BİRİNCİ BÖLÜM
KAPİTALİST ÜRETİM BİÇİMİNİN TEMEL
NİTELİKLERİ
1. KAPİTALİST TOPLUMDA ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Kapitalizm, bir yandan, mülkten yoksun ya da hemen hemen yoksun halk yığınları ücretliler haline gelmekteyken; beri yandan, üretim alet ve araçlarının çok az sayıda toprak sahipleri ve kapitalistler grubunun elinde bulunduğu bir toplum düzenidir.
BASİT META ÜRETİMİ VE KAPİTALİST ÜRETİM
Kapitalist üretim, basit meta üretiminden doğmuştur. Bu süreç, uzun bir tarih dönemini kaplar. Gerçekten de, üretici güçler düzeyinin düşük olması sonucu, meta ekonomisinin ekonominin tümü içinde çok küçük bir yer tutması yüzünden, kapitalist üretime geçiş süreci, ne kölelik çağında ne de feodal toplumda tamamlanamamıştır. Metaların, yani ürünlerin kişisel tüketim için değil, satış için üretilmesi, kapitalizmde,(sayfa 9) evrensel bir nitelik kazanır. Kapitalizm geliştikçe, küçük üreticiler, köylüler, ürünlerinin gittikçe daha büyük bir kısmını satar olurlar. Kapitalist toplumda, bütün üretim araçlarının ve tüketim maddelerinin tümü ya da hemen hemen tümü, alım-satım konusudur.
Basit meta üretimi ve kapitalist meta üretiminin her ikisinde ortak olan yanlar, birincisi üretim araçlarının özel mülkiyeti, ikincisi toplumsal işbölümüdür. Meta ekonomisi, toplumsal işbölümündeki ilerlemeye paralel olarak gelişiyordu.
Kapitalizmi olanaklı kılan, doğrudan doğruya bu ortak temel, yani üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Basit meta üretimi, kapitalist üretimin yalnız tarihteki geçmiş hali değildir; belirli toplumsal koşullar altında, üreticilerin azınlığını zenginleştirerek, çoğunluğunu ise yoksullaştırarak, kapitalizmi doğurabilir ve doğurur.
Bununla birlikte, iki üretim biçimi arasında esaslı bir fark vardır, şöyle ki: birinci halde, köylü ya da zanaatçı tarafından sunulan meta, kendi emeğinin meyvesidir; oysa kapitalizmde, üretici ile metaların sahibi kesenkes aynı ve tek kişi değillerdir. Kapitalist üretim, ücretli emeğin sömürüsü üzerine kurulur.
KAPİTALİZMDE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Hem toprak sahibinin gereksinmelerini karşılamak, hem de satış için üretimde bulunan çok sayıda kol emeği kullanan büyük yurtluklar, kapitalist çağdan önce de vardır (Roma Latifundiası); ama bunlar, kapitalist olarak nitelendirilemezler, çünkü, orada çalışanlar, ücretli işçiler değildi, köleler (latifundialarda) ya da serflerdi.
Her ne kadar hepsi de sömürülen sınıftan iseler de, ücretli işçinin durumu, bir kölenin ya da bir serfin durumundan ayrılır. İşçi, özgür bir insandır ve yasa, onu, kapitalist için çalışmaya zorlamaz. Ama, genel olarak, üretim aracına sahip olmadığından, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak (sayfa 10) için işçi olarak çalışmak zorundadır. İşçi kendi isteğiyle kendisini işçi olarak sunar, yani onu çalıştırmak için zor kullanılmaz.
Kapitalist toplumda, ücretli emek, egemen durumdadır. Bu durum kapitalist üretim biçiminin özellikleri ile açıklanır: bir avuç kapitalist, toprağı, üretim alet ve araçlarını ellerinde bulundururlar; oysa öte yanda, halk yığınlarının kollarından başka hiç bir şeyleri yoktur. Üretim alet ve araçlarının sahipleri hiç bir şey yapmayabilirler, çünkü, açlıktan ölmemek için çalışmak zorunda olan insanların sırtından geçinebilmektedirler. İşçilerin kapitalistler tarafından sömürülmesi, kapitalist toplumdaki üretim ilişkilerinin kilit taşıdır.
Üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyet biçimlerini, toplumsal sınıf ve grupların üretimdeki yerlerini, bu sınıf gruplarının birbirlerine göre durumlarını ve üretilen ürünlerin paylaşılması biçimlerini içerir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetidir. Bu mülkiyet biçimi, öteki özel mülkiyet biçimlerinden, en başta da, ücretli işçilerin sömürülmeğinden ileri gelmesi bakımından, bizzat sahibi tarafından işletilen küçük özel mülkiyetten ayrılır.
Mülkiyet biçimi, sınıfların üretim sistemi içindeki durumlarını belirler. Kapitalizmde, işçi, kapitalistin, işçinin emeğinin ve ürününün sahibi olan kapitalistin denetimi altında çalışır. Ürünlerin dağıtımı ise, kapitalistlerin ya da işçilerin sözkonusu oluşuna göre değişik şekilde uygulanır. Bu farklılık, elde edilen ürün payının niceliğini olduğu kadar, elde ediliş biçimini de etkiler. Kapitalist, kendi kişisel gereksinmelerini karşılamaya ve üretimi genişletmeye yetecek kârı elde eder; işçi, en iyi durumda, ancak kendisinin ve ailesinin normal geçimini sağlayan bir ücret alır.
Tıpkı kölelik düzeninde ve feodal düzende olduğu gibi, kapitalist toplumda da, üretim ilişkileri, insanın insan tarafından sömürülmesine dayanır. Ama sömürü biçimleri değişir. Bütün kapitalizm-öncesi toplumlarda, zenginler ve yoksullar (sayfa 11) vardı. Bununla birlikte,
kapitalistler yalnız kapitalist düzende ortaya çıktılar; çünkü zengin ve kapitalist, aynı anlama gelmezler. Zengin, ancak, parasını başka özgür insanları sömürmek ve onların emeklerinin meyvesini toplamak için kullanmak olanağını kendisine veren belirli bir toplumsal durum içinde kapitalist haline gelir.
META, EMEK-GÜCÜ
İşçi, işçi olarak kapitalistin yanında çalışmak zorundadır, çünkü yiyeceği yoktur; kapitalist, yani üretim araçlarının sahibi ise, üretime başlamak için işçiye muhtaçtır. İşçi, her insan gibi, emek-gücüne, yani çalışma yeteneğine sahiptir. Bütün üretim biçiminin temel öğesi olan emek-gücü de kapitalist topumda, bir meta haline gelir; meta üretimi genelleşir. Onun için kapitalizm, meta üretiminin üst düzeyini temsil eder.
Emek-gücü, ancak iki koşul altında meta haline gelir: birincisi, işçi, kendi çalışma yeteneğini canı istediği gibi kullanabilmek için Özgür bir insan olmalıdır (köle ve serf, kendi emek-güçlerini satamazlardı); ikinci olarak, işçi, üretim araçlarından ve her türlü geçim aracından yoksun bulunmalıdır ki, kapitalistin yanında işçi olmaktan başka çaresi olmasın (kendine ait küçük bir tarlaya sahip olan serf, kendisinin ve ailesinin gereksinmelerini karşılayabiliyordu).
Şu halde, kapitalizm, özgür ama geçim ve üretim araçlarından yoksun ve bu nedenle kendi emek-güçlerini satmak zorunda olan insanların ortaya çıkışı ile doğdu; Öte yandan, para miktarlarının ve donatım servetlerinin bir kısım insanın ellerinde toplanması gerekiyordu. Bu koşullar sermayenin ilkel birikimi devresinden, feodaliteden beri vardı.
EMEK-GÜCÜNÜN DEĞERİ
Emek-gücü bir meta olduğuna göre, bir değeri olmalıdır. Bir metaın iki yönü vardır. Bir yandan, meta, insanın bir gereksinmesini (sayfa 12) karşılar, öte yandan değiştirilecek, satılacak bir nesnedir. Şu halde, meta, bir kullanım-değerine, bir de asıl değere sahiptir. Kullanım-değeri, metanın şu ya da bu gereksinmeyi karşılama özelliğidir, metaın gerçek değeri ise meta içindeki, onu ortaya çıkaran üreticilerin toplumsal emeğini temsil eder. Değer, değişim-değeri denilen miktar olarak, değişim oranlarıyla ifadesini bulur. Her metanın değeri içerdiği emek miktarına bağlıdır, çünkü metaı yalnızca emek yaratır. Emeğin miktarı, emek-zamanı miktarıyla belirlenir, bu da onu üretmek için gerekli-emek-zamanı miktarıyla belirlenen emek-gücünün değeriyle belirlenir. Bu zamanı nasıl ölçmeli? İşçi çalışabilmek için yaşamsal bir asgariye: besine, giysiye, ayakkabıya, barınağa sahip olmalıdır. Emek-gücünün sürekli olarak varolmasını sağlamak için işçi, aynı zamanda, ailesini de yaşatmalıdır. Son olarak, karmaşık makinelerin kullanılması da, kullanılabilmesi için uygun bir niteliğe sahip olmalıdır, yani mesleki eğitim için harcamalara gereksinme göstermelidir.
Böylece, emek-gücünün değeri, işçinin ve ailesinin yaşaması için gerekli geçim araçlarının değeri ile belirlenir. Emek-gücünün paraca değeri, onun fiyatıdır, ki bu, kapitalizmde ücret biçimini alır.
Emek-gücünün değeri, her zaman için kararlaştırılmış bir büyüklükte değildir. Emek-gücü değerinin değişmesi, iki biçimde gerçekleşir. Bir yandan, tüketim mallarını üreten dallardaki emeğin verimliliğinin artması, bu malların değerini düşürür. Oysa tüketim mallarının ve özellikle günlük tüketim maddelerinin değeri, emek-gücünün değerine katılır. Sonuç olarak emek-gücünün değeri de, günlük tüketim maddelerinin değerine koşut olarak düşer. Öte yandan emek-gücü değeri, işçinin ve ailesinin kültürel gereksinmelerinin karşılanmasını da kapsar, işçinin gereksinmeleri toplumun gelişmesiyle birlikte artar. Bu olgu ve yeni metaların ortaya çıkışı, emek-gücünün değerini yükseltir. Bununla birlikte, emek-gücünün değeri, esas olarak, işin şiddetlendirilmesi dolayısıyla değişir. İşçinin fizik ve sinirsel güçlerinin (sayfa 13) şiddetle harcanması, çalışma yeteneğinin yerine konması için gerekli ürünlerin miktarını artırır; yani emek-gücünün değerini yükseltir.
Kapitalistler, ücreti, gerçek değer olarak asgarisine indirmek isterler. Ama yaşam düzeylerini yükseltmek isteyen işçilerin savaşımı, onları engeller.
2. KAPİTALİST SÖMÜRÜNÜN ÖZÜ
EMEK-GÜCÜNÜN ÜRETİMDEKİ ROLÜ
"Emek-gücünün değeri" kavramı, yalnızca teorik bir önem taşımaz. Daha Adam Smith ve David Ricardo ve onları izleyen tüm burjuva iktisatçıları, işçinin, kapitaliste, emek-gücünü değil, emeğini sattığını belirtirler. Eğer böyleyse, işçi, kendi emeğine göre ücret almaktadır, kapitalist ise, sermayesini işlettiği için kârını almaktadır. Öyleyse, işçi ve kapitalist eşittirler ve ortada, insanın insan tarafından sömürülmesi diye birşey yoktur. Gerçekte, işçi, emeğini satmaz (onu henüz harcamamıştır), çalışma yeteneğini, yani emek-gücünü satar. Kapitalist, ondan yararlanmaya karar verir ve emek-gücünün kendisine, ödediğinden fazlasını getirmesini sağlayacak şekilde hareket eder.
Üretim sürecinde emek-gücünün oynadığı rolü görelim. İşçi, bunu, makinelerin yardımıyla, hammaddelerden başlayarak son biçimini almış bir ürün ortaya çıkarmak için kullanır. Bu ürün satışa yönelmiştir ve hesaba göre, hammaddelerin ve yakıtın tüm değerini, makinelerin, aletlerin, kullanılan binaların değerinin bir kısmını içine alan bir değere sahiptir. Meta aynı şekilde, yeni bir değer kazanmıştır, ki bu, işçinin emeğinin meyvesidir. Bu değer, kapitalist tarafından ödenen emek-gücünün değerinden daha büyüktür. İşte bunun somut bir örneği: (sayfa 14)
ARTI-DEĞER
Varsayalım ki, kapitalist, bir dikiş makinesi fabrikasına sahip bulunuyor. 200 parça imal etmek için 2.000 dolara, 10.000 kg. metal (kilosu 20 sentten) satın alıyor diyelim. 200 dikiş makinesinin yapımı bir miktar madde yıpranmasına, aydınlatma ve ısınma vb. giderlerine yolaçıyor (250 dolarlık bir tutar). Kapitalist, herbirine 5 dolar ödediği 50 işçi tutuyor (toplam 250 dolar). Kapitalistin genel giderleri aşağıdaki gibi olacaktır:
Metal |
2.000 dolar |
Makinelerin yıpranması |
250 dolar |
Emek-gücü |
250 dolar |
Toplam |
2.500 dolar |
İşletme, herbiri 12,5 dolara gelen (2.500 : 200), 200 dikiş makinesi imal etti.
Varsayalım ki, bu makineler, pazarda 12,5 dolara satılıyor. Eğer kapitalist, makinelerini bu fiyatla paraya çevirecek olursa, ancak harcamış olduğu parayı geri alır, yani kâr elde etmez.
Gerçek hiç de öyle değildir. Kapitalizm, işçinin geçimini sağlamak için gerekenden daha fazla bir değer üretmesini sağlayacak üstün bir iş verimliliğini varsayar. Teknik ilerleme, gerekli geçim araçlarını üretmek için kullanılan zamanı azaltır. Oysa emek-gücünün günlük değerini ödeyen kapitalist, işçiyi, bütün gün çalıştırır; bu da, işçinin kendi emek-gücünün üzerinde bir değer yaratmasına neden olur.
Örneğimize dönerek, kendi emek-gücü değerine eşit bir değer yaratması için, işçiye dört saat gerektiğini varsayalım. Bununla birlikte, işçi, kapitalist ile yapmış olduğu sözleşme gereğince sekiz saat çalışmak zorundadır. Sekiz saatte, dikiş makinesi fabrikası öreğimizdeki 50 işçi, iki kez daha fazla üretim aracının biçimini değiştirirler ve iki kez daha fazla (sayfa 15) ürün çıkarırlar, yani 400 dikiş makinesi. Sonuç olarak kapitalistin giderleri şöylece değişir:
Metal |
4.000 dolar |
Makinelerin yıpranması |
500 dolar |
Emek-gücü |
250 dolar |
Toplam |
4.750 dolar |
400 dikiş makinesini aynı fiyata (12,5 dolara) sattıktan sonra, kapitalistin eline 5.000 dolar geçer. Demek ki, elde edilen, değer, kapitalistin giderlerinden 250 dolar fazladır, artı-değer doğmuştur.
Üretim sırasında işçilerin emeği ile yaratılan artı-değer kapitalist topluluk üyelerinin kendi çalışmalarından gelmeyen gelirlerinin: sanayicilerin ve tüccarların kârlarının, hisse sahiplerinin paylarının, tefecilerin ve bankacıların aldıkları faizlerin, toprak sahiplerinin toprak rantlarının vb. kaynağıdır.
Eğer kapitalist, bir artı-değer elde ediyorsa, bu, işçilerin, kendi emek-güçlerine eşit bir değer yaratmak için gerekenden daha uzun bir süre çalışmış olmalarındandır. Artı-değer, onu yaratmak için işçiye ödeme yapmadan kapitalist tarafından alıkonulur. Bu, kapitalist sömürünün özünü oluşturur.
Kapitalist sömürü maskelenmiştir; bu onu, feodal toplumdaki ve köleci toplumdaki sömürüden ayırır. Kölelerin ve serflerin çalışması zoraki bir çalışmaydı. İşçi de çalışmak zorundadır, ama onun kapitalist karşısındaki kişisel özgürlüğü, kapitalizmde, çalışmanın bu niteliğini gizler.
GEREKLİ EMEK VE ARTI-EMEK
Kapitalizmde işçi işgününün bir bölümünde kendisi için, geri kalanında patronu için çalışır. İşçinin yaşamını sürdürmesi için gerekli olan ürünü yaratan emeğe gerekli-emek, bu amaçla, yani bu iş için harcanan emek-zamanına ise gerekli (sayfa 16) emek-zamanı denir. Bu, ücret biçiminde ödenmektedir.
Fazla ürünün üretilmesine giden emek-zamanı, artı-emek-zamanı ve bu fazla ürünün üretilmesi için harcanan emek de artı-emek adını alır. Artı-emeğin gerekli-emeğe ya da artı-zamanın gerekli-emek-zamanına oranı işçinin sömürülmesinin derecesini gösterir.
Artı-emek kapitalizmden önce de vardı, köle sahipleri ve feodaller, sömürülen halkın fazladan çalışması sayesinde yaşıyorlardı, ama kapitalizmde artı-ürün, artı-değere dönüşür, çünkü emek-gücü, bir meta olur; artı-değer yalnız kapitalistlerin gereksinmelerini karşılamaya değil, başka işçilerin de sömürülmesine yarar: o, sermayeye dönüşür.
KAPİTALİST ÜRETİMİN AMACI
Artı-değerin, yeni bir artı-değer sağlayan sermayeye dönüşümü, işte kapitalist üretimin amacı budur. Kapitalistler, en az giderle en yüksek artı-değeri elde etmek isterler. Buna ulaşmak için her yol mubahtır. Bir İngiliz sendikacısı, sermayenin, artı-emeğe karşı doymak bilmez bir susuzluğu olduğunu yazmıştır: "Nasıl ki doğa, boşluktan nefret ederse, sermaye de kârsızlıktan ya da az kârdan nefret eder. Kâr elverişli oldu mu, sermaye yürekli olur: %10 garantili kârla her yerde kullanılabilir; %20'de kızışır; %50'de delice bir cesarete gelir; %100'de bütün insani yasaları ayaklar altına alır; %300'de işlemeyeceği cinayet yoktur, darağacı pahasına da olsa."
Artı-değer avı, üretimin artmasının güçlü bir dürtücüsü -kölelikte ve feodalitede bilinmeyen bir dürtücüsü- olarak belirdi. Bu güç, Avrupa'da, sonra Kuzey Amerika'da ve bütün dünyada büyük sanayii yerleştirdi. Aynı zamanda, artı-değer avı, sermaye-emek çelişkisinin kaynağıdır ve kapitalist üretime çelişik niteliğini verir. Kapitalistin gözünde, yalnızca artı-değer yaratan bir çalışma, verimli, üretken bir çalışmadır. Aşın bir artı-değer elde etmek için işçileri sıkıştırır. Artı-değeri artırmak için iki yol vardır. Diyelim ki, işgünü, (sayfa 17)
5 saati gerekli emek-zamanı olmak üzere 10 saat sürüyor. Bu durumda, sömürü oranı, ya da artı-değer oram şöyledir:
5 saat artı-emek zamanı
-------------------------------- X %100 = %100
5 saat gerekli-emek zamanı
MUTLAK ARTI-DEĞER
Artı-değer oranını artırmanın birinci yolu, işgününü uzatmaktır. Eğer işgünü, (10 saat yerine) 12 saate çıkarılırsa, emek-gücünün değeri aynı olduğuna göre, gerekli-emek-zamanı değişmez. Öte yandan artı-emek-zamanı artmıştır, ve artı-değer oranı şöyle olur:
7 saat
--------------- X %100 = %140
5 saat
İşgününün mutlak olarak uzatılması ile elde edilen artı-değer, mutlak artı-değer adını alır. Bu mutlak artı-değer, tekniğin daha az gelişmiş olduğu, birçok köylü ve zanaatçının birer işletmeye sahip bulundukları ve kol-gücünün kıt olduğu kapitalizmin başlangıç dönemlerinin ilk zamanlarının ayırdedici niteliğidir. Burjuva devleti, işçileri olanaklı olduğunca çok çalışmaya zorlayan yasalar çıkarıyordu. Sonuç olarak işçilerin yaşama süresi kısalıyor, ölüm oranı artıyordu.
Proletaryanın sayıca gelişmesi ve güçlenmesiyle birlikte emek-gücünün kısaltılması için işçilerin savaşımının büyüdüğü görülür. Bu, işçi hareketinin ilk hak davalarından biridir. Savaşım, İngiltere'de başladı; 19. yüzyılın ortalarında İngiltere'de, işgünü 12 saat, sonra da 10 saat olarak sınırlandırılmıştı (1901). Buradan, başka ülkelere yayıldı. Rusya'da 1897 etkili grevlerinden sonra işgününü 11,5 saate indiren bir yasa kabul edildi.
Sonra, sıra, sekiz saatlik işgünü sloganına geldi. Hareket, (sayfa 18) Rusya'da 1917'de sosyalist devrimden sonra özellikle kuvvetlendi. İşçi sınıfının baskısı karşısında birçok burjuva ülkelerde sekiz saatlik işgünü yasalaştı. Kapitalistler, işi şiddetlendirerek hemen karşılık verdiler.
NİSPİ ARTI-DEĞER
İşgününün uzatılması işçilerin direnciyle karşılaşınca, kapitalistler, başka bir yola başvurdular: bir yandan artı-emek-zamanını, yani artı-değeri artırırken, gerekli-emek zamanını da azalttılar. Bu, günlük tüketim için üretim yapan dallardaki emeğin verimliliğinin yükselmesi sayesinde olanaklı olmuştu. Emeğin verimliliğinin artması, işçinin geçim araçlarının, dolayısıyla emek-gücünün değerini düşürdü. Örneğimizde, işçinin geçim araçlarının üretimi (gerekli-emek-zamanı) 5 saat gerektiriyorduysa, bugün, artık, ancak 3 saat gerektirmektedir.
İşgününün uzunluğu aynı kaldığı halde, sömürü derecesi yükseldi.
Emeğin verimliliğinin artması sonucunda gerekli-emek-zamanının azalması ve artı-emek-zamanının artması sayesinde elde edilen artı-değere, nispi artı-değer denir.
Bunun gibi kapitalistler, artı-değeri artırmak için her türlü yola başvururlar: üretimin genişletilmesi, teknik ilerleme, sömürünün pekiştirilmesi. Artı-değer üretilmesi, kapitalizmin temel ekonomik yasasını oluşturur.
SERMAYE
Kapitalist toplumun incelenmesi, zorunlu olarak, sermayenin incelenmesiyle başlar. Gerçekten bu kavramın içeriği nedir?
Sermayenin çeşitli görünüşleri vardır. Burjuva toplumunda, para, makineler, binalar, mamul ürünler, sermaye olabilirler. Şu halde, sermaye, her şeyden önce, bir değerdir. Ama her değer, sermaye değildir. İşçiye ücreti para olarak (sayfa 19) verilir, ama o, bu yüzden, sermaye sahibi olmaz.
Köylünün bir evi, tarım aletleri vardır, ama onun mülkü de sermaye değildir. Para, değerini artırdığı, yani bir artı-değer sağladığı zaman sermaye olur (ve bütün değerler için de durum aynıdır). Şu halde diyebiliriz ki, sermaye, artı-değer sağlayan bir değerdir.
Burjuva iktisatçılarına göre, artı-değer, sermayenin bir iç özelliği olmalıydı. Ama kendi başına sermaye, artı-değer yaratmaz. Bunu ancak emekle birlikte, yani üretimde sağlar. Sermaye, işçiyi, artı-değerin yaratıcısını sömürür, artı-değerin kendisi de sermayeyi artıran kaynaktır. Demek ki, sermaye, ücretli işçilerin sömürülmesi sayesinde, artı-değer sağlayan bir değerdir.
Hangi biçimde olursa olsun sermaye, yalnızca sermaye olmaktan fazla bir şeydir. İnsanın insan tarafından sömürülmesini ifade eden kapitalistlerle proleterler arasındaki üretim ilişkisinin cisimleşmesidir.
Burjuva iktisatçılarına göre, sermayeyi, ancak üretim araçları oluşturabilir. Bu, Adam Smith'in ve David Ricardo'nun görüşüydü. Ricardo, ilkel insanın aletleri olan taşa, sopaya değin her şeyde, sermayeyi görüyordu. Günümüzde burjuva bilimi, sermayeyi, her çeşit üretimin ta başlangıçtan gelen ve sonsuza değin giden bir koşulu yapmak için sermaye ile üretim araçları arasında bir eşitlik kurmaya devam eder. Kapitalizmin "sonsuzluğu"nu desteklemek üzere, sermayenin "sonsuzluğu" yardıma çağrılır.
Öte yandan, burjuva iktisatçıları, kapitalizmin ve kapitalist toplumdaki sınıfların doğuşunu değişik gösterip, bozarlar. Onlara göre, çalışkan ve tutumlu insanlar kapitalist olacaklar, tembeller ve tutumsuzlar ise işçi haline geleceklerdi. Bu, tarihsel gerçeğe aykırı bir şeydir. Sermayenin ilkel birikimi, tutum sayesinde değil, sömürgelerin yağma edilmesi, köylülerin mülksüzleştirilmesi, yoksullara karşı yöneltilen ve kapitalizmin muhtaç olduğu çalışma disiplinini yaratmak için başvurulan yasalar sayesinde olmuştu. (sayfa 20)
3 KAPİTALİST TOPLUMUN SINIFLARI
BURJUVAZİ VE PROLETERYA
Her sınıflı toplumun sınıf ve tabakaları arasında, toplumsal karşıtlığı birinci derecede ifade eden temel sınıflar ayırdedilir. Bunlar, kölelikte köleler ile köle sahipleri, feodalitede ise toprak sahipleri ile serflerdi. Kapitalist düzende, bu temel sınıflar, burjuvalar ile proleterlerdir.
Burjuvazi, üretim araçlarına sahip olan ve ücretli işçileri sömürmek için bu üretim araçlarından yararlanan bir sınıftır. Burjuva sınıfı türdeş bir sınıf değildir. Üst tabakası, zamanımızda, kapitalist dünyanın siyasetine ve ekonomisine egemen olan tekelci burjuvaziden oluşur. Bu arada, kapitalist ülkeler üretiminin üçte-birini 200 tekel denetler. Küçük-burjuvazi, kapitalistler ile işçiler arasında ara yeri tutar. Küçük patronların önemli bir kısmı, büyük şirketlerin bağımlılığı altındadırlar.
Eskiden kent küçük-burjuvazisinin yaşam düzeyi ile proletarya arasındaki fark, daha büyüktü. Bugün, küçük-burjuvaların gelirleri, büyük işletmelerde çalışan işçilerin ücretine eşit ya da bunun altındadır. Ve onların çalışma koşulları daha kötüdür. Küçük-burjuvazinin iş-günü daha uzundur, ve işçilerin inatçı bir savaşım sonunda elde ettiği toplumsal yardımlardan yararlanma hakkı yoktur. Küçük patron, büyük şirketlere daha çok bağımlıdır. Daha doğrusu, hiç denecek kadar bağımsızdır.
Proletarya, üretim ve geçim araçlarından yoksun ve bu yüzden de emek-güçlerini kapitaliste satmak zorunda olan bir ücretli işçiler sınıfıdır.
Kapitalist toplumda, proleterler ile burjuvalar çözülmez bağlarla birleşirler: burjuva, ancak ücretli işçiyi sömürerek yaşayabilir ve zenginleşir, işçiler ise kapitalistin yanında işe girmezlerse varolamazlar. Öte yandan, bunlar, uzlaşmaz karşıt olan sınıflardır. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiler, kapitalist toplumun başlıca toplumsal çelişkisidir. (sayfa 21)
TOPRAK SAHİPLERİ VE KÖYLÜLER
Burjuvalar ve proleterlerden başka, kapitalist toplum, feodaliteden kendisine miras kalan toprak sahipleri ve köylüler sınıflarını da içerir. Kapitalizmde bu sınıflar çok değişmiştir: toprak sahipleri, topraklarını çiftlik işleticisi kapitalistlere kiralayan ya da ücretli emek kullanarak topraklarını işleten büyük tarımcılardır.
Köylüler, esas olarak, kendi ekonomilerini kendilerinin olan üretim araçları ile işleten küçük mülk sahipleridirler. Burjuva ülkelerin çoğunda, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylüler, toplumsal planda türdeş değillerdir; bu grupta sürekli bir çatlama, ayrılma görülür: kapitalist unsurların ortaya çıkışı, yoksullaşan fakir köylüler sayısının artması.
ARA TABAKALAR
Kapitalizmin evrimini nitelendiren özelliklerden biri de, ücretliler (işçiler ve memurlar) sayısının artması ve bağımsız patronlar sayısının azalmasıdır. Örneğin, bağımsız patronlar, 1870'te Birleşik Devletler'in etkin nüfusunun %40,4'ünü oluşturduğu halde, 1954'te %13,3'ünü oluşturuyordu. Buna karşılık, ücretlilerin sayısı, %59,4'ten %86,8'e çıkmıştı.
Gerçek durumdan habersiz burjuva bilginleri, kapitalist toplumda, sınıf karşıtlıklarının ortadan kalktığını ve hasım sınıfların yerini bir "orta sınıfın aldığını ifade ederler. İngiliz Profesör T. Marshall'a göre, hemen hemen bütün Batı toplumu, koskoca bir "orta sınıf haline dönüşmektedir. Arabası, buzdolabı, televizyon alıcısı ve öteki dayanıklı tüketim eşyasına sahip olanların hepsi bu sınıfa konmaktadır. Bununla birlikte bir televizyon alıcısı ya da bir araba satın almış olmak, işçinin "ne toplumsal durumunu, ne de üretim araçları karşısındaki durumunu değiştirmez; kısacası işçi bu yüzden bir kapitalist olmaz. Dayanıklı eşya çok kez kredi ile satın alınır, yani aylık taksitini ödemediği takdirde kendisinin (sayfa 22) olmaktan çıkan bu eşya işçiye ait değildir.
"Ara sınıf teorisi, kanıt olarak, kapitalist ülkelerde, memurların sayısının artmasını gösterir. Memurlar, sözcüğün dar anlamıyla, işçi değildirler, çünkü kendilerini entelektüel çalışmaya vermişlerdir. Bununla birlikte memurlar da, işçiler de ücretlidirler. Gerçekten de kapitalist toplumda memurların sayısı hızla artar. 20. yüzyılın başında öncü (pilot) kapitalist ülkelerin etkin nüfusunun %7-8'ini memurlar oluşturuyordu; bugün bu sayı, %20-30'a çıkmıştır. Memurlar, Amerika Birleşik Devletlerinde, 23 milyondan fazla, yani çalışma yaşındaki nüfusun üçte-biridir. İşte burjuva ideologlarının, burjuvaları olduğu kadar proleterleri de içine alacak ve büyük toplumsal bir güç haline gelecek olan "yeni bir ara sınıftan sözetmelerinin nedeni budur.
Gerçekte bu yeni sınıf (memurlar sınıfı) mevcut değildir. Memurlar, kapitalist toplumda türdeş bir tabaka değildirler. Bunların üst tabakası, şirket ve banka görevlileri ve müdürleri, toplumsal durumları, gelir miktarları ve ücret biçimleri bakımından burjuvaziye yaklaşırlar. Memurların çoğunluğu ise "beyaz gömlekli işçiler" den başka birşey değildirler.
Aydın çevreler de büyük değişikliklere uğradılar. Ücretli aydınlar gittikçe daha kalabalıklaşıyor; durumları, onları, işçi sınıfına yaklaştırıyor; sendikalar altında birleşirlerse (öğretmenler, hekimler) işçi hareketinde etkin olarak yer alırlar.
İKİNCİ BÖLÜM
BURJUVA DEVRİMİ
1. BURJUVA SİSTEMİN, FEODAL SİSTEMİN YERİNİ ALMASI
TARİHSEL BİR ZORUNLULUKTUR
Üretici güçlerin sürekli olarak artması, insan toplumunun evrimine egemen olan bir yasadır. Oysa, üretici güçlerdeki ilerlemenin gerisinde kalan eskimiş, modası geçmiş üretim ilişkileri, üretici güçlerdeki bu sürekli artışı engeller. Toplumsal devrimin kökeninde yeni üretici güçler ile eski üretim ilişkileri arasında çatışma vardır. Devrim, toplumsal ve iktisadi bir yapının yerini, daha ilerici olan bir yapının almasıyla sonuçlanır, ki bu da tarihsel bir zorunluluktur. Sözkonusu olan çatışma, eskimiş üretim ilişkilerini savunan gerici sınıflar ile ilerici sınıfları, en başta, sürekli evrim halindeki üretici güçlerin başlıca unsurları olan işçileri karşı karşıya getiren bir savaşım ile ifadesini bulur. Gelişmesinin belirli bir aşamasında, sınıf savaşımı, devrimle sonuçlanır. (sayfa 27)
BURJUVA DEVRİMLERİNİNİN İKTİSADİ VE TOPLUMSAL
TEMELİ VE NİTELİĞİ
Toplumsal devrimler, onları harekete getiren güçlerin niteliğiyle, vardıkları iktisadi, toplumsal ve siyasal sonuçlarla birbirinden ayrılırlar. Bir devrimin niteliği, çözümlediği toplumsal çelişkilerin, yerine getirdiği görevlerin niteliği ile belirlenir, başka bir deyişle, devrimin, üretim ilişkilerinden hangisini kaldıracağı ve hangisini kuracağı sözkonusudur. Toplumsal ve iktisadi evrim gereğince, feodal ilişkileri yıkacak olan bir devrim, burjuva devrimidir. Feodal toplumun bağrında ortaya çıkmış olan yeni üretici güçler ile eski üretim ilişkileri, yani feodal ilişkiler arasındaki çatışma, burjuva devriminin toplumsal ve iktisadi temelini oluşturur. Kölelik dönemi üretim biçiminin ardından gelen feodal üretim biçimi, iktisadi evrimin bir üst derecesini temsil ediyordu. Üretici güçlerin ileri doğru atılımlarına geniş olanaklar sundu.
Serfin çalışması, kölenin çalışmasından daha üretken, daha verimliydi. Gerçekten de, serfin, kendi özel işletmesi üretim aletleri vardı ve bir ölçüde çalışmasının sonucuyla (ürettiği ürünle) maddi olarak ilgilenmekteydi. Oysa, toplumsal üretimin belirli bir gelişme düzeyinde, köle emeği, tarımın ve sanayiin ilerlemesine karşı bir engel haline gelmişti.
Egemen sınıflar, eskimiş üretim ilişkilerinin sürdürülmesine gözcülük ederler. Ellerinde tuttukları siyasal iktidarı, egemenliklerini sürdürmek için kullanırlar. Bu yüzden, devrimci sınıfın, yeni üretim ilişkilerini kurmak için her şeyden önce iktidarı eline geçirmesi gerekir. Devlet iktidarı sorunu,, her devrimin başta gelen {essentiel) noktasıdır. Eski düzenin devrilmesi ve yeni iktidarın örgütlenmesi, siyasal devrimin içeriğini oluşturur. (sayfa 28)
FEODALİTENİN BAĞRINDA KAPİTALİST ÜRETİM
İLİŞKİLERİNİN GELİŞMESİ
Kapitalist üretim ilişkileri, bizzat feodal toplumun bağrında, daha burjuva devriminin zaferinden önce doğar ve gelişmeye başlar. Bu, burjuva devrimlerinin ayırıcı özelliğini oluşturur. İngiltere'deki (17. yüzyıl) ve Fransa'daki (18. yüzyıl) burjuva devrimleri, bunu gösteren örneklerdir. Hollanda burjuva devriminin tersine, İngiliz ve Fransız burjuva devrimleri, bütün Avrupa'yı içine alıyor ve orada yeni bir toplumsal ve siyasal rejimi başlatıyordu. Bu devrimler, dünyanın şu ya da bu bölümlerinin, örneğin İngiltere ve Fransa'nın gereksinmelerinden çok, o zamanki dünyanın tümünün gereksinmelerini ifade ediyordu. Fransız ve İngiliz devrimleri tarihi, burjuva devrimlerinin genel özelliklerini ortaya koyacak veriler bakımından zengindirler.
İNGİLTERE'DE KAPİTALİZMİN DOĞUŞU
16. yüzyılın ikinci yarısından 17. yüzyılın birinci yarısına değin geçen yüz yıl içinde, Büyük Britanya sanayiinde, kapitalist ilişkilerin hızla geliştiği görülür. Küçük meta üretimi yanında, kapitalist manüfaktürlerin çeşitli biçimleri de gelişir. Büyük kapitalist üretim, ilkin daha yüksek bir teknik düzeye, sonra da daha büyük sermayeler harcamasına gereksinme duyulduğu yerlerde kendini gösterir. Bu, maden işlemede, maden çıkarma sanayiinde, camcılıkta, ipekçilikte, silah sanayiinde böyle olmuştur.
Manüfaktürlerin genişlemesi, üretimin hızla ilerlemesine katkıda bulunuyordu. Böylece, 1560 ile 1680 arasında kömür üretimi, ondört kat artmış ve yılda 3 milyon tona ulaşmış oldu. Bu, o çağda, Avrupa'da çıkartılan bütün kömürün 4/5'ünü oluşturuyordu. 1540-1640'a değin, kurşun, kalay, bakır üretimi altı ila sekiz kat arttı, demir madeni üretimi ise üç katına çıktı.
İngiltere tarımında, kapitalizm, sanayiden daha önce (sayfa 29) başlamıştı ve tarımda kapitalizmin ilerlemesi, sanayidekinden daha hızlı ve daha radikal oldu. Bu olgu, İngiltere'de sermayenin ilkel birikimine özel bir nitelik verdi ve sınıf güçlerinin ülkedeki dağılımı üzerinde belirli bir rol oynadı.
Soyluların bir kısmı, kendilerini, kapitalist eylemlere vermeyi (koyun yetiştirme ve yün satımı) daha kârlı buldular; senyörler (feodal beyler), köylülere ait tarlalara elkoyuyorlardı. Bunun sonucunda, kır nüfusu, yığın halinde, mülklerinden oldu. Feodal sınıfın bu kesiminin temsilcileri, sanayide (ve dış ticarette olduğu kadar iç ticarette de) daha az yoğun olmayan bir faaliyet gösteriyorlardı. Soylularla birlikte köylülerin en zenginleri de, kapitalist faaliyete katılıyorlar ve kapitalist çiftçilere dönüşüyorlardı.
Ticaretin, yani kent ile köy arasında meta değişiminin gelişmesi, kapitalist ilişkilerin hızla ilerlemesinin temeli oldu. Yerel pazarların bir tek ulusal pazar halinde birleşip kaynaşması, çeşitli bölgelerin uzmanlaşmasındaki ilerleme ile belirlenen sürece yardımcı oldu.
FRANSA'DA KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ
Fransa'da, manüfaktürler, 16. yüzyıldan başlayarak yayılmaya başladılar ve 18. yüzyılın sonuna doğru üretimleri çok yüksek bir düzeye ulaştı. Lyon'da ve güneyin başka kentlerinde, ipek manüfaktürleri hızla gelişmekteydi, Reims bölgesinde yün manüfaktürlerinin, Paris'te ise halı manüfaktürlerinin geliştiği görülüyordu. Paris ve Lyon'un en büyük basımevleri, kapitalist biçim üzerine kurulmuşlardı. 1785'te Creusot metalürji fabrikaları ilk ürünlerini verdiler. Buharlı makineler, özellikle Anzin kömür madenlerinde Kuzey Fransa'da, Orleans'da ve başka kentlerde kullanılmaya başlandı. Bununla birlikte, Fransız manüfaktür sanayii küçük parçalar halindeydi, az sayıda işçi kullanan iş yerleri çoğunluktaydı. İmalat kollarının çoğunluğunda loncaların egemenliği, gerek bir merkezde toplanmış ve gerekse dağınık bulunan manüfaktürlerin kırlık alanlara yerleştirilmesine neden oluyordu, (sayfa 30) bu da hammaddelerin ve imal edilmiş eşyanın taşınmasındaki ve kolgücü sağlanmasındaki güçlükleri artırıyordu.
Kapitalist ilişkiler, tarıma da yayılıyordu. Tarımda feodal beylerden toprak kiralayan ve bu toprakları ya tekrar yoksul köylülere kiraya veren ya da toprağı olmayıp da tarım ücretlileri haline gelmiş olan köylülerin yardımıyla kendisi işleyen toprak kiralayıcısı köylüler tabakasının ortaya çıktığı görülüyor. Büyük çiftçiler arasında birçok kentli burjuva vardı. Artan kapitalist sömürü ve sayısız senyörlük hakları, köylünün sefaletini ve yoksulluğunu derinleştiriyordu. Köylüler, nüfusun esas kitlesini oluşturuyordu ve bu kitlenin satın alma gücünün azalması, pazarı daraltıyor, kapitalizmin ilerleyişini engelliyordu.
BURJUVA VE PROLETARYA SINIFLARININ DOĞUŞU
İngiltere'de yükselmekte olan burjuvazi, toplumun çeşitli sınıf ve katlarından gelenleri kendi saflarına topluyordu. Ticaret burjuvazisi, kökünü, ortaçağ tüccarlarından, sanayi burjuvazisi ise zenginleşmiş zanaatçılardan alıyordu.
Toprak sahiplerinin bir kısmı, ücretli emeğin sömürüsüne, yani kapitalist ekonomiye geçmek üzere ekonominin feodal biçimlerini bıraktılar. Bu olay, doğmakta olan kapitalist sınıfın bağrında birbirinden ayrı iki toplumsal tabakanın ortaya çıkışını doğurdu: burjuvalaşmış feodaller ve kent burjuvazisi. Topraklarından kovulan köylüler, manüfaktürlerdeki ücretli işçilerin büyük kısmını oluşturdu. İngiltere'nin feodal devleti, manüfaktürlerin genişlemesini isteklendirmesi yararlı buluyordu. Gerçekten de, devletin, kapitalist patronlara "yardım"ı, feodal yöntemlerle gerçekleşti. Bu yüzdendir ki, Tudorların ve Stuart'ların 16. yüzyıldan beri uygulamaya başladıkları "işçi mevzuatı", bir çeşit ekonomi-dışı zordu. Geçim olanaklarından yoksun onbinlerce işçinin işkence görmesine, ürkütülmesine ve öldürülmesine neden olan bu mevzuatın "kanlı" sıfatı ile tarihe geçmesi, bir raslantı değildir.(sayfa 31) Proletarya, feodal devlet ile yükselmekte olan burjuvazi arasındaki sıkı bir işbirliğinin nitelendirdiği tarihsel bir ortamda ortaya çıkıyordu.
Fransa'da, burjuvazi ve proletarya, oluşum halindeki bu sınıflar, soylular ve ruhaniler dışında kalan üçüncü tabakayı (tiers état), ayrıcalığı olmayan katı oluşturuyorlardı. 18. yüzyılın sonuna doğru, Fransız burjuvazisi, aşağıyukarı 250.000 kişi sayılıyordu. Bunlar, manüfaktür sahipleri, tüccarlar, bankacılar vb. idi. Proletarya, zanaatçılar ve kalfalar arasından toplanıyordu. Devrimden hemen önce, manüfaktürlerde, yaklaşık olarak, 600.000 işçi vardı. Burjuvazi azçok örgütlü bir gücü temsil ettiği halde, Fransız işçi sınıfı son derece zayıftı ve şekillenmemişti, kendi toplumsal çıkarlarının bilincinde değildi. "Kendiliğinden" bir sınıftı.
KAPİTALİST EKONOMİ İLE FEODAL SİYASAL SİSTEM
ARASINDAKİ ÇELİŞKİ
İngiltere'nin feodal toprak beyleri sınıfı da, Fransız feodalleri gibi kendi durumlarını hiç de burjuvaziye bırakmaya gönüllü değildi. Feodal devlet, manüfaktürlerin genişlemesinden elde ettiği yararlara karşın, ortaçağ loncalarını destekliyordu. Bu loncalar, teknik yeniliklerin getirilmesini her çareye başvurarak engelliyor ve manüfaktürlere karşı savaşım veriyorlardı. Oysa bu, loncaları, kapitalist ilişkilere karşı korumuyordu ve loncaların ilerde kapitalist işletmeler haline gelmesini önleyemezdi. Bununla birlikte, loncalar düzeni, loncaların içtüzükleri ve ayrıcalıkları (İngiltere'de loncaların çoğu kez hem zanaatçı, hem de ticari nitelikleri vardı), İngiltere ve Fransa'da, kapitalist gelişmeyi baltalıyordu. İç gümrükler, geçiş rüsumları, yetkililerin ve senyörlerin keyfî davranışları, tek bir ölçü sisteminin olmayışı ve yerel adli kurallar, ticaretin genişlemesini, tek bir ulusal pazarın kurulmasını ve kapitalist ilişkilerin kesin olarak yerleşmesini engelleyen etkenlerdendi. Yalnız feodal siyasal sistemin tasfiyesi ve iktidarın burjuvazi tarafından ele geçirilişi, kapitalist (sayfa 32) üretim biçiminin serbestçe gelişmesini güven altına alabilirdi.
DEVRİMİN İDEOLOJİK HAZIRLANIŞI
Burjuva devrimi, fikir alanında bir hazırlık olmadan, "kafalarda bir devrim" yapılmadan olanaksız olurdu. Fransız Devrimi bu bakımdan, son derece karakteristiktir. Devrimden çok önce, üçüncü tabakanın ileri gelen temsilcileri "aydınlık havarileri", hüküm sürmekte olan feodal yönetimi şiddetle eleştirdiler, yıkılması gerektiğini gösterdiler. Eski düzenin yerini alması gereken yeni düzen hakkındaki fikirlerini ortaya koydular. "Eskiler grubu"nun filozofları, Voltaire, Montesguieu ve ötekiler, büyük burjuvazinin ideologlarıydılar. Voltaire (François-Marie Arouet, 1694-1778), mutlak krallığı, soyluların ayrıcalıklarını, boşinan canavarı ve bağnazlık yılanı diye nitelendirdiği katolik kilisesini amansız bir biçimde suçluyordu. Özgürlük ve eşitlik ideallerini ileri sürerken yalnızca, burjuvazi ile soyluların eşitliğini kastediyordu.
Charles Montesquieu (1689-1755), Acem Mektupları adlı çok nükteli taşlamasında feodal düzeni sert bir biçimde eleştirdi. Başka bir yapıtında, Yasaların Ruhu'nda feodal mutlakiyetin yerini alacak olan düzen hakkındaki fikirlerini ortaya koydu. Ona göre en iyi toplumsal yapı, meşrutiyet, meşruti hükümdarlıktır. Voltaire gibi Montesquieu de, özgürlük ve eşitlik ülkülerine bağlıdır. Zencilerin köleliğine şiddetle karşı çıkar.
İkinci grup, "genç kuşak" filozoflarını, Rousseau ve ansiklopedicileri, küçük ve orta burjuvazinin sözcülerini içine alıyordu. Adlarını, kaleme aldıkları 33 ciltlik, Açıklamalı Bilimler, Sanatlar ve Meslekler Sözlüğü ya da Ansiklopedisi'nden alıyorlardı. Bu yapıtın yazarları, mekanik materyalizmden esinleniyorlar, ama toplumsal olayların açıklanmasında idealist kalıyorlardı.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) baskısız bir topluma, (sayfa 33) özgür insanlar arasında bir "toplum sözleşmesi"ne dayanan genel mutluluk ve refah devleti hayal ediyordu. Halkın, despotizmi devirmeye ve devrimi gerçekleştirmeye hakkı olduğunu yazıyordu. Devrimci küçük-burjuvazi özel mülkiyetin eşit olarak üleşilmesini ileri sürüyor; ama özel mülkiyetin kaldırılmasını olanaksız bir şey sayıyordu.
Ansiklopedicilerin görüşleri, Diderot, Helvétius, d'Alembert ve başkaları, Rousseau'nun görüşlerine yaklaşıyordu.
Hugo, ansiklopedicilerin, Fransız devrimini yapanların, ideolojik eğitimindeki rolünü belirtirken şöyle yazıyordu: "1789'un, bu önsöze, Ansiklopedi'ye gereksinmesi vardı. Voltaire, Mirabeau'yu hazırlıyor. Diderot'yu ortadan kaldırın, Danton'dan da olursunuz. 18. yüzyılın Rousseau denen filizini kurutan biri, yüzyılın sonunda Robespierre denen öteki filizi de kurutmuş olurdu".
Ve ensonu üçüncü Aydınlık filozofları grubunu, yoksul köylülerin, kentlerin yoksul yığınlarının ve proletaryanın ideologları oluşturuyordu. Özellikle, ütopik komünizm fikirlerini geliştiriyorlardı. Jean Mellier (1664-1729), Vasiyetna' me'sinde baskıya ve özel mülkiyete dayanan bir yönetimin, devrim yoluyla devrilmesi zorunluluğunu gösteriyor. Sömürgecilerin elinde din, halkı boyunduruk altında tutmaya yarayan bir masaldır. Toprağın özel mülkiyetinin, yerini işçilerin evrensel mülkiyetine bırakacağı sömürüşüz bir toplum kurmak zorunludur, diyor. Bunlar, aslında, ütopik komünist fikirlerdir. Morelly (özgeçmişi konusunda hiç bir şey bilinmiyor), Doğa Kanunnamesi'nde ve Papaz Mably (1709-1785), bunlara çok yakın fikirleri yayınlıyorlar.
Ansiklopedicilerin yapıtı, devrimin hazırlanışında çok büyük bir rol oynadı, çünkü bu filozoflar, krallık otoritesinin, feodal düzenin ve kilisenin, geniş yığınların gözündeki büyüleyici etkisini yıkmaya çalışıyordu.
DEVRİMCİ ORTAM
Bir devrimci patlamadan önce, devrimci bir ortam vardır. (sayfa 34) Bu demektir ki, öznel etkenlerle birlikte nesnel etkenlerin birleşmesi devrimle sonuçlanır. Nesnel etkenler arasında, her şeyden önce, süregelen yoksulluğun ve yıkımların ağırlığı altında ezilen yığınların kendi haklarını kendilerinin dile getirmeye başlamalarını saymak gerekir. Aynı zamanda, artık egemenliklerini değişmeden sürdüremeyen egemen sınıfların siyasal bunalımı da bu etkenler arasındadır. Devrimci ortamı tamamlayan öznel etken de, devrimci sınıfın, gerici sınıfın egemenliğine son vermek için, halkın oldukça şiddetli devrimci hareketlerini benimseyip yüklenen davranışlarıdır.
Devrimci ortamın ve bütünüyle burjuva devriminin somut özellikleri, 1789 Fransız Devriminde açıkça ortaya çıkar.
18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransız mutlakiyeti, tam çözülme, çürüme durumundaydı. Sarayda ahlak bozukluğu ve israf hüküm sürmekteydi. Büyük senyörler kralı kendilerine örnek alıyorlardı.
Öte yandan, ülkede, köylü ayaklanmalarının ardı arkası kesilmiyordu; bazan savaşımı işçiler başlatıyordu (özellikle, 1786'da Lyonlu dokumacıların ayaklanması).
Egemen feodal sınıfın ve burjuvazinin mutlakiyetinin hizmetinde olan egemen kesimin en keskin görüşlü temsilcileri, mevcut düzeni değiştirmek gereğinin bilincindeydiler. Ama, reformlar yoluyla, yani egemenliklerini ve tümüyle feodal düzeni korumaya yönelmiş kısmi ödünlerle amaçlarına ulaşabileceklerini sanıyorlardı. Özellikle, 1774'te, Maliye Bakanı olan Robert-Jacques Turgot'nun reformları böyleydi. Bu reformlar, kapitalistleşme yolunda girişimlerdi. Ama, Turgot, kısa bir süre sonra görevinden alındı ve reformları yürürlükten kaldırıldı. Bu, bir kez daha, kapitalist gelişme ile siyasal feodal sistemin bağdaşmazlığını ortaya koydu.
1790 yıllarına doğru, ülkenin ekonomik durumunun son derece ağırlaştığı görülür; bu, halkın hoşnutsuzluğunun yeni bir patlamasına neden oluyor. Ülkede devrimci bir ortam yaratıldı. Üçüncü tabaka olan burjuvazi, toplumsal sıkıntıya (sayfa 35) çözüm yolları bulmak için, buyururcasına, Etats Généreaux'nun toplantıya çağrılmasını istedi. Kral Louis XVI, buna razı olmak zorunda kaldı. Üçüncü tabakanın (özellikle burjuvazinin ve öteki varlıklı tabakaların) iki katına çıkarılması kararlaştırıldı ve bunların temsilcileri, Etats Généreaux'ya öteki iki ayrıcalıklı sınıfınkiler kadar milletvekili seçme olanağını elde ettiler.
2. DEVRİMİN İLERLEMESİ
DEVRİMCİ PATLAMA
Etats Genereaux, 5 Mayıs 1789'da açıldı; ertesi gün, derin bir şekilde birbirlerinden farklı, çeşitli güçlerin temsilcilerini karşı karşıya getirdi. Ayrıcalıklılar, üçüncü katın delegeleriyle birlikte ortak toplantı yapmayı reddettiler. Bu davranış, sonuncuları, cesur bir devrimci davranışa iteledi: 17 Haziranda, Ulusal Mecliste, kendilerine, en yüksek yetkiyi verdiler. Az sonra, Ulusal Meclis, kralın isteğine karşı gelerek, kendisini Kurucu Meclis olarak ilan etti ve bir anayasanın hazırlanmasını başlıca görev olarak benimsediğini belirtti.
Kral muhalefete son vermeye ve üstünlüğünü yeniden kurmaya karar verdi. Birliklerini topladı. Parisli yığınlar silahlanmaya başladılar. Yabancılar arasından toplanmış olan krallık süvari birliği halka ateş açtı. Artık halkın sabrı tükenmişti. 13 Temmuzda adına layık isyan başlıyordu. En başta yoksul işçiler olmak üzere isyancılar, 14 Temmuzda Bastille'i bastılar: Bastille'in alınması, Fransız Devriminin başlangıcı sayılır.
Kurucu Meclis, iktidarı ele aldı. Aynı anda belediyenin kendi-kendini yönetim örgütü, Komün, kuruldu.
Burjuva devrimleri, evrimleri boyunca, çeşitli toplumsal tabakaların devrimde oynadıkları role göre farklı aşamalardan geçer. Bu aşamalar Fransız Devriminin gelişmesinde de ortaya konabilir. (sayfa 36)
DEVRİMİN BİRİNCİ DÖNEMİ: İKTİDAR BÜYÜK BURJUVAZİNİN ELİNDEDİR
(14 TEMMUZ 1789 - 10 AĞUSTOS 1792 )
Bastille'in alınması, feodal hakların kaldırılmasını isteyen köylülerin başkaldırmalarına işaret oldu. Büyük burjuvaların -toprak sahiplerinin- üstün durumda oldukları birçok kentin belediyeleri ve ulusal muhafızları, feodallerin yardımına koşuyordu. İsyancıları yenmek için birlikler getirtiliyordu. Köy ve kent emekçilerine karşı bir çeşit büyük burjuvazi ve soylular birliği oluştu. İsyancılara karşı hiç bir sempatisi olmayan, ama devrimin yükselişinden korkan Kurucu Meclis, 11 Ağustosta, senyörlük haklarının kaldırılması hakkında bir yasa çıkarttı. Bu yasa, köylülerin kişisel angaryalarını tazminata bağlamadan kaldırıyordu, öteki hakların da satın alınabilir olduğu ilan edildi. Ürün vergisi (dime), ancak ilke olarak kaldırıldı, yeni bir yönetmeliğin yürürlüğe konmasına değin bu verginin ödenmesi gerekiyordu. Senyörlük hukukunun, yani senyörün serfleri üzerindeki adli yetkilerinin kaldırılması da gene koşula bağlı bir nitelik taşıyordu. 11 Ağustos yasası sayesinde, burjuvazinin temsilcileri kendileri için elverişli olan maddeler elde ettiler. Çeşitli kent ve eyaletlerin yararlandıkları ayrıcalıklar kaldırıldı, rahipler sınıfı ve soylular da vergi yükümlülüğü kapsamına alındılar.
Burjuvazinin ve feodal zümrelerin eşitliğini onaylamak amacıyla, Kurucu Meclis, 26 Ağustos 1789'da, "Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi"ni kabul etti; ki bu bildiri, gelecekteki anayasaya giriş görevi yapacaktır. Bildiri darbelerini, feodal toplumun temellerine yöneltiyordu ve onun ilerici rolü buradaydı. İnsanların eşitliğini ilan ediyor, bağımsızlık, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmenin, insanların her zaman için geçerli ve doğal haklan olduğunu bildiriyor, ulusun egemenliği ilkesini kabul ediyor, mülkiyetin dokunulmaz ve kutsal bir hak olduğunu ileri sürüyordu. Bu son nokta, Bildirinin, yurttaşlığı yalnız mülk sahiplerine tanıyan burjuva niteliğini, sınıf niteliğini açıkça ortaya koyuyordu. Bildiri, feodal eşitsizliğin yerine burjuvaca eşitsizliği koydu. (sayfa 37)
1789-1790 yıllarında, Paris'te ve daha sonra başka kentlerde, devrimci kulüpler ortaya çıktı. Devrim süresince bu kulüpler, siyasal partilere hizmet ettiler. Toplantı yeri olan Paris'teki St. Jacob manastırından dolayı Jakobenler kulübü adını alan kulüp, en güçlüleri arasındaydı. Daha sonra, taşrada, aynı adı alan ve aynı ilkelerden esinlenen yüzlerce kulüp kuruldu. Başlangıçta bu kulüplerde egemen durumda olanlar, (Mirabeau, Barnave, la Payette vb.) meşruti krallık yanlışıydılar; daha sonra, başında Rousseau'nun bir öğretilisi olan Maximilien Robespierre'in bulunduğu burjuva demokrat eğilim üstün geldi. Robespierre'in hasımları, jakobenlerden ayrıldılar ve kendi özel kulüplerini, föyonlar kulübünü kurdular.
1790 yılının başında, Paris'te (adını kulübün oturumlarını yaptığı eski Saint-François-Cordelier manastırından alan) kordeliyeler kulübü ortaya çıktı. Bu kulübün büyük simaları arasında Georges-Jacques Danton, Camille Desmoulins, Jacques Hebert, Gaspard Chaumette ve Jean-Paul Marat vardı. Devrimi yapanlardan biri olan Marat (1743-1793), en radikal demokratik tutumları benimsiyordu. Emekçiler, ona, halkın dostu diyorlardı.
BÜYÜK BURJUVAYİNİN VE LİBERAL SOYLULARIN
İKTİDARININ SAĞLAMLAŞMASI
Feodal hakları kaldıran yasanın kral tarafından onaylanması gerekiyordu. Ama kral, yasanın onaylanmasını sürüncemede bırakıyor, üstelik devrimin başarılarını ortadan kaldırmak için uygun bir zaman bekliyordu. Bu Paris emekçilerinin devrimci gösterilerine neden oldu. Kral, yasayı imzalamak ve Paris'e gelmek zorunda kaldı. Kurucu Meclis de Paris'e taşındı. Bu olaylar, başrolün, büyük burjuvazinin ve soyluluğun liberal kesimine düştüğü burjuva meşrutiyetinin kurumlaşmasını gösterdi.
Kapitalist ilişkilerin gelişmesini kolaylaştıran kararlar alındı: loncaların ve iç gümrüklerin kaldırılması, ruhban sınıfının (sayfa 38) mallarının zoralımı, kilisenin devlete bağlı olması. Büyük burjuvazi, devrimin ilerleyişinden korktuğu için, Kurucu Meclis, emekçilere karşı birçok karan kabul etti.
1790 Mayısında, senyörlük haklarının satın alınma bedeli belirlendi: nakit olarak, hakların yıllık değerinin yirmi katı saptandı (taksit ya da kredi olanağı tanınmadı). Bu, köylü hareketlerinin yeni bir dalgasına yolaçtı. Haziran 1791'de, işçi demeklerini, grevleri vb. yasaklayan, işçilere karşı bir yönetmelik yayınlandı (Le Chapelier yasası).
Kurucu Meclis, Fransa sömürgelerinde köleliğin kaldırılmasını da reddetti.
Meşruti hükümdarlık yönetimi kralın Paris'ten kaçmaya kalkmasından (Haziran 1791) ve Paris'te kralın düşürülmesini ve cumhuriyetin ilanını istemek için bir gösteri düzenleyen halk yığınlarına ateş açılmasından sonra, 3 Eylül 1791 Anayasasıyla yasalaştı.
Anayasa gereğince yasama yetkisi, Yasama Meclisinindi. Oy verme hakkı, yalnız "iş sahibi" (actif) yurttaşlara, yani en varlıklı olanlara verildi. Sayıları o zaman, ancak 4.300.000 kadardı. Yeni kurulan Yasama Meclisinde, çoğunluk, Kurucu Mecliste de egemen durumda olan föyonların elinde bulunuyordu. Yukarı burjuvazinin temsilcileri sımsıkı saraya bağlıydılar (bankacılar, vergi kesenekçileri, mültezimler vb.). Jakobenler kalabalık bir grup oluşturuyorlardı. Demokrat burjuvalar, gerçek devrimciler azınlıktaydılar; oysa, çoğunluğu, büyük burjuvazinin, sanayi ve ticaret orta burjuvazisinin temsilcileri, yani jirondenler (Gironde'dan seçilmiş olanlar) oluşturuyordu. Föyonların ve jakobenlerin salonun sağ ve sol yanlarında yer alışları, siyasal partilerin "sol" ve "sağ" olarak bölünüşünün başlangıcı oldu.
Çok yakında savaş sorunu, föyonların, jirondenlerin ve jakobenlerin çatışmasına neden olan en çetin sorunlardan biri oldu. Fransız Devriminin hakkından gelmek için Avrupa monarşilerinin yürüttükleri müdahale hazırlıkları, 1791'den beri apaçık bir nitelik almıştı. 1792'de devrimci Fransa'nın, gerici ve kralcı Avrupa'ya karşı savaşları başladı. Fransa (sayfa 39) için, bunlar, devrimin sağladığı kazançları savunmak amacını güden haklı savaşlardı ve onların niteliği, devrimin sonuna, yani 1794'e kadar değişmedi.
Kralın, feodal güçlerin koalisyonunu pek de gizli olmayan bir biçimde desteklemesi, halk yığınlarının gösterilerine yolaçtı. Paris Komünü, başında Marat, Danton, ve Robespierre'in bulunduğu bir devrim komitesi kurdu. Devrimci yöntemle yenilenmiş olan Komün, Yasama Meclisinin yanında, bir iktidar organı haline geldi; artık, işçileri, zanaatçıları, küçük burjuvaları kapsıyordu.
10 Ağustos 1792'de, devrimci halk ayaklandı, Saray hücumla ele geçirildi. Yasama Meclisi, kralın düşürüldüğü kararını kabul etmek zorunda kaldı.
DEVRİMİN İKİNCİ DÖNEMİ:
İKTİDAR, SANAYİ BURJUVAZİSİNİN VE İŞ ÇEVRELERİNİN ELİNDE
(10 AĞUSTOS 1792-2 HAZİRAN 1793)
Krallığın düşmesi, devrimin yeni bir aşamasını başlattı. Yasama Meclisi tarafından kurulan, jirondenlerin başına geçtikleri bir geçici Yürütme Konseyi, üstün bir rol oynadı. Eylül 1792'de, halk yığınlarının baskısı altında, Yasama Meclisinin saptadığı Ulusal Konvansiyon Meclisi seçimleri yapıldı. Konvansiyon, krallığın devrildiğini bildirdi (21 Eylül) ve ertesi gün Cumhuriyeti ilan etti. Yeni bir takvim kabul edildi, 22 Eylül günü, "ilk özgürlük yılının birinci günü" ilan edildi.
Konvansiyonun sağ ucunda jirondenler,, solunda "dağ (Montagne) üstünde" de jakobenlerin en devrimci kesimi olan dağlılar -montanyarlar- oturuyordu. Ama "Bataklık" (Marais) kararsız milletvekilleri, taşra delegeleri üstün durumdaydılar, jakoben-montanyarlar, Fransız Devriminin en radikal partisini temsil etmiyorlardı. Bu rol, Jacques Roux, Pierre d'Oliver, Théphile Leclerc ve Jacques Varlet'nin yönettikleri grup tarafından oynanmıştı. Paris Komünü ve kordeliyeler kulübü, onların merkezi oldu. Spekülasyona karşı (sayfa 40) şiddetli önlemlerin kabulü gibi aşırı isteklerinden dolayı, onlara, "çılgınlar" {"enragés") adı verildi. Bunlar, Paris halkının en yoksul tabakalarının temsilcileri oldular.
"Çılgınlar"ın istekleri, nesnel olarak, burjuva yönetiminin yürürlükten kaldırılmasını amaçlıyordu. Bir sınıf bir başka sınıfı açlıktan öldürürken, özgürlük, hayalden, kuruntudan başka bir şey değildir, diyorlardı. "Çılgınlar" büyük toprak mülkiyetinin kaldırılmasını öneriyorlar, köylülere kendi işleyebilecekleri kadar toprak verilmesi çağrısında bulunuyorlardı. Herkesin, ürettiği kadar alacağı bir komün kurulmasından yanaydılar.
Jirondenler ile montanyarlar şiddetli bir savaşıma giriştiler. Jirondenler, büyük tüccarların ve spekülatörlerin savunmalarını açıkça üzerlerine alarak ve tahıl azami fiyatlarının saptanmasına muhalefet ederek, gitgide karşı-devrim saflarına geçiyorlardı. Bu durum, halk yığınlarının montanyarlar ve "çılgınlar" tarafından yönetilen yeni hareketlerine (31 Mayıs-2 Haziran 1793) ve jirondenlerin düşüşüne neden oldu. Jirondenlerin liderlerinin çoğu tutuklandı.
DEVRİMİN ÜÇÜNCÜ DÖNEMİ:
DEVRİMCİ DEMOKRATİK DİKTATÖRLÜK
(2 HAZİRAN 1793-28 TEMMUZ 1794)
Halk yığınlarının kararlı davranışları, devrimi ileriye götürüyordu. Jirondenler artık egemen bir rol oynayamayınca, jakobenlerin diktatörlüğünün kurulduğu görülür. Bu, devrimin yüksek aşamasına geçişti, 1793 yazında, ülke, çok büyük sıkıntılar içinde bulunuyordu. Dışardan Avusturya, Prusya ve İngiltere ordularının saldırıları, içerden karşıdevrim hareketleri birlikte yürüyordu. Karşı-devrimci bir ayaklanma, Fransa'nın kuzey-doğu kesiminin on bölgesine yayıldı, beyaz terör birçok kentte ortalığı kasıp kavuruyordu. Marat'nın haince öldürülmesi bunun bir sonucu oldu. Kurulan devrimci diktatörlüğün esas organları, hükümet görevlerini yerine getiren Halk Kurtuluş Komitesi ile Genel Güvenlik (sayfa 41) Komitesi ve Devrim-Mahkemesi oldu. Seçimle gelen Belediyelerin yerini, devrim komiteleri aldı. Komite üyeleri, Konvansiyondaki milletvekilleri, tam yetki ile eyaletlere gönderildiler. Halk yığınlarının desteğinden yararlanan burjuvazinin ileri kesiminin devrimci demokratik diktatörlüğünün kuruluşu, ülkede, radikal demokratik değişikliğin gerçekleştirilmesine yardımcı oldu.
Jakobenler tarafından alınan önemli önlemlerden biri de kapitalist ülkelerde bugüne değin kabul edilmiş olan anayasaların en demokratiği olan yeni bir anayasanın kabulü (24 Haziran 1793) oldu. Gene de, bu anayasa, genellikle burjuva anayasalarına özgü olan çelişik anlatımlardan ve kısırlıklardan yoksun değildi.
Kuşkusuz, Anayasanın ilk bölümünü oluşturan yurttaşlık ve insan haklan bildirisi, herkesin mutluluğunun, toplumun amacı olduğunu ilan ediyordu. Düşünce, basın, toplanma, vicdan, dilekçe özgürlüğünü, çalışma ve eğitim hakkını onaylıyordu. Eğitimi, halkın kutsal hakkı olarak kabul ediyordu. Oy verme hakkı, 21 yaşına varan tüm yurttaşlara tanınıyordu. Gerçekte, bu maddelerin çoğu sözden ibaretti. Burjuva yönetiminde, bu maddelerin uygulanması olanaksızdı. Bu, Anayasanın kendinden de açıkça anlaşılıyordu. Özel maddeler, her yurttaşın doğal hakkı olarak ilan edilen mülkiyetin dokunulmazlığını belirtiyordu. Böylelikle, Anayasanın ifade ettiği, bütün insanların eşitliği ilkesinin yıkıldığı görülüyordu.
Konvansiyonda egemen güç haline gelen jakobenler, toprak sorununa köklü bir çözüm getirerek, zamanını doldurmuş olan feodalizmin hesabını devrimci bir biçimde gördüler. Bütün feodal yükümlülükleri ve hakları, tazminatsız olarak ve kesin bir şekilde kaldıran 17 Temmuz 1793 kararnamesi, jakobenlerin toprak hukukunun en önemli kararlarından biri oldu. Bütün feodal ayrıcalık beratları ve belgeleri, herkesin önünde yakıldı. Jakobenler tarafından gerçekleştirilen toprakla ilgili önlemler, serbest bir toprak mülkiyetine geçişi gösteriyordu. (sayfa 42)
Jakobenler, halk yığınlarının sözcüleri "çılgınlar"ın isteklerine onlardan önce sahip çıkarak, tahıl vergilendirilmesinde azami haddi saptadılar (29 Eylül).
Bu çağda, Fransız halkı, ilk kez olarak, daha önce görülmemiş bir devrimci enerji örneği gösterdi, yeni bir strateji ve yeni bir devrimci halk ordusu yaratarak, ülkenin içinde olduğu kadar savaş alanlarında da dev bir devrimci eser ortaya çıkardı.
Konvansiyonun egemen gücü devrimci jakobenler ve Robespierre, yalnız kralcıların değil, 1793 Anayasasında saptanan azamiden ve aynı zamanda jakobenlerin konvansiyonu tarafından yayınlanan başka önlem yasalarından hoşnut olmayan burjuvazinin en başta gelen kesiminin de nefretlerini üzerlerine çektiler. Burjuvazinin gerici çevreleri, her yola başvurarak, bu önlemlerin uygulanmasını engelliyorlardı. Buna karşılık, jakobenlerin başları da, devrimci teröre başvurdular. Cumhuriyete karşı işlenen bütün suçlar ölümle cezalandırılıyordu. Devrimci terör, mutlakiyetten ve feodaliteden kesin olarak kurtulmanın en köklü çaresi oldu.
Robespiyerciler, karşı-devrim tarafına geçmiş olan eski müttefikleri Danton ve yandaşlarına karşı, savaşım vermek zorunda kaldılar. Danton ve yandaşları, saptanan azami hadlere, devrimci önlemlere karşı çıkıyorlar, ticaret ve spekülasyon özgürlüğü istiyorlar, mülkiyet hakkının sağlamlaştırılmasını ileri sürüyorlardı. Tutuklandılar, Devrim Mahkemesi tarafından mahkûm edildiler ve devrimin düşmanları olarak idam edildiler.
DEVRİM VE KİLİSE
Din bayrağı altında gelişen İngiliz Burjuva Devriminden farklı olarak, Fransız Devrimi, sınıfsal biçimlere büründü. Ama bu, hiç de, kilise, kendini sınıf savaşlarından uzak tutuyordu demek değildir. Tam tersine, katolik kilisesi, kesin olarak, gerici feodal güçlerin yanını tuttu; birçok karşı-devrimci hareket, özellikle Vandée kenti ayaklanması, katolik (sayfa 43) kilisesinden esinlendi. Bu yüzden, halk yığınları, burjuvazinin devrimci demokratik fraksiyonu, katolikliğe karşı ve ruhban sınıfına karşı, enerjik bir savaşıma giriştiler: din adamlarının karşı-devrimci eylemlerinin doğrudan doğruya ezilmesi, katolik ideolojisine karşı savaş. Bununla birlikte, "akla tapma"yı getirme yolunda yeni bir din çabaları, burjuvazinin, dini ve genel olarak kiliseyi reddedemediğini, ancak, onu kendi sınıf çıkarlarına uygunlaştırmak istediğini gösterir.
ROBESPİYERCİLERİN DURUMUNUN ÇELİŞKİLİ NİTELİĞİ DEVRİMCİ DİKTATÖRLÜĞÜN SONU
Burjuva devriminin amaçları gerçekleştikçe, jakobenlerin durumları, gitgide çelişik bir hal alıyordu. Devrimi ileriye götürmek için, burjuva devrimcileri jakobenler, proleter devrimcileri haline geçmeliydiler. Ama, o çağda, proletarya devrimi için gerekli olan toplumsal ve iktisadi koşullar yoktu. Jakobenlerin Konvansiyonu, işçi ve en başta yoksul köylüler olmak üzere geniş halk yığınlarından destek görüyordu. Kapitalizm, henüz olgunlaşmamıştı; Fransa, sanayi devrimi yoluna henüz giriyordu. Üstelik, jakobenler, büyük burjuvaziye ödünler veriyorlardı; servet eşitliğini ilan etmemişlerdi, ağır vergiler köylülerde de hoşnutsuzluk uyandırıyordu; işçilere-karşı yasaları desteklediler ve solcu siyasal hasımlarını idam ettiler.
Jakobenler hükümeti, tüccarları ve sanayicileri yüreklendiren bir sıra önlemler başlattı: para yardımları, ticaret özgürlüğü, azami hadlere karşı gelenler için konan cezaların hafifletilmesi. Bu, işçilerde hoşnutsuzluk yarattı, grevler düzenlemeye koyuldular. Jakobenler bu hareketi bastırdılar, Le Chapelier yasasını kaldırmak şöyle dursun, tarifeleri düşürerek, azami hadleri ücretlere de uygulayarak, bu yasayı ağırlaştırdılar. Bu olaylar, devrimin en demokratik topluluğu olan "çılgınlar'ın hoşnutsuzluğuna neden oldu. Bunun üzerine jakobenler baskıya başvurdular. "Çılgınlar"a yakın (sayfa 44) olan ve Hébert ve Chaumette tarafından yönetilen başka bir demokratik grubu ezdiler. Hebertçiler, devrimi izleme çağrısında bulunuyor, devrim düşmanlarına karşı dizginsiz bir terörü övüyor, bütün dünyada cumhuriyetçi bir yönetim kurmayı düşünüyorlardı.
Robespiyercilerin devrimci terörü, günden güne, daha çok halka karşı bir savaşım haline dönüşüyordu; bu da elbette ki, jakobenleri halkın desteğinden yoksun bıraktı, karşı-devrimci bir hükümet darbesini ve Robespierre ve arkadaşlarının 9 Thermidor'da (27 Temmuz 1794) idamını kolaylaştırdı. Bu darbe, jakobenler diktatörlüğünün ve Fransız Burjuva Devriminin sonunu gösterdi.
DEVRİMİN DEVİNDİRİCİ GÜÇLERİ VE ÖNCÜLÜĞÜ DEVRİMİN BİLANÇOSU
Devrim, yükselen bir çizgi izliyordu. Halk yığınları: serf köylüler, her şeyden önce onların en yoksul kesimi ve kentlerin aşağı halk tabakası, devrimin devindirici güçlerini oluşturuyorlardı. Ama, örgütsüzlük ve bilinçsizlik yüzünden halk yığınları devrimin başına geçemediler. Burjuvazi, o çağın ilerici sınıfı, devrimin yönetimini üzerine aldı. Halk yığınlarını sürüklemesini ve onları kendi çıkarları için kullanmasını bildi. Kesin olarak bu yüzdendir ki, devrim sırasında bile burjuvazinin siyaseti geniş halk yığınları arasında onları feodaliteye karşı savaşımı genişletmeye ve derinleştirmeye doğru iten büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı.
Fransız Devrimi feodaliteye son verdi, yeni üretim ilişkilerine yolu açtı. Toplumun eski toplumsal yapısını yıktı ve siyasal yapısını ortadan kaldırdı. 1649 İngiliz Burjuva Devriminden sonra, Fransız Devrimi, insan toplumumun evriminde yeni bir evreyi, kapitalizmin kuruluşu ve gelişmesi evresini başlattı. Emekçilerin sömürüsünü sona erdirmekten uzaktı, yalnızca bu sömürünün biçimi değişmiş oldu.
Devrim, kapitalizmin mezar kazıcısı olacak olan sanayi proletaryasının gelişmesi koşullarını yarattı. (sayfa 45)
BURJUVA DEVRİM TİPLERİ
Fransız Devrimi, bu devrim boyunca, baskının ve sömürünün ağırlığı altında ezilmiş halk yığınlarının ve küçük insanların kendi kendilerine başkaldırdıkları ve devrimin doğrultusunu başka yöne çevirdikleri bir burjuva devrimi oldu. Bu tipe, burjuva demokratik devrim hareketi denir. "Yukardan gelme" denen başka tip burjuva devrimleri de vardır (örneğin Jön-Türklerin devrimi). Halk yığınları bu devrimlere katılmazlar ve elbette kendi iktisadi ve siyasal istemlerini ortaya koymazlar.
Önderlik rolünün burjuvazi tarafından oynandığı emperyalizm-öncesi çağın burjuva demokratik devrimleri ile emperyalist çağınkiler arasında ayrım yapmak zorunludur. Sanayi proletaryası, tarih alanında, bu son çağda kendini gösterir, kendi öz siyasal partisi ve dünya hakkında bilimsel görüşü vardır. Bu olgu, sınıf güçlerinin ilişkilerini derinden değiştirir. Emperyalist çağın burjuva demokratik devrimlerine, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü kurma görevini yerine getirmek üzere, köylülük ile ittifak halindeki proletarya öncülük eder. (sayfa 46)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAPİTALİZMİN KURULMASI VE GELİŞMESİ
1. SANAYİ DEVRİMİ
SANAYİ DEVRİMİNİN ÖZÜ
Kıta Avrupası üzerindeki burjuva devrimleri, feodalitenin bir dizi ülkede ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Kapitalist üretim ilişkileri, kendilerini engelleyen kösteklerden kurtuldular, hızla gelişecekleri bir yol açtılar. Burjuva devrimlerini ilkin yaşamış olan ülkelerde ve onların etkisiyle ötekilerde de kapitalist ilişkiler geliştikçe, kapitalist sanayi de hızla yayılıyordu. Bu genişleme, ücretli işçi kullanan iş yerlerinin basit bir sayı artışı ile, basit bir üretim hacmi artışı ile anlatılmaz. Bu ileri atılışın ve onun etkilerinin toplum için çok daha büyük bir önemi oldu. Burjuva devrimleri, üretici güçlerin ilerlemelerinin engellerini ortadan kaldırdılar ve bu güçlerin gelişmesini büyük ölçüde hızlandırdılar. Bu toplumsal kargaşalıklar teknikte bir devrim yarattı: makine icat edildi. Kapitalist sanayiin yayılması, kapitalist manüfaktürlerde hüküm sürmekte olan kol emeğinin yerini makinelerin (sayfa 47) alması anlamına geliyordu. Kapitalizmin zanaatçılığa bağlı tekniğiyle birlikte manüfaktür aşamasından makineli sanayie geçiş, sanayi devrimi adını alır. Burada "devrim" terimi kullanılır, çünkü kol emeğinin yerini makinenin alması, çağın toplumsal-ekonomik ilişkilerinin evrimi üzerinde büyük bir etki ortaya çıkarmıştır; öte yandan, bu ilişkiler de, belirli bir ölçüde, kapitalizmin yazgısını belirlemişlerdir.
İNGİLTERE'DE SANAYİ DEVRİMİ
Sanayi devriminin başladığı yer, İngiltere'dir (18. yüzyılın ortası) ve orada en belirgin biçimleri almıştır. 19. yüzyılda, öteki kapitalist ülkelere yayılmıştır.
Sanayi devriminin İngiltere'de başlamış olması, beklenmedik bir olay değildir. İngiltere'de sanayiin hızla gelişmesi için elverişli koşullar birkaç yüzyıldan beri biraraya toplanmıştı. İngiltere'de çok erken gerçekleşmiş olan köleliğin tasfiyesi, köylü nüfusun mülksüzleştirilmesi, bir yandan kullanılabilir kol emeğini ortaya çıkardı, öte yandan tarım yönetiminde kapitalist yöntemleri yaydı. Bunlar, aynı derecede, iç pazarın canlanışının etkenleri oldular. İngiltere'ye sürüm alanları sağlamış olan sömürü fetihleri, pek büyük zenginliklerin birikiminin ilk kaynağı oldu. Kısacası 17. yüzyılın burjuva devrimi, birçok feodal kalıntıları silip süpürmüştü.
Sanayi devrimi, lonca sınırlamalarının en az duyulduğu üretim dalında, özellikle pamuklu üretimde başladı. Bu sektör, feodal İngiltere'de, genel olarak feodal Avrupa'da da olduğu gibi, hammaddesi bulunmadığı için yoktu. Büyük Britanya, pamuğu ancak, sömürgelerin, özellikle Hindistan'ın ele geçirilişi sayesinde elde etti. İngiltere pamukluları kısa zamanda yünlülerle ve ketenle başarıyla rekabet etmeye başladı. Büyük bir tüketici yığını, yani daha istikrarlı bir pazar buldu. Bütün bu etkenler, pamuk sanayiinin ilerleyiş hızını o ölçüde teşvik ediyordu ki, durmadan artan böyle bir talebi, artık manüfaktür karşılayamıyordu. Pamuk üretimini (sayfa 48) yükselten bütün yenilikler, çok büyük kârlar getiriyordu.
Makinelerin icadı, iplikçilikte başladı. 1765'te spinning jenny, 1767'de Water Frame, 1779'da mule jenny icat edildi. Bu makineler, pamuk ipliğinde köklü değişiklikleri ortaya çıkardı.
18. yüzyılın 70 yıllarında, yüzlerce işçi çalıştıran iplik yapımevleri ortaya çıktı, 1780'e doğru, İngiltere'de 20 iplik yapımevi bulunuyordu, on yıl sonra 150'ye çıktı.
Pamuk ipliği imalinde makineciliğin ilerlemesi, dokumacılığın gecikmesine meydan verdi. Dokuma tezgahlarının iplik imaline uygun bir hale getirilmesi yolundaki girişimler, ancak uzun çabalardan sonra sonuç verdi.
İlk makineler, su çarkıyla işletiliyordu; makinelerin su çarkıyla işletilmesi, bu makinelerin su bulunan yerlerde işletilmesini zorunlu kılıyor ve bunların kullanımını sınırlandırıyordu. Genel olarak her yerde çalışan bir motor gereksinmesi, gittikçe daha şiddetle kendini duyuruyordu. 18. yüzyılın 80 yıllarından başlayarak pamuk sanayiinde Watt'ın buharlı makinesi kullanılmaya başlandı. Bu, sanayi üretimini artırmak olanağını yarattı, ve ülkede fabrikaların çoğalmasını, sanayi merkezlerinin genişlemesini sağladı.
Makinecilikte ilerleme, maden tüketimini hızlandırıyordu; ama, kömür ve odun sıkıntısı, metalürjinin (maden işleme sanayiinin) gelişmesini sınırlandırıyordu. Metalürji, ancak 1784'ten sonra, Henry Cort'un demir ergitme ve arındırma fırınını buluşundan sonra büyük ilerlemeler gösterdi. Böylece, İngiltere'de demir üretimi, 1785 ve 1797 yılları arasında iki katına çıktı. Kok kömürü ile yapılan döküm, taşkömürü üretiminin artmasına yardım etti; yüz yıl içinde taşkömürü üretimi, yüzyılın sonunda yaklaşık olarak 10 milyon tona varmak üzere dört katına çıktı.
Pamuk ipliği imalatında ilk kez olarak makinelerin kullanılması, buna bağlı bir dizi sanayi dalının, özellikle ağır sanayiinin kurulmasını sağladı. Ağır sanayiin gelişmesi, makine yapımının yaratılmasıyla doruğuna ulaştı. Başlangıçta, makineler, manüfaktürlerde, zanaatçılık usulleriyle yapılıyordu. (sayfa 49) Çok pahalı oluyorlardı ve imalleri, sanayiin artan taleplerini karşılamaktan uzaktı. Ancak makinelerin makineyle imali ayrı bir sanayi kolu halini aldıktan sonradır ki, makine imalatı hızlandırılabildi ve fiyatları düşürülebildi. Makine imali o denli hızla artıyordu ki, 1824'te, Parlamento, makine ihracına izin verdi.
1825'te ilk demiryolu İngiltere'de yapıldı, 1830'da Manchester ile Liverpool arasında demiryolu trafiği açıldı ve 19. yüzyılın ortalarına doğru İngiltere'de demiryollarının uzunluğu 10.000 kilometreye ulaştı.
19. yüzyılın 40 yıllarına doğru, İngiltere'de, makine sanayii, zanaat üretiminin yerini aldı. İngiltere kendi sınai üstünlüğünü, uzun zaman elinde kalacak şekilde sağladı, "dünyanın fabrikası" haline geldi. 1839'da Fransa, Belçika ve Prusya'nın çıkardıkları kömürden dört kat daha fazla kömür çıkardı. 1826'dan 1846'ya değin demir ve dökme ihracatı 7,5 kat artmıştı.
ÖTEKİ ÜLKELERDE SANAYİ DEVRİMİNİN ÖZELLİKLERİ
Fransa'da makineleşmeyi teşvik eden devrimdir. 18. yüzyılın sonunda dağınık bir halde bulunan makinecilik, 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca ilerledi. İngiltere'de olduğu gibi ilkin yeni bir dal olan pamuk iplikçiliğinde başladı.
1805'te Jacquard, dokuma tezgahını icat etti; daha 1812'de, Fransa'da 200'den fazla makineli dokuma fabrikası bulunuyordu. 1820'den sonra Fransa'da makine yapımının doğduğu görüldü; 1830'dan sonra demiryolları yapımı başladı.
Üretim dallarının gelişmelerindeki ve dağılışlarındaki eşitsizlik, Fransa'da, sanayi devrimini karakterize eder. Ancak metalürji sanayiinde ve pamuk üretiminde büyük fabrikalar vardı. Pamuk üretiminin ülkenin sınır bölgelerinde, özellikle kuzeyde ve doğuda yayıldığı görülür.
19. yüzyılın ortalarında bile, Paris'te, konfeksiyon ve lüks eşya yapımı gibi dalların başta geldikleri, 2 ila 10 işçi (sayfa 50) çalıştıran küçük ve orta işletmelerin yaygın durumda oldukları görülüyor. Lyon bölgesinde yoğunlaşmış olan ipekli imalatının, esas olarak, yalnızca dağınık manüfaktürlerde geliştikleri görülüyor; özellikle de evde çalışan köylülerin köylerinde gelişiyor.
Bütünüyle, İngiltere'dekinden daha sonra başlamış olan Fransız sanayi devrimi, daha ağır bir tempo ile gelişiyordu. Bu durum, İngiltere'nin sanayi maddelerinin dünya pazarı üzerindeki egemenliği ile açıklanıyordu. Ayrıca, küçük köylü işletmelerinin üstün durumda oluşu, kol emeği sıkıntısı çeken büyük sanayiin atılımını güçleştiriyordu.
Almanya'da, İngiltere ve Fransa'dakinden daha uzun ömürlü olan feodal kalıntılar ve aynı zamanda ülkenin siyasal bakımdan parçalanmış durumda oluşu ve iç engeller, sanayi devriminin gelişmesini dizginledi. Her ne kadar, o çağda, iki sanayi bölgesi, maden kömürü işletmesi ve metalürji sanayii ile Rhin-Westphalie bölgesi ve tekstil sanayii ile Saks-Silezya bölgesi vardıysa da, Almanya'da, sanayi devrimi, gerçek olarak, 1850'de başladı. Fransız egemenliği sırasında feodal yönetimin kaldırılması ve aynı zamanda zengin doğal kaynaklar (kömür ve demir cevheri) bu bölgelerin ilkinde sınai ilerlemelere yardımcı oluyordu. Saks'ta ve Silezya'da manüfaktürler esas olarak, tekstil sanayiinde egemen durumda bulunuyorlardı. 19. yüzyılın 40 yıllarına doğru, manüfaktüre dayanan üretimin başta gelişi, bütünüyle ele alınacak olursa, Almanya'nın ayırıcı özelliğiydi. Sanayi devrimi, ancak 1850-1860 yıllarında genişlik kazandı.
1848-1849 Devrimi sırasında, siyasal alanda bir yenilgiye uğrayan Alman burjuvazisi, şimdi, iktisatta komuta kollarını eline geçirmek istiyordu.
Sanayi devriminin geç başlamış oluşu, Alman sanayiine, bilimin ve tekniğin son uygulamalarından kazanç sağlamak olanağını verdi: böylece, Almanya'nın sanayii, "eski kapitalist" ülkelerin sanayiinden daha kuvvetli ve daha iyi donatılmış bulunuyordu.
Birleşik Devletler'de, sanayi devrimi, 18. yüzyılın en son (sayfa 51) yıllarında, Bağımsızlık
Savaşından sonra başladı; bu ülkenin özel evriminden ileri gelme bazı özellikleri oldu. İlkin, yalnız kuzey-doğu devletlerinde, ülkenin en uygar kesiminde yayıldı. Güneyde ve güney-doğuda büyük tarım işletmelerinde yapılan tarım ve kölelik egemen durumdaydı, batıda yeni yeni toprakların sömürgeleştirilmesi devam ediyordu. Bütünüyle, makine kullanımı, Birleşik Devletler'de, İngiltere'de olduğundan daha yavaş ilerliyordu, bu da özellikle İngiliz rekabeti ile açıklanıyordu.
Birleşik Devletler'de 1800'de 20.000, 1810'da 87.000, 1815'te 130.000 iğ vardır. 1814'te, ülkenin ilk makineli dokuma tezgahlan ortaya çıktı. 1830'dan sonra. Birleşik Devletler, iğ sayısı ve pamuk tüketimi bakımından yalnız İngiltere ve Fransa'dan gerideydi. Öteki sektörlerde ise, makinelerin ve yeni imalat yöntemlerinin getirilmesi yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Kömürün metalürjide kullanılması, ancak 19. yüzyılın 30 yıllarında başladı, buharlı motor, sanayide, ancak 50 yıllarına doğru üstün duruma geçti, makine yapımı ise ancak 40 yıllarının sonuna doğru hızlı bir ilerleme gösterdi.
Sanayi devriminin temeli, makine yapımı, Birleşik Devletler'de İngiliz rekabeti yüzünden uzun zaman dizginlendi (örneğin İngiliz pamuk ayırma (taneleme) makinesi Birleşik Devletler'de, Amerika'da yapılmış aynı makineden 50 kez daha ucuzdu). Ama öte yandan, kol emeği sıkıntısı durmadan yeni makinelerin yapılmasını teşvik ediyordu.
SANAYİ DEVRİMİNİN TOPLUMSAL SONUÇLARI
Makine, sanayi devriminin maddi ve teknik temeli olduysa da, sanayi devrimi teknik değişikliklere indirgenemez; bunumla birlikte, bu teknik değişiklikler de emeğin verimliliğinin artması ve üretim giderlerinin azalması sonucunu vermeleri bakımından önemlidir. Sanayi devrimi, toplumsal ilişkilerde, büyük değişiklikleri ortaya çıkardı. Makine kullanımına geçişin hemen görülen sonucu, sanayi işçileri yığının ortaya çıkışı, proletaryanın sınıf olarak hızla oluşması, köylülüğün (sayfa 52) ortadan kalkması (İngiltere'de) ya da küçülmesi (öteki ülkelerde) oldu.
Kapitalist üretim biçiminin genişlemesi ile emekçilerin sömürülmesinin artması birlikte gidiyordu. İşçi, makinenin bir uzantısı haline geliyordu. İmalat yöntemlerinin basitleştirilmesi ve makinelerin kullanılması, kalifiye işçinin önemini azalttı, kadın ve çocukların ucuz emeği büyük bir ölçüde kullanılmaya başlandı. Bu, ücretleri düşürdü, işsizliği artırdı. 19. yüzyılın başında, 18 yaşından yukarı erkeklerin sayısı, fabrika işçilerinin toplam sayısının %27'sini oluşturuyordu.
Sanayi proletaryasının ortaya çıkışı, makine kullanımının çok büyük bir toplumsal sonucudur. Büyük sanayi işletmelerinde birarada çalışma, işçileri örgütlenmeye ve saflarını sıklaştırmaya itiyordu; sınıf dayanışması, kökenini bu olgudan aldı, aynı zamanda da proletaryanın yaşam koşulları, onu, en üstün derecede devrimci bir sınıf haline getiriyordu. Burjuvazi, büyük makine sanayiini geliştirirken, aynı zamanda, devrimci gücü de yaratıyordu.
Makineleşme, burjuvazinin bağrında güçler ilişkisini değiştirdi. Ön planda rol oynayan, artık ticaret burjuvazisi değil, sanayi burjuvazisiydi.
KAPİTALİST SANAYİLEŞME
Sanayi devrimi, büyük makine sanayiinin kurulmasına, yani sanayileşmeye dayanır. Sanayi devrimi, kapitalist üretim ilişkilerine uygun düşen teknik bir temel yarattı. Kapitalist üretimi bütünleyen kısmı, kapitalist sanayileşme, kendi temel yasasıyla yönetilir: artı-değer elde etme. Bu yüzden, kapitalist ülkelerde, makineleşme, sermayenin daha hızlı devriyle daha çabuk kâr sağlanan hafif sanayide başladı. Ancak, sermayeler biriktikçe, ağır sanayie aktarılıyorlardı.
Kapitalist ülkelerin sanayileşmesi, her şeyden önce, sömürgelerin yağması sayesinde yapılıyordu. Bu olgu, İngiltere ve Fransa için özellikle ayırdedicidir. Öteki sanayileşme (sayfa 53) biçimi: dışardan yapılan istikrazlardır (yabancı borçlardır). Bazı durumlarda ise, sanayileşme, kısmen, yenilgiye uğratılmış bir ülkenin zararına olarak gerçekleşiyordu. Bunun gibi, Almanya, Fransa'ya karşı yaptığı savaştan sonra elde ettiği savaş tazminatından, kendi ağır sanayiini kalkındırmak için yararlandı.
Ama hangi durumda olursa olsun, kapitalist ülkelerde, büyük makineli sanayiin yaratılması, vergilerin artması, köylülerin mülksüzleşmesi, işçi sömürüsünün şiddetlenmesi vb. yollarıyla emekçilerin yıkımı ve soyulması sonucuna varılır.
ALTINCI BÖLÜM
19. YÜZYILDA İŞÇÎ HAREKETİ VE
MARKSİZMİN DOĞUŞU
1. İŞÇİ HAREKETİNİN BAŞLANGICI
PROLETARYANIN SINIF OLARAK ŞEKİLLENMESİ
Sanayi devriminin sonucunda, kapitalizm, yeni bir aşamaya, makineli üretim aşamasına girdi. Kapitalist üretim ilişkileri, yavaş yavaş toplum içinde egemen olmaya başlıyor ve işçi sınıfı (proletarya) ile burjuvazi arasındaki savaşım, yeni çağın başlıca içeriği haline geliyor.
Ama kapitalist üretim ilişkilerinin zaferi, kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Yeni sınıfların, eski egemen sınıflara karşı siyasal ve iktisadi savaşımları döneminin, Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde 17. ve 18. yüzyıllar boyunca süren ve 19. yüzyılın birinci yarısında son bulan uzun bir dönemin sonucu oldu. Bu dönemin başlıca çizgisi, burjuvazinin iktidar savaşımıdır: iktidarı bir kez eline geçirdikten sonra, burjuvazi, iktisadi ve siyasal bakımdan egemen sınıf haline gelir.
18. yüzyılın sonunda, özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında, makinecilikteki büyük ileri atılım, işçi sınıfında bir bilinçlenmeye (sayfa 82) yolaçıyor, işçi sınıfı kendi öz örgütlerini yaratıyor, kendi çıkarları için bağımsız bir savaşım başlatıyor ve kendi öz ideolojisini hazırlıyor. Başlangıçta, ve genel kural olarak, işçi sınıfı, burjuvazinin feodaliteye karşı ilerici savaşımını destekliyor; sonra özellikle siyasal iktidarın burjuvazi tarafından ele geçirilişinden sonra, sosyalist düzeni kurmak için burjuvaziye karşı savaşıma girişiyor. Bu savaşım, tarihin bütün akışını belirleyecektir.
Her ne kadar Avrupa'nın birçok ülkesinde burjuva devrimleri patlak verdiyse de, feodal düzenin kalıntıları, sınai ilerlemeleri dizginliyordu. Nüfusun öteki tabakaları, en başta da işçi sınıfı tarafından desteklenen burjuvazi, bu feodal kalıntılara karşı savaşıma girişir. Yavaş yavaş işçi sınıfı siyasal yaşamda belirleyici bir rol oynamaya başlar; daha büyük bir tutarlılık ruhuyla savaşır ve demokrasi ister. Kendi niteliği gereği, işçi sınıfı en ilerici sınıftır: modem sanayie bağlıdır ve özel mülkiyete sahip değildir. Proletarya, insanın insan tarafından her türlü sömürüsüne karşı savaşır, çünkü, kendisi, kıyasıya sömürülmekte olup, hiç kimseyi sömürmemektedir. Üretim araçları özel mülkiyetinin kaldırılmasını ister.
Elbette ki işçi sınıfı, tarihsel özel görevinin ve görevlerinin hemen bilincine varmaz; başlangıçta, burjuvazinin manevi etkisi altında kalır, ama siyasal, iktisadi ve ideolojik savaşım sırasında gitgide bu etkiden kurtulur, ve kendi öz deneyimiyle, gerek kendi haklan ve gerek bütün halkın çıkarları için, bağımsız bir savaşımın zorunluluğuna inanır. Bu süreç, ülkeden ülkeye değişiklikler göstererek, ama her yerde aynı anlamı taşıyarak, 19. yüzyılın ilk yarısında gelişir.
İNGİLTERE'DE ÇARTIST HAREKET
İngiltere, kapitalist gelişme yoluna, öteki ülkelerden daha önce girdi. Ekonomik alanda feodal ilişkilerin pek çoğu çok erkenden kaldırılmış olduğu için, İngiltere'de, bir burjuva siyasal sistemi kurulabildi ve işçi hareketi kendini gösterdi. (sayfa 83)
O çağda İngiltere'de ortaya konan başlıca siyasal sorun, seçim sisteminin demokratlaştırılmasıydı. Yürürlükteki yasalara göre, parlamento seçimleri, nüfus sayısına göre nispi olarak değil, boyutları ve nüfusu farklı olan coğrafi bölgeler esasına göre yapılıyordu. Bundan şu sonuç çıkıyordu: parlamentoya, toprağa sahip olanlar, toprak aristokratları, büyük ' sanayici ve bankerler seçiliyordu ve büyük kentlerle az nüfuslu yerler, eşit temsilci sayısına sahip oldukları için, kentlerden gelen milletvekilleri, parlamentoda azınlıkta kalıyorlardı. Feodalitenin siyasal alandaki kalıntısı olan bu temsil sistemi, sanayiin gelişmesini yavaşlatıyordu. Feodallerin çıkarlarının sözcüsü olan parlamento, 1815'te buğday fiyatını yükselten "Tahıl Yasaları"nı çıkardı. Toprak sahipleri için yararlı olan bu yasalar, açlıktan ölmemeleri için işçi ücretlerini artırmak zorunda kalan burjuvaziye zarar veriyordu; emekçilerin durumu ise, bu yasalarla, daha kötü oluyordu. 1819'da kabul edilen bir yasa, yünün İngiltere'ye girişini vergilendirdi. İngiltere sanayiinin en önemli kolu olan tekstil sanayii, bu vergilendirmeden zarar gördü.
Bu koşullar altında, radikal burjuvazi ve en enerjik temsilcileri, genel seçim istediler; daha ihtiyatlı olanlar, seçim sistemini değiştirmeye çalışıyorlardı: milletvekilleri, nüfusa göre, nispi olarak seçileceklerdi, ama oy verme hakkı, yalnız bir işçi ücretinin üzerinde geliri olanlara ve belirlenmiş bir zamandan beri belirli bir yerde oturanlara verilecekti. Burjuvazi, kendi siyasal örgütlerini kuruyor, gazetelerinin ve dergilerinin sayısını çoğaltıyor, bunlar aracılığı ile düşüncelerini göklere çıkarıyordu.
Bu arada, İngiltere işçi sınıfı, siyasal savaşıma katılıyordu. İngiltere'de işçi hareketi, 18. yüzyılın başında kendini ortaya koymuştu; bu hareket, 14-16 saatlik işgünü ve geniş ölçüde kullanılan kadın ve çocukların ücretlerinin indirilmesi yüzünden, işçilerin sık sık makineleri kırıp parçalaması biçiminde ifadesini buluyordu. İşçiler para cezaları ve haksız vergiler altında eziliyorlardı. Daha bir gün öncesine değin (sayfa 84) köylü ya da zanaaatçı olan işçiler, makinelerin gereğini anlamıyorlar ve kendi korkunç durumlarından onları sorumlu tutuyorlardı. İngiltere'de ve daha sonra başka ülkelerde, işçiler makineleri kırıyor ve tesisleri yıkıyorlardı; bu, onların çok kötü olan yaşam koşullarını protesto ediş biçimiydi. İngiltere'de bu hareket, anlatıldığına göre, efsaneleşmiş olan bir işçinin, çalıştığı makineyi ilk tahrip eden ve böylelikle güya sömürüden kurtulacak olan Ludd'un adından dolayı, Luddite adını almıştır. Hareket genişledi ve hükümet, ilkin (1782'de) makine kıranları uzun bir süre hapse mahkûm eden bir yasa, daha sonra da bu suça ölüm cezası veren ikinci bir yasa (1813) kabul ederek, burjuvazinin yardımına koştu.
19. yüzyılın başında, işçiler, gittikçe daha kararlı olarak seçim reformu için, özellikle Londra, Manchester, Birmingham vb. gibi büyük sanayi merkezlerinde savaşım veriyorlar. İşçilerin katılması bu kampanyaya büyük bir güç verdi. Hareketin kendisini aşmasından korkan hükümet, 1832'de, parlamento seçimlerini değiştiren bir yasa çıkardı ve seçme hakkı, büyük gelire sahip olan herkese tanınıyordu, yani büyük burjuvazinin istemleri karşılanmış oluyordu. Bundan sonra liberal burjuvazinin en önemli kısmı, seçim reformu için savaşımı bıraktı ve inisiyatif, proletaryanın ve radikal burjuvazinin eline geçti.
Proletaryanın seçim sisteminde yapılacak değişiklikten kazanacağı hiç bir şey yoktu, bunun için işçiler burjuvaziden ayrılmaya ve kendi örgütlerini kurmaya başladılar. Böylece, 1836'da Londra İşçileri Derneği kuruldu. Dernek ertesi yıl, bir seçim reformu programı sundu ki, bu çart adını aldı. Harekete de çartizm adı verildi ve radikal burjuvazinin temsilcilerini de içine aldı. Çart yayınlandı ve büyük mitinglerde tartışıldı. Hükümet işçilerin de katılmalarını önlemek için gece mitinglerini yasakladı. Bununla birlikte hareket genişledi. 28 Mayıs 1838'de, Glasgow'da, 200.000'e yakın kişinin katıldığı bir miting yapıldı. Manchester'de de 400.000 kişilik bir miting oldu. Mitingler sırasında, Londra'da, 4 Şubat (sayfa 85) 1839'da toplanan ilk çartistler kongresine gidecek delegeler atanıyordu.
Kongre, çartist hareketin yönetimini üzerine alacak bir Konvansiyon seçti. Ama, Konvansiyonda burjuva delegelerinin bulunuşu, Konvansiyonun çalışmasını güçleştiriyordu. Konvansiyon, "çart" için imza toplamak üzere bir kampanyaya girişti. Çart aşağıdaki istemleri taşıyordu: gizli oyla genel seçim, seçim bölgeleri sınırlarının hakkaniyetle saptanıp belirtilmesi, parlamento üyelerinin adaylığı için seçim harcı ödeme zorunluluğunun kaldırılması, parlamentonun her yıl yenilenmesi, milletvekillerine ödenek verilmesi. Toplam olarak 1.280.000 imza toplandı, ama parlamento dilekçeyi geri çevirdi.
İlk dilekçenin başarısızlığa uğraması, işçilerin cesaretini kırmadı. Ama burjuvazinin temsilcileri, hareketin yığınlara ulaştığını görerek onu bırakmayı yeğlediler, böylelikle de kendi gerçek sınıf niteliklerini ortaya koydular. Üstelik burjuva demokratik reform için savaşım vermekten de vazgeçtiler. O zamandan sonra çartizm, salt bir proletarya hareketi haline geldi. 1840'ta kurulan Çart İçin Ulusal Dernek, işçi örgütlerine özgü çizgileriyle ayırdedilir. Kendi tüzükleri, yürütme komitesi vardı, ve üyeleri, düzenli olarak, ortak harcamaları karşılıyorlardı.
Dernek birçok toplumsal tezi kapsayan yeni bir Çart hazırladı. Özet olarak, Çart'ta, işçilerin korkunç yaşam koşullarından, emeğin köleci niteliğinden; siyasal despotizmden sözediliyordu. Yeni bir imza kampanyası açıldı, 3 milyondan fazla imza toplayan dilekçe, parlamentoya sunuldu ve yeniden reddedildi. O zaman ülke grevler dalgasıyla çalkalandı ve 1847'de parlamento, 10 saatlik işgünü hakkında bir yasa çıkarmak zorunda kaldı.
FRANSA'DA İŞÇİ HAREKETİNİN BAŞLANGICI
Fransa'da burjuva devrimi, feodalitenin temellerini yıkmıştı, ama feodalite, iktisadi yaşamda olduğu kadar siyasal yaşamda da binlerce iz bırakmıştı. Siyasal bakımdan Fransa, (sayfa 86) daha geri bir ülkeydi: Napoléon'un yenilgisinden sonra mutlakıyet yeniden kurulmuştu. Kralın yetkisi, iki meclisli bir parlamentoyla sınırlandırılmıştı: kral tarafından atanan pair'ler meclisi yüksek meclis ile gelirleri 300 frankın altında olmayan, belirli bir yerde belirli bir süreden beri oturmakta olan yurttaşların seçtikleri milletvekilleri meclisi. Vekillere gelince, onların yıllık geliri, en az 1.000 franka çıkmalıydı. Bu, toprak sahiplerinin çıkarlarını savunmada kralla dayanışma halinde olan parlamentonun bileşimini belirliyordu. Kral ve parlamento, metalürji için kömür yapımında kullanılan odunun fiyatını yüksek tutuyordu, böylece de ağır sanayiin gelişmesini frenliyordu.
Fransız hükümeti, aynı zamanda, toprak reformuna da karşıydı. Sanayi düzeyi henüz yeterli olmadığından, tarım, ulusal ekonomide başlıca rolü oynuyordu. Ama yürürlükte olan tarım, bölünmüş küçük tarımdı, kapitalist çiftçilik yöntemleri, işlenen toprakların ancak 1/3'i üzerinde uygulanmaktaydı. Yarıcılık, yani toprağı kiralayan toprak sahibine ürünün yarısını vermek zorunda olduğu biçim, tarımın gelişmesine engel oluyordu; çünkü, kiracı çiftçilerin verim yükseltmekte ve tarımsal meta üretimini artırmakta hiç bir çıkarları yoktu. Ayrıca, hükümet, köylü işletmelerini çok ağır vergiler üzerinde eziyordu.
Fransız ekonomisinin gelişmesi için, siyasal rejimi değiştirmek gerekiyordu. Sanayi burjuvazisinin ve proletaryanın istedikleri buydu. Fransız proletaryası despotizme ve baskıya karşı savaşım verirken iyi bilinçlenmişti ve mevcut rejime karşı etkin bir davranışa geçti. En bilinçli proleterler, radikal burjuvazi tarafından kurulan siyasal kulüplere üye oluyorlardı. Bu kulüplerde, ülkenin iç durumu tartışılıyor ve yeni bir hükümet için program hazırlanıyordu. Bununla birlikte, radikal burjuvazi bile, ücretlerin artırılması, işgününün kısaltılması, konutların daha iyi duruma getirilmesi vb. sorunlarını incelemeyi reddediyordu. Bunun üzerine işçiler, kendi kulüplerini kurmaya, oralarda kendi işlerini görüşmeye, tartışmaya başladılar. Ama yalnızca tartışmayla yetinmiyorlardı. (sayfa 87) Çok güç maddi durumları yüzünden umutsuzluğa kapılmış olan işçiler, sık sık rejime ve patronlarına karşı başkaldırıyorlardı. Böylece, 1831'de, Lyon'da, işçiler, gösteri yaptılar ve ücretlerin artırılmasını istediler. Askerî birlikler, işçilere karşı silah kullandı. Bunun üzerine işçiler silahlarına sarıldılar ve kente egemen oldular. Ayaklanma kısa sürede bastırıldı, ama ertesi yıl, bu kez Paris işçileri başkaldırdılar ve 1833'te, Lyon'da, yeni bir proletarya isyanı oldu.
Lyon ayaklanmaları gösteriyordu ki, yeni bir siyasal güç, işçi sınıfı, tarih sahnesinde ortaya çıkmıştır. İşçiler, burjuvazinin çıkarlarının, proletaryanın çıkarlarına karşı olduğunu anlamaya başlıyorlardı. .
Lyon ayaklanmalarından sonra, hükümet, işçi örgütlerini yasaklayan bir yasa çıkardı. Bunun üzerine işçiler, illegal örgütler kurdular. Paris'te "mevsimler" adlı gizli derneğin 1839 sıralarında 5.000'e yakın üyesi vardı. Bu dernek yığınlara bağlı değildi, onun için yandaşları, 12 Mayıs 1839'da iktidarı ele geçirmeye kalkıştıkları zaman, ancak belediyeyi ve bir polis karakolunu almayı başarabildiler, sonra jandarmalar tarafından dağıtıldılar.
Fransız hükümeti, halka kendi istemlerini savunma hakkını tanımayı ısrarla reddediyordu. Yetkililerin yürüttükleri siyasetin uyandırdığı hoşnutsuzluk günden güne artıyordu. Fransa'da devrim olgunlaşıyordu.
DEVRİM-ÖNCESİ GÜNLERDE ALMANYA
1840 sıralarında Almanya, henüz burjuva devrimini yapmamıştı. Ülke, bağımsız devletler halinde ufak parçalara ayrılmıştı. Cermen Konfederasyonu, 34 Alman devletini ve 4 serbest kenti biçimsel olarak biraraya getiriyordu. Konfederasyonun en yüksek organı Bundestag'dı. Bundestag, pratik olarak hiç bir iktidara sahip değildi, çünkü ne ordusu, ne adli hakları, ne de dışarda diplomatik temsil yetkisi vardı. Bundestag'ın kararları ancak bütün devletlerin ve kentlerin başkanları tarafından onaylandıktan sonra, yasa gücü kazanıyorlardı. (sayfa 88) Başka deyişle, kapitalizmin gelişmesine temel hizmeti gören merkezî bir devlet, bir ulusal pazar henüz yoktu, ticaret ilişkileri Alman devletleri arasında gümrük duvarlarıyla karşılaşıyordu.
Bu koşullarda, kapitalizm, Almanya'da ancak büyük güçlükler pahasına ilerleyebilmekteydi. Ancak 1818-1834 arasında, 18 Alman devletini ve 23 milyonluk bir nüfusu içine alan bir gümrük birliği kuruluyor: Sanayi ve kentler ağır gelişiyorlar. Böylece, 1840'tan sonra, Almanya'nın en önemli oniki kentinin nüfusu ancak Paris'in nüfusunu biraz aşıyordu. 19. yüzyılın ortalarına doğru, Almanya'da, sanayi devrimi ancak başlangıç evresindeydi.
Devrimi gerçekleştirmek, merkezî bir devlet kurmak ve iktidarı ele geçirmek işi. Alman burjuvazisine düşüyordu. Ama korkak Alman burjuvazisi, dönüşümler yolunu izlemeyi yeğ tutuyordu.
İngiltere ve Fransa'dakinden oldukça sonra oluşan Almanya işçi sınıfı, 19. yüzyılın ortalarında savaşıma başladı. Kendi örgütlerini yaratmak için olanca gücüyle çalıştı ve kendi istemlerini ileri sürdü. Almanya'da ciddi bir polis rejimi olduğu için Alman işçileri, örgütlerini yabancı ülkelerde, rejimin daha demokratik olduğu İsviçre ve İngiltere'de kuruyorlar, işçi hareketini oralardan yönetmeye çalışıyorlardı. Bunlar arasında, "Almanya Halk Birliği"ni belirtelim, bu birlik de ötekiler gibi, Alman Devletleri işçilerine çok zayıf bir biçimde bağlıydı ve bu yüzden de işçi hareketinin yönetimini pratik olarak üzerine alamıyordu.
Aynı zamanda, işçiler, kendi haklarını desteklemek için, topluca mitingler yapmaya başlıyorlardı. Dayanılmaz iktisadi koşulların sonucu olarak, Silezya (Almanya'nın sanayi bakımından en gelişmiş bölgesi) işlileri, 1844'te, kapitalistlere karşı başkaldırdılar. Hükümet, derhal, sömürücülerin çıkarlarını savunmak için birlikler gönderdi.
19. yüzyılın ortalarına doğru. Alman sanayii, manüfaktürden makineli üretime geçiyor ve onun gelişmesi, artık feodal rejimin varlığını sürdürmesine bağlı kalıyor. Alman Konfederasyonu(sayfa 89) hükümeti, gerekli reformlara girişmek istemiyor, dolayısıyla devrim Almanya'da olgunlaşıyordu.
İŞÇİ SINIFININ SAVAŞIM BİÇİMLERİ
19. yüzyılda, işçiler, çıkarlarını savunmak için, mitingler, grevler, ve silahlı savaşım gibi çeşitli yollara başvurdular. Bunu yaparken farklı amaçlar, iktisadi ve siyasal amaçlar güdüyorlardı. Demek ki işçi sınıfı savaşımının iki biçimi vardır: iktisadi çıkarları, yani yakın çıkarları için savaşım (ücretlerin artması, işgününün kısaltılması, işçi lojmanlarında normal koşullar vb.) ve siyasal savaşım, yani hükümetin ve mevcut rejimin siyasetini değiştirmek için savaşım. İşçiler, kendi örgütlerini, sendikaları, ve çeşitli birlikleri kuruyorlar. Bu örgütlerin nitelikleri, etkinlikleri, yığınlarla bağlantıları, somut tarihsel koşullara, o ülkenin siyasal rejimine, işçi sınıfının savaşım deneyimine, yaşam koşullarına vb. bağlıdır.
Ama o çağın işçi hareketi tüm olarak kendiliğinden bir niteliğe sahipti. İşçiler dünya hakkında, toplum ve toplumun evrimi hakkında ve tarihsel rolleri hakkında ortak bilince varmamışlardı, kısaca ortak bir ideolojiden yoksundular. İşçiler birbirlerinden ayrı, tek tek davranışlarda bulunuyorlardı ve onların eylemi, başarısızlığa mahkûmdu. Ama hangi ülkede olursa olsun, işçilerin iktisadi durumu birbirinin aynıydı. İşçiler, toplumsal emeğin ürünlerine özel olarak sahip olma sistemini gereksiz ve zararlı gösteren yeni üretim biçiminin umuduyla doluydular. Onun için, işçi sınıfı, üretim alet ve araçlarının özel mülkiyetini korumaya canatan burjuvazinin ideolojisine taban tabana karşıt olan kendi ideolojisini koymak zorundaydı. Burjuva ideologları, kapitalist toplumu, toplumsal evrimin en yüksek aşaması olarak kabul ederler ve insanlığın özel mülkiyet olmaksızın mevcut olabileceğini düşünemezler.
O halde, burjuvaziye karşı başarıyla savaşım verebilmek için, işçi sınıfı, kendi ideolojisini hazırlayıp geliştirmek, kendi (sayfa 90) tarihsel özel görevinin bilincine varmak zorundadır. Bu görev, kapitalist rejimin, iş aletlerinin ve üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan yeni bir rejimle, sosyalist rejimle yer değiştirmesi gereğinin bilincinde olan işçi sınıfı ideologları tarafından gerçekleştirilebilir.
2. BİLİMSEL SOSYALİZMİN DOĞUŞU
ÜTOPİK SOSYALİZM
19. yüzyılın ortalarına değin işçiler, burjuva fikirlerin ya da ütopik sosyalizmin etkisi altındaydılar. Ütopik sosyalizm, kapitalizmin ve işçi sınıfının doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştı. Her şeyden önce, işçi sınıfının baskıya ve sömürüye karşı protestosunu ve yeni, adil bir rejimin kuruluşunu görmek dileğini ifade ediyordu. Sosyalizmin ve ütopik komünizmin ilk temsilcileri, Thomas Morus (1478-1535),Tommaso Campanella (1565-1639), François Emile Babeuf (1760-1798), Morelly vb., sömürü düzeninin ciddi bir eleştirisini yaptılar ve yeni adil bir toplumun nasıl kurulması gerektiği hakkında bir sürü fikir ileri sürdüler. Onlara göre, bu yeni toplum, herkesin iktisadi, siyasal, manevi; her alanda eşitliğini sağlamalıydı. Ama, ütopyacılar, temel soruna, bu yeni toplumun nasıl düzenleneceği konusuna yanıt veremiyorlardı. Genel olarak betimledikleri toplum, gerçek olmayan bir evrene yerleştirilmişti. Morus, toplumunu, uzakta bulunan bir Ütopi adasına yerleştiriyordu ve o zamandan beri bu Ütopi sözcüğü, düşsel olan, gerçekleşemez olan her şeyin eşanlamı haline geldi.
19. yüzyılda, ütopik sosyalizm, Saint-Simon (1760-1825), Charles Fourier (1772-1837), Robert Owen (1771-1858) tarafından geliştirildi. Bu düşünürler, kapitalist toplumun çelişkilerini görüyorlardı ve haklı olarak, burjuva devrimi bayrağına yazılmış olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik isteklerinin burjuva devriminden sonra işçilere ne özgürlük, ne eşitlik, ne de kardeşlik getirdiği kanısındaydılar. Ütopik sosyalist1er, (sayfa 91) kapitalizmi şiddetle yeriyorlar, kapitalizmin yaralarını ve kusurlarını deşip ortaya koyuyorlar, sömürüden ve toplumsal uzlaşmaz karşıtlıklardan arınmış yeni bir toplumsal düzen ülküsünü, kapitalizme karşı çıkarıyorlardı. 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri, üretimin gelişmesini, emeğe göre paylaşmayı ve insanların temel gereksinmelerinin karşılanmasını, sosyalist ilkenin gerçekleşmesinin önemli bir etkeni sayıyorlardı. Hatta kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçiş yolunu da önermeye çalıştılar. Örneğin, Fourier, düşman birliklerini bütünden ayırarak onlara tek tek dövüş düzenini ordusunda uygulayan Eski Yunan'ın askeri lideri Makedonyalı Filip'in fikrinden esinlenerek falanjlar kurmayı tasarlıyordu. Fourier'ye göre, yeni toplum, sosyalist ilkeleri uygulayacak olan 300-400 ailelik (1.500-1.600 kişilik) falanjlar halinde örgütlendirilmeliydi. Bunlar, öteki insanları da yeni bir toplum kurmak gereğine inandıracak örnekler olacaktı.
Fourier, yeni toplumun yapısı üzerine başlıca düşüncelerini açıkladığı bir kitap yayınladı; kendi isteğiyle sermayesini feda edecek "iyi" bir kapitalist, yeni toplumu kurmak için çalışmak isteyen şevkli kişiler bulmayı ve falanjın böylece doğacağını umuyordu. İsteyen herkesin, kendisini, evinde, herhangi bir gün, uygun bir saatte görmeye gelebileceğini ilan etti; ama hiç bir zaman, hiç kimse gelmedi. Fourier, düşüncesinin neden desteklenmemiş olduğunu anlamadan öldü. Saint-Simon ise, parasını yeni ilkelere göre örgütlenmiş bir derneğe yatırdı, ama kısa zamanda bu dernek, bir kapitalist girişimin içinde taşıdığı bütün çelişkilerle birlikte sıradan bir kapitalist girişime dönüştü.
Neden ütopik sosyalistler yenilgiye uğradılar? Çünkü toplumun, doğru bir bilimini henüz kuramamışlardı. Onların teorileri, büyük bir kısmıyla insanın niteliğinin değişmezliği, toplumsal yasaların çağlar boyunca değişmezliği gibi burjuva fikirlere dayanıyordu. Toplumsal yasaların, fizik yasalarına benzer olduğunu sanıyorlar ve insanların iyiler ve kötüler diye ayrıldıklarını kabul ederek, kapitalist ile işçi arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Onlara göre, nasıl ki, doğada, aynı (sayfa 92) işaretli yükler birbirlerini iterler, karşıt işaretli yükler birbirlerini çekerlerse, toplumda da benzer zevkleri olan insanlar uyuşamazlar, oysa, ayrı zevkleri olanlar iyi anlaşırlar. Bu fizik yasalarının toplumun incelenmesine yanlış bir biçimde aktarılışı, yalnızca burjuva fikirlerin etkisinden değil, toplumsal bilimlerin olduğu kadar doğa bilimlerinin de o çağlarda düşük bir düzeyde bulunmasından, kapitalizmin ve işçi hareketinin az gelişmiş olmasından ileri geliyordu.
Ütopik sosyalistler, kapitalist toplumun gelişmesine hükmeden yasaları bulup çıkaramadılar ve yeni toplumu kurabilecek toplumsal gücü bulamadılar.
KLASİK ALMAN FELSEFESİ
19. yüzyılın ortalarında, toplumsal bilimler ve doğa bilimleri, bilimsel bir felsefe kurmaya, doğanın ve toplumun evriminin en genel yasaları üzerine bir öğreti yaratmaya elverecek, oldukça yüksek bir düzeye ulaşmıştı. Doğa bilimleri, evreni, hiç bir şeyin yaratmadığını, evrenin kendine özgü yasaları izleyerek evrim gösterdiğini ortaya koyuyordu. Böylece, fizikte, genel çekim yasası, maddenin sakınımı yasası bulunmuştu ki, bu yasaya göre, hiç bir şey kaybolmaz, hiç bir şey kendiliğinden yaratılmaz, şeyler ancak biçim değiştirir. Doğa bilimlerinin ilerlemesiyle, materyalizm ve diyalektik gelişti.
Diyalektik felsefeye büyük önem kazandıran Alman filozofu Ludwig Feuerbach (1804-1887) oldu. Bir diğer Alman filozofu Hegel (1770-1831) doğa ve toplum olgularının tahlilinde modern bilimlerce uygulanmış yöntemi genelleştirdi, ve sürekli evriminin ve oluşumunun içersinde düşünebilen herkese uygun olarak diyalektiği pek yüksek bir düzeye ulaştırdı.
Ama ne Feuerbach, ne de Hegel, gerçekten bilimsel olan bir felsefe kurmayı başardılar. Örneğin Feuerbach, diyalektiği kabul etmiyordu ve bunun için de bilim tarafından kullanılan bilgi yöntemini reddediyordu; idealist Hegel'e göre, diyalektiğin (sayfa 93) yasalarına göre değişmekte olan doğa ve toplum değil, bir Mutlak Fikir'di. Hegel bundan başka, bu fikrin hareketini. Mutlak Fikir'in en üst ifadesi ve toplumun gelişme zirvesi saydığı meşruti Prusya monarşisinin yaratılışıyla sınırlandırıyordu.
BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ
Kapitalist üretim biçimi evrim gösterdikçe, yeni bir bilim, burjuvazinin elinde feodalizme karşı çevrilmiş bir silah olan ekonomi politik de gelişiyordu.
Burjuvazi, ilerici bir sınıf oldukça, kapitalist üretimin gelişmesinin bilimsel yasalarını öğrenmekte, sermayenin iktidarının kurulmasına engel olan feodal ilişkileri ortadan kaldırmakta yarar görüyordu. Kurucuları, İngiliz bilginleri William Petty (1623-1687), Adam Smith (1732-1790) ve David Ricardo (1772-1823) olan klasik burjuva ekonomi politiği, bu çağda ortaya çıkar.
Klasik ekonomi politik, önemli bir yasayı, belirli bir metaın imali için harcanan emek miktarı ile o metaın değeri arasındaki ilişki yasasını buldu, ve insanlar arasındaki ilişkilerin en önemli alanını, üretim ilişkilerinin bilimsel olarak incelenmesini ele aldı. Tarih, hukuk, estetik vb. gibi öteki toplumsal bilimler bu gelişmeye koşut olarak ilerlemekteydi.
Ama toplumsal bilimler, idealizme boyanmıştı, toplum içinde, insanların eyleminin en başta maddi etkenlerle, kendi iradelerinden bağımsız olarak oluşan üretim sistemi karşısındaki tutumlarıyla, yani belirli bir sınıfa ait olmalarıyla belirlendiği olgusunu dikkate almıyorlardı. Bilginler istesinler ya da istemesinler, burjuvaziye özgü durumlar üzerinde kalıyorlar, sınıfsız ve özel mülkiyetsiz bir toplumu düşünemiyorlardı.
Bilimsel bir dünya görüşü yaratmak için, insanlığın tarihi boyunca biriktirmiş olduğu bilgileri özümlemek ve bundan sonra kapitalist toplumun yasalarını ve çelişkilerini bulup (sayfa 94) çıkarmak, işçi sınıfının, yeni toplumun kuruluşunda oynaması gereken rolü doğru olarak anlamak gerekiyordu. Marx ve Engels, işçi sınıfının ideologları, bu dünya anlayışının yaratıcıları oldular.
KARL MARX (1818-1883) VE FRİEDRICH ENGELS (1820-1895)
Karl Marx, 5 Mayıs 1818'de, Almanya'nın en gelişmiş bölgelerinden biri olan Rhin eyaletinin Treves kentinde doğdu. Babası tanınmış bir avukat, ilerici bir adamdı. Berlin Üniversitesini bitirdikten sonra, 1842'de, Marx, Gazette Rhenane adında ilerici bir burjuva gazetesine katıldı ve kısa zamanda gazetenin başyazarı oldu. Yazılarında, Almanya'daki feodal rejime karşı, hükümetin istibdat siyasetine karşı çıkıyordu. Aynı zamanda, Marx, özenle, felsefe, hukuk, ekonomi politik okuyordu ve yavaş yavaş mevcut düzeni değiştirmede demokratik reformlar için savaşım vermenin yeterli olmadığı, bütün burjuva rejimini değiştirmek, bir yenisini, insanoğluna daha iyi bir rejimi kurmak gerektiği inancına vardı. Aynı şekilde anladı ki, yeni rejimin yapısına bilimsel bir temel bulmak ve yeni bir dünya anlayışı hazırlamak, kurmak kaçınılmaz bir şeydir.
Friedrich Engels de, 1820'de gene aynı Rhin eyaletinde, bir sanayici ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1842'de, üniversiteyi bitirdikten sonra, babasına ait olan bir firmada pratik staj görmek üzere İngiltere'ye gitti; İngiltere'de çartist harekete girdi; bu, onun yaşamında bir dönüm noktası oldu; İngiltere kadar evrim göstermiş bir ülkede işçilerin neden bu denli yoksulluk içinde yaşadıkları sorusuna bir yanıt aramaya koyuldu. Ekonomi politiği, felsefeyi ve diğer bilimleri canla başla incelemeye başladı ve Marx'ın elde ettiği sonuçlara vardı.
1844'te, Marx ve Engels karşılaştılar ve görüşlerinin her konuda birbirine uyduğunu gördüler. Ve Marx'ın ölümüne değin, sıkı bir işbirliği halinde bilimsel bir dünya görüşünün temellerini attılar. Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine (sayfa 95) Katkı, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu, Kutsal Aile, Alman İdeolojisi vb. gibi yapıtları kaleme aldılar. Bu kitaplarda, onların gelecekteki felsefesinin başlıca fikirleri, taslak halinde belirtiliyordu. 1846'ya doğru, daha sonra marksizm adını alan öğretileri ortaya çıkıyordu. 1847'de, toplumun evrimi, proletaryanın rolü konusundaki fikirlerini, komünist dünya anlayışı açısından ortaya koydukları Komünist Parti Manifestosu'nu. yazdılar.
Bundan sonra, marksizm, kurucuları tarafından olduğu kadar, onların öğretilileri tarafından da geliştirildi ve yetkinleştirildi; bu öğretililerden biri de, Rus proleter devriminin lideri Lenin oldu. Marksizm, ideolojik kaynaklan İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi olan, uyumlu bir öğreti durumuna geldi. Marx ve Engels, bu kaynaklardan en iyi öğeleri çekip çıkardılar, onlara işlenmiş, geliştirilmiş bir biçim verdiler ve bu temel üzerinde bilimsel bir dünya görüşü, işçi sınıfının ideolojisini yarattılar. Bu üç kaynağa uygun düşen marksizmi oluşturan üç öğe şunlardır.
DİYALEKTİK VE TARİHSEL MATERYALİZM
Diyalektik materyalizm, marksizmin teorik dayanağıdır. Doğanın ve insan bilincinin en genel yasalarının günışığina çıkarılışıdır. Diyalektik materyalizme göre, doğa, kimse tarafından yaratılmadı, her zaman vardı ve sonsuza değin de varolacaktır; bilinç, doğanın evriminin ürünüdür, yüksek bir düzeyde düzenlenmiş maddenin ürünüdür. Bunun için, diyalektik materyalizm, tutarlı materyalist bir tutumu benimser. Aynı zamanda, maddenin ve bilincin gelişmesini diyalektik bir biçimde, yani onların evrimi ve sürekli değişmeleri açısından ele alır. Diyalektik materyalizm, ilk kez olarak, tüm maddeyi yöneten yasaları bularak, diyalektiği materyalizmle birleştirdi.
Marksizm, maddenin evriminin genel yasalarını, tarihsel materyalizm tarafından formüle edilen toplumun özel yasalarıyla (sayfa 96) birleştirdi. Toplum, doğanın bir bölümü olduğuna göre, diyalektik materyalizmin açıkladığı en genel doğa yasalarına bağımlı olur. Böylece, toplum, yasalarına uygun olarak evrim gösterir ve durmaksızın değişir. Doğanın geri kalan bölümünden şu bakımdan ayrılır ki, toplum yaşantısını sürdürebilmek için maddi malları üretmek zorundadır. Şu halde, üretimin gelişmesinin bağımlı olduğu yasalar, toplumun evriminin temelini oluşturur. Bu sonuç, genel olarak, doğa hakkındaki materyalist görüşe uygundur, çünkü toplumun evrimini belirleyen şeyin bilinç değil, maddi üretim olduğunu ortaya koyar. Tersine, bilinç, hangi biçimde olursa olsun, (bütün biçimleriyle) üretim düzeyine uygun olarak gelişir. Hukuk, din, ahlak, estetik, felsefe vb. ile ilgili bütün fikirlerin, ve bunların karşılığı olan kurumların -devlet, din- açılıp gelişmesi, aynı zamanda toplumsal ilişkileri, toplumun yapısını ve örgütlenişini de belirleyen üretim düzeyine bağlıdır.
MARKSİST EKONOMİ POLİTİK
Diyalektik ve tarihsel materyalizm, marksizmin birinci bölümüdür. Marksizmi oluşturan bölümlerden ikincisi ise, ekonomi politik, toplum yaşamının temeli olan toplumsal üretimin ve ürünlerin üleştirilmesinin yasalarının bilimidir. Ekonomi politik, tarihsel materyalizmin bulunduğu toplumsal evrimin temel yasalarından başlayarak, üretici güçler düzeyinin ve bu güçlerin niteliğinin toplumdaki üretim ilişkilerini, özellikle, üretim alet ve araçlarının mülkiyet biçimlerini, ve bunlarla üretim süresince yeralan çeşitli insan gruplan arasında kurulan ilişkileri, imal edilen ürünleri maledinme ve bunların üleştirilmesi biçimini nasıl belirlediğini gösterir.
İlkel topluluğun üretimine, ürünün, topluluğun bütün üyeleri arasında eşit olarak üleştirildiği aşiret mülkiyet biçimi tekabül eder. Madenî aletlerin ortaya çıkmasıyla, ürünün bir bölümünün kafa emekçilerine ayrılmasının gerekli kıldığı (sayfa 97) üretim araç ve aletlerinin özel mülkiyeti kuruluyor. Özel mülkiyet, toplumu, sahip-olanlarla, sahip-olmayanlar olarak uzlaşmaz karşıt sınıflara bölüyor; sahip-olanlar, sahip-olmayanların emeğinin ürününe elkoyuyorlar, böylece insanın insan tarafından sömürülmesi doğuyor. Üretimin ilerlemesiyle özel mülkiyet biçimleri değişiklikler gösteriyor; önce köleci mülkiyet, sonra feodal, daha sonra da kapitalist mülkiyet biçimleri kuruluyor. Bunlara bağlı olarak sömürü biçimleri de değişik oluyor. Marx, kapitalist toplumun tahliline özel bir özen gösterdi ve kapitalist toplumun sömürücü niteliğini ortaya koydu, bu da, kendisinden önce gelen ve kapitalist düzeni öven burjuva iktisatçılarının yapamadıkları bir şeydi.
BİLİMSEL SOSYALİZM TEORİSİ
Marksizmi oluşturan üçüncü bölüm, sosyalist öğreti, ekonomi politiğe sıkı sıkıya bağlıdır. Ekonomi politik gösterdi ki, makine çağında, üretimin toplumsal niteliği, artık, ürünlere özel olarak sahip olma biçimine uygun düşmüyordu. Kapitalizm, varlığını sürdürmeye devam ediyor ve tıpkı köleci ve feodal rejimlerde olduğu gibi yavaş yavaş toplumsal evrime bir fren oluyor. Üretimin toplumsal niteliğine uygun düşen sosyalist düzen, kapitalizmin yerini almalıdır.
Kapitalist toplumun tahlilinden hareket ederek, Marx ve Engels, proletaryanın, yeni bir toplum yaratmakta herkesten çok çıkarı olduğunu, şu ya da bu biçimde -bu, tarihsel somut koşullara bağlı olacaktır- burjuvazinin yerine kendi iktidarını kurmak zorunda kalacağını buldular. İşçi sınıfı, üretim araçlarının özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti koyacak, geniş emekçi yığınlarının desteğiyle, kademe kademe, kol işi ile kafa işi arasındaki, kent ile köy arasındaki vb. karşıtlığın ortadan kalkacağı toplumu kuracaktır.(sayfa 98)
3. AVRUPA'DA 1848-1849 DEVRİMLERİ
Komünist Parti Manifestosu, Avrupa'da, devrimci ortamın olgunlaşmakta olduğu, işçi sınıfının siyasal savaşıma giriştiği bir zamanda ortaya çıktı.
Avrupa ülkelerinin çoğu için devrimin ortak bir amacı vardı: kapitalizmin gelişmesini önleyen feodal ve mutlakiyetçi rejimlerin kaldırılması. Bununla birlikte, bazı ülkelerde, 1848-1849 devrimci hareketi, özel amaçlar izledi. 1789-1794 devrimi sırasında feodalitenin ve mutlakiyetin yıkılmış olduğu Fransa'da, 1848-1849 devriminin nesnel görevi, mali aristokrasinin iktidarını devirmek, burjuva sınıfının iktidarını kurmaktan ibaretti. Almanya ve İtalya'da devrimin başlıca amacı, ülkenin parçalanmış durumuna son vermek, ulusal bir devlet kurmaktı. İtalya, aynı zamanda, ülkenin kuzeyini Avusturya boyunduruğundan kurtarmalıydı. Avusturya'da ise devrim, Habsburg'lar monarşisini düşürmek ve halkları ulusal boyunduruktan kurtarmak amacını güdüyordu.
Fransa'da, siyasal iktidar, demokratik özgürlüklerin tanınması, feodal kalıntıların temizlenmesi sorunlarını çözümlememişti. Guizot hükümeti, burjuva demokratik reformlar yapmayı inatla reddediyordu. Şubat 1848'de yapılacak olan bir siyasal toplantı, hükümet tarafından yasaklandı. Bu, bardağı taşıran damla oldu. Paris sokaklarında barikatlar kuruldu. Bu kez hükümet birlikleri, yenilgiye uğradılar, çünkü bu birliklerin saflarında hizmet eden burjuvaziden çıkmış unsurlar halkın yanında yeraldılar. Kral Louis Philippe, önce Guizot'u görevden almak, sonra da kendisi hükümdarlıktan çekilmek zorunda kaldı.
Yeni kurulan burjuva hükümetinde, burjuvazinin temsilcilerinden başka, iktidarı barikatlarda kazanmış olan işçi temsilcileri de yer aldı. Artık, halk yığınları yalnız seçim haklarını değil, bir "sosyal cumhuriyet" kurulmasını da istiyorlardı. Luxembourg komisyonu adı verilen, iş sorunlarıyla görevli bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun başkanı Louis Blanc, işçilerin ve köylülerin yaşam koşullarını düzeltmeyi (sayfa 99) amaçlayan birçok proje, özellikle tarım kolonileri ve kooperatif tipinde üretim birlikleri kurma projesi, işçiler için kreşler ve yıkanma yerleri olan konut yapımı projesi vb. hazırladı. Aynı komisyon, işçiler ile patronlar arasındaki anlaşmazlıkları düzene koymaya çalıştı.
Luxembourg komisyonunun kuruluşu, geçici hükümetin Burjuva çoğunluğunun, devrimci Paris proletaryasına verdiği bir ödündü. Halk yığınlarının sürekli baskısıyla, hükümet, 28 Şubatta, işsizler için ulusal atelyelerin kurulması hakkında, 2 Mayısta da işgününün bir saat kısaltılması hakkında bir karar yayınladı. Her ne kadar geçici hükümet, burjuvaziye eğilim gösteriyor, onu hoş tutuyorduysa da (yükümlülüğü işçilere düşen eski vergilerin hemen hepsi oldukları gibi kaldı, oysa büyük burjuvazi bundan bağışık tutuldu ve 16 Martta köylüler üzerindeki vergi %45 oranında artırıldı), işçilerin varlığı, burjuvaziyi çok kaygılandırıyordu. Bunun içindir ki, burjuvazinin temsilcileri, yapısı bakımından daha gerici olacağı umuduyla, olanaklı olan en kısa zamanda. Kurucu Meclis seçimlerinin yapılmasını istiyorlardı. Bu umut, bir o kadar da, geçici hükümetin, işçilerin kendi temsilcilerini seçmelerine engel olmak için elinden geleni yapmış olan seçimleri düzenlemekle görevli eski devlet aygıtını yerinde bırakmış olmasına dayanıyordu.
Paris'te, ilerici işçiler, seçimleri (daha iyi hazırlanabilmek için) daha sonraya ertelemek ve geçici hükümeti yeniden düzenlemek gereğini çok iyi anlıyorlardı. Burjuvazinin temsilcileri, sözde bir "komünist komplosu"nu ileri sürerek, orta tabakaları ve köylüleri yıldırmaya bakıyorlardı. Komünistlerin fikirlerini kasıtlı olarak başka türlü gösteriyorlar, ve onların bütün servetlerin ortaklığı fikriyle yalnız üretim alet ve araçlarının değil, kişisel eşyanın da (ortak besin, kadınların ortak oluşu vb!) ortaklığından yana olduklarını iddia ediyorlardı. İşçiler üzerinde yapılan doğrudan doğruya baskı ile birlikte, bu kasıtlı kampanya yüzünden, 880 milletvekilinden oluşan Kurucu Meclise işçilerin ancak 18 temsilcisi seçildi. (sayfa 100)
Sonuçta Kurucu Meclis, büyük kapitalistlerin vergiye tabi tutulması, hükümetin eylemlerini denetlemek için bir komite kurulması, birliklerin Paris'ten geri çekilmesi, işsizlere ve muhtaç durumda olanlara yardım edilmesi gibi işçilerin istemlerine bir yanıt vermedi. Luxembourg komisyonu dağıldı, işçi kulüpleri kapandı, ulusal atelyeler çalışmayı durdurdular. Burjuvazi, en enerjik işçilerin çalıştıkları bu atelyelerden kurtulmak istiyordu. 22 Haziranda ulusal atelyelerin kapanışından sonra, 25 yaşından aşağı olanların orduda görev almaları gerekeceği, daha yaşlı olanların ise teraslama işlerinde kullanılmak üzere taşraya gönderilecekleri duyuruldu.
Hükümet, böylece, gerçek niyetini açığa vurmuş oldu ve işçiler, haklarını silahla savunmaya karar verdiler. Ancak dört gün süren isyan, gaddarca bastırıldı: 25.000 kişi tutuklandı. İsyancılar tek merkezden yönetilmiyorlardı, köylülerle ve öteki kentlerin işçileriyle hemen hemen bağlantıları yoktu, oysa burjuvazi yanlılarından toplanmış olan ordu, tamamıyla hükümetten yanaydı. İsyancılar, 40-45 bin kişiydiler, hükümet birlikleri ise 300.000 kişi. Bu, proletarya ile burjuvazi arasındaki ilk iç savaş oldu.
Haziran ayaklanmasının bastırılmasından sonra gericilik ayaklandı; gazetelerin yayımından alınan vergi artırıldı, bu, demokratik unsurları, kendi basın organlarını yayınlamaktan alıkoyuyordu; demokratların toplandıkları kulüpler, yetkililer tarafından sıkı bir şekilde denetleniyordu; işgününün kısaltılması hakkındaki karar yürürlükten kaldırıldı, borçlarını ödemeyenlerin hapsedilmesine başlandı.
12 Kasımda yeni Anayasa ilan edildi. Biçimsel olarak başlıca demokratik özgürlükler: söz, basın, toplantı vb. özgürlükleri tanınıyordu, ama bu özgürlükler pratikte epeyce kısıtlanmıştı. Pek geniş yetkileri, haklan olan, özellikle bakanları ve ordunun yüksek rütbeli subaylarını atama hakkını elinde bulunduran eylemlerinden dolayı parlamentoya hesap vermek zorunda bulunmayan bir cumhurbaşkanlığı görevi ortaya çıkarıldı. Burjuvazi cumhurbaşkanı ile iktidarı (sayfa 101) sıkı sıkı elinde tutuyordu.
20 Aralık 1848'de, ilk cumhurbaşkanı seçildi; bu Louis Bonaparte'tı. İşe başlar başlamaz devrim sırasında kendilerine görev verilmiş olan demokratları devlet aygıtından uzaklaştırmakta ivedi davrandı. 1849 karışıklıklarından sonra, demokratik unsurlar, hükümetin gerici siyasetine karşı çıktıkları zaman, Yasama Meclisi, seçim hakkı için üç yıllık oturma yükümlülüğü ve daha başka sınırlamalar getirdi; bunların sonucunda, yaklaşık olarak, üç milyon işçi seçim hakkından yoksun kaldı. Yasama Meclisi, uyumsuz ve tutarsız bir meclisti. Ağır yenilgisinden sonra proletarya, toplumsal eyleme etkin olarak katılacak güçte değildi artık. Birbirine hasım olan burjuva gruplaşmaları, demokratlara karşı birleşmişlerdi ve demokratlar da ayrıca kendi örgütlerini kurmuşlardı.
1 Aralık 185l'i 2 Aralıka bağlayan gece, Louis Bonaparte, kendisini Fransa'nın biricik naibi ilan etti. Yasama Meclisinin dağıtıldığını bildirdi ve Paris için sıkıyönetim kararı çıkarttı. İşçi sınıfı gösterilerine bir çare bulmak için Louis Bonaparte, hükümet darbesi günü, başkentin tehlikeli olabilecek noktalarını birliklere işgal ettirdi. Bu şekilde, birbirinden kopuk, tek tek karşı koyma girişimleri kolaylıkla bastırıldı. Yasama Meclisi, ancak Louis Bonaparte'ın görevinden alındığını ve adalete teslim edildiğini duyurabildi.
Böylece, iktidarı, büyük burjuvazinin ellerine teslim eden ve burjuva demokratik reformlar sorununu askıda bırakan devrim son buldu.
1848-1849'da, Avrupa'nın başka ülkelerinde de devrimler patlak verdi: Almanya, Avusturya, İtalya, Polonya ve Macaristan'da. Bu devrimlerin hepsi bastırıldı ve bu ülkelerdeki somut işlerden hiç biri sonuna vardırılmadı. Bununla birlikte, 1848 devrim savaşımı boşa gitmedi. Bunu izleyen devrimci savaşımlar, birçok ülkede, feodal ilişkileri ve kalıntıları parçalayıp dağıttılar, kapitalizmin sağlamlaşmasına ve gelişmesine katkıda bulundular, proletaryanın bilincinin ve örgütlenme ruhunun yükselmesine yardım ettiler. (sayfa 102)
Bu çağın bütün devrimlerinde, halk yığınları, kesin bir rol oynadılar. İşçi sınıfı da devrimlerde etkin bir varlık gösterdi. 1848'de, devrimler tarihinde, ilk kez olmak üzere, işçi sınıfı kendi özel siyasal ve iktisadi istemleriyle müdahalede bulundu, ilk kez olarak kendisini feodaliteye olduğu gibi, burjuva düzenine karşı da ayrı bir sınıf olarak ortaya koydu.
1848-1849 devrimlerinin başarısızlığının başlıca nedeni, devrime yalnız halk hareketini kendi amaçlarına kullanmak için katılan liberal burjuvazinin ihanetinde yatar. Devrim sırasında, işçi sınıfının eyleminden korkuya kapılan burjuvazi, monarşiyle, askerî gericilikle uzlaştı ve halka ihanet etti.
4. İŞÇİLERİN ULUSLARARASI İLK ÖRGÜTLERİ
ENTERNASYONAL
Devrimin, Fransa'da, Almanya'da, İtalya'da yenilgisini bir gericilik çağı izledi. Ama işçi sınıfı, artık eskisi gibi bilinçsiz ve örgütsüz değildi ve artık her fırsatta kendisine ihanet eden burjuvaziye hizmet etmek istemiyordu. Proletaryamın önderleri Marx ve Engels ve yandaşları, 1848 Devrimimin başarısızlığından çok ciddi dersler çıkardılar. Proletaryanın pratik savaşımıKomünist Parti Manifestosu'nda yazılı teorik sonucu doğruladı; bütün ülkelerin işçileri birleşmeliydiler.
Marx ve Engels, 1847'de kurulan Komünistler Birliğinden hareketle, işçilerin ilk enternasyonal derneğini, Enternasyonali (28 Eylül 1864) yarattılar. Emekçilerin Enternasyonal Derneğinin ("Enternasyonal"in ilk adı), Marx tarafından kaleme alınan açılış konuşması ve tüzüğü, marksizmin, işçi sınıfı ve onun başlıca görevi konusundaki başlangıç tezlerini içine alıyordu: herkesin çabasıyla siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve yeni bir toplumun kurulması. Enternasyonal, demokratik merkeziyetçilik ilkelerine, yani bütün organlarının aşağıdan yukarıya doğru seçilebilmesi, ve aşağıdaki organların yukardakilere bağımlı olması ilkelerine dayanıyordu. Enternasyonal, enternasyonalin bir tek çizgisini uygulayacak (sayfa 103) olan ulusal kesimlere bölünmüştü.
Daha ilk adımlarını atar atmaz, Enternasyonal, yararlığını işçilere tanıtladı: bir ülkede, bir grev başlasa, öteki ülkeler işçileri grevcileri destekliyorlar, grev bozucuların müdahalesini önlüyorlardı vb.. Halkların, Enternasyonale karşı ilgisi gittikçe artıyordu.
Bununla birlikte. Enternasyonal, bir sürü güçlükle karşılaşıyordu: işçi hareketine katılanların pek çoğu, bilimsel sosyalizmi anlamıyor, küçük-burjuva teorilerin etkisi altında kalıyorlardı. Bunun gibi, Proudhon'un ve Lassalle'ın, burjuvaziye karşı yalnızca iktisadi savaşımı öneren öğretileri, işçiler arasında çok tutulmaktaydı. Marx ve Engels gösterdiler ki, işçi sınıfının yalnızca iktisadi savaşımı, işçilerin durumunda köklü bir değişiklik yapmayan geçici basarılara varabilir, ve sömürüyü ortadan kaldırmaz. İşçi sınıfının iktidarı ve özel mülkiyetin kaldırılması, işçilerin ve bütün emekçilerin kapitalist baskıdan kurtulmalarına giden biricik yoldur. Marx, işçilerin iktisadi savaşımının önemini hiç de küçümsemiyordu, tam tersine, bu savaşımın, proletaryanın sınıf savaşımını oluşturan öğelerden biri olduğunu söylüyordu; Marx, Batıda iddia edildiği gibi, yalnız şiddet yoluyla yapılan devrimlerden yana değildi, demokratik özgürlükler mevcut olduğu zaman, işçi sınıfının barışçıl yoldan da iktidara gelebileceğini kabul ediyordu. Marx'ın Enternasyonaldeki yandaşları, elbette ki, sendikalarla ve başka işçi örgütleriyle sıkı ilişki kurmaya var güçleriyle çalışıyorlardı.
Enternasyonalin önemi büyüktür. Sosyalizm ile işçi hareketini kaynaştırmaya, proletarya için kurtuluş savaşımında bir tek taktik yaratmaya yardımcı olmuştur.
Zamanımızdaki işçi hareketinin temellerinden biri, proleter enternasyonalizmidir.
Enternasyonal çerçevesi içinde, marksizm, sosyalizmin bağrındaki bütün küçük-burjuva akımlara üstün geldi. Enternasyonal, ulusal devletlerde, yığınların sosyalist işçi partilerinin oluşumunu hazırladı. 104
5. PARİS KOMÜNÜ
FRANSIZ-ALMAN SAVAŞI
Gerici mutlakiyet rejimi, Fransa'da, daha uzun zaman süremezdi, çünkü 1848 Devriminin ortaya koyduğu burjuva demokratik reformların başlıca sorunlarının çözümlenmesini engelliyordu. İmparator Napoléon III, ülkeyi yönetmekte hiç bir yeteneği olmadığını gösterdi. Yandaşlarının sayısı gittikçe azalıyordu ve ülkede, yavaş yavaş bütün desteğini yitiriyordu. 1869 parlamento seçimlerinde, yandaşları 4.500.000 oy topladılar, muhalifleri ise ancak bundan bir milyon eksik oy aldılar. Hoşnutsuzluk dalgasının yükselmesini hisseden, yeni bir devrimden korkan Napoléon, yığınların dikkatini, iç durumdan başka yöne çekmek için Prusya'ya karşı bir serüvenci savaşa atıldı.
19 Haziran 1870'te İmparator, Prusya'ya savaş açtı. Ordu, askerî harekata iyi hazırlanmış değildi, askerler ve subayların bir kısmı savaşmak istemiyorlardı. Fransızlar yenilgi üstüne yenilgiye uğramışlardı. 2 Eylülde, başında İmparator olmak üzere, bütün Fransız ordusu, Sedan'da tutsak düştü. Haber, Paris'e ulaştığı zaman öfkelenmiş halk yığınları sokağa döküldüler, Yasama Meclisini bastılar ve hükümeti devirdiler. Ama burjuvazi, bu hükümet darbesinden yarar sağladı, şatafatla "Ulusal Savunma Hükümeti" adı verilen yeni bir hükümet kuruldu, başına da General Trochu getirildi, işçiler de, kendi örgütlerini oluşturmaya başladılar, bu örgütlerin temsilcileri, Enternasyonalin Paris şubelerinin lokallerinde toplandılar ve bu toplantılarda merkezî bir komitenin yönetimi altında, Paris'in yirmi yönetim bölgesinde genel güvenlik komiteleri kurmaya karar verdiler. Merkez Komitesi, Paris'in savunmasını örgütlendirmeyi hükümete vaadetti, ve aynı zamanda kendi çalışma programını sundu: halkın yığın halinde silahlandırılması, polisin dağıtılması, derhal komün seçimlerinin yapılması.
O çağda, herkes, Komünü değişik biçimlerde düşünüyordu: (sayfa 105) bazıları, bunun, Paris'in kendi-kendini yöneten bir belediye organı olacağını sanıyordu; bazıları, Komüne daha büyük bir önem veriyor ve onu bütün ülkeyi kaplayan yeni bir iktidar organı gibi görüyordu. Hükümet, Paris'in devrimci işçilerine, seçimle gelmiş kendi iktidar organlarına sahip olma olanağını vermemek gerektiğini gözönünde bulunduruyor, her çareye başvurarak Komün seçimlerine karşı çıkıyordu. Bununla birlikte, yönetim bölgelerinde, bir ulusal muhafız örgütü kurulmasına yetki verdi. Halk, "yurdun savunması" parolasına hemen karşılık verdi ve Paris'in yirmi yönetim bölgesinde kurulan ulusal muhafız taburlarında görev almaya başladı. Bu şekilde işçiler silah sağladılar, ve ulusal muhafız taburlarının sayısı, hükümetin tahminlerini pek çok aştı.
18 Eylülde, Prusya ordusu, Paris'e yaklaştı ve Paris'i kuşattı. İşçiler tahkimatlar üzerinde yiğitçe savaşıyorlardı. Bununla birlikte, hükümetin, onların silah yapımını artırmak, kiraları, fiyatları düşürmek, iaşeyi düzeltmek vb. yolundaki isteklerini yerine getirmek istemediğini görüyorlardı. İşçiler hükümetin, Komün seçimlerinin hazırlanmasına, istemeye istemeye razı olduğunu ve ülkeye ihanet ettiğini anlıyorlardı. Bu durum, 30-31 Ekimde, Metz kalesi gibi büyük bir ordunun savunduğu birinci sınıf bir yapının teslimi sırasında iyice belli oldu. Bir işçi gösterisi, isteklerini sunmak üzere, hükümetin toplandığı binaya doğru yöneldi. Ama bu, kendiliğinden ortaya çıkan bir gösteriydi ve hükümet bunu çabucak bastırdı ve gösteriye katılanların çoğunu tutukladı.
Proletaryanın eylemi, hükümetin siyasetinde değişiklik yapmadı: Trochu, istediği gibi davranmakta serbest olmak ve devrimci proletaryaya karşı durabilmek için en kısa zamanda Almanlarla anlaşmaya çalıştı. Cephede, yenilgiye mahkûm kışkırtıcı bir saldırıya girişti, sonra. Ocak 1871'de Alman komutanları ile karşılaşmak üzere acele Versailles'a hareket etti. Almanlar, büyük bir savaş tazminatı, Alsace ve Lorraine'in Almanya'ya bırakılması ve hemen Millet Meclisi seçimlerinin yapılması isteklerini ileri sürdüler (sayfa 106).
Seçim hazırlıkları başladığı zaman, Paris işçilerine karşı bütün Fransız basınında bir karaçalma kampanyası ortaya atıldı. Seçimlerde İmparatorluğun eski yönetim usulü kullanıldı. Böylelikle de Millet Meclisinin bileşimi, gerici bir nitelikte oldu. 17 Şubatta, Thiers, hükümetin başına geçti. 26 Şubatta Almanlarla barış antlaşmasını imzaladı. Almanların koşullarına uygun olarak, Alman birlikleri, Paris'in bazı mahallelerini işgal ediyor ve savaş tazminatının bir bölümünün ödenmesine değin burada kalıyordu.
PARİS'TE İKTİDAR İŞÇİLERİN ELİNE GEÇİYOR
Parisli işçiler, en başta da ulusal muhafızlar, durumu öğrendikleri zaman, Almanların işgal edecekleri bölgelerdeki topları işçi mahallelerine geçirmeye karar verdiler. O sıralarda, ulusal muhafızlar iyi örgütlenmişti, Merkez Komitesi vardı, ve bir ulusal muhafız federasyonu kurulmuştu. 18 Martta, Thiers kendisine sadık kalan birliklerin yardımıyla, topları, ulusal muhafızların elinden almaya kalkışınca, işçiler sokağa çıktılar ve karşı koydular. Pratik olarak, iktidarı, ulusal muhafızların merkez komitesi elinde tutuyordu. 18 Martı 19 Marta bağlayan gece, ulusal muhafız merkez komitesi, hükümetin muhalefetine karşın. Komün için seçim yapılmasına karar verdi. Bu, yeni bir iktidar, proletaryanın iktidarı demekti.
Ulusal muhafız merkez komitesi, programını hazırladı: Komün (belediye) seçimleri, öteki kentlerin belediyeleri ile bağ kurma, bütün görevlilerin seçimle gelmesi, polisin ve burjuvaziye bağlı düzenli ordunun dağıtılması, mesleki eğitim, ücretli emeğin ve yoksulluğun tasfiyesi. 28 Martta seçilen Komün, bu programı uygulamaya başladı.
Seçmenlerin aşağı yukarı yarısı seçimlere katıldılar. Bu, yeni iktidarın sınıf niteliğine tanıklık ediyordu: burjuva mahalleleri seçimleri boykot ederken, işçi mahalleleri büyük bir eylem örneği gösteriyorlardı. 86 kişi seçildi, ama bunların arasından bir bölümü seçildikleri görevi üzerlerine almayı (sayfa 107) reddettiler. Komünde 28 işçi, 8 memur, 29 çeşitli meslek temsilcisi (gazeteci vb.) oturuma katılıyordu; 21 kişi blankiciydi, (siyasal iktidarın, en bilinçli işçiler tarafından, işçi yığınlarına çağrıda bulunmaksızın, ele geçirilmesinden yana), 20 kişide küçük-burjuva iktisatçısı Proudhon'un yandaşı.
KOMÜN TARAFINDAN ALINAN ÖNLEMLER
İktidarı eline geçirdikten sonra Komün, eski burjuva devlet makinesini yıktı, onun yerine kendi iktidar organlarını koydu. Polis dağıtıldı, bakanlıkların yerini komisyonlar aldı, silahlı halkı temsil eden ulusal muhafızlar, sürekli ordunun yerine geçti. Komün, bir dizi toplumsal önlem de aldı: patronları tarafından terkedilen işyerleri işçilere bırakıldı, fırıncıların gece çalışmaları yasaklandı, görevliler kalifiye işçi gibi ücret alıyorlardı, boş konutlar en çok gereksinmesi olan ailelerin emrine veriliyordu vb..
Thiers, Paris'te doğmuş olan yeni hükümeti devirmek üzere önlemler almakta pek ivedi davrandı. Hükümete sadık kalmış olan bütün birlikleri ve bütün görevlileri Paris'ten Versailles'a çağırdı ve Alman şansölyesi Bismarck'tan Versailles'daki birliklerin sayısını artırmak yetkisini elde etti.
Versailles hazırlıklarını öğrenen Komün, Fransa'nın hainlerine karşı savaşa girmeye karar verdi. Ama çok geç kalınmıştı: Versailles birlikleri takviye edilmiş oldukları için, ulusal muhafızların 2-4 Nisan saldırısı püskürtüldü. 6 Nisanda, Versailles ordusunun toplanması tamamlanmıştı. Komünden hiç haberi olmayan eski Fransız savaş tutsaklarını ve düzenli ordunun birçok taşra taburlarını bu orduya kattılar. Çok sayıda topçu ve atlı kuvvetler getirildi. Thiers, saldırıya geçti.
Paris'in direnişi, Komünün düşüş tarihi 28 Mayıs 1871'e değin sürdü. (sayfa 108)
PARİS KOMÜNÜNÜN YENİLGİSİNİN NEDENLERİ
Komünün yenilgisinin başlıca nedenlerinden biri, o çağda, koşulların proletarya devrimi için henüz olgunlaşmamış olmasında aranmalıdır; kapitalizm, evrimine devam ediyordu; işçi sınıfı, iktidarı ele almaya henüz hazır değildi. Paris Komünü, sosyalizmi kurmak parolasını bile ortaya atmamıştı. İşçi sınıfının başında, yeni iktidarın kuruluşunun esas sorunlarının pek çoğu hakkında, aralarında bir görüş birliğine varmamış olan çeşitli partilerin temsilcileri bulunuyordu. Böylece, prudoncular, özellikle iktisadi sorunlarla ilgileniyor, merkezî bir proleter devlet gücü oluşturmayı gereksiz buluyorlardı. Blankiciler, yığınların örgütlenmesine ve onların iktisadi gereksinmelerine fazla önem vermiyorlardı. Birlik halinde bir proletarya partisinin bulunmayışı. Komünün başarısızlığının en önemli nedenlerinden biri oldu. Komünün ileri gelen kişileri arasında, hiç biri, Marx ve Engels öğretisini derinliğine anlamıyordu, toplumun evrimi ve sınıf savaşımı yasalarına göre yollarını saptayamıyorlardı, birçoğu ise birbirine karşıt olan sınıflar arasında "işbirliği"ni övüyorlardı.
Komün, köylülük ile bir birlik kurmayı bilemedi. Yanılgıları, düşüşünü hızlandırdı. Ulusal muhafız merkez komitesi, hasımlarını ezmeden önce seçimlere gitmekte ivedi davranmıştı, Paris birliklerinin hareket etmelerine izin verdi, tam bir kargaşalık hüküm sürdüğü anda, Versailles üzerine yürümedi. Komün, Fransa Bankasını kamulaştırmadı, bu yüzden de maddi bakımdan çok güç bir duruma düştü, taşra ile sağlam bağlar kurmadı ve tarım sorunuyla ilgilenmedi. Komün, burjuvazinin karşısında yalnız kalmıştı.
PARİS KOMÜNÜNÜN TARİHSEL ÖNEMİ
Komün, proletaryanın siyasal iktidarı ilk ele geçirmeye kalkışması olarak, proletarya diktatörlüğünün kuruluşunun ilk deneyimi olarak, insanların anısında yaşayacak. İnsanlığı, (sayfa 109) insanın insan tarafından sömürüsünden kurtarmaya canatan çağımızın en iyi devrimcileri, Komün deneyimini özümlemişlerdir. Onun sonuçlarını tahlil ederken, Marx, Paris Komününün, proletarya devrimi sırasında burjuva devlet makinesini yıkmayı ve yerine kaçınılmaz olarak, bir komünist partisinin önderliğinde proletarya diktatörlüğünü koymayı gösterdiğini ve onun deneyimi sayesinde, gelecekte, proletarya devriminin başarı sağlayacağını söylüyordu.
Paris Komünü, 19. yüzyıl işçi sınıfı savaşımının en yüksek noktası oldu. (sayfa 110)
YEDİNCİ BÖLÜM
SÖMÜRGE SİSTEMİ
1. SÖMÜRGE İMPARATORLUKLARININ KURULUŞU
SERMAYENİN İLKEL BİRİKİMİ DÖNEMİNDE SÖMÜRGE SİYASETİ
Sömürgeler her ne kadar antikçağda da varolduysa da sömürgecilik, gerçek anlamıyla, ancak kapitalizmde ve özellikle bu ekonomik ve toplumsal rejimin gelişmesinin son aşamasına, emperyalizme girdiği dönem sırasında açılıp gelişmiştir. Sömürgecilik, tarihsel sınırlara sahiptir ve dünyada kapitalizmin hegemonyası ile aynı zamanda yokolmaya mahkûmdur.
Sömürgeciliğin tarihi, üç aşamaya ayrılır. Birinci aşama, sermayenin ilkel birikim dönemidir. İkinci aşama, kapitalizmin tekel-öncesi dönemine karşılık düşer, ve üçüncüsü, emperyalizme. Sermayenin ilkel birikimi çağında Avrupalı büyük devletlerin sömürge siyaseti, birçok ülkenin fethi ve yağmalanmasıyla, bu ülkeler halklarının insanlığa sığmaz bir biçimde sömürülmesiyle, ve Asya, Afrika ve Amerika ülkeleri ile yapılan ticaret üzerinde Avrupalı tüccarların tekel kurmasıyla (sayfa 111) açıklanabilir. Bu yüzden, muazzam zenginlikler, altın, gümüş, değerli eşya şeklinde, Avrupa'ya aktı. Bu, meta-para ilişkilerinin gelişmesini, muazzam meblağların özel kişiler elinde birikmesini kolaylaştırdı, bu da kapitalist üretimin önemli bir başlangıcını oluşturdu.
iSPANYA VE PORTEKİZ FETİHLERİ
İspanya ve Portekiz, kapitalizmin şafağında büyük sömürge imparatorlukları oluşturdular. Daha Araplara karşı savaş döneminde, Portekizliler, Afrika'nın kuzey kıyılarına çıkmıştır ve 1415 yılında Ceuta kentini ele geçirmişlerdi. Ceuta kenti, sonradan Portekizlilerin deniz ticaret üssü ve sömürge fetihlerinin hareket noktası haline geldi. 15. yüzyılın ikinci yansında, Portekiz denizcileri, Afrika'da, Yeşil Burnu, Gine Kıyılarını (Altın Sahilleri), Umut Burnunu, Afrika'yı dolanan Hindistan denizyolunu bulmuşlardı. Bunlar, basit keşif seferleri değildi ve hiç de saf amaçlar izlemiyorlardı. Yeni keşfedilen topraklar üzerinde, Portekizliler, yerel halkla yapılan ticari değişimlerin merkezi haline gelen ve sömürgeciler için askerî dayanak noktaları niteliğini kazanan ticaret acenteleri kurdular. 16. yüzyılın ilk yirmibeş yılında, Portekizliler, Hindistan'ın batı kıyıları ve doğu kıyılarının bir. kısmı ile Malaka üzerinde kesin bir denetim kurdular. (Kızıl Denizin Hint Okyanusu üzerindeki ağzında) Aden'i, (İran körfezinde) Hürmüz'ü ele geçirdikten sonra, Portekizliler, Kızıl Deniz üzerinde İskenderiye ve Suriye; Mezopotomya üzerinde Hindistan geleneksel ticaret yollarını kapadılar. Ayrıca, Sonde takımadalarının önemli bir parçasına, Endonezya'ya ve Brezilya'ya sahip olan Portekizliler, böylece, geniş bir sömürge imparatorluğu oluşturuyorlardı.
İspanyol sömürge imparatorluğu da aynı zamanda kuruldu. İmparatorluğun başlangıcı, Kolomb'un Bahama, Haiti, Küba adalarını ve Güney Amerika kıyılarını bulduğu 1492 tarihine değin uzanır. İspanyollar, yeni bulunan topraklarda, hemen kanlı saldırı savaşlarına başladılar. Yerlileri Hıristiyanlaştırmak (sayfa 112) bahanesiyle, İspanyollar, haraca ve ikiyüzlülüğe başvurarak, yeni topraklarda gittikçe daha derinlere iniyorlardı. 1519'da, Fernando Cortez, nispeten küçük sayılabilecek bir birlikti, Azteklerin egemenliğinde bulunan geniş ve zengin Meksika topraklarını ele geçirdi. Bundan sonra, İspanyollar, Maya devletini bozguna uğrattılar, Meksika ve Orta Amerika yaylasındaki öteki halkların ve aşiretlerin direncini kırdılar.
1532-1535'te, zalim ve kaba Francisco Pizarro'nun komutasındaki başka bir İspanyol birliği, İnka devletine baskın yaptı. Zaferin kazanılmasında, silahların ve atların da yardımı oldu. Meksika'da olduğu gibi, burada da yeni gelenler, amaçlarına ulaşmak için yalan ve ikiyüzlülükten yararlanıyorlardı. İspanyollar ile İnkalar arasındaki savaş, onyıllar boyu sürdü. Güney Amerika'nın, Orta Amerika'nın öteki toprakları ve Kuzey Amerika'nın bir kısmı, kısa zamanda, İspanyol fatihlerinin egemenliği altına girdi. Yalnız daha önce, Portekizliler tarafından işgal edilmiş olan Brezilya ile istilacıların Arokan aşiretleri birliğinin uzun ve çözülmez direnciyle karşılaştıkları Şili'nin bir kısmı, bunun dışında kalıyordu.
Sömürgeci fetihler, halkların yağmalanması, soyulması ile birlikte sürüyordu. İnka naibi Atahualpa ve Aztek naibi Moktuzuma, büyük zenginlikler sundular. İspanyollar, antik mezarları yerlerinden kaldırıyor, tapınakları yıkıyor, gözkamaştırıcı sanat yapıtlarını harap ediyor, altınları, değerli taşları ve gümüşü alıp götürüyorlardı. İstilacılar, bu toprakların sahiplerini yerlerinden ediyorlar, ya köle yapıyorlar, ya da kendi mülklerinde, plantasyonlarında ve madenlerinde çalışmaya zorluyorlardı. İnanılmayacak ölçüde ağır sömürü biçimleri, yerli halkın sayısının birdenbire azalması sonucunu verdi. Yalnızca İspanyol egemenliği altındaki Bolivya'nın gümüş madenlerinde, sekiz milyon kadar yerli, kırılıp yokoldu. İşte bu durumdur ki, sömürgecileri, umutsuz bir köleliğe mahkûm Afrikalı zencileri buraya getirmeye zorladı.
Portekizlilerin sömürgeleştirme yöntemleri daha az gaddar (sayfa 113) olmadı. Arap, Hintli ve Çinlilerin gemilerini batırıyor ve soyuyorlardı. Acentelerinden ve ellerinde bulunan adalardan yola çıkarak, aşiretler üzerine çullanıyorlar ve onları, kendilerine baharat ve başka değerli tropikal ürünler bağışlamaya, armağan etmeye zorluyorlardı, ve sonra Portekiz tüccarları bunları akıl almayacak kadar yüksek fiyatlarla Avrupa pazarlarında satıyorlardı. Yerlilerle Portekizlilerin "ticaret"i kaba bir aldatmacaya dayanıyordu. İncik, boncuk ve değersiz eşya karşılığında kendilerine çok büyük kârlar sağlayan gerçekten çok büyük değerde metalar elde ediyorlardı.
İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin bütün bu oluntuları (altın ve gümüş madenlerinin bulunması, Asya, Afrika ve Amerika halkları tarafından biriktirilmiş zenginliklerin yağma edilmesi, yerli halkların topraklarından edilmesi ve köleleştirilmesi, zencilerin köleliği, değişimlerin dengesizliği), sermayenin ilkel birikiminin temelini oluşturur. Kapitalist üretim çağının şafağı böyle başladı.
AVRUPA DEVLETLERİ ARASINDA SÖMÜRGE YARIŞI
İspanya ve Portekiz, ilk sömürge imparatorlukları oldular. Sömürgeler ve deniz ticareti uğruna, bu iki ülke arasında, ateşli bir yarışma başladı. Açık çarpışmaları önlemek için 1529'da, bir anlaşmaya varıldı; bu anlaşma, bir kutuptan ötekine, dünyanın iki parçaya ayrılmasını öngörüyordu: biri İspanyolların, öteki ise Portekizlilerin emrinde olacaktı. Bu, dünyanın ilk sömürgeci bölünüşü oldu. Ama bölüşme, iki ülke arasındaki çelişkileri pek de azaltmadı. Başka istilacılar da, Hollanda, İngiltere ve Fransa ortaya çıktılar.
17. yüzyılda Hollanda, İspanya ve Portekiz'i arka plana iterek sömürgeci büyük güçlerden biri haline geliyor. Daha 16. yüzyılın sonunda, Hollandalı tüccar fatihler, Hindistan'a burunlarını sokuyorlar. 1602'de, Doğu Hindistan Şirketi (ki, 1798'e kadar yaşamıştır), kurulmuştu; Hint Okyanusu ve Pasifik üzerindeki ticaret tekelinden yararlanıyordu. Hollandalı tüccarlar ve onların paralı askerleri, Endonezya halkına (sayfa 114) boyun eğdirerek bu tropikal ülkenin zenginliklerini sömürüyordu. "Gereksiz" nüfusu adalardan sürdüler, piyasasını yüksek tutmak için bir yığın değerli ürünü yaktılar.
1621'de, Hollandalılar, Amerika kıtası üzerindeki işlemleri üzerine alan Batı Hindistan Şirketini kurdular.
17. yüzyılın ortalarında, Hollandalılar, Portekizlileri, Güney Afrika'dan attılar ve kendi sömürgeleri Kap Bölgesini kurdular. 1656'da, Portekizlileri, Seylan'dan kovuyorlardı. Bununla birlikte, Hollanda'nın, sınai olmaktan çok ticari bir anıklık ve eğilimi vardı, onun için de kendisine karşı çıkan sanayici İngiltere karşısında yenildi. İngiliz-Hollanda savaşlarından sonra, İngiliz birlikleri, Kuzey Amerika'dan, Hollandalıların ayaklarını kaydırdılar. Sömürgeci yükselişinde İngiltere, eski sömürgeci devletler ile, İspanyol ve Portekizliler ile karşı karşıya geliyordu. Hükümetlerinin onayı ile İngiliz gemileri Avrupa'dan Amerika'ya gitmekte olan İspanyol deniz filolarına saldırıyor, soyuyorlardı. İngiliz-İspanyol rekabeti, 1588'de, İngiliz filosu tarafından parçalanan Yenilmez Armada'nın yenilgisi sırasında en yüksek noktasına ulaştı. İngiltere kısa zamanda, denizlerin efendisi haline geldi. Ama bu tumturaklı ad'a genç İngiliz burjuvazisinin gereksinmesi yoktu. Denizlerin efendiliği, karada hüküm sürmeye hizmet etmeliydi. 17. yüzyılda, İngiltere, 12. yüzyılın ikinci yarısında başlamış olan İrlanda'nın fethini tamamlıyordu. İngiltere'nin sömürgeci siyaseti, 18. yüzyılın 30 yıllarından başlayarak özellikle saldırgan oluyor. Sömürge savaşları, öteki halkları ezme konusunda, rakipleri uzaklaştırmayı hedef tutan açığa vurulmuş soygun savaşlarıydı. İngilizler için, başlıca rakip, kapitalist ilişkilerin hızla gelişmekte olduğu Fransa'ydı.
Fransa, sömürge imparatorluğunu, 17. ve 18. yüzyıllarda yarattı. Kanada'yı, Çin-Hindi'ni ve Hindistan topraklarının bir kısmını ele geçirdi. Aynı şekilde, Doğu Hindistan ve Senegal Şirketlerini ve başka şirketleri kurdu, bunlar aracılığıyla fetihlerini gerçekleştiriyordu.
Boyuneğdirdiği ülkeleri, metropolün (anayurdun) bir tarım (sayfa 115) uzantısı haline dönüştürmek için, İngiliz sömürgecileri, bu ülkelerin halklarını yoksulluğa, geriliğe ve ekonomik durgunluğa sürüklüyorlardı. İspanya ile savaştan sonra İngilizler, Batı Hindistan sömürgelerini genişlettiler ve Florida'ya girdiler. 18. yüzyılın ortalarındaki savaşlar (1740-1748 Avusturya tahtı yüzünden çıkan savaş ve 1756-1763 yedi yıl savaşı) İngiltere'ye yeni sömürgeler sağladı: Kanada'da Fransız sömürgesinin ve Hindistan'da yeni toprakların alınması. Hindistan'daki işgaller, Fransızların ve öteki rakiplerin dışarı atılması, aslında, 1660'ta kurulmuş olan Doğu Hindistan İngiliz Şirketi tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Kalleşlik, zalimlik ve doymakbilmez bir açgözlülükte, bu şirket, İspanyol fatihlerinden hiç de farklı değildi. Böylece Bengal'in ele geçirilişi, Bengal hazinelerinin yağma edilmesi, büyük ganimetlerin kaldırılması bütün halka çok ağır vergilerin yüklenmesi ile birlikte yürütüldü. Şirket, büyük ölçüde, köle emeğinden yararlanıyor, Hintli dokumacıları İngilizler hesabına parasız çalışmaya zorluyordu. Afyon plantasyonlarında Hintli köylülerin zoraki çalıştırılmasına girişiyordu. Bunun sonucu olarak, 1770'te, Bengal'de korkunç bir kıtlık oldu ve bu kıtlık sırasında yedi milyon Hintli öldü., Genç İngiliz kapitalizmi, Hindistan'ın öteki bölgelerinde de aynı gaddarlıkla hareket ediyordu.
Doğu ve Batı Hindistan Şirketlerinin şu özelliği vardı ki, özel şirket oldukları halde, devletten kuvvetli bir destek görüyorlardı. Ordular ve savaş filoları, bu şirketlerin çalışmalarını, silah gücüyle güven altına alıyordu. Zamanla, bu şirketler, geçmişte olduğu gibi, özel sermayenin çıkarlarını koruyan birer hükümet kurumu haline dönüştüler.
Köle ticareti, Avrupalı sömürgecilerin başlıca "uğraşları"ndan biri oldu. Hollandalıların, Endonezya'da, ailelerinden kaçırılan çocukların çile çektikleri gizli özel hapisaneleri vardı; bu çocuklar büyüdükten sonra köle olarak satılıyorlardı. Afrika esas olarak, Amerika'ya satılan köleleri avlamak için en gözde yer haline geldi. (sayfa 116)
SÖMÜRGELERDE SERMAYENİN İLKEL BİRİKİMİ
Sömürge fetihleri dönemi, ilkel birikim sürecinin önemli bir yanını oluşturması yönünden, bizi ilgilendiriyor. Bununla birlikte, sömürgelerdeki ilkel birikim süreci Avrupa'daki aynı süreçten temelden ayrılıyordu.
İlkin, yağma edilen ürünler metropole ihraç ediliyor, ancak orada sermayeye çevriliyordu. Böylece, sömürge imparatorluklarının kuruluşu, esas olarak, genellikle sınai üretime yatırım yapan ticaret şirketlerinin ellerinde toplanan büyük sermayelerin Avrupa'ya gelişini kolaylaştırıyordu.
İkinci olarak, Hindistan topraklarının İngilizler, Endonezya topraklarının Hollandalılar, Güney Amerika topraklarının ise İspanyollar tarafından geniş parçalar halinde zoralımı, bağımlı ülkelerde kapitalist ilişkilerin ortaya çıkışını ve gelişmesini güçleştiriyordu. Sömürgeciler, kabilesel (tribale), köleci ve feodal sömürü yöntemlerini sürdürdüler ve hatta bunları ağırlaştırdılar, bu da, milyonlarca insanın canına maloldu. Bengal'de, 1770 kıtlığı, nüfusun üçte-birini götürdü. İspanyol keşişlerinin ve Las Casas'ın tanıklığına göre, İspanyolların gelişi sırasında Jamaika ve Porto-Rico adalarında, yaklaşık olarak 600.000 yerli vardı. 33 yıl sonra, bunların sayıları, ancak 400 kadardı. Yerli nüfus, İspanyollar tarafından istila edilen bölgelerde korkunç bir oranda azaldı.
Üçüncü olarak, ilkel birikim döneminde, sömürgelerin çoğunluğunda komünal emeğin, köle ya da serf emeğinin yerini ücretli emek almadı, bu da büyük bir iktisadi gerileme anlamına geliyordu.
İLKEL BİRİKİM DÖNEMNİDE SÖMÜRGE SİYASETİNİN BİLANÇOSU
Esas sonuç şudur ki, yağma, soygun, köle alım-satımı, ulus topluluklarının ve kabilelerin kırımı, savaşlar, yerli kölelerin ve serflerin zoraki çalıştırılması, sermayenin, sömürgecilerin elinde hızla birikmesini kolaylaştırdı. Sömürgeler sistemi, henüz ortaya çıkmış olan manüfaktürlere pazar sağlayarak, (sayfa 117) ticarete yararlı oldu.
Büyük coğrafi keşifler yapılır yapılmaz, bir dünya pazarı oluşmaya başlıyor; işte, bu dönemin başlıca sonuçlarından biri budur. 18. yüzyılda, dünya pazarı henüz kurulmamıştı ama, sömürge imparatorluklarının varlığı, dünya pazarının kurulmasını kolaylaştırıyordu. Sömürgelerin sömürülmesi, kapitalist devletlerin sanayi gücünü uyarırken, aynı zamanda sömürgelerde, üretici güçleri ve toplumsal ilişkileri durduruyor ya da birçok halde olduğu gibi, geriletiyordu.
İlkel birikim döneminde, Çin, İran, Osmanlı İmparatorluğu gibi bağımsızlıklarını biçimsel olarak korumuş olan Asya'nın büyük devletleri, birer yağma ve sömürü konusu haline geldiler.
18. yüzyılın sonunda, İngiltere'nin, öteki sömürgeci devletler üzerindeki üstünlüğü, mutlakiyetin ve feodalizmin sürüp gitmesi yüzünden iktisadi ve toplumsal planda giderek gerilemekte olan İspanya ve Portekiz'i hesaba katmazsak, Fransa ve Hollanda'ya göre üstünlüğü kesin olarak belli oldu.
Fransız devrimi sırasında, eski sömürgeci sömürü biçimleri, artık zamanlarını doldurmuşlardı. Dolambaçsız aldatmaca, apaçık zor kullanma, ticaret şirketlerinin tekeli, değişimlerin aykırılığı, az gelişmiş bir kapitalizme özgü bütün sömürü biçimleri, artık istenen zenginlikleri getirmiyordu. Sayısız tekelci ticaret şirketleri, ilkel birikim döneminin sonunda dayanıksızlıklarını ortaya koyuyorlar: sürekli olarak bütçe açığı veriyorlar ve iflasa gidiyorlar. Özellikle Fransız şirketleri, bu durumun kurbanı oldu, ama İngiliz ve Hollanda şirketleri de zarar gördü. Bağımlı halkların ve kölelerin durmadan başkaldırmaları da sömürge sömürüsünde yeni yöntemlere geçişi zorunlu kıldı. (sayfa 118)
TEKEL-ÖNCESİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE
SÖMÜRGE SİSTEMİ
FRANSIZ DEVRİMİ VE SÖMÜRGELER
Burjuva devrimleri, hiç bir şekilde sömürge ve yarı-sömürge halklarını özgürlüğe kavuşturmadı. Metropol emekçilerinin kopardığı, her şeye karşın sınırlı burjuva özgürlükler, sömürgelere ve bağımlı ülkelere kadar uzanmadı. Fransız Devriminin yarattığı "özgürlük, eşitlik, kardeşlik", "insan hakları, yurttaşlık hakları" gibi sloganlar, hiç de Senegal'in zencileri. Batı Hindistan'ın melezleri ve Amerika Yerlileri için değildi. Üstelik, feodaliteyi devirdikten sonra, burjuvazi, siyasal iktidarı, yalnızca metropol emekçilerini ezmek için değil, yeni sömürgelerin ele geçirilmesi ve köleleştirilmesi için kullandı. Burjuvazinin sözcüsü Napoléon, Fransa'nın en başta gelen rakibi İngiltere ile savaşırken, açık bir biçimde, Fransa'nın yeryüzündeki sömürgeler hegemonyasını kurmayı hedef tutuyordu. Bu planları arasında, Mısır, Hindistan, İran, Afganistan, Türkiye ve Latin Amerika'ya elkoymak da vardır.
Napoléon imparatorluğunun düşmesi Fransız burjuvazisinin, dünya üzerindeki sömürge egemenliği umudunun yıkılmasını onayladı; ama bu, hiç de Fransız-İngiliz sömürge rekabetinin durması demek değildi. İngiltere için başka bir ciddi rakip ortaya çıktı, İngiltere tacının incisi Hindistan'ı kuzeyden tehdit etmeye başlamış olan Rusya. Rusya ile İngiltere'nin çıkarları, Uzak-Doğu'da çarpışıyordu.
DÜNYA PAZARININ KURULMASI VE SÖMÜRGELERİ
SÖMÜRÜ YÖNTEMLERİNİN DEĞİŞMESİ
;
Dünyanın bellibaşlı büyük devletleri arasındaki kızgın rekabet sonucunda "yararlanılabilir", yani fethedilecek toprakların miktarı azalıyordu. Dünya, kapitalist ilişkilerin yörüngesine giriyordu. Londra, Paris, Washington, Afrika'yla, (sayfa 119) Arjantin'le, Havai adalarıyla ilgilenmeye başlıyorlar. Artık, her ülkenin tarihi, yüzlerce bağla, öteki ülkelerin tarihine bağlanmıştır.
Geçen yüzyılın 50 yıllarının sonunda kurulup yerleşmiş olan dünya pazarı üzerinde dünya tarihinin tek bir seyir izlediği iktisadi temeli oluşturdu. Her ne kadar kapitalizm, hemen hemen bir onbeş yıl daha, yukarı doğru çıkan bir eğri izlemekte devam ettiyse de, burjuvazi kendisine nesnel olarak kabul etmiş olduğu amaçlara ulaşmıştı.
Sanayi devrimi, esası bakımından, 19. yüzyılın 50 yıllarında tamamlanmıştı. O zaman, çok miktardaki sanayi mamullerinin sürümü ve bunların yapımı için hammaddelerin elde edilmesi sorunu ortaya çıktı. Sanayi devrimi, o zamana değin bilinmeyen taşıma ve ulaştırma araçlarını yarattı. Dünya pazarının kuruluşu, ticaretteki atılım, demiryolunun ortaya çıkışı, ezilen halkların kesintisiz savaşımı, sömürge ve yarı-sömürgelerin yeni sömürü biçimlerine geçişini belirledi. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, sanayileşmiş ülkelerin ürettikleri metaların sürüm pazarı ve hammadde ve besin kaynağı haline dönüşüyorlar. Güçsüz sömürge halklarının soyulması, her ne kadar vurgun, çapul, bütün bütüne ortadan kalkmamışsa da, yeni bir biçimde, "serbest değişim" biçiminde sürdürülüyor. "Serbest değişim", elbetteki, ilkel birikim döneminin tipik özellliği olan ticaret şirketlerinin tekelci durumuna öldürücü bir darbe indiriyor, himayecilik yıkılıyordu.
SÖMÜRGE EKONOMİSİ ÜZERİNDE "SERBEST DEĞİŞİM'İN ETKİSİ
Büyük miktarda metaın ezilen ülkelere akını, onların meta-para ilişkilerinde bir canlılık yarattı. Yerel derebey1er, aşiret reisleri, gittikçe daha sık olmak üzere, pazara koşar oldular. Bu, köylü sömürüsünün şiddetlenmesinin, köylülerin yoksullaşmasının, hatta çoğu kez yıkımının nedeni oldu. Yabancı kapitalistlerin, sömürge yönetiminin, yerel derebeylerin, ticaret aracılarının ve tefecilerin doğrudan doğruya (sayfa 120) baskısı altında, köylü, kapitalist pazar için hammaddeleri ve besin maddelerini üretmek ve bunları olağanüstü düşük fiyatlarla satmak zorunda kaldı. Kapitalist pazar durumunda en ufak bir çöküş, sömürge ve yarı-sömürgeler köylüsünün durumunda yansıyordu.
Metropol sanayi eşyasının çığ gibi artması, evrim geçirmiş ülkelerin sanayi rekabetine dayanamayan zanaatçı girişimlerin ve manüfaktürlerin dağılıp yokolmasına neden oldu. Böylece metropolden gelen sanayi eşyasının sürümü, Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın sınai gelişmesini engelliyordu. Yerel ticaret, zanaatçılıkla birlikte sönüyordu. Herkes, köylüler kadar zanaatçılar, hatta yerel burjuvalar da yoksullaşıyordu, yalnız sömürgecilerle sömürge halkı arasında ticari aracı rolü oynamaya başlamış olan burjuvazinin bir kesimi (işte "komprador burjuvazi" denen budur) bunun dışında kalıyordu.
"Serbest değişim", sömürge sömürüsünün başlıca yöntemiydi, ama tek yöntemi değildi. Kapitalizm, plantasyon tarımını da yaydı, genişletti (Batı Hindistan, Endonezya, Hindistan vb.), sömürgeleştirme "özgürlüğü"ne uygun olarak, toprakların ve halkların yağmalanmasını örgütlendirdi (Cezayir, Güney Afrika vb.).
Plantasyon ülkelerinde, Fransız ve İngiliz sömürgecileri, etkinliğini tümden yitirmiş olan, daha az verimli hale gelmiş bulunan ve plantasyonun rantabilitesinin yükselmesine olanak vermeyen köleliği kaldırmak zorunda kaldılar. Bununla birlikte, köleliğin kaldırılmasından sonra bile, eski köleler, yeni işe alınan Çinli ve Hintli işçiler, korkunç bir sömürüye konu oluyorlar, açlıktan ve hastalıktan yığın halinde ölüyorlardı. İngiliz ve Fransız plantasyoncuları, köleliğin yerine sözleşmeler sistemini koydularsa da, Hollandalı sömürgeciler, Endonezya'ya, yerli halkın kolgücü bakımından zorunlu çalışmasını getirdiler. 5-10 köy, hammaddelerin işlendiği bir iş yerine bağlanıyordu. Halk, oraya hammaddeleri götürüp teslim etmek ve kolgücü gereksinmesini sağlamak zorundaydı. (sayfa 121)
"Serbest değişim"in sömürgeler ile metropoller arasındaki iktisadi bağları esas biçimini oluşturduğu kapitalizmin tekel-öncesi dönemi boyunca sömürgelerdeki kapitalist ilişkiler uyumaya devam etti. Ama dünya pazarına sürüklenmeleri ile birlikte, sömürgeler, oluşum halindeki dünya kapitalist sisteminin sömürülen bir kısmı haline geliyordu. (sayfa 122)
SEKİZİNCİ BÖLÜM
EMPERYALİZM
1.EMPERYALİZM, KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI
TEKEL-ÖNCESİ KAPİTALİZMİN EMPERYALİZM BİÇİMİNİ ALMASI
Tekel-öncesi kapitalizmden emperyalizme geçiş, 19. yüzyılın son üçte-birinde gerçekleşti. Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm, kapitalizmin en yüksek ve son evresidir. Kesin olarak 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın kavşağında oluşmuştur.
19. yüzyılın sonunda, maden işleme, kimya ve makine sanayiinde çok büyük teknik ilerlemeler kaydedildi; sanayi üretimi hem büyüdü, hem de yoğunlaştı. Yeni maden döküm yöntemlerinin (Martin fırınları, Bessemer, Thomas yöntemleri) ortaya çıkışı, büyük çelik ve metalürji fabrikalarının yapılmasına olanak sağladı. Çelik üretiminin artması, makine yapımının ve demiryollarının genişlemesini kolaylaştırdı. Beri yandan, sanayi üretimi ve taşıma da yeni devindirici makinelerin: dinamo-elektrik, patlarlı motorlar, buhar türbinleri, dizel motorları, tramvaylar, otomobiller, lokomotifler ve uçakların icadı ile hız kazandı. (sayfa 123)
19. yüzyılın ortasında hafif sanayi, özellikle tekstil sanayii ağır basarken, yüzyılın sonunda bellibaşlı yeri ağır sanayi, öncelikle metalürji ve makine sanayii, maden ocakları sanayii, kimya, enerji gibi çok büyük ve pahalı tesisler isteyen, satın alınmaları ve yapımları için büyük sermayeler gerektiren sanayi kolları aldı. 1870'te 500 bin ton çelik dökülürken, 1900'de 28 milyon ton çelik dökülüyordu, yani 56 kat daha fazla. Aynı süre içinde petrol elde edilmesi 0,8 milyon tondan 20 milyon tona çıkarak 25 kat artmıştı.
Emperyalizme geçiş, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin tekel-öncesi dönem boyunca gelişmesiyle hazırlanmıştı. 19. yüzyılın ilk yarısında, kapitalist üretim biçimi, yalnız Batı Avrupa'nın birkaç gelişmiş ülkesinde: İngiltere, Fransa ve Hollanda'da egemen durumdaydı. 60-70 yıllarından başlayarak, kapitalizm, Amerika Birleşik Devletleri'nde, Almanya'da, Rusya'da ve Japonya'da hızla gelişti. ABD'nde, 1863'te, köleliğin yasaklanması; Rusya'da, 1861'de, sertliğin kaldırılması; Japonya'da, 1867-1870 burjuva devrimi; Almanya'nın 1871'de birleştirilmesi, bu hızlı gelişme olayına yardımcı oldu.
EMPERYALİZMİN TEMEL NİTELİKLERİ
Emperyalizmi tanımlayan iktisadi temel özellikler şunlardır:
1. Üretim ve sermayenin bir merkezde toplanması, bu, kesin iktisadi bir rol oynayan tekellerin oluşumuna götürür.
2. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması ve bu "finans kapital" temeli üzerinde bir finans oligarşisinin doğuşu.
3. Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı, özel bir önem kazanır.
4. Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci birliklerin oluşumu.
5. Dünya topraklarının en büyük kapitalist devletler arasında paylaşılmasının son bulması. (sayfa 124)
ÜRETİMİN BELİRLİ MERKEZLERDE TOPLANMASI VE TEKELLER
Serbest rekabet, tekel-öncesi kapitalizmin özelliğiydi. Bu, üretimin gittikçe daha büyük işletmelerde hızla yoğunlaşması sürecini koşullandırıyordu. Serbest rekabet, kimilerini zenginleştirerek, kimilerini ise yoksullaştırarak üretimin belli merkezlerde toplanması sonucuna vardı, yani işletmelerin bütünü içinde büyük işletmeler payının artmasına, ve bütün dünya üretimi içinde bu büyük işletmeler üretiminin payının büyümesine, kolgücünün ve üretim kapasitesinin gittikçe artan bir kesiminin büyük işletmelerde toplanmasına vardı.
1909'da, ABD'de, üretimleri milyon doları aşan en büyük işletmeler, işletmelerin tüm sayısının %1,1'im temsil ediyorlardı. İşçilerin %30,5'ini kullanıyorlar, ve dünya sınai üretiminin %43,9'unu sağlıyorlardı. Bunun sonucu olarak, ulusal üretimin 2/5'sinden fazlası işletmelerin onda-birinin elinde toplanmıştı.
Bundan sonraki dönemde üretimin büyük merkezlerde toplanması daha da belirginleşti. 1939'da, bir milyon dolarlık ve bunun üstünde bir üretimde bulunan en büyük işletmeler, bütün işletmelerin %5,2'sini oluşturuyordu. İşçilerin %55'ini kullanıyorlar, ve dünya sanayi üretiminin %67,5'ini veriyorlardı.
Üretimin yoğunlaşması, tekellerin egemenliğe geçişini hazırlar. Yayılmak, genişlemek, anlaşmalara varmak, dev işletmeler için artık büyük güçlükler göstermiyordu.
Emperyalizmin iktisadi özü, kapitalist serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliğinin almasıdır. Tekeller, en büyük kapitalist işletmelerden belirli bir daldaki üretimin en büyük payının üretimini, ya da sürümünü ellerinde toplayan kapitalist işletmelerin ortaklıklarından ya da birliklerinden ortaya çıkmışlardır. Üretimin belli bir kesimindeki ekonomik güçleri, iktidarları, muazzam ağırlıkları ile kendini gösteren tekeller kendi tekel fiyatlarını kurar ve çok büyük bir kâr elde ederler. (sayfa 125)
TEKELLERİN BAŞLICA BİÇİMLERİ
Karteller, sendikalar, tröstler, konsorsiyumlar, tekelci birliklerin bellibaşlı biçimleridir.
Kartel, büyük kapitalist işletmelerin bir birliğidir. Kartele katılanlar, metaların satımı, hammaddelerin satın alınması, ödeme süreleri ve koşulları üzerinde anlaşırlar, sürüm pazarlarını paylaşırlar, üretilen metaın, hammaddelerin ve satın alınmış gereçlerin fiyatlarını saptarlar, kartel üyelerinin herbiri tarafindan üretilecek metaların miktarını belirler, ki buna da, kota denir. Kartele giren işletmeler, bağımsızlıklarını korurlar.
Sendika, üyelerinin, metaların sürümünde özerkliğini kaybettiği bir tekelci işletmeler ortaklığıdır. Bu tipte, üretim bağımsız kalır, ama metaların satımı ve bazı halde hammaddelerin ve gereçlerin satın alınması, bir ticaret aygıtının, ortak bir şirketin aracılığıyla gerçekleştirilir.
Tröst, üyesi olan bütün işletmelerin bir tek işletme halinde birleşip kaynaşmak üzere üretim özerkliğini kaybettiği bir tekeldir, aynı zamanda, bu işletmelerin sahipleri, ellerinde bulundurdukları hisse senetlerinin miktarına göre nispi olarak kâr alan hisse sahipleri haline gelirler. Üretim, mali ve ticari faaliyetin yönetimi, hisse sahiplerinin genel meclis tarafından seçilen bir yönetim konseyine düşer. Yönetim konseyine, genel olarak çok sayıda hisse senedine sahip olanlar girer, ABD'de, 1911'de, tröstlere karşı yasanın yayınlanmasından sonra, tröstler, şirket adını aldılar. Böylece, Rockefeller'lerin koskoca petrol tröstü Standard Oil Company, bir sürü şirketlere bölündü. Standard Oil Co. of New Jersey, Standard Oil Co. of Califonia, vb.. Bütün bunların hepsi, Rockefeller'ler tarafından denetlenmektedir.
Konsorsiyum, çeşitli sanayi dallarından işletmeleri, bankalar, ticaret firmaları, taşıma şirketleri, sigorta şirketleri gibi ortak mali çıkarları olan ve konsorsiyuma giren işletmeleri denetleyen aynı büyük kapitalistler grubuna mali bakımdan bağlı olan işletmeleri biraraya toplar. (sayfa 126)
ABD'de, elektrik üretimi, General Electric Company konsorsiyumu tarafından; hava yolları, Douglas Aircraft Company konsorsiyumu tarafından; alüminyum, Mellon konsorsiyumu tarafından; kimyevi maddeler, Du Pont de Nemours and Company tarafından denetlenir. Otomobil sanayiinde, iki tekel, General Motors Corporation ve Ford Motor Company, 1956'da, satılan otomobillerin %80'ini yaptılar. İmalat sanayiinin 43 dalından herbirinde, dört korporasyon, üretimin %75'inden fazlasını ellerinde toplar; ve 102 dalda, daha büyük dört tekel, bütün üretimin %50-75'ini verir.
Tekeller, rekabet savaşımını uzaklaştırmak şöyle dursun daha da kızıştırdılar ve daha yıkıcı kıldılar. Bu savaşım tekelleri birbirine karşı çıkarır, bizzat tekellerin bağrında ortaya çıkan tekelleri, tekelleşmemiş işletmelerin karşısına diker. Tekellere boyuneğmeyi reddedenlere gelince, ticari dalavereler yoluyla yıkmaya dek varan çeşitli baskı yöntemlerine başvurulur. Tekeller arası savaşımda, her çare mubahtır: rüşvet, şiddet, şantaj, sabotaj ve rakiplerin fizik olarak ortadan kaldırılmasına varıncaya kadar yasaların cezalandırdığı tüm fiiller.
FİNANS-KAPİTAL (MALİ SERMAYE) VE FİNANS OLİGARŞİSİ
Emperyalizmde, üretim alanına iyice giren bankalar, büyük bir rol oynarlar. Bankalar, birinci ve başlıca görevleri ödemelerde aracı olarak hizmet etmek olan, özel kapitalist işletmelerdir. Yararlanılabilir sermayeyi ve gelirleri mevduat şeklinde toplar ve girişimcilere ödünç sermaye olarak verir. Mevduat için ödedikleri faiz, verdikleri krediler için aldıkları faizden daha azdır: bu fark, bankanın kârını oluşturur.
Bankalar arasındaki savaşım, daha büyükleri tarafından yutulan küçük bankaların yıkımı ile sonuçlanır. Küçük bankaların bir kısmı, biçimsel olarak bağımsızlıklarım korurlar ve büyük bankaların şubesi haline dönüşürler.
Mali işlemlerin sayısı arttığı halde, ABD'de, bankaların (sayfa 127) sayısı, 1921'de 30.419'dan 1955'te 14.243'e düştü. En büyük bankaların 10'u, 1923'te tüm işlemlerin %10'unu yaparken, bu, 1955'te %21'e yükseldi. New York'ta, en büyük dört bankadaki mevduatların hacmi, 1900'de %21 iken, 1955'te %60'a yükselmiştir. ABD'nin en ağır basan 16 mali merkezinden l0'u içinde 4 banka, tüm ticaret bankalarının aktiflerinin %50'sinden fazlasını ellerinde tutarlar. Bu mali merkezlerin dokuzu içinde, 2 banka, aktiflerin %60'ına sahiptirler. San Francisco'da Bank of American National Trust and Saving's Association, Boston'da First National Bank, Pittsburgh'da Mellon National Bank and Trust Company: bunlardan herbiri, bulundukları kentlerin aktifinin yansından çoğunu denetler.
İngiltere'de 1936'da, en büyük beş banka, ülkenin bütün bankalarının mevduatlarının tüm tutarının %74,6'sını, 1957'de ise %77,3'ünü ellerinde tutuyorlardı.
Banka işlerinin bir elde toplanması ve merkezleşmesi, banka tekellerinin oluşumuna yolaçar. Bankalar, ödemelerdeki mütevazı aracılardan kudretli tekeller haline gelirler. Halkın yatırdığı paraların ve hazır sermayenin hemen hemen hepsinden yararlanırlar. Krediler aracılığıyla, sınai girişimlerle, çok sıkı bağlar kurarlar, onların eylemlerini denetler ve onlara uzun vadeli krediler sunarlar. Bankalar, sınai işletmelerin hisse senetlerini elde ederler, öte yandan, bu işletmelerin sahipleri de hisse senetlerinden bir kısmını satın aldıkları bu bankaların hissedarları haline gelirler. Banka tekellerinin ve sanayi tekellerinin sermayesinin kaynaşması, mali sermayenin (fînans-kapitalin) oluşumunu sağlar. Bu iki unsurun birbiri üstüne binmesi, aynı kişiler tarafından yönetilen sanayi ve banka tekellerinin kodamanlarının kişisel birliğinde kendini gösterir. Bunun gibi, Mellon mali grubunun üyelerinden biri olan Mellon National Bank and Trust Company'nin başkanı Richard Mellon, aynı zamanda, daha başka dört bankanın: Gulf Oil Corporation, Aluminium Company of America; General Motors, Pennsylvania Railroad'un müdürlük görevlerini de üzerine almıştır.(sayfa 128)
ABD'de, en büyük bankaların 1955'te öteki şirketlerin yönetim organlarında temsilcileri vardı; J. P. Morgan and Company'nin 92 şirkette, Chase Manhattan Bank'ın 104 şirkette, First National City Bank'ın 115 şirkette, Guaranty Trust Company'nin 91 şirkette, Banker's Trust'in 84 şirkette temsilcileri bulunuyordu. 1951'de İngiltere'nin en büyük beş bankasının müdürleri başka şirketlerde, 1.008 müdürlük mevkii işgal ediyorlardı.
Emperyalizm çağında, bütün kollarda, başlıca mevkiler, ülkenin ekonomisini olduğu kadar, siyasetini de denetleyen bir yüksek mali grubun, büyük sanayi ve banka sermayesi sahiplerinin küçük bir grubu tarafından tutulmaktadır. Bu tekelci bankacılar ve sanayiciler grubu, çok güçlü bir finans oligarşisi oluşturur.
İştirak sistemi, finans oligarşisinin iktisadi egemenliğinin bellibaşlı biçimlerinden biridir. Elinde bulundurduğu hisse senetleri dolayısıyla en başta gelen ortaklığı, yani anakurumu denetlemek olanağını sağlayan çok sayıda hisse senedine sahip büyük bir sermayeci ya da büyük sermayeciler grubu, bu ilk ortaklığın sermayesini, başka anonim ortaklıkların, yan kurumların hisse senetlerinden büyük bir miktar satın almak için kullanır. Bu yan kurumlar da, hisse senetlerinin çoğunluğunu elde etme yoluyla, aynı şekilde akrabalıklarını uzatırlar.
Bu birçok dereceli mali bağımlılık sayesinde, büyük maliyeciler, kendilerininkini çok aşan bir sermayeyi denetler. 1955-1956'da, ABD'nin en önemli finans grupları, şu sermayeleri denetliyorlardı: Morgan, 7 milyar dolarlık kişisel bir sermaye ile 65,3 milyar dolarlık bir sermayeyi denetliyordu; Rockefeller için yaklaşık sayılar 61,4 milyar için 3,5 milyardı; Du Pont 4,7 milyar sermayeyle 16 milyarı; Mellon 3,8 milyar ile 10,5 milyar doları denetliyordu.
Bu pek çok dallanıp budaklanmış ortaklık sistemi, büyük maliyecilerin gücünün dev gibi artmasını kolaylaştırıyor. Bu sistem, onlara her çeşit dalavereye girişmek ve küçük hisse senedi sahiplerini yolmak olanağını veriyor. Nedeni şu ki, (sayfa 129) anakurum, özerk ve bağımsız sayılan yan-yavru-kurum için, yasa karşısında, hiç bir sorumluluk taşımaz. Birleşik Devletler'de, sekiz oligarşi grubu, ulusal ekonomi üzerinde hüküm sürmektedir: Morgan, Rockefeller, First National City Bank, Du Pont, Mellon, Bank of America, Chicago ve Cleveland grupları. Bunlar tarafından denetlenen aktifler, 1955'te 218,5 milyar dolara yükseliyordu.
Morgan ve Rockefeller, finans oligarşisinin para sürücüleridirler. Morgan'lar, en büyük bankaların beşini, 14 demiryolu şirketini, United States Steel Corporation'ı, General Electric'i, American Telephone and Telegraph Company'yi, American Gas and Electric Company'yi vb. boyundurukları altında tutarlar.
Rockefeller'lerin etki alanına, Chase Manhattan Bank, Metropolitan Life Insurance Company, petrol tekelleri olan New Jersey Standard Oil Company, Socony Mobil Oil Company, İndiana Standard Oil Company, California Standard Oil Company, Ohio Standard Oil Company vb. girer.
Zenginliğin hemen hemen tümü, birkaç mali kodamanın çelik, petrol, demiryolları, burjuva basını, sinema, bankaların, vb. taçsız krallarının ellerinde toplanmıştır. Birleşik Devletler'de nüfusun %1'i ulusal servetin %59'una sahiptir. İngiltere'de, özel mülk sahiplerinin %2'den azı, ulusal servetin %67,5'unu ellerinde tutarlar.
Finans oligarşisi, burjuva devletini egemenliği altına alır. En büyük tekelciler, burjuva ülkesinin siyasetinde kilit noktaları ellerinde tutarlar.
Finans oligarşisi, devlet iktidarını emrinde bulundurmaktadır, bakanlıkların kuruluşunu, ülkenin iç ve dış siyasetini belirler.
Finans oligarşisi, metropolde işçi hareketlerini, sömürgelerde ise ulusal kurtuluş hareketini ezmek için devlet iktidarından yararlanır. Burjuva basını, radyo, televizyon, sinema, onun hizmetindedir. Her emre uyan bir propaganda makinesinin yardımıyla, oligarşi, kamuoyunu yanıltır, şovenizmi, ırk ve ulus ayrımı tohumlarını ortalığa saçar, işçi sınıfının (sayfa 130) sayıları az olan seçkinlerini para ile satın alır.
SERMAYE İHRACI
Sermaye ihracı, emperyalizmin başlıca ölçütlerinden biridir, meta ihracı ise tekel-öncesi kapitalizmin özelliği idi. Tekelci kapitalizmde de emtia ihracı genişlemeye devam eder, ama sermaye ihracı önemli bir değer kazanır. Sermaye ihracı, dünyanın büyük bölümünün bir avuç gelişmiş kapitalist ülke tarafından sistemli olarak sömürülüşünü sağlayan başlıca sömürü aracıdır.
Dev sermaye yoğunlaşmalarıyla tekellerin egemenliği, halkın yararlanılabilir kaynaklarını, büyük yığınlar halinde merkezileştiren bankaların ve hisse senetli ortaklıkların gelişmesi, bir kısım kapitalist ülkelerde, bir "sermaye fazlalığı "nın oluşumuna neden olur. Bu sermaye fazlalığı, aynı zamanda hem nispi, hem de saymacadır. Kapitalizmde, yığınların yaşam düzeyi nispi olarak düşük kalır, bunun yanında, sanayiye göre çok geride kalan tarımın gelişmesi için kesin önlemlere gerek vardır. Ama, tekelci kapitalizm "sermaye fazlalığı"nı halkın yaşam düzeyinin yükseltilmesine doğru yöneltemez, çünkü bu, tekellerin kârının azalmasına yolaçacaktır.
En yüksek kâr peşinde olan tekeller, sermayelerini yabancı ülkelere ihraç ederler. 20. yüzyılın başında sermaye, öncelikle, geri kalmış, sömürge ve bağımlı ülkelere gidiyordu, buralarda sermaye azlığı, düşük toprak fiyatı, yüksek olmayan ücretler, hammaddelerin ucuzluğu, efsanevi kârlar sağlıyordu.
Azgelişmiş ülkelere sermaye ihracı halen de sürmektedir. 1946-1960 döneminde Latin Amerika'dan, ABD tarafından götürülen kârlar, 8,8 milyar dolara yükselmektedir. Aynı zaman içinde, Latin Amerika ülkelerinde, Amerikalılar tarafından doğrudan doğruya yapılan yeni özel yatırımlar, ancak 4,5 milyar dolardı.
Bu son yıllarda, çok gelişmiş bir ülkeden bir ötekine sermaye (sayfa 131) ihracı, rekabetin keskinleşmesi ve ücretler düzeyindeki farklar yüzünden hızlı bir genişleme göstermektedir.
Sermaye, başlıca iki biçimde ihraç olunur:
1. Sınai girişimlerde, fabrikalarda, tarımda, taşımada yatırım biçiminde üretken sermaye olarak;
2. Hükümetlere ya da belediyelere verilen borçlar, yardımlar ya da özel krediler olarak. Sermaye ihracının değişik biçimlerine karşın izlenen amaç aynı kalır: yüksek bir kârı tekeline almak.
Sermaye özel ya da devlet sermayesi olarak ihraç edilebilir. 20. yüzyılın başında, sermaye ihracı, hemen hemen yalnız özel kişilerin işiydi. Zamanımızda ise, devlet sermayesinin payı, sermaye ihracının yarıya yakınını tutuyor ve artmaya devam ediyor; çünkü, özel sermaye kurtuluş hareketleri olan ülkelerde, ulusallaştırma riskine girmemeyi yeğ tutar.
Emperyalist devletler, sermaye ihracından, eski hammadde kaynaklarını büyütmek, yeni kaynaklar, sürüm pazarları, sermaye uygulama alanları ele geçirmek için kendi iktisadi, siyasal ve askerî yayılma siyasetlerini gerçekleştirmek için yararlanmaktadırlar.
DÜNYANIN KAPİTALİST BİRLİKLER ARASINDA İKTİSADİ PAYLAŞILMASI
İç pazar üzerinde hüküm süren tekeller (tröstler, sendikalar, karteller) onu kendi aralarında paylaşırlar. Yabancı yatırımlar, en büyük tekellerin etki alanını ve uluslararası bağlarını büyük ölçüde genişletir. Bazı ülkelerin tekelci birlikleri, birçok ülkenin pazarı üzerinde hüküm süren tekelci ortaklıklar haline dönüşür. Bu ortaklıklar, uluslararası tekeller haline gelirler.
Uluslararası tekeller, başka başka ülkelerin kendi ulusal sınırları çerçevesini aşan tekellerinin topluluğu, ya da çeşitli ülkelerin ulusal tekelleri arasındaki ittifaktır.
1897'de, uluslararası 40 kartel sayılıyordu, 1910'da 100 (sayfa 132) taneydiler, İkinci Dünya Savaşından önce, yaklaşık olarak 1.200 tane. Kapitalist alemin dış ticaretinin %40'ından fazlasını denetliyorlardı. En büyük uluslararası tekeller, çelik, demiryolları, petrol, alüminyum, kimyasal boya, azot, bakır, kalay, kauçuk vb. kartelleridir. İkinci Dünya Savaşından sonra, büyük uluslararası tekeller, burjuva hükümetlerinin etkin bir biçimde katılmasıyla yaratıldı. Federal Alman Cumhuriyeti, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Luxembourg'u içine alan Avrupa Kömür Çelik Ortaklığını belirtelim.
Eperyalizmin savunucuları, tekelci birliklerin bir barış aracı olduklarını ve bu birliklere katılanların kapitalist ülke ve gruplar arasında ortaya çıkan çelişkileri barışçı yoldan çözümleyebildiklerini ifade ederler. Buna benzer açıklamaların gerçekle hiç bir ilgisi yoktur. Kapitalizmde, iç pazarlar olduğu gibi dış pazarlar da sermaye güçlerindeki oranın değişikliklerine uygun olarak paylaşılır. Kapitalist ülkelerin ve bazı tekellerin gelişmelerindeki eşitsizlik, uluslararası tekeller içindeki kuvvetler oranının sürekli olarak tartışma konusu haline gelmesine neden olur. Taraflardan herbiri, daima, kendi payının büyümesi, kendi sömürü alanının genişlemesi için savaşım verir. 1927'de İngiliz kraliyet kimya tröstünün sahibi Alfred Mond'un belirttiği gibi, kartel ya da ortaklık, aslında sanayi savaşında, bir ateşkes anlaşmasından başka birşey değildir.
Uluslararası tekellerin kuruluşu, ne dünyanın paylaşılması için düşmanlıkların durdurulması, ne de emperyalist devletlerin barışçı bir işbirliğine geçişi anlamına gelir; tam tersine, sürüm pazarları, hammadde kaynakları ve yatırım alanları için savaşımın ağırlaşmasını temsil eder.
DÜNYA TOPRAKLARININ BÜYÜK DEVLETLER ARASINDA
PAYLAŞILMASININ TAMAMLANMASI VE
YENİ BİR PAYLAŞMA İÇİN SAVAŞIM
Dünyanın emperyalist devletler arasında ekonomik paylaşılmasına koşut olarak, toprak bakımından da paylaşılması (sayfa 133) olayı ortaya çıkar. Bu toprak paylaşılması, 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl kavşağında tamamlanır. 1876'dan 1914'e değin altı büyük devletin (İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, ABD, Japonya) sömürge toprakları, 40 milyon kilometre kareden 65 milyon kilometre kareye çıkmıştır. 1876'da Almanya, ABD ve Japonya'nın sömürgeleri yoktu, Fransa'nın da hemen hemen yok sayılırdı. 1914'te, bu dört büyükler, Avrupa yüzeyinin birbuçuk katı kadar, 14 milyon kilometre karelik bir sömürge alanı elde ettiler.
Emperyalist devletler için sömürgelerin önemi hızla arttı. Tekellerin egemenliği, bütün hammadde kaynakları bir tek elde toplanırsa, çok daha sağlamlaşır. Bu kaynaklar, ayrıca potansiyel kaynaklar olarak da önem taşır. Bilim ve teknikte hızlı ilerlemeler, bugünün kısır topraklarını, yarının ekilebilir toprakları haline çeviriyor. Uzun zaman hiç bir biçimde yararlanılamaz sanılan Sahra çölünde, Fransız tekellerine önemli kârlar getiren petrol bulundu. Cezayir'e bağımsızlığını vermek zorunda kalan Fransa, salt bu kârlar yüzünden Sahra petrolünü yitirmek istemiyor. Emperyalist ülkeler kendi denetimleri altında kalan ekonomik alanları büyütmeye çalışıyorlar.
Sömürgelere sahip olmak, emperyalistlere sermaye yatırımı için bir alan ve sınai malların sürümü için bir pazar garantiliyor, bu pazar üzerinde, öteki rakipleri uzaklaştırmak daha kolay oluyor. Bu sömürgeler, aynı zamanda, emperyalist devletlerin askerî üssü olarak da büyük önem taşırlar. Askerî üsler de beri yandan sömürgelerin denetimine yardımcı oluyorlar.
Sömürge alanlarının paylaşılmasının sona ermesi, yeni bir çağ açıyor. Artık yeni sömürgeler ya da etki alanları ele geçirmenin tek yolu, bunları ancak başka sömürgeci devletlerden almak oluyor.
Emperyalizmde, yalnız iki tipik temel grup, sömürgelerle sömürgeleri ellerinde bulunduranlar bulunmaz; aynı zamanda, siyasal planda biçimsel olarak bağımsız olan, ama gerçekte iktisadi ve mali bağımlılık tuzağı içine alınan ülkeler (sayfa 134) de vardır. 20. yüzyılın başında, Çin, İran, Türkiye, Latin Amerika devletlerinin çoğunluğu bu gruba dahil edilebilirdi.
EMPERYALİZMİN SÖMÜRGELER SİSTEMİ
Duyulmamış bir zalimlikle, çok kez birçok ülkenin silahsız, savunma olanağından yoksun halklarına karşı en gelişmiş ölüm aletlerini kullanarak, emperyalistler, koca devletlerin, koskoca kıtaların tüm halklarını köleleştirdiler. 20. yüzyılın başında, Asya'nın ve Latin Amerika'nın büyük bölümü bütün Afrika ve Avustralya, sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler haline getirilmiş, emperyalizmin sömürge sistemi ayakları üzerine oturtulmuştu.
Emperyalizm, sömürge ve bağımlı ülkelerden, metropole tarım ürünleri ve hammaddeler sağlayan kaynaklar olarak, sermaye yatırım alanı ve sürüm pazarı olarak yararlanır. İkinci Dünya Savaşından önce, kapitalist alemde üretilen kauçuğun %97'si, kalayın %96'dan fazlası, nikelin %95'i, altının %82'si, gümüşün %70'i, bakırın %64'ü, jütün %99'u, yerfıstığının %97'si, yünün %67'si sömürgelerden ve yan-sömürgelerden sağlanıyordu. Genel kural olarak, emperyalist ülkeler, bu hammaddeleri, fiyatlarda oransızlık sistemine göre elde ediyorlardı, yani satın alırken değerlerinin altında bir fiyat ödüyorlar, sınai eşyayı satarken ise değerlerinin üzerinde bir fiyata satıyorlardı. Sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin emekçileri, sermaye ihracı ve değişimlerin eşitsizliği yoluyla, yani sınai metaların sömürgelere yüksek fiyatlarla sokulması ve. sömürgelerden hammaddelerin çok ucuza satın alınmasıyla sömürülüyordu.
Amerikalı iktisatçı Victor Perlo'nun verilerine göre, ABD tekelleri, 1948'de bağımlı ülkelerden 7,5 milyar dolar kâr sağlamıştı, dökümü şöyleydi: yatırımlar üzerinden bildirilen kâr, 1,9 milyar dolar; taşıma ve sigorta, 1,9 milyar dolar; değerinin üzerinde satış, 2,5 milyar dolar; değerinin altında alış, 1,2 milyar dolar.
Yüksek bir tekel kân elde etmek için tekelci sermaye, (sayfa 135) emperyalist soygun ve yağma ile emekçilerin feodal sömürü biçimlerini birleştirir. Emperyalizm, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde, feodalizmin ve köleci rejimin kalıntılarını sürdürür ve zora dayanan çalışmayı kurar. Sömürgeler ve bağımlı ülkeler, emperyalist devletler için yüksek kâr sağlayan sermaye yatırım alanı oluştururlar.
Petrol şirketlerinin 1958'deki kâr oranlan şöyle görünüyordu: ABD'de %10, Latin Amerika'da %25, Yakın ve Orta-Doğu'da %75. 1948'de, Amerikan otomobil tekeli General Motors, iç pazardan %25'lik bir kâr oranı, yabancı ülkelerdeki yatırımlarından ise %50'lik bir kâr oranı elde ediyordu.
Maden çıkarma sanayii ve tarım, emperyalist devletlerin sömürge ve bağımlı ülkelerdeki başlıca yatırım alanlarıdır. Az gelişmiş ülkelerdeki yabancı yatırımların önemli bir bölümü maden sanayiine, özellikle petrol, demir cevheri, kalay, bakır, nikel, alüminyum, uranyum, kobalt ve demirli olmayan ve az bulunan diğer metaların çıkarılmasına yönelir.
Burjuva iktisatçıları, "dekolonizasyon" teorisi denen teoriyi kurdular: bu teoriye göre, sömürge ve bağımlı ülkeler, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş hareketi olmaksızın, emperyalist devletlerin yatırımları sayesinde sanayileşmelerini gerçekleştirebilecekler, iktisadi ve siyasal bağımsızlıklarına kavuşabileceklerdir. Gerçek bu teoriyi yalanlamaktadır. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin tarihsel deneyimi gösteriyor ki, yalnız ulusal kurtuluş savaşı, tam bağımsızlığın ilk ve en önemli öncülü, önkoşulu siyasal bağımsızlığın kazanılmasına olanak sağlar. Genel kural olarak, emperyalist devletlerin yabancı ülkelerdeki yatırımları, sömürge ve bağımlı ülkelerin iktisadi geriliklerini gidermeye yardım etmiyor. Yabancı yatırımların yalnız pek küçük bir kısmı, makine yapımının, genel anlamıyla ağır sanayiin gelişmesine gider, ve bu da siyasal bağımsızlıklarını elde etmiş olan ülkelerin denetimi-sonucunda olur.
Emperyalist devletlerin, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki yatırımları, bu ülkelerin iktisadına tek yönlü bir nitelik vererek dengesini bozar. Tek ürün, bu ülkeleri karakterize (sayfa 136) eder. Örneğin, Suudi Arabistan, Kuveyt, İran, Venezüella'nın iktisadi temelleri petroldür; Malezya'nın kauçuk ve kalay; Bolivya'nın kalay; Brezilya'nın kahve; Sudan'ın pamuk; Senegal'in yerfıstığı; Gabon'un manganez ve değerli cevherlerdir.
Sermaye ihracı, az gelişmiş ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini hızlandırırken, bu ülkelerin, gelişmiş ülkelerin iktisadi boyunduruğu altına girmesine yolaçar. Yalnız emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı, sömürge ve bağımlı ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmaları ve bunun sonunda sanayilerini ve başka ekonomi dallarını geliştirmeleri, eğitimi halka maletmeleri, halkın yaşam düzeyini yükseltmeleri ve teknik kadrolar yetiştirmeleri olanaklarını sağlar.
2. EMPERYALİZMİN TARİHSEL YERİ
Emperyalizm, kapitalizmin, özel tarihsel bir aşamasıdır. Üçlü bir görünüşü vardır: tekelci, çürüyen ve can-çekişmekte olan kapitalizm.
EMPERYALİZM, TEKELCİ KAPİTALİZM
Ekonomik temeli bakımından emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Kapitalizmin bellibaşlı özellikleri emperyalizmde de devam etmekte ve gelişmektedir ve kapitalizmin iktisadi yasaları tekelci kapitalizmde de geçerliliklerini korur. Bu yasaların etkileri, bütün çelişkilerin, özellikle kapitalizmin başlıca çelişkisinin, yani üretimin toplumsal niteliği ile üretim sonuçlarına özel olarak ve kapitalistçe elkoyma arasındaki çelişkinin derinleşmesi sonucunu verir. Tekelci birlikler, üretimin toplumsallaşmasını, kapitalist rejim altında olanaklı olan en aşırı sınırlarına değin götürür, oysa üretim araçları, geçmişte olduğu gibi, burjuvazinin özel mülkiyeti olarak kalır. Azami kâr peşinde koşan tekelciler, proletaryanın sömürülmesini şiddetlendirirler; bu, halkın satınalma gücünü azaltır. Büyümekte olan üretici güçlerle, kapitalist (sayfa 137) üretim ilişkilerinin dar sınırları arasındaki çelişkiler, ancak sosyalist devrimle çözümlenebilir.
Tekelci devlet kapitalizmi, emperyalizmde büyük boyutlara ulaşır. Kapitalist devlet, mali oligarşinin yararına olmak üzere, ekonomik yaşama doğrudan doğruya müdahale eder. Burjuva devleti, bu yönde düzenleyici çeşitli önlemler alır, bazı iktisadi kesimlerin ulusallaştırılmasından yararlanır. Nasıl, tekel-öncesi kapitalizmde, hükümet, tüm burjuvazinin işlerini yürüten bir yönetim komitesiyse, emperyalizmde de, pratik olarak, tekelci burjuvazinin işlerini yürüten bir komite haline gelir. Bundan çıkan sonuç, tekelci burjuvazi ile bütün halk tabakaları arasındaki -küçük ve orta burjuvazi de bu halk tabakaları arasında olmak üzere- çelişkilerin keskinleşmesidir.
EMPERYALİZM, ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM
Emperyalist aşamasına varmış olan kapitalizmin çürümesi ve asalak niteliği, üretimin gelişme temposundaki genel bir yavaşlamayla, bazı kapitalist ülkelerde, bazı sanayi dallarını gelişmesine koşut olarak bozulmasına ve çürümeye doğru bir eğilimle, teknik ilerlemelerin bir frenlenişiyle, tek yanlı ve eşit olmayan gelişmesiyle, çağdaş bilim ve tekniğin günışığına çıkardığı pek büyük olanaklardan yararlanılmamasıyla ortaya çıkar. Kapitalizmin emperyalist çağda çürümesi ve asalak niteliği, büyük bir rantiyeler tabakasının bulunmasıyla, üretici cihazın yeteri kadar kullanılmamasının sürüp gitmesiyle, geniş çaptaki sürekli işsizlikle, militarist bir kudurganlıkla, burjuvazinin asalak tüketiminin artmasıyla, emperyalist devletlerin gerici iç ve dış siyasetleriyle, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının az sayıdaki seçkin tabakasının bozulmasıyla kendini gösterir.
Nitelikleri gereği, tekelci ortaklıklar çürümeye ve durgunluğa uğrarlar. Egemen durumları dolayısıyla tekeller, fiyatları saptayabilir ve onları yüksek bir düzeyde tutabilirler. Bu bakımdan, sanayicilerin, yeni buluşları uygulamakta ve (sayfa 138) tesislerini yenilemekte her zaman çıkarları yoktur.
Tekelci kapitalizmde, toplumun zenginliklerini çoğaltma çareleri olan bilimin ve tekniğin olanakları ile bu olanakları kullanma derecesi arasındaki uçurumun genişlediği görülür. Birçok tekel, yeni buluşların ortaya çıkmaması için, bunların beratlarını satın alırlar. Örneğin, General Motors, eli altındaki beratların ancak yüzde-birini işletir.
Çürüme eğilimi, emperyalizmin ilerlemeyi tanımadığı anlamına gelmez. Tekeller durgunluğa neden olurlar, ama gene emperyalizmdeki mevcut yarışma, kapitalistleri, öteki rakiplerden ucuza satabilmek ve daha büyük bir kâr elde etmek için, bilimin ve tekniğin en son buluşlarını üretime uygulamaya iter. Bunun içindir ki, emperyalizmde, teknik, bazı üretim dallarında, özellikle yeni dallarda çok çabuk gelişir.
Bu iki eğilim, çürümeye ve teknik ilerlemeye doğru eğilim, durmadan karşı karşıya gelirler. Sırayla bir biri, bir öteki üstün gelir, bu da kapitalizmin ayırdedici niteliği olan gelişme eşitsizliğini daha belirgin bir hale getirir.
Sanayi üretiminin artış temposundaki düşüş, kapitalizmin çürümesinin bir belirtisi, bir ipucudur. ABD sanayi üretimindeki artma, nüfus artışını zorlukla aşmaktadır. 1953'ten 1960'a değin yıllık nüfus artışı yaklaşık olarak %2 idi, oysa üretim, ortalama olarak, yılda %2,4 oranında bir artma göstermişti. 1961'de ise üretim artışı %1'den az, %1,5 olan nüfus artışının altındaydı.
Kapitalizmin asalak niteliği, militarizmin yükselmesinde de yansır. Ulusal gelirin, özellikle emekçi gelirlerinin büyük bir bölümünü savaş giderleri yutar. Aşağıdaki sayılar, savaş giderlerinin dev gibi büyümesine tanıklık ediyor: 1929'da bütün kapitalist ülkelerin doğrudan doğruya savaş giderleri 4,2 milyar dolar tutuyor. 1958'de, yalnız NATO üyesi olan devletlerin savaş giderleri 60 milyar doları geçiyordu. Bu devletlerin aylık askerî giderleri. Sahra çölünü sulamaya yetebilirdi.
İkinci Dünya Savaşı için harcanan kaynaklarla, yeryüzündeki (sayfa 139) her aileye beş odalı bir daire yapılabilir, yeryüzündeki bütün çocuklara orta eğitim sağlanabilir ve 5.000 yataklı bir hastane donatılabilirdi.
Kapitalizmin çürümesinin başka çizgileri: emperyalist burjuvazi, kârının bir kısmını, işçi aristokrasisi denilen işçi sınıfının seçkin tabakasını satın almak ve onu kendi hizmetini koşmak için kullanır.
EMPERYALİZM, CANÇEKIŞEN KAPITALİZM
Emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerini aşırı dereceye vardırır. Başlıca çelişkiler şunlardır:
(1) sermaye ile emek arasındaki çelişkiler,
(2) büyük emperyalist güçler arasındaki çelişkiler,
(3) metropoller ile sömürgeler arasındaki çelişkiler.
Bu çelişkiler artık kapitalizm çerçevesi içinde çözümlenemez duruma gelmişlerdir.
Şöyle ki, kapitalizmin gelişmesi, özellikle en üst aşamasında, zorunlu olarak, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldıran sosyalist devrime yolaçar.
Kapitalist ülkeler, emperyalist çağda, eşit olarak gelişmezler; bu gelişme, sıçramalar şeklinde olur. Dünya sanayi üretimine oranla bazı kapitalist ülkelerin sanayi üretimi paylarındaki değişiklikler buna tanıklık etmektedir, (veriler yüzde olarak ifade edilmiştir):
3. 19. YÜZYILIN SONUNDA VE 20.YÜZYILIN BAŞINDA
BÜYÜK DEVLETLERİN EMPERYALİST SİYASETLERİ
EMPERYALİST ÇELİŞKİLERİN AĞIRLAŞMASI
19. yüzyılın sonunda, en büyük emperyalist güçler arasındaki çelişkiler ağırlaşmıştı. Yavaş yavaş birbirine düşman iki grup ortaya çıktı: gruplardan birinin başında İngiltere, diğerinde Almanya bulunuyordu. Pazar ve sömürge sorunlarının bir an önce çözülmesi gerekiyordu. Ama yeryüzünde artık "yararlanılabilir" topraklar kalmamıştı. Topraklarına sömürgeler katma siyasetine ötekilerden sonra atılan büyük kapitalist devletler, başta Almanya, ABD ve Japonya, hammadde kaynakları, pazarlar bakımından, kendilerini, haklan yenmiş ve horlanmış sayıyorlar, bu yüzden de sömürgelerin ve etki alanlarının yeniden paylaşılması sorununu ortaya atıyorlardı. Sömürgelerin fethi, yalnızca sömürgelerden çok büyük kârlar sağlamak amacını değil, sömürge halklarının zararına olarak, sömürgeci ülkelerin iç çelişkilerini de çözümlemek amacını güdüyordu; çünkü, sömürge kârlarının bir kısmı, işçi aristokrasisini satın almaya hizmet ediyordu.
DOĞU AFRİKA HALKLARININ KÖLELEŞTİRİLMESİ
SUDAN'DA MEHDİ AYAKLANMASI
19. yüzyılın 70 yıllarının sonunda, İngiliz ve Fransız bankacıları, Mısır'ı kendi denetimleri altına aldılar. Mısır ordusunun bir subayı olan Arabi Paşanın yönetiminde, 1882'de, bir halk ayaklanması patlak verdi. Başkaldıranlar, yabancıların dışarı atılmasını ve burjuva reformları istiyorlardı. İngiltere, buna, Mısır'a karşı savaş açmakla karşılık verdi, Mısır'ı tümüyle işgal etti ve orada bir sömürge rejimi kurdu. (sayfa 142)
1881'de, anti-emperyalist bir halk hareketi oldu, Sudan Mehdisi (Muhammed Ahmet) başa geçti. Bu köylüler, göçebeler. Sudanlı köleler ayaklanması, İngiliz sömürgeciliğini ve Mısır feodal bürokrasisini hedef tutuyordu. 1885'te isyancılar, bütün ulusal toprakları kurtardılar ve başkent Hartum'u işgal ettiler. Bağımsız bir Mehdi hükümeti kuruldu ve 13 yıl sürdü.
1896-1898 savaşı sırasında, İngiliz sömürgecileri, bütün Sudan'ı ele geçirdiler ve Mehdi devletini yıktılar. Omdurman kentini barbarca yaktılar, Hartum ve Omdurman kentinin duvarları üzerinde tutsakların kesik başlarını sergilediler. Mehdi'nin anıt-mezarını yıktılar ve kemiklerini bir geminin kazanında yaktılar. Mehdi ayaklanması, Mısır, Hindistan ve Afrika ve Asya'nın boyunduruk altına alınan öteki halklarında da sömürgecilere karşı direnme özlemi uyandırdı.
ALMANYA'NIN SÖMÜRGE FETİHLERİ
1882'de, üçlü ittifakın (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) kuruluşundan sonra, Almanya'nın dünya üzerinde rolü büyüdü. Alman emperyalistleri, kendi iktisadi ve askerî güçlerine uygun bir miktarda sömürgenin kendilerine verilmesini açıkça istediler.
80 yıllarında, Almanya, genişleme siyasetini şiddetlendirdi. Nisan 1884'te Güney-Batı Afrika'da Angra Pequena koyundaki, ve Kap sömürgesine kadar Portekiz sömürgesi Angola kıyılarındaki Bremli tüccar Lüderitz'in acenteleri üzerinde himayesini kurdu. Böylece, Almanya, Güney-Batı Alman Afrikası adını verdiği geniş toprakları, kendi topraklarına katıyordu.
1884'ün ortasında, Togo'yu, Kamerun'u, 1885'te Afrika'nın doğu kesimini, bu arada, Doğu Alman Afrikası denen Zanzibar'ı ele geçiriyordu. (sayfa 143)
İSPANYOL-AMERIKAN SAVAŞI
Büyük bir sömürgeci faaliyet gösteren ABD, 1898'de İspanyol-Amerikan savaşını çıkardı.
Savaştan çok önce, ABD, Latin Amerika ve Uzak-Doğu ülkelerindeki genişleme siyasetini açık açık ilan etti. Monroe öğretisinin ve "iyi komşuluk" siyasetinin arkasına gizlenerek, ABD, Avrupa devletlerini Latin Amerika'dan dışarı attı ve Latin Amerika'daki iktisadi müdahalesini iyice ortaya koydu. Aynı zamanda, Uzak-Doğu ülkelerinde: Japonya'da, Çin'de vb. iktisadi egemenliğini kurmak için vargücüyle çalıştı. ABD, bu bölgelerdeki durumunu sağlamlaştırmak ereğiyle, bu alandaki yayılmaları için atlama tahtası olarak kullandıkları Havai adalarını, 1898 yılında kendi topraklarına kattı; 1899'da sıra Doğu Samoa'ya geldi. Birleşik Devletler, Uzak-Doğu'daki durumunu sağlamlaştırmak için bir İspanyol sömürgesi olan Filipinleri ve Latin Amerika'ya sızmak için de Küba'yı ele geçirmek istiyordu. İspanya'ya karşı savaş hazırlıklarına geçildi.
Küba'da, 1895'te, Jose Marti, Maximo Gomez ve Antonio Maceo yönetiminde bir silahlı ayaklanma başladı ve 1896'da, başka bir başkaldırma hareketi, Filipinler'de patlak verdi. ABD, durumdan kendi çıkarı için yararlandı, ve isyancılara yardım etmek bahanesiyle Küba ve Filipinler'i ele geçirdi. 1896'da, ABD' Kongresi, Küba olaylarına müdahale etmek zorunluluğu üzerine özel bir karar kabul etti ve İspanya'ya aracılık önerisinde bulundu. İspanya, ABD'nin önerisini reddedince, o da savaş hazırlıklarına hız verdi.
ABD'nin yeni başkanı Mc Kinley, Küba'nın ve Filipinler'in hemen ilhak edilmesi siyasetini aklına koydu. 15 Şubat 1898'de Amerikan kruvazörü Maine'de pek gizemli görünen bir patlama oldu, ve gemi Havana limanında battı. Bir soruşturma açıldı. Ama soruşturma daha başlamadan. Amerikan hükümeti, patlamanın sorumluluğunu İspanya'ya yükledi. İspanya ödünlerde bulunmaya hazırlanıyordu, ama savaş kararlaştırılmıştı bile. (sayfa 144)
21 Nisanda, ABD, savaş bildirisinde bulunmadan harekete geçti. İspanya denizde olduğu gibi karada da ezildi. İspanyol birliklerinin Manilla'da tesliminden sonra imzalanan ateşkes antlaşması gereğince İspanya, Küba, Porto-Rico ve öteki Batı Hint adalarını ABD'ye bırakıyordu. Filipinler sorunu askıda kalmıştı.
İspanya'nın zayıf düşmesinden yararlanan İngiltere ve Almanya, İspanya sömürgelerinden bir kısmını kapmaya niyet ettiler. Almanya, Mariannes, Carolines, Marshall ve Kanarya adalarının kendisine satılmasını istedi. İspanya, Kanarya adalarından başka bütün adalar üzerinde görüşmelere girmeyi kabul etti.
Almanya ve İngiltere'nin iddiaları öyle oldu ki, İspanya, ABD'nin isteklerini yerine getirmek zorunda kaldı, ve 10 Aralık 1898'de Paris'te bir barış anlaşması imzalandı; bu anlaşmaya göre İspanya, Küba'nın "bağımsızlığını" tanıyor, Porto-Rico ve Guam'ı ABD'ye veriyor ve Filipin adalarını 20 milyon dolar karşılığında satıyordu. 1899'un başında, Mariannes, Carolines ve Marshall adalarının gülünç bir fiyatla (25 milyon pesos) Almanya'ya satış anlaşması imzalandı; Batı Samoa adaları, bir Alman sömürgesi oldu, ABD, barış anlaşmasından sonra da "bağımsız" Küba topraklan üzerinde kaldı. Orada bütün iktidar, Amerikan askeri valisinin elinde bulunuyordu.
ABD emperyalistleri, 1901'de, Küba anayasasında Platt değişikliğini kabul ettirdiler: Küba'nın ABD'nin fiilî sömürgesi haline gelişi böylece onaylanmış, kesinleşmiş oluyordu. Anayasadaki bu düzeltmeye göre, Birleşik Devletler emperyalistleri, Küba'ya müdahale etmek "hakkı"nı elde ettiler; Küba'nın pratik olarak başka devletlerle anlaşma yapmasını, Amerika Birleşik Devletleri'nin onayı olmadan yabancı krediler almasını yasakladılar; askerî üslerini Küba'ya kabul ettirdiler. Bağımsızlığı için savaşım veren Küba halkının yeni eylemlerinden korkan ABD, Küba ordusunu terhis etti, dağıttı. Ve böylece, Birleşik Devletler, hükümet bildirilerine göre Küba'nın vermekte olduğu bağımsızlık ve özgürlük savaşına (sayfa 145) son verdi.
İspanyol-Amerikan savaşı, kapitalizmin eşit olmayan, sıçramalar halindeki gelişmesinin sonucu olan dünyanın yeniden paylaşılması uğruna yapılan savaşların ilki oldu. En güçlü emperyalist devletlerden biri, dünyanın yeniden bölüşülmesi ve sürüm pazarları için ilk kez olarak savaşa girdi.
İNGİLİZ-BOER SAVAŞI
İngiltere, 1899'da, Hollandalı göçmenlerin torunları Boerlerin yaşadıkları, Orange ve Transvaal Güney-Afrika cumhuriyetlerine karşı bir fetih savaşına girişti. Boerler, topraklarını, onların meşru sahipleri Afrikalılardan koparıp almışlardı. Boerler, çetin bir direniş gösterdiler. Geniş bir çete savaşı düzenine geçerek, İngiliz birliklerini sayısız yenilgilere uğrattılar. Ama Boerlerin kendileri de zenci halka karşı bir ırk ayrımı siyaseti uyguluyorlardı, bu yüzden de kendi güçlerini yıpratıyorlardı.
İngiltere, 1902'de Orange ve Transvaal'e emperyalist bir barış kabul ettirdi, bu iki cumhuriyet İngiliz sömürgesi haline geliyorlardı.
ABD'NİN LATİN AMERİKA'DA EMPERYALİST YAYILMASI
1870-1880 yılları arasında, bir Fransız şirketi, Panama kanalının açılması işine girişti. Bu inşaatı bir skandal haline getiren duyulmamış bir ahlaksızlık (o zamandan beri "Panama" sözü kötü anlama gelmektedir), şirketin iflası ile sonuçlandı. 1902'de Fransız hükümeti, imtiyazlarını, ABD'ye sattı. Ocak 1903'te Birleşik Devletler ve Kolombiya hükümetleri arasında, kanalın yapımı için şerit halinde bir toprak parçasını 99 yıl süreyle Birleşik Devletler'e kiralama anlaşması imzalandı. Bununla birlikte, Kolombiya Kongresi, hükümetinin bu haince anlaşmasını onaylamayı reddetti. Bunun üzerine, ABD, kanal bölgesindeki ajanlarının yardımıyla bir ayaklanma hareketi yarattı ve açıkça bunu destekledi. Panama (sayfa 146) kıstağında, Panama devleti ortaya çıktı; Birleşik Devletler bu devleti hemen tanıdı, ve silahlı kuvvetlerinin himayesinde kanalın yapılmasına geçti. 1914'te tamamlanan kanal, Latin Amerika'yı, ABD'nin boyunduruğu altına almasına yardım etti.
Amerikan tekelcileri, Latin Amerika devletlerine, kendileri için son derece elverişli koşullarda krediler sunuyorlardı. İngiliz bankacıları da, bu ülkelerde, sayısız yatırımlarda bulunuyorlardı, ama İngilizlerle Almanlar arasındaki anlaşmazlıkların vahimleşmesi karşısında, İngiltere, ABD ile arasını açmamaya karar verdi ve büyük ödünler verdi. ABD de, Latin Amerika'da, Alman ticaret şirketlerinin gittikçe artan rekabetinden hoşnut değildi.
Emperyalist yayılmaya ve feodal kalıntılara karşı yapılan 1910-1917 Meksika devrimi, dinsel-feodal irticaın ve yabancı sermayenin durumunu sarstı ve Latin Amerika halklarının ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişi bakımından büyük bir önemi oldu.
ÇİN'DE BOKSERLERİN HALKÇI AYAKLANMASI (1899-1901)
İngiltere ve Fransa, Almanya'yı, kendilerinin başta gelen rakibi sayıyorlardı. Almanya ise, bir "büyük savaş"a hazırlanmakta olduğunu gizlemiyordu. Sürekli olarak demiryolları yapıyor, sömürgelerdeki garnizonlarını berkitiyor, güçlü bir savaş filosu oluşturuyordu. İngiltere ve Fransa'nın Alman militaristlerinin sömürge konusundaki iddia ve niyetlerini tatmin etmeyi reddetmeleri, bu ülkeler arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Bu gerginlik, gene de, onların hep birlikte ulusal kurtuluş hareketine müdahalede bulunmalarına engel olmadı. 1899'da Bokserlerin anti-emperyalist halk isyanı patlak verince, emperyalist devletler, 1901'de, bir Alman generalinin komutası altına verilmiş uluslararası bir seferi kuvvetle isyanı bastırttılar.
Bokserlerin savaşımı, Çin'in tümüyle paylaşılmasına engel oldu. Halkın bu anti-emperyalist başkaldırısının, bu ülkede, (sayfa 147) ulusal kurtuluş hareketinin gelişmesi bakımından büyük önemi oldu.
Uzun görüşmelerden sonra emperyalist devletler, 1901'de, Çin'e bir protokol imzalamayı zorla kabul ettirdiler, bu protokol gereğince Çin, istilacıların toprak iddialarının çoğunluğunu yerine getirmek, onlara halktan vergi almak hakkını tanımak, 980 milyon lianglık (yaklaşık olarak birbuçuk milyar altın ruble) büyük bir savaş tazminatı ödemek zorundaydı. Gerçekte Çin, büyük emperyalist devletlerin yarı-sömürgesi haline geliyordu. Mançu hanedanının temsilcileri, halkın zafer kazanması korkusuyla bu isteklere razı oldular.
Daha Bokserler ayaklanmasından önce Çin, zaten etki alanlarına bölünmüştü; yenilgi, bu paylaşmayı onaylamış oldu. Yangçe havzası, İngiltere'ye; Şan-tung eyaleti, Almanya'ya; Yunnan, Fransa'ya; Kuzey-doğu illeri çarlık Rusyasına; Fukien eyaleti, Japonya'ya düşüyordu. İngiltere, 25 yıllık "kira" ile Veyhovey limanını; Fransa, Kuang-çeu limanını (99 yıl kira ile); Almanya, Çing-tao limanını (99 yıl kira ile); çarlık Rusyası, Port-Arthur limanını (25 yıl kira ile) aldılar.
Çin halkına karşı sömürgecilerin ortak hareketi, kendi aralarındaki çelişkileri gidermedi.
Çin'in etki alanlarına bölünmesinden sonra, ABD, "açık kapılar" öğretisini hazırladı, çünkü kendisinin Çin'de yayılabilmesini, iktisadi yoldan daha çabuk gerçekleştireceğini düşünüyordu.
ALMANYA'NIN YAKIN-DOĞU VE ORTA-DOĞU'DA YAYILMASI
Almanya, İstanbul Boğazı'ndan başlayıp Küçük Asya ve Mezopotamya'dan geçerek Basra Körfezi'ne varan Bağdat demiryolunu yapmak için Türkiye'den imtiyazlar elde etti. Bu yolun büyük bir stratejik önemi olacaktı .Türkiye ile anlaşmalar 1893 ve 1903 tarihlerinde imzalandı.
Almanya'nın Yakın ve Orta-Doğu'da yayılması ve İran körfezine doğru ilerlemesi, İngiliz emperyalistlerinin Hindistan'daki çıkarlarını tehdit ediyordu. Ocak 1899'da, İngiltere, (sayfa 148)
Kuveyt'i himayesi altına aldı ve Arabistan'ın ve Mezopotamya'nın fethi için bir plan hazırladı. Bütün bunlar, İngiltere ile Almanya'nın bu bölgelerdeki ve Afrika'daki emperyalist çelişkilerini şiddetle keskinleştiriyordu. İngiltere ve Fransa, isteklerini, barışçı yoldan yerine getirmeyi kabul etmediklerinden, Alman emperyalistleri amaçlarına ulaşmak için kuvvet kullanmaya karar verdiler. İngiltere'ninkiyle yarışabilecek yetenekte güçlü bir savaş filosu yapımı için geniş bir program uygulamaya başladılar.
Almanya'nın savaş hazırlıklarında her yeni adımı, İngiltere ve Fransa ile arasını biraz daha açıyordu.
Almanya'ya, Kuzey Denizi'ndeki ve Baltık Denizi'ndeki savaş filolarını biraraya getirebilmek olanağını sağlayan Kiel Kanalı'nın yapımı (1895), deniz ve kara kuvvetlerinin hızla büyümesi, Amiral Tirpitz'in hazırladığı ve Reichstag'ın 1898'de onayladığı savaş gemileri yapımı konusundaki büyük plan, Alman tekellerinin, Latin Amerika, Afrika ve Balkanlara nüfuz etmesi, Bağdat demiryolu yapımı için imtiyazlar, bütün bu olgular, İngiliz ve Fransız yönetici çevrelerinde kaygı uyandırıyordu.
1904-1905 RUS-JAPON SAVAŞI
Japonya, Çin'in madenler bakımından zengin Kuzeydoğu illerini ele geçirmek için planlar hazırlamıştı. Ruslar bu planlara karşı koyuyorlardı. Üstelik Japonya, kendine Sibirya'ya bir giriş kapısı açmak için Rusya'nın elinde bulunan Sahalin adasını kapmaya çalışıyordu.
1904 yılının başında, Japonya, savaş bildirisinde bulunmaksızın Rusya'ya saldırdı; hiç hazırlığı olmayan Rusya, 1905'in başında bir ateşkes anlaşması imzalamak zorunda kaldı.
1905'te, ilk Rus devrimi patlak verdi; devrim, birçok bağımlı ülkede yankılar uyandırdı: İran devrimi (1906-1911), Jön Türkler hareketi (1908-1909), Çin'de Sinhay devrimi (1911-1913). Devrimci hareket, Kore'de kendini gösterdi, (sayfa 149) ulusal kurtuluş savaşımı Hindistan'da, Endonezya'da ve Arap ülkelerinde güçlendi.
Çarlık Rusyası hükümeti, her şeyden önce, kendi halkından korkuyordu. 1905-1907 devrimi, yönetici çevrelerini öyle büyük bir korkuya düşürmüştü ki, devrimin zaferini önlemek için Japonya'ya teslim oldular. Portsmut anlaşmasına (Eylül 1905) göre, Rusya, Sahalin adasının güney kısmını Japonya'ya bırakıyor, Japonların Kore'deki ve Mançurya'daki üstünlüğünü tanıyor, Port-Arthur limanı ve Doğu Çin demiryolu üzerindeki haklarından vazgeçiyordu.
Rusya'nın uluslararası prestiji sarsılmıştı. Almanya, Balkanlarda ve Türkiye'deki yayılma siyasetini kuvvetlendirmek için bundan yararlandı. Almanya'nın saldırgan siyaseti, yalnız Rusya'yı değil, Yakın ve Orta-Doğu'daki nüfuzu zedelenmiş olan İngiltere'yi de kuşkulandırıyordu.
İç çelişkiler ve baskı altındaki halkların ulusal kurtuluş savaşımlarıyla başı dertte olan Türkiye, İngiltere ve Fransa'nın gittikçe daha büyük bir mali ve iktisadi bağımlılığı altına giriyordu.
İKİ EMPERYALİST BLOKUN KURULUŞU
Üçlü ittifak (emperyalist Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) korkusuyla İngiltere ve Fransa, kendi fetih planlarını uzlaşmalarla gerçekleştirmeyi istiyorlardı, ve 1904'te, tarihte "Entente cordiale" ya da kısaca Antant adıyla tanınan bir uzlaşmaya vardılar. Bu uzlaşma, esas olarak Afrika, Orta ve Yakın-Doğu'da ulusal kurtuluş hareketlerini ezmeyi hedef tutuyordu.
Avrupa'da, Almanya'ya karşı bir denge kurmak için, Rusya'yı Almanya'nın üzerine çekmeye karar verdiler. Uzun görüşmelerden sonra, 1907'de, İran'da, Afganistan'da ve Tibet'teki etki alanları konusunda bir İngiliz-Rus anlaşması yapıldı. Anlaşma, İran'ın üç bölgeye ayrılmasını öngörüyordu: kuzey, Rusya'nın denetim alanına düşüyordu; orta bölge, tarafsız ilan edilmişti; güney, İngiltere'nin etki alanına giriyordu. (sayfa 150) İngiltere, İran'ın bu bölgesinin efendiliğini elde etmek için çok direndi, çünkü burada çok zengin petrol yatakları vardı. 1907 anlaşmasına göre Rusya, Afganistan'da baş yeri İngiltere'ye bırakıyordu. Bunlar, İngiliz-Rus çelişkilerini azaltıyordu. Rusya yayılma siyasetini Balkanlara kaydırmak zorunda kaldı. İngiltere, Rusya'yı, Almanya'nın müttefiki olan Avusturya-Macaristan'a karşı itmeyi, ve böylelikle Rusya ile Antant arasındaki bağları sıklaştırmayı umuyordu.