Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

    Öbür gün ikindi vakti, stenografi dersinden sonra, savaş planı hazırdı. Ders, saat beşte bitmiş, sokak lambaları yanmıştı. Okuldan çıkarlarken şöyle konuştu Boka:
    - Saldırıya geçmeden önce, bizim de onlar kadar yürekli olduğumuzu göstermemiz gerek. En yiğit iki adamımı alıp Botanik Bahçesine gideceğim. Onların adasına kadar sokulup şu kâğıdı bir ağaca çivileyeceğiz.
    Cebinden çıkardığı kırmızı bir kâğıtta kocaman harflerle şunlar yazılıydı:
    "PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI BURADAYDILAR"
    Hepsi de kâğıda saygı ve gururla baktılar. Çonakoş stenografi derslerine girmiyordu, ama içindeki merak onu da sürüklemişti buraya.
    - Şu kâğıda birkaç da ağır söz yazsak iyi olurdu bence, dedi.
    Boka, başını salladı:
    - Doğru olmaz. Bayrağımızı çalan Ferenç Atş'ın yaptığını da yapmayacağız. Biz, onlara kendilerinden korkumuz olmadığını göstereceğiz. Bir de, toplantılarını yaptıkları, silahlarını sakladıkları bölgeye girebileceğimizi kanıtlayacağız. Bu kırmızı kâğıt bizim kartvizitimiz yerine geçecek. Onlara kartvizitimizi bırakıp döneceğiz.
    Çele söze karıştı:
    - Duyduğuma göre her akşam bu saatlerde adada toplanıp, hırsız-polis oyunu oynuyorlarmış.
    - Zararı yok. Aslında, Ferenç Atş da bizim arsada bulunacağımız saatte geldi, bilerek geldi yani. İçinizde korkanlar varsa benimle gelmesin.
    Ama, kimsenin korktuğu falan yoktu. Hatta Nemeçek bile yiğitleşmişti bu konuda. Belliydi halinden. Subay olabilmek için göze girmek istiyordu.
    Şöyle bir tafralanarak ileri çıktı.
    - Ben de seninle geliyorum.
    Okul yolunda esas duruşa geçmesi gerekmiyordu. Ama, Arsada olsalar başkaydı, orada disiplin aranırdı. Burada hepsi eşitti.
    Çonakoş da çıktı ileri.
    - Ben de geliyorum.
    - Islık çalmayacağına söz ver öyleyse.
    - Söz veriyorum. Yalnız... Yalnız son bir kez çalmama izin verin.
    - Öyle olsun, hadi çal bakalım.
    Ve Çonakoş ıslığı bastı. Hem öylesine yüksek sesle ve coşkuyla çaldı ki, sokaktan gelip geçenler dönüp bakmaktan kendilerini alamadılar.
    - Oh, dedi Çonakoş, içimdeki bütün ıslığı boşalttım doğrusu.
    - Sen de geliyor musun? Boka, Çele'ye döndü:
    - Hayır, dedi Çele, gelemem, saat altıda evde olmam gerekiyor. Dersin kaçta bittiğini biliyor annem. Bugün geç kalırsam, bir daha hiçbir yere bırakmaz beni.
    Bunu düşünmek bile ürkütüyordu Çele'yi. O zaman her şeyin sonu geldi demekti. Arsanın da, üsteğmenliğin de sonu geldi demekti.
    - Eh, sen kal öyleyse. Ben Çonakoş ile Nemeçek'i alırım yanıma. Yarın sabah okulda öğrenirsin olup bitenleri.
    El sıkıştılar. Boka'nın aklına bir şey gelmişti:
    - Baksanıza çocuklar... Gereb derste yoktu bu gün değil mi?
    - Yoktu.
    - Hasta falan olmasın?
    - Bilmem ki. Öğleyin birlikte gittik eve. Görünürde hiçbir şeyi yoktu.
    Gereb'in tutumu, Boka'nın hoşuna gitmemişti. Kuşku uyandıran bir hali vardı Gereb'in. Dün ayrılırken de çok garip ve anlamlı bakmıştı yüzüne. Boka, bu toplulukta kaldıkça, kendisinin bir baltaya sap olmayacağını düşünüyordu belki de. Boka'yı kıskanıyordu herhalde. Gereb kendisini daha atılgan ve gözü pek buluyor, Boka'nın sakin, akıllı uslu halini beğenmiyordu. Kendisini, ondan üstün gördüğü ortadaydı.
    - Eh, ne yaparsın... diye söylenen Boka, iki çocukla birlikte yola koyuldu. Çonakoş yanı başında ciddi ciddi yürüyordu.
    Nemeçek neşeliydi, mutluluk içindeydi. Sevinçten kabına sığmadığı için sonunda Boka'dan azar bile işitti.
    - Kendine gel Nemeçek! Sirke mi gidiyoruz sanıyorsun. Çok tehlikeli bir işe girişiyoruz. Pastor Kardeşleri bir düşünsene!
    Pastor Kardeşlerin sözü edilince küçük sarışında şafak attı. Aslında Ferenç Atş da dehşet saçan bir gençti, hatta liseden kovulduğu bile söyleniyordu. Gücü kuvveti yerindeydi. Müthiş de gözü pekti. Ama Nemeçek'in gözünde yine de candan ve dost bir yanı vardı. Oysa, Pastor Kardeşler öyle miydi? başları önlerinde gelirler, karanlık ve iğneleyen bir bakışla bakarlardı. Esmer, güneş yanığı olan bu iki kardeşin yüzlerinin güldüğünü gören olmamıştı. Pastor Kardeşlerden korkulurdu. Bu bir gerçekti.
    Üç çocuk, hızlı adımlarla Ülbi Caddesi boyunca yürüdüler. Akşam erken oluyordu. Ortalık kararmaya yüz tutmuştu. Caddedeki sokak lambaları yanmıştı bile. Böyle alışılmamış bir saatte dışarıda olmak, çocukları heyecanlandırıyordu. Aslında, öğle yemeğinden sonra oynarlar, bu saatlerde çoktan evlerinde, kitaplarının başında olurlardı. Sessiz sedasız, yan yana yürüyorlardı. On, on beş dakika sonra Botanik Bahçesine ulaşmışlardı artık. Duvarın ardındaki kocaman ağaçların dalları onları korkutmak istercesine uzanmıştı. Rüzgâr, körpe yapraklar arasında ıslık çalıyordu. Derinlerden garipsi hışırtılar geliyordu. Esrarlı bir şekilde kapalı duran büyük kapısıyla o kocaman bahçe karşılarındaydı işte. Yürekleri ha durdu ha duracaktı. Nemeçek kapıyı çalmak istedi.
    - Aklını mı kaçırdın sen! Bırak kapıyı çalmayı! dedi Boka. Geldiğimizi hemen anlarlar, üzerimize gelirler sonra... Hem nasıl olsa kapıyı da açan olmaz bu saatte.
    - Peki nasıl gireriz içeri? Boka, duvarı gözden geçirdi.
    - Duvardan mı atlayacağız?
    - Evet.
    - Böyle buradan. Ülbi Caddesi'nden mi?
    - Hayır. Bahçeyi dolaşırız. Arkadaki duvar çok daha alçak.
    Taştan duvarın az ötede tahta perdeye dönüştüğü karanlık, küçük bir sokağa saptılar. Tahta perde boyunca yürüyüp tırmanmak için uygun bir yer aradılar. Sokaktaki lamba ışığının pek etkili olmadığı bir yerde durdular. Tahta perdenin hemen ardında büyük bir akasya ağacı vardı.
    - Buradan tırmanırsak, akasyanın yardımıyla aşağı inebiliriz, dedi Boka. Hem ağacın üstüne çıkıp dört bir yanı gözden geçirebiliriz. Bakalım yakındalarmı?
    Öbür ikisi de bu görüşe katılıverdi. Çonakoş eğilip eliyle tahta perdeye yaslandı. Çonakoş'un omuzlarına çıkan Boka, bahçeye bir göz attı. Bahçede derin bir sessizlik vardı. Kıpırtı bile yoktu. Yakında hiç kimsenin bulunmadığına aklı yatan Boka, el etti.
    Nemeçek, Çonakoş'a fısıldadı:
    - Kaldır onu yukarı.
    Çonakoş, Boka'yı kaldırdı. Başkan tahta perdeye tırmanırken çürümeye yüz tutmuş tahtalar, ayaklarının altında çatırdamaya başladı.
    - Atla, diye fısıldadı Çonakoş.
    Bir iki çatırtı daha duyuldu. Az sonra da Boka'nın boğuk bir sesle yere düştüğü duyuldu. Onun ardından Nemeçek tırmandı. İkisini izleyen Çonakoş akasyaya çıkıverdi hemen. Köy çocuğu olduğu için tırmanmak ona vergiydi. Öbür ikisi aşağıdan sordular:
    - Bir şey görüyor musun?
    Ağacın tepesinden boğuk bir ses karşılık verdi:
    - Çok şey göremiyorum, ortalık karanlık.
    - Adayı görüyor musun?
    - Evet.
    - Kimse var mı orada?
    Dalların arasından dikkatle sağa sola eğilen Çonakoş, çevreyi iyice gözden geçirdi.
    - Ağaçlarlar kapadığı için Adada görünen bir şey yok Ama köprüde...
    Sonra sustu, bir dal daha yukarı tırmandı.
    - Şimdi çok iyi görüyorum. Köprüde iki kişi var.
    - Öyleyse oradalar, dedi Boka hafif bir sesle. Köprüdekiler nöbetçilerdir.
    Sonra dallar çatırdadı. Çonakoş ağaçtan indi. Üçü, baş başa verip, ne yapacaklarını düşündüler. Görülmemek için bir fundanın ardına gizlenip, fısıldaşmaya başladılar.
    - En iyisi, fundalar arasından kale yıkıntısına yaklaşmak, dedi Boka. Tepenin sağında bir yıkıntı vardır, bilirsiniz.
    Orayı tanıdıklarını belirtmek için öbür ikisi başlarını salladılar.
    - İyi saklanırsak, fundaların arasından yıkıntıya kadar gidebiliriz. İçimizden biri tepeye tırmanıp gözcülük eder. Kimse yoksa, tepeden aşağı sürünürüz. Tepe, göle çok yakındır. Göl kıyısındaki sazların arasına gizleniriz. Sonra ne yapacağımızı orada kararlaştırırız.
    İki pırıl pırıl göz Boka'ya dikilmişti. Boka'nın her sözünü Nemeçek ile Çonakoş, kutsal kitaptan çıkmış bir söz gibi benimserlerdi.
    - Anlaştık mı? ded Boka.
    - Evet, diye karşılık verdiler.
    - Öyleyse ileri! Arkamdan gelin. Buraları iyi tanırım.
    - Bunu söyledikten sonra, alçak fundaların arasından emeklemeye başladı. Öbür ikisi daha yeni çömelmişlerdi ki, uzaktan keskin ve uzun bir ıslık sesi geldi.
    - Bizi gördüler, diyen Nemeçek sıçrayıp yerinden kalktı.
    - Yat aşağı, yere yat! diye komut verdi Boka. Üçü birden otların arasına uzandılar. Soluklarını kesip, ne olacak bakalım diye beklediler... Gerçekten görülmüşler miydi acaba?
    Ama gelen olmadı. Ağaçların arasında rüzgâr hışırdıyordu, o kadar.
    - Bir şey yok canım, diye fısıldadı Boka.
    Tam bu sırada, hava bir ıslık sesiyle yeniden yırtıldı. Yine beklediler, ama gelen olmadı. Bir fundanın dibinde duran Nemeçek, titreyerek konuştu:
    - Ağaçtan gözetlemek gerekirdi.
    - Haklısın. Ağaca çık Çonakoş!
    Çonakoş kedi gibi tırmanmıştı bile akasyaya.
    - Ne görüyorsun?
    - Köprüde kımıldayan birileri var... Dört kişi oldular şimdi... İkisi Adaya geri döndü.
    - Öyleyse her şey yolunda, dedi Boka. Aşağı in. Islık sesi, köprüdeki nöbetçilerin değiştirilmesiyle ilgili.
    Çonakoş ağaçtan indi. Üçü birden tepeye doğru tırmanmaya başladılar. Büyük, esrarlı Botanik Bahçesinin üzerinde derin bir sessizlik vardı. Ortalık kararmaya başlayıp da çan sesi duyuldu mu, bahçedeki bütün ziyaretçiler çekip gider, yabancı kimse kalmaz. Geri kalanlar, yalnızca kötülük düşünenlerle, şu sırada yan yana yerde sürünen ve savaşmayı amaçlayan bizim üç kafadar gibileridir. Aralarında tek sözcük bile geçmiyordu. Böylesine önem vermekteydiler giriştikleri işe. Doğrusunu söylemek gerekirse, biraz korkuyorlardı da. Eh, Kırmızı Gömleklilerin iyi silahlanmış kalesine sızmak yürek isterdi doğrusu, yürek! Kale, küçük gölün ortasındaki Adadaydı ve iki yakayı birbirine bağlayan tek tahta köprüyü de nöbetçiler tutmuştu. Nöbet tutanlar belki de Pastor Kardeşlerdir, diye düşündü Nemeçek. Aralarında cicialiler de bulunan o güzelim renkli mileler aklına takıldı. Bütün mileleri kazandığı sırada yükselen o uğursuz 'el koydum' sözünü şimdi de duyar gibi oluyor, çileden çıkıyordu,
    - Ahh! diye bağırdı Nemeçek.
    Öbür ikisi korkudan donakaldılar.
    - Ne var yahu?
    Nemeçek, diz çökmüş, parmağını yalıyordu.
    - Nen var?
    Parmağım ağzından çıkarmadan karşılık verdi Nemeçek:
    - Isırganların içine daldım galiba. Elimi daladılar.
    - Em parmağını oğlum, em! dedi Çonakoş. Kendisi akıllı davranıp, eline bir mendil sardı.
    Böyle emekleyip sürünerek, çok geçmeden tepeye ulaştılar. Tepenin bir yamacına küçük, yapmacık bir kale kalıntısı oturtulmuştu. Hani zengin bahçelerinde eski kalelerin eşlerini yaparlar ya, işte tıpkı öyle Kocaman taşların aralarına da yosun doldurulmuştu.
    - Kale burası işte, dedi Boka. Dikkatli olmalıyız Kızıl Gömlekliler sık sık gelirler buraya.
    - Bu kale de neyin nesi yahu? diye sordu Çonakoş. Botunik Bahçesinde kaleler de olduğunu söyleyen olmadı bize okulda.
    - Yalnızca yıkıntı işte. Yıkıntı olarak yapılmış aslında.
    Nemeçek'i bir gülme tuttu.
    - Peki, ama kaleyi kale olarak yapmak yok mu? Yüz yıla kalmaz nasıl olsa...
    - Senin keyfin yerinde anlaşılan, diyerek azarladı Boka, Nemeçek'i. Hele biraz bekle, Pastor Kardeşler birazdan görünür, sende de şafak atar.
    Nemeçek'in suratı asılıverdi hemen. İşte böyleydi bu sarı oğlan. Tehlikeyi hep unuturdu. İlle de birileri hatırlatacaktı ona tehlikeyi.
    Artık, mürver fidanlarının arasından tepeye "doğru tırmanmaya başlamışlardı. Çonakoş en öndeydi. Bir aralık, olduğu yerde kaldı. Arkasına döndü, elini kaldırdı:
    - Dolaşan biri var burada, dedi ürkek bir sesle.
    Küçük bedenlerini örten yüksek otların arasına uzandılar. Yalnız gözleri parlıyordu karanlıkta. Kulak kesilmişlerdi.
    - Çonakoş, kulağını yere daya, diye buyurdu Boka, fısıldayarak. Kızılderililer hep böyle dinlerler. Yaklaşan biri varsa çok iyi duyulur böyle.
    Çonakoş, uzanıp, ot bitmemiş bir yere dayadı kulağını. Ve birden, irkilerek doğruldu:
    - Geliyorlar, diye fısıldadı korkuyla.
    Artık, Kızılderili yöntemine başvurmadan da, birinin fundaları hışırdattığı duyuluyordu. Kimdi bu esrarlı yaratık acaba? İnsan mı, yoksa hayvan mıydı? Her ne olursa olsun, üzerlerine doğru geliyordu işte. Korkudan kafalarını bile otlann arasına gömmüşlerdi. Nemeçek'in, iniltiyi andıran incecik sesi duyuldu:
    - Ben eve gideceğim.
    Çonakoş hâlâ elden bırakmıyordu şakayı. Kısık bir sesle,
    - Yapış yere yavrum yapış, toprak anaya sığın!
    Ne var ki, Nemeçek'in hâlâ yürekli olmaya niyeti yoktu Boka, başını otların arasından kaldırıp sertçe bir çıkıştı Nemeçek'e:
    - Er Nemeçek, sana söylüyorum, otların arasına sin çabuk!
    Buyruk buyruktur. Nemeçek, otlann arasına sindi. Esrarlı kişi otları hâlâ hışırdatıyordu, ama anlaşılan yönünü değiştirmişti, üzerlerine gelmiyordu. Boka, yattığı yerden doğrulup baktı. Bir karaltı gördü. Karaltı tepeden aşağı iniyor, bir yandan da elindeki sopayla otları karıştırıyordu.
    - Gitti, dedi Boka. Bekçiydi herhalde.
    - Kızıl Gömleklilerin nöbetçisi mi yoksa?
    - Hayır, Botanik Bahçesinin bekçisi.
    Rahat bir soluk aldılar. Yetişkinlerden korkuları yoktu. Müze bahçesindeki burnu et benli yaşlı harp malûlüne mi kalmıştı onlarla başa çıkmak? Yolarına devam ettiler. Bekçi, birdenbire duruverdi olduğu yerde. Bir ses duymuştu herhalde.
    Nemeçek kekeledi:
    - Farkımıza vardı galiba.
    İki çocuk, Boka'ya bakıp buyruğunu beklediler.
    - Yıkıntıdan içeri! diye komut verdi Boka.
    Üçü birden, uzun zamandır zar-zor tırmandıkları tepeden aşağı indiler. Yıkıntının küçük, sivri kemerli pencereleri vardı. İlk pencerenin demir parmaklıklı olduğunu fark edince korktular. İkinci pencereye süründüler. Ne yazık ki, o da parmaklıklıydı. Neden sonra taşlar arasında bir yarık bulabildiler. Buradan içeri sızabildiler. Karanlık bir girintinin içine saklandılar. Soluklarını tuttular. Bekçinin gölgesi pencerelerin önünden geçti. Bekçinin, Ülbi Caddesi'ne bakan bahçe bölümüne doğru uzaklaşıp gittiğini gördüler. Bekçi orada oturuyordu çünkü
    - Şükürler olsun, diye mırıldandı Çonakoş, şükürler olsun, bu vartayı da atlattık yavrum.      Karanlık girinti içinde durup şöyle bir bakındılar. Hava nemli ve ağırdı. Tıpkı gerçek bir kalenin bodrumlarındaki gibi. Elleri ayakları ile dört bir yanlarını yokladılar. Boka duruverdi birdenbire. Ayağı bir şeye takılmıştı. Eğilip yerden bir şey kaldırdı. Öbür ikisi yanına yaklaştılar. Akşamın solgun ışığı altında, yerden kaldırılan bu şeyin bir tomahavk olduğunu gördüler. Kızılderililerin savaşırken kullandıkları küçük baltaları vardır ya, işte onlardan bir tanesi. Bu Kızılderili baltası, ağaçtan oyulmuş, gümüş yaldızlı kâğıtla kaplanmıştı. Karanlıkta ürkütüyordu insanı.
    - Bu balta onların, dedi Nemeçek, soluk soluğa.
    - Doğru, dedi Boka. Bir tane bulduğumuza göre daha başkaları da olmalı.
Ortalığı araştırmaya koyuldular. Bir köşeden yedi balta daha çıktı. Kızıl Gömlekliler sekiz kişiydiler anlaşılan. Sekiz kişilik bir çete. Burası da gizli silah depolarıydı. Çonakoş baltaları savaş ganimeti olarak almak düşüncesindeydi. İlk bu geldi aklına.
    - Olmaz, dedi Boka. Baltaları almamız doğru olmaz. Adi bir hırsızlık olur bu!
    Çonakoş utandı.
    - Ne o yavrum, dedi Nemeçek küstahça. Sesin soluğun çıkmıyor, dilini mi yuttun yoksa?
    Ama, Boka böğründen şöyle bir dürtünce, Nemeçek suspus oldu.
    - Vakit kaybetmeyelim. Doğru tepeye tırmanalım yine. Kimseler yokken Adaya çıkmak istemiyorum.
    Bu yiğit karar, serüvene yeni bir hava getirdi hemen. Geldikleri anlaşılsın diye, baltaları sağa sola atıp dağıttılar. Sonra, yarıktan dışarı çıkıp, eskisinden daha yürekli, tepeye tırmanmaya başladılar. Yukardan bakıldı mı uzaklar bile görünüyordu. Yan yana durup dört bir yanı gözden geçirdiler. Boka cebinden küçük bir paket çıkardı. Paketin sarılı olduğu gazete kâğıdını açınca, sedefli küçük bir dürbün çıkıverdi ortaya.
    - Çele'nin ablasının operada kullandığı dürbün, diyen Boka, dürbünü gözlerine götürdü.
    Aslında, Ada çıplak gözle de görülebiliyordu ya neyse. Su bitkileriyle dolu ve kıyıları sazlarla kaplı olan küçük göl pırıl pırıldı. Adanın ağaçlarıyla fundaları arasında nokta gibi bir ışık parıldıyordu. Bu görünüm karşısında ciddileştiler hemen.
    Çonakoş, kısık bir sesle,
    - Oradalar, dedi.
    Nemeçek de fenerden hoşlanmıştı.
    - Bir de fenerleri var, dedi.
    Nokta halindeki ışık, Adada bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Bir bakıyorsun fundalardan birinin ardında yok oluyor, bir bakıyorsun kıyıda yeniden ortaya çıkıyordu. Biri feneri öteye beriye taşıyordu herhalde.
    Boka, dürbünü bir an bile ayırmamıştı gözlerinden.
    - Bana kalırsa, bir hazırlıkları var, dedi. Ya da akşam eğitimindeler. Belki de... Birden susuverdi Boka.
    - Eee? diye sordu öbür ikisi merakla.
    - Allah Allah, dedi Boka. Feneri taşıyan çocuk...
    - Kimmiş?
    - Tanıdığım biri gibi geldi bana. Sakın...
    Daha iyi görebilmek için yüksekçe bir yere çıktı. Ama, o arada fener ışığı da bir çalılığın ardında yok olmuştu. Boka dürbünü indirdi.
    - Yok oldu, dedi, hafif bir sesle.
    - Kimdi peki?
    - Onu söyleyemem. Çok iyi göremedim, daha iyi göreceğim sırada yok oldu ortadan. Güvenli olmadıkça hiç kimseyi suçlamak istemem.
    - Yoksa bizimkilerden biri mi?
    - Korkarım öyle, dedi Başkan üzüntüyle.
    - Ama buna adıyla sanıyla ihanet derler! diye bağırdı Çonakoş. Ses çıkarmamak gerektiğini unutmuştu.
    - Kes sesini! Oraya varınca anlarız nasıl olsa. O zamana kadar sabırlı olman gerek.
    Şimdi bir de merak sürüklüyordu onları. Fenerli karaltıyı kime benzettiğini söylemek istemiyordu Boka. Kendi kendilerine falanca ya da filancadır diye görüşler öne sürüyorlardı, ama elde yeterli kanıt yoktu. Hiç kimse kanıtsız suçlanamayacağı için, Boka bu konuda tartışmayı yasakladı. İyice sinirlenmişlerdi. Tepeden aşağı inip, otların arasından sürünmeye devam ettiler. Ellerine diken mi batmış, ellerini ısırgan otu mu dalamış, sivri taşlar mı yaralamış, hiç aldırdıkları yoktu. Aceleleri vardı artık. Küçük esrarlı gölün kıyısına doğru sessizce süründüler, kıyıya yaklaştılar.
    Kıyıya varınca ayağa kalkmakta bir sakınca görmediler. Kıyıdaki sık kamışlarla sazlar öylesine yüksekti ki, küçücük vücutları nasıl olsa örtülüyordu.
    Boka buyruklarını verirken çok soğukkanlıydı:
    - Burada bir yerde bir kayık olacak. Kayığı bulmak için ben Nemeçek ile kıyıyı sağa doğru tararım. Sana gelince Çonakoş, sen de sola gidersin. Kayığı bulan ötekini bekler.
    Hiç ses etmeden ayrıldılar. Birkaç adım sonra, Boka sazlığın içindeki kayığı gördü.
    - Bekleyelim, dedi.
    Küçük gölün çevresinde bir tur atıp Çonakoş'u beklemeye başladılar. Kıyıya çömelmiş, yıldızlarla dolu göğe bakıyorlardı. Sonra, adadan bir ses duyabilirler mi diye kulak kabarttılar. Nemeçek, kurnazlığı kimselere bırakmak niyetinde değildi.
    - Bana bak, dedi. Kulağımı yere dayayacağım.
    - Kulağını rahat bırak, dedi Boka. Kıyıda yapamazsın bunu. Yapsan da yararı yok. Ama suyun üzerine eğildik mi o başka. O zaman iyi duyarız işte. Tuna'da, balıkçıları izlemiştim. Suyun üzerine eğilir, kıyıdan kıyıya güzel güzel konuşurlardı. Özellikle akşamları su çok iletken olurdu.
    Gölün üzerine eğildiler, ama bir şey anlayamadılar. Yalnızca fısıltılar, hışırtılar geliyordu küçük adadan. O arada Çonakoş çıkageldi, yorgun argın tekmili verdi:
    - Kayığı bulamadım.
    - Üzülme yavrum, diye karşılık verdi Nemeçek. Biz çoktan bulduk.
    Kayığa doğru yürüdüler.
    - Binelim mi?
    - Hayır, buradan binemeyiz, dedi Boka. Kayığı önce öte yana çekeceğiz. Bakarsın bizi görecekleri tutar. Köprüye yakın olmayalım. Köprüye en uzak yerden karşıya kürek çekeriz. Arkamızdan gelecek olurlarsa koşmaktan imanları gevrer.
    Bu görüş, öbür ikisinin de hoşuna gitmişti. Başkanlarının böylesine zeki ve becerikli olması, onlara güven veriyordu.
    - Yanında ipi olan var mı? diye sordu Boka.
    Çonakoş'ta vardı. Çonakoş'un ceplerinde ne ararsan bulurdun zaten. Çakı, sicim, mileler, kalem uçları, jilet, çivi, anahtar, bez parçaları, not defteri, tornavida, şu, bu... Çonakoş'un çıkardığı ipi Boka kayığa bağladı. Sonra, çok dikkatli ve yavaş, kıyı boyunca öbür yana doğru kayığı çekmeye başladılar. Bu arada, bir yandan da adayı gözetliyorlardı. Tam bu döküntü kayığa binecekleri sırada, deminki gibi bir ıslık sesi duydular. Ama, bu kez korkmadılar. Islık sesi, köprüde nöbet değiştirilmesi için çalınan düdüğün sesiydi. Artık serüvenin içine dalmışlardı nasıl olsa, korkulacak bir şey kalmamıştı. Savaşa katılan erler de bu duyguyu taşırlar içlerinde: düşman görülmedikçe en küçük şey bile korku verir onlara, ama ilk mermi kulaklarının dibinden geçsin hele, birdenbire yüreklenir, ölüme koştuklarını bile unuturlar.
    Çocuklar kayığa bindiler. Önce Boka, ardından da Çonakoş. Nemeçek, çamurlu kıyıda, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu.
    - Gel küçüğüm gel, diye yüreklendirdi Çonakoş onu.
    - Geliyorum büyüğüm, diye karşılık verdiği sırada ayağı kayan Nemeçek, korkuyla bir saza sarılmak istediyse de başaramadı. Sesini bile çıkaramadan cup diye düşüverdi suyun içine. Boğazına kadar göle gömülmüştü, ama bağırmayı göze alamıyordu. Gölün sığlığında ayağa kalktı. Görünüşü çok komikti doğrusu. Sular başından aşağı süzülüp akarken, o eline geçirmiş olduğu kamışı hâlâ sıkı sıkı tutuyordu. Kamış da ne kamıştı ya, kibrit çöpü dense yalan olmazdı, öylesine inceydi.
    Çonakoş, kahkahayı koyverdi.
    - Suları yuttun mu yavrucuğum?
    - Su falan yutmadım, diyen sarışın ufaklık, öyle olduğu gibi, ıslak, çamur içinde ve sulan damlatarak yerleşti kayığın içine. Suratı korkudan hâlâ sapsarıydı.
    - Bugün, bir de banyo yapacağım aklımın köşesinden bile geçmemişti, dedi hafif bir sesle.
    Artık yitirilecek vakit yoktu. Boka ile Çonakoş küreklere sarılıp kıyıdan ayrıldılar. Ağır kayık suya iyice gömülmüş, durgun gölün sularını yarmaya başlamıştı. Kürekler sessiz sedasız dalıp çıkıyordu. Ortalık derin bir sessizlik içindeydi. Kayığın başında oturan Nemeçek'in çenelerinin birbirine vuruşu bile duyuluyordu. Birkaç kez daha kürek çektiler. Kayık, Adanın kıyısına ulaştı. Kayıktan çabucak çıkıp sazların arkasına gizlendiler.
    - Eh buralara kadar geldik işte sonunda, diyen Boka, kıyı boyunca yavaş yavaş ve dikkatle sürünmeye başladı. Öbür ikisi de Boka'yı izledi.
    Başkan birden arkasına dönüp,
    - Durun, dedi. Kayığı böyle bırakamayız. Onu bir bulurlarsa Adadan çıkamayız artık. Köprüde nöbetçi var. Çonakoş, sen kayıkta kal. Biri çıkıp da seni görecek olursa, var gücünle ıslık çal. O zaman geri döner kayığa atlarız, sen de kayığı kıyıdan itersin.
    Çonakoş, sürünerek geri gitti. Bir bakıma sevinç içindeydi, belki de ıslık çalması gerekecek, var gücüyle çınlatacaktı ortalığı.
    Boka, Nemeçek ile birlikte kıyı boyunca sürünmeye koyuldu. Fundaların yüksek olduğu yerlerde ayağa kalkıyor, gizlenerek yürüyorlardı.
    Çok uzun bir fundanın dibinde durup dalları araladılar. Buradan, Adanın içerlerini görebiliyorlardı. Küçük bir düzlükte, o dehşet salan Kızıl Gömlekliler çetesi, grup halinde bir araya toplanmıştı. Nemeçek'in yüreği ağzına gelecekti az kalsın. İyice sokuldu Boka'ya.
    Başkan, Nemeçek'in kulağına,
    - Korkma sakın, diye fısıldadı.
    Düzlüğün tam orta yerinde büyücek bir taş vardı. Taşın üzerinde de bir fener. Kızıl Gömlekliler fenerin çevresine çömelmişlerdi. Gerçekten de hepsinin üzerinde kızıl gömlekler vardı. Ferenç Atş'ın yanına iki Pastor çömelmişti. Küçük Pastor' un yanında da gömleği kırmızı olmayan biri duruyordu. Boka, yanı başındaki Nemeçek'in tir tir titrediğini duyuyordu.
    - - Söylesene... dedi Nemeçek, daha fazlasını ağzından çıkartamayarak. Söylesene... Ve ardından ekledi: Görüyor musun onu?
    - Görüyorum, diye karşılık verdi Boka, üzüntüyle.
    Kızıl Gömleklilerin arasındaki yabancı çocuk, Gereb'ti. Demek, tepeden bakıp da gördüğü zaman yanılmamıştı Boka. Bir süre önce elinde fenerle koşuşan çocuk, gerçekten de Gereb'ti.
    Çeteyi, şimdi daha da artan bir dikkatle gözden geçiriyörlardı. Fenerin titreyen ışığı altında Pastor Kardeşlerin yağız suratları ve öbür Kızıl Gömlekliler insana ürperti veren bir görünüm içindeydiler. Yalnızca Gereb konuşuyor, ötekiler susuyordu. Onlara çok ilgilendikleri bir şey anlatıyordu herhalde. Çünkü hepsi de Gereb'e doğru eğilmişler, dikkatle onu dinliyorlardı. Gereb'in söyledikleri, akşam sessizliği içinde, Pal Sokağı'nın iki çocuğuna kadar ulaşıyordu.
    - Arsaya iki yerden girilebilir, diyordu Gereb. Pal Sokağı'ndan da girilebilir girilmesine, ama oradan girmek oldukça zordur. Çünkü, yönetmeliğimizin bir maddesi, oradan her girenin, girdikten sonra kapıyı arkasından sürgülemesini emreder. Öbür giriş Maria Sokağı'ndan. Buharlı bıçkı atölyesinin büyük kapısı hep açık durur orada. Arsaya odun yığınlarının arasından geçilip kolayca girilir. Tek güçlük, odun yığınlarının üzerindeki kaleler...
    - Onu biliyorum, dedi Ferenç Atş, Pal Sokağı çocuklarını dehşete düşüren sesiyle.
    - Bilirsin herhalde, oradaydın ya az önce, diye sürdürdü Gereb konuşmasını. Kalelerde nöbetçi vardır, odun yığınlarına yaklaşan oldu mu, hemen işaret verirler. Doğrusunu isterseniz, oradan gelmenizi salık vermem.
    Demek söz konusu olan şey, Kızıl Gömleklilerin Arsaya girmeleriydi.
    Gereb konuşmayı sürdürüyordu:
    - En iyisi, geleceğiniz zamanı önceden kararlaştırmamız. Öyle olursa, ben Arsaya en son girer, kapıyı açık bırakırım.
    - Güzel, dedi Ferenç Atş. Doğru söze ne denir? Arsayı kimse yokken ele geçirmek istemem, hem de kesinlikle istemem. Biz, yasal bir savaş yürütmek niyetindeyiz. Arsalarını savunamazlarsa işgal eder, kırmızı bayrağımızı dikeriz oraya. İktidar hırsıyla hareket etmediğimizi biliyorsunuz.
    Pastor Kardeşlerden biri, Ferenç'in sözünü keserek,
    - Bizim amacımız, bir oyun yerine sahip olmak, dedi. Burada oyun oynanamıyor ki. Bizim sokakta hep bir oyun yeri için savaşılır öteden beri. Bir oyun yeri gerekli bize... İşte o kadar...
    Gerçek savaşların nedeni hangi temele dayanıyorsa, Kızıl Gömleklilerin savaşı da aynı temele dayanıyordu. Günümüz politikacılarının ağzıyla buna 'hayat alanı' dendiğini bilirsiniz. Kızıl Gömleklilere top oynamak için bir alan gerekliydi; bu alanı başka yoldan elde edemeyecekleri için savaş açıyorlardı.
    - Anlaştık öyleyse, dedi Ferenç Atş. Pal Sokağı'ndaki kapıyı açık bırakırsın sen.
    - Tamam, dedi Gereb.
    Ufaklık sarışın Nemeçek, derin bir üzüntüye kapılmıştı. Gözleri dört açılmış, üzerinden sular damlayarak öyle durmuş, fenerin çevresine çömelmiş olan Kızıl Gömlekliler ile haini izliyordu. Gereb'in 'tamam' dediğini duyunca, gözyaşlarını tutamamıştı artık. Gereb, Arsaya ihanet etmeye hazırdı demek. Boka'ya sarılan Nemeçek, hıçkırıyordu:
    - Başkanım... Başkanım... Başkanım... Boka, yumuşak bir hareketle kendinden ayırdı Nemeçek'i.
    - Ağlayıp sızlayarak hiçbir şey yapamayız.
    Ne var ki, onun da boğazına bir şey düğümlenmişti sanki. Gereb' in bu yaptığı, utanılacak bir şeydi.
    Ferenç Atş, şöyle bir el edince, bütün Kızıl Gömlekliler birden doğruldular.
    - Evlerimize dönelim, dedi Ferenç. Herkesin silahı yanında mı?
    - Evet, diye karşılık verdiler hep bir ağızdan. Ve sivri uçlarına küçük, kırmızı bayraklar takılmış mızraklarını kaldırdılar.
    - İleri! diye komut verdi Ferenç Atş. Fundalar arasına tüfek çatılacak!
    Küçük adanın içlerine doğru yola koyuldular. Ferenç Atş en önden gidiyordu. Gereb de onlarla birlikteydi. Küçük düzlük bomboş kalmıştı, yalnız orta yerde, üzerindeki fenerin hâlâ yandığı taş görülüyordu. Adımlar gittikçe uzaklaştı. Fundaların arasına girip mızraklarını sakladılar. Boka, şöyle bir davrandı.
    - Sırası geldi, diye fısıldadı Nemeçek'e. Elini cebine attı. Tam ortasına bir raptiye geçirilmiş olan kırmızı kâğıdı çıkardı. Ardından, fundanın dallarını aralayıp ufaklık sarışına buyurdu:
    - Sen burada kal, ben gelene kadar sakın kıpırdama yerinden.
    Boka, az önce Kızıl Gömleklilerin toplanıp tartıştıkları düzlüğe sıçradı hemen. Soluğunu kesen Nemeçek, Boka'nın ardından bakakaldı. Boka, bir koşuda düzlüğün kenarında duran ve Adanın üzerine şemsiye gibi gerilmiş büyük ağacın yanına ulaştı. Kaşla göz arası kırmızı kâğıdı ağacın gövdesine yapıştırmıştı, soluğu fenerin dibinde almıştı. Fenerin cam kapağını açıp üfledi. Mum sönüverdi hemen ve aynı anda da Nemeçek'in gözünün önünden yok oldu Boka. Nemeçek karanlığa alıştığında, Boka dönüp gelmişti bile, Nemeçek'i kolundan yakaladı:
    - Çabuk fırla arkamdan!
    Kıyı boyunca kayığa doğru koştular. Geldiklerini gören Çonakoş, oturduğu yerden fırladığı gibi kayığı kıyıdan açmaya hazırlandı. İki çocuk kayığa atladı. Boka, soluğu tıkanarak,
    - Hadi gidelim, dedi.
    Çonakoş bütün gücüyle deniyor, ama kayık serbest kalmıyordu. Karaya yanaşırken çok ileri gitmişlerdi. Kayık kıpırdayamıyordu şimdi. İçlerinden biri inip baş tarafı kaldırmalı, kayığı suya itmeliydi. Ne var ki düzlükten sesler gelmeye başlamıştı
    Küçük adanın içlerine doğru yola koyuldular. Ferenç Atş en önden gidiyordu. Gereb de onlarla birlikteydi. Küçük düzlük bomboş kalmıştı, yalnız orta yerde, üzerindeki fenerin hâlâ yandığı taş görülüyordu. Adımlar gittikçe uzaklaştı. Fundaların arasına girip mızraklarını sakladılar. Boka, şöyle bir davrandı.
    - Sırası geldi, diye fısıldadı Nemeçek'e. Elini cebine attı. Tam ortasına bir raptiye geçirilmiş olan kırmızı kâğıdı çıkardı. Ardından, fundanın dallarını aralayıp ufaklık sarışına buyurdu:
    - Sen burada kal, ben gelene kadar sakın kıpırdama yerinden.
    Boka, az önce Kızıl Gömleklilerin toplanıp tartıştıkları düzlüğe sıçradı hemen. Soluğunu kesen Nemeçek, Boka'nın ardından bakakaldı. Boka, bir koşuda düzlüğün kenarında duran ve Adanın üzerine şemsiye gibi gerilmiş büyük ağacın yanına ulaştı. Kaşla göz arası kırmızı kâğıdı ağacın gövdesine yapıştırmıştı, soluğu fenerin dibinde almıştı. Fenerin cam kapağını açıp üfledi. Mum sönüverdi hemen ve aynı anda da Nemeçek'in gözünün önünden yok oldu Boka. Nemeçek karanlığa alıştığında, Boka dönüp gelmişti bile, Nemeçek'i kolundan yakaladı:
    - Çabuk fırla arkamdan!
    Kıyı boyunca kayığa doğru koştular. Geldiklerini gören Çonakoş, oturduğu yerden fırladığı gibi kayığı kıyıdan açmaya hazırlandı. İki çocuk kayığa atladı. Boka, soluğu tıkanarak,
    - Hadi gidelim, dedi.
    Çonakoş bütün gücüyle deniyor, ama kayık serbest kalmıyordu. Karaya yanaşırken çok ileri gitmişlerdi. Kayık kıpırdayamıyordu şimdi. İçlerinden biri inip baş tarafı kaldırmalı, kayığı suya itmeliydi. Ne var ki düzlükten sesler gelmeye başlamıştı bile. Silah deposundan dönen Kızıl Gömlekliler, feneri sönük bulmuşlardı. Önce feneri rüzgâr söndürdü sandılar. Ama Ferenç Atş, feneri şöyle bir yoklayınca, küçük cam kapağının açılmış olduğunu gördü.
    - Buraya bir gelen olmuş! diye bağırdı. Hem de öylesine yüksek bir sesle bağırdı ki, kayığı suya atmak için uğraşan üç çocuk da bu sesi duydular.
    Kızıl Gömlekliler feneri yeniden yaktılar. İşte o zaman ağaçta asılı duran kırmızı kâğıtla karşılaştılar:
    PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI BURADAYDILAR.
    Kızıl Gömlekliler birbirlerine bakakaldılar. Ferenç Atş bağırdı:
    - Buraya kadar geldiklerine göre uzaklaşmış olamazlar!
    Tiz bir ıslık çaldı. Köprüden gelen nöbetçiler, köprüden kimsenin geçmediğini bildirdiler.
    - Öyleyse kayıkla gelmiş olacaklar, dedi Pastorların küçüğü.
    Ve üç çocuk, ortalığı ayağa kaldıran, insanı ürperten o korkunç narayı duydular:
    - Yakalayın!
    Tam bu buyruk verildiği sırada, Çonakoş kayığı suya atmış, kendisi de içine atlamıştı. Bütün güçleriyle küreklere asıldılar.
    Ferenç Atş, tiz bir sesle buyruklar veriyordu:
    - Vendaver, ağaca çık! Pastorlar, sizler de doğruca köprüye! Kıyı boyunca sağlı sollu arayın!
    Görünüşe bakılırsa hapı yutmuşlardı artık. Onları kıyıya ulaştıracak birkaç kürek daha çekemeden, Pastor Kardeşler, gölü dolaşmış olacaklar, sonra da kapana kısalacaklardı. Pastor Kardeşlerden önce kıyıya ulaşabilirlerse, bu kez de ağaçtaki nöbetçi işaret verecek, ne yönde kaçtıklarını bildirecekti. Ferenç Atş'ın, elinde fenerle Ada kıyısında nasıl koştuğunu kayıktan görüyorlardı. Derken, bir patırtıdır koptu: Pastor Kardeşler, Adanın tahta köprüsünden koşa koşa geçiyorlardı.
    Bereket, nöbetçi ağaca tırmanmadan önce kıyıya ulaştılar.
    - Kayık kıyıya vardı! diye bağırdığını duydular nöbetçinin.
    Başkanları hemen karşılık verdi:
    - Koşun! Bırakmayın! Yakalayın! Pal Sokağı'nın üç çocuğu, var güçleriyle koşuyorlardı.
    Boka, hem koşuyor, hem de,
    - Bize yetişirlerse çok kötü olacak, diyordu. Sayıca bizden üstünler.
    Boka önde, öbür ikisi hemen arkada, şimşek gibi geçiyorlardı tarhlar ve yollardan. Önlerine bir yapı çıkıverdi.
    - İçeri! diye soluyan Boka, kışlık bahçenin küçük kapısına yüklendi. Bereket kapı açıktı. İçeri dalıp, büyükçe selvi fidanlarının arkasına gizlendiler. Dışarıda hiç ses yoktu. Kovalayanlar izlerini yitirmiş olacaklardı. Üçü de rahat bir soluk aldı. Camdan tavanı ile camdan duvarlarından, büyük kent akşamının zayıf ışığı sızan bu garip sarayı gözden geçirdiler. Camlarla kaplı bu kışlık bahçe çok ilginç bir yerdi. Kışlık bahçe boydan boya kalın gövdeli, kocaman yapraklı ağaçlarla doluydu. Ağaçlar, iri gövdeli, tahta fıçıların içindeydi. Uzun tahta sandıklarda, safran ve mimoza yetiştiriliyordu. Kışlık bahçenin orta bölümündeki büyük kubbenin altında, yelpaze yapraklı palmiyeler yükseliyordu. Tropikal bitkilerle kaplı, balta girmemiş ormanların küçük bir örneği vardı burada. Ormanın ortasında kırmızı balıklarla dolu bir havuz, havuzun hemen yanında da oturulacak bir sıra görülüyordu. Çepeçevre manolyalar, defneler, portakallar, kocaman safranlar. Havayı ağır, keskin bir kokuyla dolduran bütün bu bitkilerden sersemleyebilirdi insan. Buharla ısıtılan bu koca seranın damından ve duvarlarından şıpır şıpır sular damlıyordu. Damlalar kocaman yaprakların üzerine düşüyor, palmiyelerden şıpırtılar yansıyordu. Sanki bu küçük, nemli ve sık ormanda, oradan oraya koşuşan garip hayvanlar da yaşamaktaydı. Hayvanların, yeşil tahta fıçılar arasında dolaştığını görür gibi olan çocuklar, kendilerini yine de güven içinde hissediyorlardı. Şuradan nasıl ve ne zaman kurtulabileceklerdi acaba?
    Yorgun düşmüş olan Nemeçek, büyük bir palmiyeye yaslanmıştı.
    - Sakın kilitlemesinler bizi buraya? dedi korkuyla. Güzelce ısıtılmış olan seranın içinde çok rahattı. Çünkü, iliklerine dek ıslanmıştı. Boka yatıştırdı Nemeçek'i:
    - Şimdiye kadar kilitlemediklerine göre bundan sonra da kilitlemezler.
    Bekleyip dururken, bir yandan da heyecanla kulak kabartıyorlardı. Çıt çıkmıyordu. Onları burada aramak kimsenin aklına gelmemişti herhalde. Oturdukları yerden kalktılar. Yüksek rafların arasından ileri geri gidip gelmeye başladılar. Raflar, kokulu bitkiler, kocaman çiçekler, yeşil fidanlarla doluydu. Raflardan birine çarpan Çonakoş sendeleyince, Nemeçek yardıma hazır olduğunu bildirdi.
    - Bekle de ışığı yakayım.
    Ve Boka, engel olmaya kalmadan, cebinden çıkardığı kibriti çakıverdi. Kibritin yanmasıyla sönmesi bir oldu. Boka, ufaklık sarı oğlanın eline vurup düşürmüştü kibriti.
    - Maymun herif sen de! diye azarladı Boka. Nerede olduğumuzu unuttun galiba? Çepeçevre cam duvarlar içindeyiz. Şimdi ışığı görmüşlerdir mutlaka.
    Oldukları yerde durup kulak kabarttılar. Boka'nın hakkı vardı. Kızıl Gömlekliler, kısa bir an için bütün serayı aydınlatmış olan ışığı görmüşlerdi. Çok geçmeden, dışandaki küçük çakılları gıcırdatan adımları duyuldu. Dosdoğru sol kanattaki kapıya ilerliyorlardı. Ferenç Atş'ın komutanlık ateşi yanmıştı.
    - Pastorlar sağdaki küçük kapıya! Sebeniç orta kapıya! Ben de burayı tutuyorum.
    Bizim çocuklar kaşla göz arası saklanıverdiler hemen. Çonakoş, yüzükoyun, raflı sehpalardan birinin altına! Nemeçek, nasıl olsa sırılsıklam olduğundan kırmızı balıklı havuza! Ufaklık sarı oğlan, çenesine dek suya batmış, başım bir safran yaprağının altına gizlemişti. Boka da açık kapının ardına gizlenmeye ancak vakit bulabilmişti.
    Ferenç Atş, elinde fener, adamlarıyla birlikte içeriye daldı. Boka, fenerin ışığında Ferenç Atş'ı çok iyi görebiliyordu. Kızıl Gömleklilerin komutanını şimdiye dek bir kez görebilmişti ancak, o da müzenin bahçesinde. Ferenç, güzel bir çocuktu. Gözleri, savaş ateşiyle yanıp tutuşuyordu şu anda. Adamlarıyla birlikte, seradaki bütün geçitleri, bütün raflı sehpaları arayıp taradı. Havuza bakmak, hiçbirinin aklına gelmedi. Çonakoş da, Sebeniç adındaki çocuk sayesinde kurtardı paçayı. Tam altına gizlendiği sehpayı arayacakları sırada, Sebeniç bağırmıştı:
    - Çoktan sağ kapıdan sıvışmışlardır!
    Çonakoş'u kurtaran işte bu oldu. Çünkü, Sebeniç o yana doğru koşunca, arkadaşları da onu izlemiş, içerideki saksıları kıra döke paldır küldür dışarı fırlamışlardı. Kızıl Gömlekliler çekip gitmiş, ortalık yeniden sessizleşmişti. Sesi ilk duyulan, Çonakoş oldu:
    - Vay başıma gelenler, kafama bir saksı düştü demin, içim dışım kumla doldu...
    Ağzına burnuna dolan kumlu toprağı var gücüyle püskürttü. Sonra, Nemeçek çıktı ortaya. Suların içinden yavaş yavaş yükselen bir deniz canavarıydı sanki. Ufaklık sarı oğlan, yine sırılsıklamdı. Şıpır şıpır sular damlıyordu her yanından. Her zamanki gibi de ağlamaklı, yakınıp duruyordu:
    - Nedir bu çektiklerim canım? Ben hep su içinde mi yaşayacağım, kurbağa mıyım ben yahu?
    Islak bir köpek gibi silkinince, Boka, yola getirdi Nemeçek'i:
    - Zırlayıp durma, hadi toparlan da çekip gidelim buradan!
    Nemeçek içini çekip duruyordu.
    - Eh, evin yüzünü bir görebilseydim. Derken, ıslak giysilerinden ötürü evde nasıl karşılanacağı kafasına dank edince, değiştirdi sözünü:
    - Evde olmayayım daha iyi!
    Tahta perdeden, üzerine tırmandıkları akasya ağacına doğru koşmaya başladılar. Birkaç dakika sonra ağacın dibindeydiler. Çonakoş, ağaca tırmandı. Ağaçtan tahta perdeye doğru atlamadan önce dönüp bir baktı bahçeye. Korkuyla haykırdı:
    - Geliyorlar!
    - Çabuk ağaca çık yine! dedi Boka.
    Yeniden ağaca tırmanan Çonakoş, tırmanmaları için arkadaşlarına da yardım etti. Dalların elverdiğince tırmandılar. Tam kurtulacakları sırada, yakayı ele vereceklerini düşünmek deli ediyordu onları.
    Kızıl Gömlekliler çetesi dünyanın gürültüsünü çıkararak yaklaştı. Bizim üç çocuk, kocaman üç kuş gibi, ağaca tünemişlerdi.
    Serada arkadaşlarını yanlış yola sürüklemiş olan Sebeniç bağırıyordu:
    - Tahta perdeden atladıklarını gördüm.
    Kızıl Gömlekliler arasında en saf olanı, Sebeniç'ti. O da, bütün akılsızlar gibiydi. Dilini hiç tutamıyor, yaygarayı koparıyordu hemen.
    Beden eğitiminde eşsiz olan Kızıl Gömlekliler, tahta perdeyi aştılar birer ikişer. En sona kalan Ferenç Atş, tahta perdeye tırmanmadan önce elindeki feneri söndürdü. Tepesine bizim üç kuşun tünemiş olduğu akasya ağacına tırmanıp tahta perdeden aşağı atladı. Giysileri hâlâ ıslak olan Nemeçek'ten birkaç damla Ferenç'in boynuna damlamasın mı?
    - Yağmur başlıyor! diyen Ferenç Atş, boynunu silip sokağa atladı.
    - İşte koşuyorlar! dîye bir ses yükselince, bütün Kızıl Gömlekliler bir koşudur tutturdular sokakta.
    - Şu Sebeniç olmasaydı bizi çoktan enselerlerdi, dedi Boka.
    Şimdi kendilerini tam bir güven içinde hissediyorlardı artık. Kızıl Gömleklilerin, hiçbir şeyden haberi olmayan, yollarına giden iki yabancı çocuğun ardına düştüklerini gördüler. Gürültüyü duyan çocuklar, korkudan kaçmaya başlamışlardı. Bir bağırıp çağırmadır gidiyor, Kızıl Gömlekliler deliler gibi koşuyorlardı iki çocuğun ardından. Bir süre sonra, gürültü yan sokaklarda azaldı, sonra iyice kesildi.
    Tahta perdeden aşağı inen çocuklar, sokağın taşlarını ayaklarının altında duyunca rahat bir soluk aldılar. Yaşlı bir kadın yol boyunca gidiyordu. İşte artık kentteydiler, başlarına bir şey gelmezdi. Yorgun ve açtılar. Akşam karanlığında, pencereleri dostça ışıyan öksüzler yurdundaki çan sesi, yemeğin hazır olduğunu haber veriyordu. Nemeçek tir tir titremekteydi.
    - Çabuk olalım, n'olursunuz, dedi.
    - Dur bakayım, dedi Boka. Sen bir tramvaya atlayıp gitsen iyi olacak. Parası benden.
    Elini cebine attı, ama bir daha dışarı çıkaramadı. Başkanın topu topu üç lirası vardı. Üç nikel para ile bir de mavi mürekkep sızdıran hokka. Boka, mürekkebe bulanmış üç lirayı Nemeçek'e uzattı.
    - Bende bu kadarcık para var.
    Çonakoş'un cebinden de iki lira çıktı. Nemeçek'in uğur diye her zaman yanında taşıdığı bir lira da eklenince, tramvay bileti için yeterli olan altı lira toplanmış oldu. Nemeçek, tramvaya atladı. Boka, yaya gidecekti evine. Gereb olayım hâlâ unutamamıştı. Üzgün ve suskun duruyordu öyle. İhanetten haberi falan olmayan Çonakoş'un neşesine diyecek yoktu.
    - Sen bana bir baksana oğlum, dedi Çonakoş. Boka dönüp bakınca, iki parmağını ağzına sokup Boka'nın kulak zarlarını patlatırcasına bastırdı ünlü ıslığını. Sonra keyifli ve neşeli bir tavırla çevresine bakındı.
    - Şu ıslığı bütün akşam tuttum içimde, dedi neşeyle. Artık bir yolunu bulup çıkmalıydı oğlum, taşmalıydı içimden bu ıslık.
    Boka'nın koluna girdi, bütün o gerilimli olaylardan yorgun, Ülloi Caddesi boyunca kent merkezine doğru yürümeye başladılar.

İKİNCİ BÖLÜM  |  DÖRDÜNCÜ BÖLÜM