Burjuva siyaset adamlarının devletle ilgili değişmez öğretisi, tamamıyla burjuva devletin, kamu yararına hizmet ettiği görüşüne dayanır.
Bununla birlikte, tarihsel deneyim, bu "teoriyi" sert bir şekilde yalanlar. Yurttaşların, kamu yararının gereklerini, örneğin Nazilerin silahlanmasına karşı protestoda bulunmak ya da yalnızca Bastille'in alınışının yıldönümünü kutlamak gibi şeyleri hükümete anımsatmaya niyet etmeleri yeter, hemen burjuva devletin polis kordonlarıyla burun buruna gelirler. (sayfa 447) Ve eğer, emekçiler ekmeklerini savunmak isterlerse, ister özel sanayide, ister kamu hizmetlerinde olsun, polis baskısıyla ve burjuva devletinin temsilcilerinin silahlarıyla karşılaşırlar.
Demek ki, arkasına sığınılan "kamu yararı", pratikte, proletaryanın ve geniş halk tabakalarının çıkarını içine almaz. Bu "kamu yararı"nın sınıf sınırları vardır!
Daha ileri gidelim; hatta devlet "yasaya uygunluğun" ("legalite") bile savunucusu değildir. Diyelim ki, emekçiler, İş Yasasına aykırı bir davranış karşısında greve koyuluyorlar, işçiler ya da genç emekçiler, "eşit emeğe, eşit ücret" yasal ilkesine saygı gösterilmesini istiyorlar ve grev gibi bu anayasal hakkı, patronların yasadışı davranışlarına karşı korumak için güvenlik kuvvetlerinin desteğini diliyorlar, her ne kadar ilke olarak, güvenlik kuvveti, yasanın hizmetinde ise de, polisin kendilerine göstereceği kabulü tahmin etmek güç değildir.
Memurlar yönetmeliğinin aynı şekilde uygulanmaması da, devletin, oybirliğiyle kabul edilen bir yasanın üstünde yeraldığını gösterir.
Bununla birlikte, bazı tarihsel koşullarda, devletin, kamu yararının hizmetinde olduğu tamamıyla doğrudur. Yani devlet, bazan kamu yararının hizmetindedir, bazan değildir. Demek ki, kamu yararı ölçütünün hiçbir bilimsel yanı olmadığı yargısına varmak zorunludur, gerçekte, bazı kimselerin devletin bilimsel olmayan bir tanımlamasını yapmakta çıkarları olduğu yadsınılmaz bir şeydir.
Devletin doğaüstü bir şey olarak sunulduğu zamanlar ve ülkeler olmuştur: öyle bir kudret, öyle bir güç idi ki, onsuz insanlık yaşayamazdı ve bu devlet, insanlara, insanlardan çıkmayan bir şey, kısacası üstün bir bilgelik getiriyordu... Devlete tanrısal kökten gelme bir şey gibi bakılıyordu. Devlet, tanrısal hukukun devletiydi. Tanrının oğlu Mikado'nun Japonyası'nda da durum hâlâ böyledir. Hitler'e gelince, "tanrı bizimledir" diye ilan ediyordu. Truman ve Eisenhower'dan beri bilinir ki, Beyaz Saray, yeryüzünde doğrudan doğruya (sayfa 448) tanrıyı temsil eder, bu ise, inananların gözünde tanrının saygınlığını daha çok sarsacak nitelikte bir şeydir.
Devlet, uzun zaman pek çok kimseler için bir "batıl saygı" konusuydu ve hâlâ da öyledir. Devlet sorunu, çok zaman, din sorunuyla karışmıştır. Olgucu olarak doğaüstüyü başından atmış olmakla öğünen Auguste Comte bile, toplumda "cismani iktidar"ı "manevi iktidar"a bağımlı kılıyordu. Gerçekte, bir kilise, başvurulacak yetkili yerin, yetkili dinsel hukuk olduğunu öne sürdüğü zaman, bu, örneğin Franco İspanyası'nda olduğu gibi, çoğunlukla devlet karşısında ustaca gizlenmiş bir köleliğin işaretiydi. Müminlerine, devlete karşı dinsel bir saygıyı telkin eden kilisedir. Ve devlet sorununun anlaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin kökenleri, dinsel idealizmin inatçı kalıntılarındadır.
Örneğin Fransa'da da, dinsel hukuk teorisi, uzun zamandan beri iflas etmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan herhangi bir ideolojik yayılmaya karşı güvenlik altında olduğumuzu sanmamıza yetecek kadar laik düşünceli insan vardır. Tıpkı devlet memurlarına göre olduğu gibi bunlara göre de, devlet, kamu yararından doğar. Bu doğuş, gizemli bir nitelik taşır! Devletin, sınıfların, özel çıkarların, partilerin üstünde olduğu söylenir bize; ama eğer devlet, sınıf savaşımının üstündeyse, yani sınıfların uzlaşmasının bir organizmasıysa, besbelli ki, toplumun kendisinden oluşamaz; o halde toplumun daha yukarılarından gelmesi gerekir; eğer bu, tanrı değilse ruhtur! Reformistlerin tezi, ortaçağın dinsel hukuk teorisinin laikleştirilmesinden başka bir şey değildir; bu, dinin üstü örtülü bir biçimi olan kaba idealizmdir. Her cinsten gericiler, burada, bir anlaşma zemini bulmaktadırlar. "Ruh"un üstünlüğü, o bulantı verici devlet idealizmi, -devlet ki, yığınlara karşı en kanlı cinayetler hep onun adına işlenir; adalet ki, savaş suçlularının serbest bırakılması gibi en göze batan biçimde hep onun adına çiğnenir. Gerçekten eğer devlet, "ruh"un bir cisimleşmesi ise, bu ruh, burjuva ruhudur, burjuva ideolojisidir!
Birleşik Devletlerin atom planından sözederken Amerika (sayfa 449) dışişleri bakanı Foster Dulles, "Maddenin içindeki tahrip kudretinin idealizm tarafından denetlenmesini" dilediğini ilan ediyordu. Ama Birleşik Devletler'de, Stockholm Çağrısına imza koyanlar hapisteydiler.
Felsefe tarihi boyunca, devlet sorunu, sınıf sömürüsü sorunuyla birlikte karmakarışık edilmiş sorunlardan biri olmuştur. Lenin'in de belirttiği gibi, bu sorun, egemen sınıfın çıkarlarını, bütün başka sorunlardan daha çok etkiler. Yalnız tarihsel materyalizm, bu sorun üzerinde objektif olabilir.
Devlet sorunu, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline geçtiği çağda, proletarya için özellikle önemli bir kılığa bürünmüştür. Bu çağda, emekçi yığınları, (artık yalnız yurttaş olarak değil) üreticiler olarak, gittikçe güçlü kapitalist gruplaşmalara bağımlı olan devlet tarafından doğrudan doğruya baskı altında tutulmaktadırlar. Savaş ekonomisinde -daha barış zamanında- emperyalist ülkeler, işçiler için bir zindan haline gelirler. Proletarya, ekmek için -ekonomik- savaşımında, devlet sorunuyla, siyasal sorunla yüz-yüze gelir. Karşılık olarak, burjuvazi proletaryanın iktisadi savaşım örgütlerini (1931-1940 olayında olduğu gibi sendikaları) yıkmak için savaş bahanesini, siyasal bahaneyi kullanır. Lenin şöyle yazıyordu:
II. DEVLET, UZLAŞMAZ SINIF KARŞITLIKLARININ ÜRÜNÜ
a) Devletin kökeni.[3]
b) Devletin tarihsel rolü.[11]
III. DEVLETİN İÇERİĞİ VE BİÇİMİ
Devletin toplumsal içeriği.
b) Devletin biçimi.
IV. SINIF SAVAŞIMI VE ÖZGÜRLÜK
a) Burjuvazi ve "özgürlük".
b) Proletarya ve özgürlükler.