atan Çele, ince bir tel çubuğa geçirilmiş küçük bayrağı çıkardı. Bunu da, Arsadaki bayrak gibi kız kardeşi dikmişti. Bütün nakış işlerini Çele'nin kız kardeşi üstleniyordu. Kırmızı-yeşil-beyaz bayrağın üzerine şunlar yazılıydı:

    'MACUN TOPLAYANLAR DERNEĞİ, BUDAPEŞTE.'
    "TUTSAKLIĞIMIZI SÜRDÜRMEYECEĞİMİZE AND İÇERİZ."
(*)

    (*) Ünlü Macar ozanı Petofi Sandor'un bir dizesi.
    - Hımm, diye mırıldandı öğretmen. "Tutsak* sözcüğünü 't' değil 'd' ile yazan bu bilge de kim? Kim yazdı bunu?
    Karşılık veren olmadı. Öğretmen yeniden sordu öfkeyle:
    - Kim yazdı bunu dedim?
    Çele hemen bir çare düşündü. Çocukları neden ele verip de başlarını derde soksundu? "Tutsak" sözcüğünü 'd' ile yazan Barabas'tı, ama başı belaya girmemeliydi. Boynunu büktü.
    - Kız kardeşim yazdı efendim, dedi.
    Kuvvetlice yutkundu bunu söylerken. Kız kardeşini harcaması yerinde bir davranış değildi, ama arkadaşlarını kurtarmış oluyordu.
    Öğretmen, bir tepki göstermeyince, çocuklar gelişigüzel konuşmaya başladılar:
    - Barabas'ın bayrağı ele vermesi hiç doğru olmadı, dedi Kolnay öfkeyle.
    Barabas, kendini savunmaya kalkıştı:
    - Bunun da zoru hep benimle! Mühür elimden alındığında derneğin sonu gelmişti zaten.
    Öğretmen Racz, kesti çocukların sözünü:
    - Susun bakayım! diye bağırdı. Gösteririm ben size. Derneği kapatıyorum, dernek falan yok artık.
    Bir daha böyle şeyler yaptığınızı duymayayım sakın. Hal ve gidişten hepinize kırık not veriyorum. En kırık notu da, başkan olduğu için Vays alacak.
    - Özür dilerim, dedi Vays, aşağıdan alarak. Bugün, benim başkanlığımın son günü. Genel Kurul toplantısı yapılacaktı çünkü. Önümüzdeki ay için başka bir başkan adayımız var.
    - Kolnay başkan olacaktı, diyerek sırıttı Barabas.
    - Benim için fark etmez, dedi öğretmen. Yarın ikiye kadar hepiniz cezalı kalacaksınız burada. Ben size gösteririm. Şimdi gidebilirsiniz artık.
    Koro halinde hep bir ağızdan,
    - Hoşça kalın öğretmenim! diye bağrışıp yürümeye koyuldular.
    Vays, bu karışıklıktan yararlanarak, uzanıp macunu almak istediyse de, öğretmen hemen farkına vardı.
    - Çek elini oradan! Dokunma, bırak! Vays, boynunu büküp sordu:
    - Macunu geri alamayacak mıyız öğretmenim?
    - Zor alırsınız. Tam aksine, elinde başka macunu olan getirip bana teslim etsin hemen. Hele macun saklayan biri çıksın karşıma, gözünün yaşına bakmam, bilin bunu.
    O zamana kadar hiç sesini çıkarmamış olan Lejik, ağzından bir parça macun çıkardı, içi yanarak ve kirli elleriyle macunu derneğin büyük macun topağına yapıştırdı.
    - Hepsi bu kadar mı?
    Lejik bir karşılık vermeden açtı ağzını, başka macun kalmadığını gösterdi. Öğretmen Racz, şapkasını aldı,
    - Bir daha dernek falan kurduğunuzu duymayacağım. Tamam mı? Hele bir duyayım görürsünüz gününüzü... Şimdi herkes evine, haydi bakalım!
    Çocuklar sessiz sedasız yürüdüler. İçlerinden birinin hafif bir sesle konuştuğu duyuldu:
    - Hoşça kalın öğretmenim.
    Lejik'ti bu. Az önce öbür çocuklar öğretmene "hoşça kalın" derlerken, ağzı macun dolu olan Lejik sesini çıkaramamıştı.
    Öğretmen Racz, çıkıp gidince, dağıtılmış olan derneğin üyeleri yalnız kaldılar. Kolnay, dışarıda bekleyen Boka'ya soruşturmayı özetledi. Boka, rahat bir soluk aldı.
    - Çok korkmuştum doğrusu, dedi. Biri çıkıp Arsayı ele verdi sanmıştım.
    Tam bu sırada, Nemeçek, yanlarına yaklaşıp fısıldadı:
    - Bana bakın... Öğretmen sizi sorguya çekerken pencerenin yanında duruyordum ben... pencerenin camı yeni takılmıştı. Ben de...
    Pencerenin camından kazımış olduğu taze macun topağını gösterdi. Bütün çocuklar heyecanla gözden geçirdiler macunu. Vays'ın gözleri parlıyordu sevinçten.
    - Macunumuz varsa dernek de var demektir. Toplantıyı yaparız Arsada!
    - Arsada! Arsamızda! diye bağrıştı bütün çocuklar. Sonra, hepsi birden evlerinin yolunu tuttular. Merdivenlerde, Pal Sokağı Çocuklarının bağrışmaları yankılanıyordu:
    - Haayt, hooo! haayt, hooo!
    Bağıra çağıra fırladılar büyük kapıdan dışarı. Yalnız Boka tek başına ve yavaş yavaş yürüyordu: Keyfî pek yerinde değildi. Botanik Bahçesindeki adada, elinde fenerle dolaşan Gereb hep aklındaydı. İhanet eden Gereb! Dalgın dalgın yürüyerek evine gitti Boka. Yemeğini yedikten sonra, ertesi günün Latince ödevini hazırlamaya koyuldu.
    Tanrı bilir nasıl becerdiklerini: Macun Derneğinin tüm üyeleri saat iki buçukta Arsada hazırdılar. Barabas öğle yemeğinden yeni gelmişti, hâlâ ekmek kabuğunu geveleyip duruyordu. Tokadı yüzüne indirmek için kapıda, Kolnay'ı bekledi. Kolnay'dan çektikleri yetmişti çünkü.
    Üyelerin çoğunlukta olduğu anlaşılınca, Vays, hepsini odun yığınlarının oraya çağırdı.
    - Oturum açılmıştır, dedi ciddi bir yüzle.
    Barabas'tan yediği tokatın karşılığını vermiş olan Kolnay, yasaklamaya karşın, derneğin yaşaması gerektiğini savundu. Barabas, Kolnay'ı suçlamaktan geri kalmadı:
    - Elbette, başkanlık sırası ona geldi de onun için. Bana sorarsanız, dernek kapatılmalıdır artık. Siz sırayla başkan olurken, bize de macun çiğnemek düşüyor. İğreniyorum bu işten artık. Ağzıma şu yapışkan maddeden başka bir şey girmeyecek mi?
    Derken Nemeçek söz almak istedi.
    - Söz istiyorum, diye seslendi başkana.
    - Sekreterimiz söz istiyor, diyen Vays, elindeki küçük çanı çaldı.
    Ne var ki, Macun Derneğinin sekreterlik görevini yüklenmiş olan Nemeçek'in sözü ağzında kaldı. Odun yığınlarından birinin yanında Gereb'i görmesin mi? Gereb'in ne mal olduğunu ondan, bir de Boka'dan başka bilen yoktu. Odun yığınlarının arasından sessiz sedasız, sinsice yürüyen Gereb, bekçi Yano'nun oturduğu küçük kulübeye doğru ilerliyordu. "Haini gözden kaçırmamak, onu adım adım izlemek görevimdir," diye düşündü Nemeçek. "Gereb gelecek olursa, onu, adada Kızıl Gömleklilerle birlikte gördüğümüzü bilmemelidir," demişti Boka. "Olan bitenden hiç kimsenin haberi yok sanmalıdır."
    Ama, işte Gereb gelmiş, ortalıkta dolaşıyordu. Şimdi bekçinin kulübesine neden gidiyordu acaba? Nemeçek ille de öğrenmek istiyordu bunu.
    - Sağolun başkanım, dedi. Başka bir kez söz alırım. Yapılacak işlerim var şimdi.
    Vays, elindeki çanı yeniden salladı.
    - Bay sekreter, konuşmasını ertelemiştir.
    Bu arada 'bay sekreter' çoktan koşmaya başlamıştı bile. Nemeçek, aslında Gereb'in ardından koşmuyor, kestirmeden gidip öne geçmek istiyordu. Boş alanı geçip Pal Sokağı'na doğru ilerledi. Sonra Maria Sokağı'na saptı, buharlı bıçkı atölyesine doğru deli gibi koşmaya başladı. Tepeleme odun yüklü bir araba, tam kapıdan çıkacağı sırada az kalsın altına alıyordu Nemeçek'i. İnce demir baca, keyifle pofluyor, beyaz buharını püskürtüyordu. Buharlı bıçkı makinesi de bir yeri acımış gibi inim inim inliyordu.
    Nemeçek, bir yandan koşarken, bir yandan da,
    "Dikkatli olmalıyım," diye söyleniyordu kendi kendine. Küçük yapının yanından geçip odun yığınlarına ulaşmış, bekçi kulübesinin hemen arkasına sızmıştı. Kulübenin çıkıntılı çatısı, ardındaki odun yığınına bitişikti neredeyse. Odun yığınına tırmanan Nemeçek yüzükoyun yattı. Yattığı yerden, aşağıyı gözleyip ne olacak bakalım diye beklemeye başladı. Gereb'in, şu bekçi Yano ile ne alıp vermediği vardı ki? Yoksa, Kızıl Gömleklilerin bir savaş hilesiyle mi karşı karşıyaydılar? Her ne olursa olsun, aşağıda yapılacak konuşmaya kulak kabartacaktı. Ah ah, daha şimdiden kazanacağı onurdan nasıl keyifleneceğini düşünüyordu. Hele şu yeni ihaneti de ortaya çıkarsın, gururundan yanına varılamayacaktı o zaman.
    Çevresini dikkatle izlerken birden Gereb'i gördü. Usul usul kulübeye yaklaşmakta olan Gereb, izleyen biri varmış gibi, korkuyla dönüp dönüp arkasına bakıyordu.
    İzlenmediğine aklı yatınca, dosdoğru ilerlemeye başladı. Bekçi Yano, kulübenin önündeki sıraya oturmuş piposunu tüttürüyordu. İçtiği tütün, izmaritlerden çıkarılmış tütündü. İzmaritleri, öteden beri çocuklar toplayıp getirirlerdi Yano'ya.
    Bekçinin yanındaki köpek, yattığı yerden fırlayıverdi. Gereb'e bir iki havladı, ama çocuğun yabancı olmadığını sezinleyince, yattığı yere uzandı yeniden. Gereb, Yano'ya iyice yaklaşınca, Nemeçek her ikisini de göremez oldu. Gelgelelim, bizim ufarak sarı oğlan, daha bir yüreklenmişti şimdi. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışarak, odun yığınından kulübenin damına tırmanıverdi. Dama yüzükoyun uzandı, iyice aşağıya kaydı, kapının üzerinden Gereb ile bekçiyi gözetlemeye başladı.
    Altındaki tahtalar çatırdadıkça, Nemeçek'in kanı buz kesiyordu... Yine de kafasını dikkatle ileri uzattı. Gereb ile Bekçi Yano, akıllarına esip de şöyle başlarını kaldırıp bakacak olsalar, tahtaların kenarında, Nemeçek'in sarı başını görür, korkuya kapılırlardı mutlaka. Çünkü, Nemeçek, gözlerini dört açmış, kulübenin önünde ne yaptıklarım izlemeye çalışıyordu.
    Bekçi Yano'ya yaklaşan Gereb,
    - Günaydın Yano, dedi.
    - Günaydın, diye karşılık veren bekçi, piposunu bile çıkarmadı ağzından. Gereb, bekçiye doğru eğilip,
    - Yano, dedi. Sana puro getirdim.
    Bu sevindirici haberi alan bekçi, piposunu ağzından çıkarmak zorunda kaldı. Gözleri pırıl pırıl ışımıştı birdenbire. Ee, kolay mıydı ya? Yano gibi bir adam için bütün bir puroya sahip olmak kolay mıydı? Yano, puroyu izmarit olarak görürdü hep. Gereb, puroları cebinden çıkarıp Yano'nun eline tutuşturdu.
    "Aman ne iyi yapmışım da buraya tırmanmışım," diye düşündü Nemeçek. Bekçiye puro getirdiğine göre, ondan istediği bir şey var demekti.
    Gereb'in yavaşça fısıldadığını duydu:
    - Kulübeye girelim Yano... Bizi görmesinler... Önemli bir şey konuşacağım seninle. İstersen daha çok puron da olabilir.
    Bunu söylerken cebinden birkaç puro daha çıkardı Gereb.
    Nemeçek başını sallayıp mırıldandı:
    "Dünyanın purosunu getirdiğine göre bu işin içinde bir iş var."
    Bekçi Yano, keyifle girdi kulübeden içeri. Gereb onu izledi. Köpek de Gereb'in arkasına takıldı, kulübeye girdi. Nemeçek öfke içindeydi.
    "Gördün mü başıma geleni? Dediklerinin hiçbirini duyamayacağım şimdi, bütün planım altüst oldu."
    Kapıyı kaparlarken, köpeğin içeri sızabilmesini az kıskanmadı hani!
    Nemeçek bir masal dinlemişti eskiden. Bu masaldaki karga burunlu cadı, kralın oğlunu kara bir köpeğe dönüştürüyordu. Ah ah, o karga burunlu cadı, bir de kendisini köpek haline koysa en güzel milelerinden on beş, yirmi tanesini feda ederdi doğrusu. Varsın Hektor'u da sarışın Nemeçek haline koysundu cadı kadın. Ne de olsa arkadaş sayılırlardı. Rütbesiz iki arkadaş...
    Ne var ki, masallardaki cadı kadın yerine keskin dişli bir kurt imdada yetişti. Bir tahta kurdu, damdaki tahtalardan birini güzelce kemirmiş, çoluk çocuğuyla birlikte güzel bir şölen çekmişti kendine. Bunu yaparken, Pal Sokağı çocuklarına ilerde ne büyük bir hizmette bulunacağını aklının köşesinden bile geçirmemişti elbette. Tahta kurdunun kemirdiği yerde, tahta, sigara kâğıdı gibi incelmişti. Nemeçek, oraya kulağını dayayınca, bir de ne görsün, aşağıda konuşulanlar sözcüğü sözcüğüne duyulmuyor mu? Oysa Gereb, bu kimsesiz yerde bile, söyledikleri duyulur korkusuyla, çok yavaş konuşuyordu.
    - Bana bak Yano, diyordu, sana istediğin kadar puro verebilirim, ama karşılığında bir şey yapacaksın benim için.
    Yano, kuşkuyla sordu:
    - Nasıl bir şey yani?
    - Arsadan çocukları kovacaksın, o kadar. Odun yığınlarını öteye beriye dağıtmalarına, burada oynamalarına izin vermeyeceksin.
    Birkaç saniye ses soluk çıkmadı. "Bekçi düşünüyor olmalı," dedi Nemeçek içinden. Derken, bekçinin sesi duyuldu:
    - Çocukları buradan kovacağım desene?
    - Evet.
    - Peki, ama neden?
    - Çünkü başkaları gelmek istiyor buraya... Hep zengin çocukları... Senin anlayacağın, bol bol puron olur o zaman... Paran da olur...
    Para sözcüğü etkisini gösterdi hemen.
    - Para da mı verirler? Verirler mi?
    - Elbette. Hem de çil altın!
    Altın sözcüğü de etkisini gösterdi hemen.
    - Tamam, dedi. Kovarım onları.
    Kapının tokmağı döndü, kapı gıcırdadı. Gereb, kulübeden çıktı. Ama, artık, Nemeçek de tavanda değildi. Bir kedi çevikliğiyle aşağı atlayıp, odun yığınlarının arasından koşarak Arsaya dönmüştü. Çok sinirliydi. Bütün çocukların yazgısı, Arsanın geleceği kendisine bağlıymış gibi geliyordu ona. Daha oldukça uzaktayken bağırdı:
    - Boka!
    Karşılık veren olmadı. Yeniden bağırdı:
    - Boka! Başkanım!
    - Daha gelmedi, diye karşılık verdi bir ses.
    Nemeçek, tayfun gibi uçtu gitti. Boka'ya haberi yetiştirmeliydi hemen. Ülkelerinden kovulmadan önce mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. En sondaki odun yığının yanından geçerken, hâlâ toplantıda olan Macun Derneği üyelerini gördü. Ciddi bir yüzle oturumu yöneten Vays, küçük sarışının yanlarından hızla geçtiğini görünce, seslendi:
    - Heey, bay sekreter!
    Nemeçek duramayacağını işaret etti koşarken.
    Nemeçek'in ardından, "Bay sekreter!" diye bağıran Vays, ne önemli bir kişiliği olduğunu belirtmek için de başkanlık çanını salladı.
    - Vaktim yok, vaktim! diye haykırdı Nemeçek.
    Boka'yı evinde bulmak için tabana kuvvet koşmayı sürdürdü. Vays bunun üzerine son çareye başvurdu. Sert bir sesle Nemeçek'in ardından haykırdı:
    - Er Nemeçek, dur!
    Bu buyruğu alan Nemeçek'in durması şarttı. Çünkü, Vays teğmendi. Öfkeden çatlayacaktı neredeyse, ama Vays rütbesini öne sürdü mü, boyun eğmek zorundaydı elbet.
    - Buyurun teğmenim!
    - Beni dinle, dedi Macun Derneğinin başkanı. Bu günden başlayarak Macun Derneğini gizli bir dernek olarak sürdürmeye karar verdik. Bir de yeni başkan seçtik.
    Çocuklar, hep bir ağızdan, yeni başkanın adını açıkladılar:
    - Yaşasın Kolnay!
    Yalnızca Barabas'ın sırıttığı görüldü:
    - Kahrolsun Kolnay!
    Vays, sözünü sürdürdü:
    - İşte böyle bay sekreter, görevinizde kalmak istiyorsanız, bu kararı gizli tutacağınız üzerine şeref sözü vermelisiniz. Öğretmen Racz bir duyarsa vay halimize...
    Tam bu sırada, Gereb'in odun yığınları arasından sinsi sinsi geçtiğini gördü Nemeçek. Şimdi ellerinden kurtuldu mu... her şeyin sonu gelmiş olacaktı... Ne kaleleri kalacaktı, ne de Arsa. Ama Boka, tutar da güzel bir konuşmayla Gereb'i etkilerse, Gereb yeniden iyi bir insan olurdu belki. Ufaklık sarı oğlan dokunsanız ağlayacaktı öfkesinden. Başkanın sözünü kesti:
    - Sayın başkanım... Acele işim var benim... Çok acele...
    Vays, sert bir sesle sordu:
    - Yoksa korkuyor musunuz, bay sekreter? Derneğin gizliliği ortaya çıkarsa cezalandırılırsınız diye mi korkuyorsunuz?
    Ama, Nemeçek'in kulağına bir şey girmiyordu artık. Gözleri, Gereb'deydi. Odun yığınlarının arasından sıvışıp kaçmak için, çocuklann dağılmasını bekleyen Gereb'deydi gözleri. Kafasında tek bir düşünce vardı: Gereb kaçtı kaçacak! Artık ne Macun Derneği vardı aklında, ne bir şey; derneğe de, dernektekilere de boşverip, fırtına gibi atıldı büyük kapıya doğru.
    Bütün genel kurula bir mezar sessizliği çöktü.
    Başkan, bu mezar sessizliğine yakışır mezardan gelme bir sesle,
    - Sayın üyeler, dedi. Ernö Nemeçek'in uygunsuz davranışını hepiniz izlediniz. Ernö Nemeçek'in bir korkak olduğunu açıklıyorum.
    - Doğru, çok doğru! diye haykırdı tüm üyeler. Kolnay daha da ileri giderek,
    - Derneğe ihanet etti! diye bağırdı. Rihter, acele söz istedi:
    - Derneği zor durumda bırakarak çekip giden bu haini sekreterlikten atıp dernekten çıkaralım. Ayrıca, gizli tutanak defterimize adını "hain" diye geçirelim.
    - Yerinde bir karar! diye haykırdı tüm üyeler hep bir ağızdan. Ve başkan, derin bir sessizlik içinde, kararını açıkladı:
    - Ernö Nemeçek, genel kurulca hain ilan edilmiştir. Kendisi sekreterlik görevinden alınmış, dernekten çıkarılmıştır. Tutanak yazmanı! Neredesin?
    - Buradayım, dedi Lejik.
    - Şöyle geçir tutanak defterine: "Genel kurul, Ernö Nemeçek'in korkak bir hain olduğunu açıklar." Adını da küçük harflerle yaz o herifin!
    Bir uğultu dolaştı bütün genel kurulda. Genel kurullara göre en ağır ceza verilmiş oluyordu bu kararla. Lejik'in dört bir yanına doluştular. Yere bağdaş kuran Lejik, derneğin tutanak defterini açıp dizlerine dayadı, eciş bücüş harflerle deftere şunları yazdı:
    "ernö nemeçek bir haindir!"
    Macun Derneği, Ernö Nemeçek'in sorununu kaşla göz arasında sıfıra indirmişti. Gelgelelim Ernö Nemeçek, daha doğrusu 'ernö nemeçek', bu sırada var gücüyle Kınıji Sokağı'na doğru koşuyordu.
    Boka'nın kendi halindeki, gösterişsiz, tek katlı evine doğru...
    Evin kapısından içeri dalan Nemeçek, dışarı çıkmak üzere olan Boka ile çarpıştı.

    - Hayrola? dedi Boka şaşkın şaşkın. Senin ne işin var burada?
    Nemeçek olan bitenleri soluk soluğa anlatırken, bir yandan da Boka'yi harekete geçirmek için yakasına asılıyordu.
    Arsanın yolunu tuttular.
    - Demek bütün bunları hem gördün hem de duydun, öyle mi?
    - Evet. Hem gördüm hem de duydum.
    - Gereb hâlâ orada mıdır dersin?
    - Orada! Acele edersek yetişiriz.
    Kliniğin orada durmak zorunda kaldılar. Zavallı Nemeçek ha babam öksürüp duruyordu. Yorgun olduğu için bir ara sırtını duvara yasladı.
    - Çabuk... çabuk ol... çabuk git sen... ben... ben... öksürüğüm geçince... gelirim.
    Boyuna kötü kötü öksürüp duruyordu.
    - Üşütmüşüm kendimi, dedi yanındaki Boka'ya, Botanik Bahçesinde üşüttüm herhalde... Göle düştüğüm sırada! Ama, o bir şey değildi yine. Asıl, Kış Bahçesindeki havuzun suyu soğuktu, buz gibiydi. Tir tir titremiştim.
    Pal Sokağı'na saptılar. Tam köşeyi döndükleri sırada, tahta perdenin kapısı aralandı. Gereb, dışarı fırladı kapıdan. Nemeçek, heyecanla kolundan yakaladı Boka'yı,
    - İşte, dedi. Gereb bu, koşuyor! Boka, ellerini ağzına götürüp, sessiz sokağı çınlattı:
    - Gereeeb!
    Gereb durdu, dönüp arkasına baktı. Boka'yı görür görmez makaraları koyverdi. Katıla katıla gülerek, Ring Caddesi'ne doğru koştu gitti.
    İki çocuk sokağın köşesine çivilenmiş gibiydiler. Gereb'i göremiyorlardı artık. Her şey mahvolmuştu, farkındaydılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Hiç konuşmadan küçük kapıya doğru yürüdüler. İçeriden, Arsada top oynayan çocukların bağrışmaları geliyordu. Derken, "Yaşşaa!" sesleri ortalığı inim inim inletti. Macun Derneği üyeleri yeni başkan için gösteri yapıyorlardı. Oysa, şu küçük toprak parçası belki de onların değildi artık. Ne var ki gerçeğin farkında değillerdi. Şu avuç içi büyüklüğünde, verimsiz ve yamru yumru toprak, iki yapının arasında soluksuz kalmış şu sıkışık düzlük, sonsuzluk ve özgürlüğün simgesi, sabahları Amerikan bozkırları, öğleden sonra Macar ovaları, yağmurda deniz, kışta karda kuzey kutbu olan, onları eğlendirmek için her kılığa giren candan dostları şu toprak parçası, belki de onların değildi artık.
    - Şu işe bak, dedi Nemeçek. Daha haberi yok çocukların.
    Boka başını önüne eğdi, yavaşça mırıldandı:
    - Öyle. Daha bilmiyorlar.
    Nemeçek, Boka'nın önderliğine çok güvenirdi. Zeki, akıllı dostu yanında oldukça umudunu yitirmezdi. Ama, Boka'nın gözlerinin yaşardığını, başkanın, evet, adıyla sanıyla başkanın, acılı ve titrek bir sesle "Ne yaparız şimdi?" diye mırıldandığını duyunca, bir korku düştü içine.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM  |  BEŞİNCİ BÖLÜM