F. ENGELS
KAPİTAL'İN ÜÇÜNCÜ CİLDİNE EK[1*]
KAPİTAL'in Üçüncü Cildi kamuoyuna sunulalı beri çok ve çeşitli biçimlerde yorumlanmaktadır. Başka türlüsü de beklenemezdi. Bu yapıtı yayınlarken başlıca kaygım, elden geldiğince aslına uygun bir metin ortaya çıkarmak, Marx'ın ulaştığı yeni sonuçları, elden geldiğince Marx'ın kendi sözcükleriyle ortaya koymak, ancak kaçınılması olanaksız durumlarda araya girmek ve böyle zamanlarda bile okuru, kendisiyle konuşanın kim olduğu konusunda kuşkuda bırakmamaktı. Oysa bunu kınayanlar oldu. Eldeki malzemeyi, sistematik olarak yazılmış bir kitap, Fransızların deyimiyle,
en faire un livre'in
[2*] çok daha iyi olacağı söylendi; yani metnin aslına uygunluğunu, okura kolaylık olsun diye feda etmeliymişim. Ama ben görevimin bu olduğu düşüncesinde değildim. Böyle bir elden geçirme için ortada hiç bir haklı neden yoktu; Marks gibi bir kimsenin, kendi asıl sesini duyurmak ve kendi bilimsel buluşlarını gelecek kuşaklara, aslına tamamen uygun kendi serimi içersinde aktarmak hakkıydı. Üstelik, Marx gibi seçkin bir kimsenin bıraktığı yapıtlar
(sayfa 779) üzerinde oynamak ve bunları bozmak -bunun böyle olduğuna inanıyorum- arzusunda olmadığım gibi, bu, benim için emanete hıyanet olurdu. Ve, üçüncü olarak, bu tamamen yararsız bir iş olurdu. Çünkü, okuyamayan ya da okumaya niyeti olmayan ve hatta Birinci Cildi, yanlış anlamak için, doğru anlamak için gerekli olandan daha büyük bir çaba harcayan kimseler için çırpınmanın hiç bir yararı ve gereği yoktu. Ama doğru bir anlayışa ulaşmak isteyen kimseler için, en önemli olan şey, asıl metnin kendisiydi; bunlar için, benim yapacağım yeni düzenleme, olsa olsa, bir yorum değerini taşıyabilirdi, ve üstelik de, yayınlanmamış ve erişilmesi olanaksız bir şey üzerinde bir yorum. Asıl metin, ilk tartışmanın konusu olacak ve ikinci ve üçüncü tartışmada
in extenso[3*] yayınlanması kaçınılmaz hale gelecekti.
Bu denli çok yeni şey içeren bir yapıtta, ve hele aceleyle tasarlanan ve kısmen de tamamlanmamış ilk taslakta bu gibi tartışmalar doğaldır. İşte burada benim işe karışmış olmam, metnin anlaşılmasındaki zorlukları ayıklamakta, metinde önemi yeterince, çarpıcı bir biçimde açık olmayan yönleri ön plana çıkarmakta ve 1865'te yeniden yazılan metni, 1895'teki gidişe eklemeler yapmakta, kuşkusuz yararlı olmuştur. Gerçekten de, işte, bana, kısa bir açıklamayı gerektirir gibi görünen iki konu.
I. DEĞER YASASI VE KÂR ORANI
Bu iki etmen arasında görünüşteki çelişkinin çözümlenmesinin, tıpkı önceden olduğu gibi, Marx'ın metninin yayınlanmasından sonra da, tartışmalara yolaçacağı önceden kestiriliyordu. Tam bir mucize bekleyen bazıları, umdukları elçabukluğu yerine, çelişkinin, yalın, ussal, düpedüz ve gösterişsiz bir biçimde çözüldüğünü görünce bayağı hayal kırıklığına uğradılar. En keyifli hayal kırıklığını tadan, hiç kuşkusuz, yüce Loria idi. En sonunda kendisi gibi bir cücenin bile, sapasağlam temeller üzerinde dev gibi yükselen marksist yapıyı havalara kaldırıp toz edeceği, Arşimet icadı bir dayanak noktası bulmuştu. Ne! diye öfkeyle bağırdı, çözüm diye öne sürülen şey bu mu? Bu düpedüz bir yutturmaca! İktisatçılar, değerden söz ettikleri zaman, değişime fiilen sokulan değeri kastederler. "Bir parça aklı olan hiç bir iktisatçı, metaların, karşılığında satılmadıkları
ve hiç bir zaman da satılamayacakları (
ne posone vendersi mai) bir değerle şimdiye değin ne ilgilenmiştir ne de ilgilenmek ister. ... Metaların, karşılığında
hiç bir zaman satılmadığı değerin, bunların içerdikleri emekle orantılı olduğu savını öne sürerek, ortodoks iktisatçıların, metaların karşılıklarında satıldıkları değerin, kendileri için harcanan emekle orantılı
olmadığı şeklindeki tezlerini, tersyüz edip yinelemekle Marx ne umuyor? ... Marx'ın, bireysel fiyatlarını, bireysel değerlerden gösterdikleri sapmaya karşın, tüm metaların toplam fiyatlarının daima bunların toplam değerleri ya da, metalar kitlesinin içerdiği emek miktarı ile aynı
(sayfa 780) olduğunu söylemesinin, sorunun çözümlenmesine bir katkısı olmuyor. Çünkü değer, bir meta ile bir başka meta arasındaki değişim oranından başka bir şey olmadığına göre, metaların toplam değeri kavramının kendisi, bir saçmalık, bir budalalık ... bir
contradictio in adjecto oluyor ..." Loria'ya göre, daha yapıtının başında, Marx, değişimin, iki metayı, ancak bunların içerdikleri aynı nitelikte ve eşit büyüklükte bir öğe, yani eşit miktarda emek sayesinde eşitleyebileceğini söylüyor. Oysa şimdi, metaların, içerdikleri emek miktarından tamamen farklı bir oranda birbirleriyle değişildiklerini öne sürmekle Marx, kendisini büyük bir ciddiyetle yalanlamış oluyor. "Böylesine düpedüz bir
reductio ad absurdum, böylesine tam bir teorik iflas görülmüş şey midir? Bundan daha büyük bir tantana, bundan daha büyük bir ciddiyetle yapılan bilimsel bir intihar daha görülmüş müdür!" (
Nuova Antologia, Feb 1, 1895, s. 477-78, 479.)
Görüyorsunuz ya Loria'nın ağzı kulaklarında. Marx'ı da kendisi gibi sıradan bir şarlatan gibi göstermeye hakkı yok mu yani? İşte görüyorsunuz, Marx da tıpkı Loria gibi, okur ile dalga geçiyor; tıpkı o zavallı İtalyan iktisat profesörü gibi elçabukluğu ile gününü gün ediyor. Ama ne var ki, bizim Dulcamara,
[4*] işini iyi bildiği için bunu becerebilir, ama ya o sakar Kuzeyli Marx, beceriksizlik edip duruyor, budalaca saçma şeyler yazıyor, ve en sonunda da ciddi bir intihardan başka çıkar yol kalmıyor.
Metaların hiç bir zaman emekle belirlenen değerler üzerinden satılmadıkları ve satılmayacakları sözünü sonraya bırakalım. Burada yalnızca Bay Loria'nın, "değerin, bir meta ile bir başka meta arasındaki değişim oranından başka bir şey olmadığı", ve dolayısıyla "metaların toplam değeri kavramının kendisinin, bir saçma1ık, bir budala1ık ... bir
contra- dictioin adjecto"olduğu savını ele alalım.
Metaların birbirleriyle değişildikleri oran, değerleri, böylece tamamen raslantıya bağlı, metalara dışardan verilen ve bugün böyle, yarın şöyle olabilen bir şey oluyor. Bir kental buğdayın, bir gram ya da bir kilo altın karşılığında değişilmesi, buğday ya da altının özünde varolan koşullara en ufak şekilde bağlı olmuyor da, her ikisine de tamamen yabancı bir duruma bağlı oluyor. Çünkü başka türlü olsaydı, bu koşulların da kendilerini değişimde ortaya koymaları, bütünüyle değişim üzerinde etkili olmaları ve değişim dışında bağımsız bir varlığa sahip bulunmaları gerekirdi; işte ancak o zaman, metaların toplam değerinden sözedilebilirdi. Buna budalalık diyor Loria hazretleri. İki meta birbiriyle hangi oranda değişilirse değişilsin, bu onların değeri oluyor - ve hepsi bu kadar. Şu halde değer, fiyatla özdeştir ve her meta, elde edebileceği fiyatlar kadar da değerlere sahiptir. Ve fiyat da, arz ve taleple belirleniyor; ve artık daha fazla soru sorup da buna yanıt bekleyen insan, budalanın tekidir.
Ama burada gene de ufak bir pürüz var. Normal durumda, arz ve
(sayfa 781) talep dengededir. Öyleyse, yeryüzündeki metaların hepsini ikiye ayıralım; arz, ve buna eşit miktarda talep toplulukları olarak. Bunların herbirisinin, 1.000.000 milyon markı, frankı, sterlini ya da herhangi bir birimi temsil ettiğini kabul edelim. Basit bir aritmetik hesabına göre bunların toplamı 2.000.000 milyon bir fiyatı ya da değeri oluşturur. Budalalık, saçma, diyor Bay Loria. Bu ikisi bir arada 2.000.000 milyon bir fiyat temsil edebilir. Ama değer için bu böyle değildir. Biz, eğer fiyat için şöyle dersek: 1.000 + 1.000 = 2.000. Ama değer için, şöyle dersek: 1.000 + 1.000 = 0. En azından, metaların toplamının sözkonusu olduğu bu durumda. Çünkü burada, iki grubun her birindeki metaların değerinin 1.000.000 milyon olmasının tek nedeni, bunlardan her birisinin, diğerinin metaları için bu miktarı verebileceği ve vereceğidir. Biz, eğer her iki grubun metalarının toplamını bir üçüncü kimsenin elinde toplarsak, artık ne birincinin, ne ikincinin ve ne de üçüncünün elinde bir değer bulunur; sonunda kimsenin elinde bir şey bulunmaz. Ve biz, bir kez daha, bizim güneyli Caliostro'nun değer kavramını, geride hiç bir iz bırakmadan yokolup gidecek şekilde ele almasındaki büyük hünere hayran olup kalıyoruz. İşte size kaba iktisadın doruk noktası!
[1] (sayfa 782)
Braun'un
Archiv für soziale Gesetzgbung,Vol. VII, no 4'te, Werner Sombart, marksist sistemin, bütünüyle alındığında mükemmel olan bir özetini veriyor. İlk kez bir Alman üniversitesi profesörü, bütünüyle, Marx'ın yazılarında, Marx'ın gerçekten ne dediğini görmeyi başarıyor ve marksist sistemin eleştirisinin, onu çürütmekten ibaret olamayacağını -"bunu siyasal kariyeristlere bırakalım"- ama yalnızca daha ileri bir gelişmede yapılabileceğini söylüyor. Sombart da gene konumuzu, kendisinden beklendiği gibi ele alıyor. Marksist sistemde değerin önemini araştırıyor ve şu sonuçlara varıyor: Değer, kapitalist tarzda üretilen metaların değişim ilişkisinde görülmez; kapitalist üretimi yürütenlerin bilincinde yaşamaz; deneysel değil, ussal ve düşünsel bir olgudur; Marx'ta maddi kesinliği içersindeki değer kavramı, iktisadi varlığın temeli olarak emeğin toplumsal üretken gücüyle ilgili olgunun, iktisadi bir ifadesinden başka bir şey değildir; son tahlilde, değer yasası, kapitalist iktisat sisteminde, ekonomik sürece egemendir ve bu ekonomik sistem için genel çizgileriyle şu anlamı taşır: metaların değeri, içersinde, son tahlilde, bütün ekonomik sürece egemen olan emeğin üretken gücünün, belirleyici bir etmen olarak kendisini ortaya koyduğu, özgül ve tarihsel biçimdir. İşte Sombart böyle diyor; bu kendisine özgü değer yasası anlayışının, kapitalist üretim tarzı için yanlış olduğu söylenemez. Ama bu, bana fazlaca geniş görülüyor ve, daha dar çerçevede ve daha kesin bir formül için kuşkulu görülüyor; bence bu, toplumun gelişmesinde, bu yasanın egemen olduğu ekonomik aşamalar için, değer yasasının tüm özelliğini ve önemini kapsamıyor.
Kapital'in Üçüncü Cildi üzerine, Braun'un
Sozialpolitisches Zentralblatt, February 25, 1895, no 12'de, Conrad Schmidt'in, gene bunun gibi mükemmel bir yazısı var. Bu yazıda, özellikle, ortalama kârın marksist bir biçimde artı-değerden çıkartılmasının, ilk kez, şimdiye değin iktisatçılar tarafından ortaya bile atılmamış bulunan bir soruna yanıt getirdiği belirtiliyor: bu ortalama kâr oranının büyüklüğü nasıl belirleniyor, ve bu, nasıl oluyor da yüzde 50 ya da 100 olmuyor da, diyelim yüzde 10 ya da 15 oluyor. Sanayici kapitalist tarafından ilk ele geçirilen artı-değerin kâr ve rantın aktığı tek ve biricik kaynak olduğunu bildiğimiz için, bu soru kendiliğinden yanıtlanmış oluyor. Schmidt'in yazısındaki bu satırların, görmek istemeyenlerin gözlerini açmak boşuna bir çaba olmasa, doğrudan
â la Loria tipi iktisatçılar için yazılmış olması gerekirdi.
Schmidt'in, gene de, değer yasası ile ilgili biçimsel kuşkuları var. O, buna, teorik çıkış noktası olarak gerekli bulunan fiili değişim sürecini açıklamak için öne sürülen ve bununla tam bir çelişki halinde görülen, rekabet fiyatları görüngüsü bakımından bile, aydınlatıcı ve vazgeçilmez bilimsel bir
varsayım diyor. Ona göre, değer yasası olmaksızın, kapitalist gerçeğin ekonomik mekanizmasının teorik açıdan kavranması olanağı ortadan kalkar. Burada sözünü etmeme izin verdiği özel bir mektubunda
(sayfa 783) Schmidt, kapitalist üretim tarzı içersinde değer yasasının, teorik bakımdan gerekli olmakla birlikte tamamen hayali olduğunu söylemektedir.
[6*] Ne var ki, bu görüş, bence bütünüyle yanlıştır. Değer yasası, kapitalist üretim için, gerekli bile olsa, hayali olmak şöyle dursun, salt bir varsayımdan çok daha büyük ve önemli bir yer tutar.
Sombart da, Schmidt de, -Loria hazretlerinin adını sırf eğlendirici bir kaba iktisat temsilcisi diye anıyorum- bizim burada yalnızca salt bir ussal süreçle değil, tarihsel bir süreçle ve onun düşüncemizdeki açıklayıcı yansımasıyla, iç bağıntılarının mantıksal sonuçlarıyla uğraştığımız olgusunu yeterince dikkate almıyorlar.
Konunun canalıcı noktası Marx'ın yapıtı, Buch III, 1, s. 154'te bulunabilir:
"Bütün güçlük, metaların, yalnızca basit
metalar olarak değil, toplam artı-değer kitlesinden kendi büyüklükleri ile orantılı ya da eşit büyüklükte oldukları takdirde eşit miktarda pay talep eden
sermayelerin ürünleri olarak değişilmeleri olgusundan ileri gelir."
Bu farkı ortaya koymak için, işçilerin, kendi üretim araçlarına sahip oldukları, ortalama olarak eşit sürelerde ve eşit yoğunlukta çalıştıkları ve kendi metalarını doğrudan birbirleriyle değiştikleri varsayılır. Bu durumda, bir günde, iki işçi, emekleriyle ürünlerine eşit miktarda yeni değer katmış olabilirler, ama herbirinin ürünü, üretim araçlarında zaten somutlaşmış bulunan emeğe bağlı olarak farklı değerlerde olabilir. Değerin bu son kısmı, kapitalist ekonominin değişmeyen sermayesini temsil ettiği halde, yeni eklenen değerin, işçinin geçim araçları için kullanılan kısmı değişen sermayeyi ve yeni değerin geriye kalan kısmı, bu örnekte işçiye ait bulunan, artı-değeri temsil eder. Şu halde, değerin yalnız kendileri tarafından yatırılan "değişmeyen" kısmını yerine koyacak miktar düşüldükten sonra, her iki işçi, eşit değerler alabilirler; ama, artı-değeri temsil eden kısmın, üretim araçlarının değerine oranı -ki bu, kapitalist kâr oranına tekabül eder- her iki halde farklı olur. Ama, bunlardan herbirisi, yerine konulan üretim araçlarının değerini, değişim yoluyla aldıkları için bunun bu durumda hiç bir önemi olmayacaktır.
"Demek oluyor ki, metaların değerleri ya da yaklaşık olarak değerleri üzerinden değişimleri, belli bir kapitalist gelişim düzeyini gerektiren, üretim-fiyatları üzerinden değişimlerine göre,
çok daha düşük bir aşamayı gerektirir. Fiyatlar ile fiyat hareketlerinin, değer yasasının egemenliği altında olması bir yana, metaların değerlerine, yalnız
teorik değil
tarihsel bakımdan da üretim-fiyatlarına öngeldiği gözüyle bakılması tamamen yerinde olur. Bu,
üretim araçlarının emekçiye ait olduğu koşullar için geçerlidir ve hem eski çağlarda ve hem de modem dünyada kendi emeği ile yaşayan toprak sahibi çiftçiye ve zanaatkara uygulanır". Bu,
(sayfa 784) bizim daha önce ifade ettiğimiz görüşle, ürünlerin metalar haline gelişinin, aynı topluluk üyeleri arasında değil, farklı topluluklar arasındaki değişimden ileri geldiği görüşü ile de uygunluk halindedir. Bu yargı yalnız bu ilkel koşul için değil, aynı zamanda, köleliğe ve serfliğe dayanan daha sonraki koşullar ve her üretim kolu ile ilgili üretim araçlarının bir alandan diğerine ancak güçlükle aktarılabildiği ve bu nedenle çeşitli üretim alanlarının, dış ülkeler ya da komünist topluluklarda olduğu gibi, birbirleriyle belli sınırlar içersinde ilişkide bulunduğu sürece, lonca biçiminde örgütlenmiş elzanaatları için de geçerlidir." (Marx, Buch III, l, s.156 ff.)
Marx, eğer Üçüncü Cildi bir kez daha elden geçirme fırsatını bulsaydı, kuşkusuz bu paragrafı epeyce genişletirdi. Bu haliyle, ancak sözkonusu nokta üzerinde söylenecek şeylerin kaba bir taslağıdır. Bunun için şimdi onu biraz daha yakından inceleyelim.
Hepimiz biliyoruz ki, toplumun başlangıçlarında, ürünler üreticilerin kendileri tarafından tüketiliyordu ve bu üreticiler, kendiliklerinden, azçok komünist topluluklar halinde örgütlenmişlerdi; bu ürünlerdeki fazlalığın yabancılarla değişimi -ürünlerin, metalar haline çevrilmesinin başlangıcı- daha sonraki tarihlere raslar; bu, önce, yalnız farklı kabilelere bağlı tek tek topluluklar arasında olur, ama sonraları topluluk içersinde de görülür, ve bu toplulukların, büyük ya da küçük aile gruplarına çözülmesine, oldukça önemli katkıda bulunur. Ama bu çözülmeden sonra bile, değişimde bulunan aile reisleri, çalışan köylüler olmakta devam ederler ve kendi çiftliklerinde, ailelerinin yardımı ile, hemen hemen bütün gereksinmelerini üretir ve ancak zorunlu gereksinmelerinin küçük bir kısmını, kendi ürün fazlalıkları karşılığında dışardan sağlarlar. Aile yalnız tarım ve hayvancılıkla uğraşmaz, ürünlerini, mamul tüketim nesneleri haline de getirir; arasıra, eldeğirmenleri ile hububatını öğütür, ekmek pişirir, iplik eğirir, dokumalarını boyar, keten ve yün dokur, deri işler, ahşap yapılar yapar ve bunları onarır, araç ve gereç yapar, ve zaman zaman da marangozluk ve demircilik yapar; böylece, aile ya da aile topluluğu, aslında, kendi kendine yeterli bir grup oluşturur.
Böyle bir ailenin, dışardan trampa ya da satınalma yoluyla elde etmek zorunda olduğu şeylerin pek azı, hatta Almanya'da 19. yüzyılın başına kadar, çoğunlukla elzanaatı ile üretilen nesnelerden oluşuyordu, yani yapım şekilleri hiç bir zaman köylü için bilinmeyen şeyler olmamakla birlikte, ya sırf gerekli hammaddeye sahip olmadığı ya da satın alınan nesne daha iyi ya da daha ucuz olduğu için köylü bunları kendisi üretmiyordu. Dolayısıyla, orta çağlarda köylü, trampa yoluyla elde ettiği nesnelerin yapımı için gerekli emek-zamanını oldukça büyük bir doğrulukla biliyordu. Köyün demircisi ile tekerlekçisi, gözünün önünde çalıştığı gibi, benim gençliğimde bile, birbiri ardına Ren köylüklerini dolaşan terziler ile kunduracılar, ev yapısı malzemelerden ayakkabılar ve giysiler
(sayfa 785) yaparlardı. Köylüler, bunlardan öteberi satınalan halkın kendisi de işçiydi; değişilen nesneler herkesin kendi ürünüydü. Bu ürünleri yaparken ne harcıyorlardı? Emek ve yalnızca emek: aletlerini yerine koymak, hammadde üretmek ve bunları işlemek için, tek harcadıkları şey kendi emek-güçleriydi; bu durumda nasıl olur da, bu kendi emeklerinin ürünlerini, öteki emekçi üreticilerin ürünleriyle, bunlara harcanan emek oranı dışında değişebilirlerdi? Yalnız bu ürünlere harcanan emek zamanı, değişilecek değerlerin nicel belirlenmesinde tek uygun ölçü olmakla kalmıyordu, zaten bir başka ölçü olanağı da yoktu. Yoksa köylüler ile zanaatçıların, bir kimsenin on saatlik emek ürününü, bir başkasının tek bir saatlik emek ürünü karşılığında elden çıkartacak kadar budala olduklarına inanmak mı gerekiyor? Köylü doğal ekonomisinin tüm dönemi boyunca, değişilen metalar miktarının, gitgide daha fazla, kendilerinde somutlaşan emek miktarına göre ölçülmesi eğilimi dışında bir değişim olanağı bulunmamaktadır. Bu üretim tarzına da paranın girdiği andan itibaren, değer yasasına uyma eğilimi (marksist formüle uygun olarak,
nota bene!) bir yandan daha belirli hale gelirken, öte yandan da, tefeci sermayesi ve soyguncu vergilendirmelerin araya girmesiyle kesintiye uğrar; fiyatların, ortalama olarak değerlere çok yaklaştığı dönemler uzamaya, başlar.
Aynı şey, köylü ürünleri ile kentli zanaatçıların ürünleri arasındaki değişim için de doğrudur. Başlangıçta bu trampa, araya bir tüccar girmeksizin, kentlerde, köylünün alışveriş yaptığı pazar günlerinde, doğrudan doğruya yapılır. Burada da, gene, yalnızca köylü, zanaatçının çalışma koşullarını bilmekle kalmaz, zanaatçı da onun çalışma koşullarını bilir. Çünkü zanaatçı da henüz biraz köylüdür; onun da bir sebze ve meyve bahçesi olduğu gibi, çoğu kez de, küçük bir toprak parçası, bir-iki ineği, domuzu, kümes hayvanları, vb. vardır. İşte bu nedenle ortaçağda halk birbirlerinin -hiç değilse günlük kullandığı eşyalarla ilgili- ham ve yardımcı maddelerinin maliyetini ve emek-zamanını oldukça doğru bir şekilde bilebilirdi.
Emek miktarına dayanan bu trampa, sonraları, ancak dolaylı ve nispi olsa bile, diyelim, hububat ve hayvanlar gibi, uzun süren ve düzensiz aralıklarla kesintiye, uğrayan emeğe gereksinme gösteren ürünler için nasıl hesaplanıyordu? Ve hele hesap yapmayı bilmeyen kimseler arasında bu nasıl oluyordu? Herhalde ancak, çoğu kez karanlıkta elyordamıyla yolunu bulmaya çalışan uzun süreli zikzaklı tahminler ve doğallıkla yanılgılarla öğrenerek yapılıyordu. Ne var ki, bir kimsenin, bir tüm olarak, kendi giderlerini geriye alma zorunda olması, daima doğru olan yola dönülmesinde yardımcı oluyor, ve dolaşımda bulunan nesnelerin sınırlı türde olması ile, bunların üretimlerinin çoğu zaman yüzyıllık kararlı niteliği bu amaca ulaşmayı kolaylaştırıyordu. Bu ürünlerin değerlerinin nispi miktarlarının oldukça yaklaşık olarak saptanmasının hiç de çok uzun zaman almadığını, tek tek üretimlerinin oldukça uzun sürmesi
(sayfa 786) nedeniyle bunun en güç görüldüğü meta olan sığır türünden hayvanların, ilk ve oldukça genel kabul gören para-meta halini alması olgusu tanıtlar. Bunun gerçekleşmesi için, sığırın değerinin, başka türde bir yığın meta ile değişim oranının, nispeten olağanüstü bir kararlılığa ulaşmış olması, pek çok kabilenin bölgesinde itirazsız kabul edilmiş bulunması gerekir. Ve o zamanın insanları -hem hayvan yetiştiricileri ve hem de bunların müşterileri- hiç kuşkusuz, trampa sırasında, harcadıkları emek-zamanının karşılığında eşdeğerini almaksızın vermeyecek kadar akıllıydılar. Tam tersine, insanlar, meta-üretiminin ilkel durumuna ne denli yakın olurlarsa -örneğin, Ruslar ve Doğulular gibi-, bugün de, bir ürüne harcadıkları emek-zamanının tam karşılığını ele geçirmek için uzun ve inatçı pazarlıklarla o denli fazla zaman yitirmektedirler.
Değerin emek-zamanı ile bu şekilde belirlenmesinden başlayarak, meta üretimi bütünüyle gelişti ve bununla birlikte de,
Kapital'in Birinci Cildinin Birinci Kısmında anlatıldığı gibi, değer yasasının çeşitli yanlarının kendilerini ortaya koydukları çok yönlü ilişkiler ve özellikle de, emeğin, değer yaratan biricik öğe olduğu koşullar da gelişti. Koşullar, üretime katılanlar bunların bilinçlerine varmaksızın kendilerini gerçekleştirirler; ve günlük uygulamalardan ancak çetin teorik araştırmalar ile soyutlanabilirler; bunun için de, Marx'ın kanıtladığı gibi, meta-üretiminin doğasından zorunlu olarak ileri gelen doğa yasaları biçiminde etkinliklerini gösterirler. En önemli ve en kesin sonuçlu ilerleme, madeni paraya geçilmesiydi ve bunun sonucu olarak, değerin emek-zamanı ile belirlenmesi, artık, meta değişiminin yüzeyinde görünmez hale gelmişti. Pratik açıdan para, değerin kesin ölçüsü haline geldi ve bu, ticaret alanına giren metaların türü arttıkça, bu metalar uzak ülkelerden geldikçe ve dolayısıyla, üretimleri için gerekli emek-zamanının saptanması güçleştikçe daha da yaygın bir durum aldı. Paranın kendisi genellikle önce yabancı yerlerden geliyordu; değerli madenlerin ülke içersinde elde edildiği durumlarda bile, köylüler ile zanaatçılar, kısmen bunun için harcanan emek-zamanını yaklaşık olarak tahmin edemiyorlar, kısmen de parayla hesap yapma alışkanlığı sonucu, emeğin değer ölçüsü olma niteliği kendi bilinçlerinde artık iyice silikleşiyordu; böylece, halkın bilincinde para, mutlak değerin temsilcisi haline gelmeye başladı.
Kısacası: marksist değer yasası, genellikle, ekonomik yasaların geçerliği ölçüsünde, tüm basit meta-üretimi dönemi için, yani bu üretim, kapitalist üretim tarzının görünmesiyle bir değişikliğe uğrayana değin de geçerlidir. O zamana kadar, fiyatlar, marksist yasa gereğince belirlenmiş değerlere doğru yaklaşarak bu değerlerin çevresinde dalgalanırlar, böylece, basit meta-üretimi ne kadar fazla gelişirse, uzun dönemler şiddetli dış sarsıntılarla kesintiye uğramayan ortalama fiyatlar, değerlerle, ihmal edilebilir ufak bir farkla çakışırlar. Şu halde, marksist değer yasası, ürünleri metalara dönüştüren değişimin başlangıcından, 15. yüzyıla değin süren bir dönem için, genel bir ekonomik geçerliğe sahip olmuştur. Ne var
(sayfa 787) ki, meta değişimi, yazılı tarih-öncesi dönemlere kadar uzanır ve Mısır'da, İsa'dan önce en az 2.500 ve belki de 5.000, Babil'de 4.000, belki de 6.000 yıllarına kadar iner; şu halde, değer yasası, beş ile yedi bin yıllık bir dönem boyunca egemenliğini sürdürmüştür. Ve şimdi gelin de, bütün bu dönem boyunca genellikle ve doğrudan doğruya geçerli olan değere, metaların hiç bir zaman satılmadıkları ve satılmayacakları, azıcık aklı olan hiç bir iktisatçının asla uğraşmayacağı bir şey diyen Bay Loria'nın ciddiyetine hayran olmayın!
Şimdiye değin tüccardan sözetmedik. Basit meta-üretiminin kapitalist meta-üretimine dönüşmesini gördüğümüz şu anda onun işe karışmasını şimdilik bir yana bırakabiliriz. Her şeyin durağan olduğu bu toplumda, tüccar, devrimci bir öğeydi; bu, kalıtımdan gelen bir durağanlıktı; köylü, yalnız kendi bir dönümlük toprak parçasını değil, özgür mülk sahibi, özgür ya da toprağa bağlı köylü ya da serf olarak toplumdaki yerini; kentli zanaatçı, hem uğraşını ve hem de bağlı bulunduğu loncanın ayrıcalıklarını, kalıtımla ve neredeyse vazgeçilmez haklar olarak elde ettikleri gibi, ayrıca, müşterilerini, pazarları ve devraldıkları zanaata ait beceri ve eğitimi ta çocukluklarından kazanmış oluyorlardı. İşte böyle bir dünyaya tüccar giriyor ve onun bu girişi, her şeyin allak-bullak olmasının başlangıcı oluyordu. Ama o, bilinçli bir devrimci olmak şöyle dursun, tam tersine, her şeyiyle onun bir parçasıydı. Ortaçağların tüccarı, hiç bir zaman bireyci değildi, o da çağdaşları gibi bir birliğin üyesiydi. İlkel komünizmden doğup gelişen mark topluluğu, kırsal bölgede egemendi. Her köylü, başlangıçta, her nitelikte eşit toprak parçalarına ve dolayısıyla da, markta eşit hakka sahipti. Bu mark, kapalı bir birlik haline gelip de artık yeni toprak parçaları da verilmeyince, miras, vb. yoluyla topraklar bölündü ve böylece mark üzerindeki ortak haklar da parçalanmış oldu; ama tam bir dönüm birim olarak kaldı ve dolayısıyla yarım, dörtte-bir ve sekizde-bir dönüm, markta bunlara tekabül eden hakları veriyordu. Daha sonraki bütün üretici birlikler, statüleri, özellikle sınırlı toprak bölgesi yerine, meslek ayrıcalığına mark yasalarının uygulanmasından başka bir şey olmayan kentlerdeki loncalar, mark birliğinin esasını izlediler. Bütün örgütlenmenin temel noktası, Elberfeld ve Barmen iplik sanayiine ait 1527 tarihli lisansta çarpıcı bir biçimde ifade edildiği gibi, her üyenin loncaya tanınan ayrıcalık ve haklardan eşit biçimde yararlanmasıydı. (Thun,
Industrie am Niederrhein, vol. II.s. 164 ff.) Aynı şey, her payın eşit ölçüde katıldığı ve aynı zamanda da, mark üyesinin hakkı gibi, her hak ve yükümlülükleriyle birlikte bölüşüldüğü maden loncaları için de geçerlidir. Gene aynı şey, denizaşırı ticareti başlatan ticaret şirketleri içinde aynı ölçüde geçerliydi. İskenderiye ile İstanbul limanlarındaki, Venedikliler ve Cenovalılar kendi
fondaco'larındaki -barınak, han, antrepo, teşhir ve satış salonlarında, merkez bürolarında- her "ulus", tam meslek birliklerini kurmuştu ve buralar rakiplere ve müşterilere kapalıydı; aralarında kararlaştırdıkları fiyatlarla satış
(sayfa 788) yapıyorlardı, malları, açık denetim ve çoğu kez de bir damga ile garanti edilen belirli bir niteliğe sahipti; yerlilerin, ürünlerine ödeyecekleri fiyatı vb. ortaklaşa kararlaştırıyorlardı. Hanseatik tüccarlar da, Norveç'te, Borgen'de, Alman köprüsü (Tydske Bryggen) üzerinde, başka türlü hareket etmiyorlardı; aynı şey, bunların Hollandalı ve İngiliz rakipleri için de doğruydu; saptanan fiyatın altında malını satan ya da bu fiyatın üzerinde mal alan tüccarın vay haline! Birliğin suçluya doğrudan vereceği cezalar bir yana, hele bir de boykot edilirse bu onun mahvı demekti. Ve hatta, belirli amaçlar için daha kapalı birlikler de kurulmuştu: 14. ve 15. yüzyıllarda Cenova'da kurulan ve yıllarca, Anadolu'da Foça ve Sakız arasındaki şap madenlerine egemen olan Maona ve, 14. yüzyılın sonundan beri İtalya ve İspanya ile iş yapan, bu ülkelerde şubeler açan, büyük Ravensberg Ticaret Şirketi, Augsburglu tüccarların kurdukları Alman şirketleri: Fugger, Welser, Vöhlin, Höchstetter, vb; Nürnberglilerin kurdukları ve 66.000 düka sermaye ve üç gemi ile Portekizlilerin 1505-1506 Hindistan seferine katılarak yüzde 150, başkalarına da yüzde 175 kâr sağlayan Hirschvogel firması (Heyd:
Levantehandel, vol. II, s. 524); ve Luther'in ateş püskürdüğü daha bir yığın firma, "
Monopolia'.
Burada ilk kez, kâr ve kâr oranı ile karşılaşıyoruz. Tüccarlar, özellikle ve bilinçli olarak, bu kâr oranının bütün üyeler için eşit olmasına çalışıyorlardı. Doğu Akdenizde Venedikliler ve Kuzeyde Hanseatikler, herbiri metaları için komşusu ile aynı fiyatı ödüyordu; taşıma ücretleri aynı idi ve malları için aynı fiyatları alıyorlar, dönüşlerinde "uluslarının" öteki tüccarları ile aynı fiyatlara yük alıyorlardı. Böylece kâr oranı hepsi için aynıydı. Büyük ticaret kumpanyalarında, ödenmiş sermaye hissesi ile
pro rata kâr dağıtımı, sahip bulunduğu toprak payı ile
pro rata, marka katılma payı ya da madendeki hisse ile
pro rata madencilikten kâr alma kadar doğal bir şeydi. Tam gelişmiş biçimi içersinde, kapitalist üretimin sonal sonuçlarından birisi olan eşit kâr oranı, böylece burada kendisini, sermayenin, tarihin çıktığı noktalardan birisi olarak, kendisi de doğrudan ilkel komünizmin bir yavrusu olan mark birliğin soyundan doğrudan gelen bir tür olarak, en yalın biçimi içersinde ortaya koymaktadır.
Bu başlangıçtaki kâr oranı, zorunlu olarak çok yüksekti. Ticaret, yalnız korsanlığın yaygın olması nedeniyle tehlikeli olmakla kalmıyordu, rakip uluslar da, ele geçen her fırsatta, her türden şiddet hareketlerine başvurmaktan kaçınmıyorlardı. Ensonu, satışlar ile pazarlama koşulları, yabancı prenslerin verdikleri izin belgelerine dayanıyor ve bunlar da sık sık, ya bozuluyor ya da geri alınıyordu. Dolayısıyla, kârın, yüksek bir sigorta payını içermesi gerekiyordu. Ayrıca, devir yavaş, alışverişin sona erdirilmesi uzun zaman alıyor, ve çoğu kez kısa süreli olan çok iyi dönemlerde, yapılan iş, tekel kârı sağlayan bir tekel ticareti oluyordu. O sıralarda egemen olan ve genellikle, normal ticari kâr yüzdesinden daima daha düşük olması gereken çok yüksek kâr oranları da, kâr oranının ortalama olarak çok yüksek olduğunu kanıtlıyor.
(sayfa 789)
Ne var ki, bütün üyeler için eşit olan ve topluluğun ortak emeğiyle sağlanan bu, yüksek kâr oranı, ancak, öz komşu birlikler içersinde, yani o '"ulus" içersinde yerel olarak geçerliydi. Venedikliler, Cenovalılar, Hanseatikler ve Hollandalıların herbirisinin özel bir kâr oranı vardı ve başlangıçta bu aşağı yukarı tek tek her pazar için değişikti. Bu farklı firma kârlarının eşitlenmesi, rekabet yoluyla karşıt yönde oldu. Önce, farklı pazarların kâr oranları, bir ve aynı ulus için eşitlendi. İskenderiyelilerin, Venediklilere, malları için, Kıbrıs'tan, İstanbul'dan ya da Trabzon'dan daha fazla kâr teklif etmeleri halinde, Venedikliler, öteki pazarlardan çektikleri sermayeyi İskenderiye'ye yöneltmeye başladılar. Bunu, aynı pazarlara, aynı ya da benzer mallar ihraç eden farklı uluslar arasında kâr oranlarının yavaş yavaş eşitlenmesi izledi ve bunların bazıları, çoğu kez iflas ederek, sahneden çekildiler. Ama bu süreç, politik olaylarla sürekle kısıntıya uğruyordu; tıpkı, Yakın-Doğuda iş yapan Levantin ticaretinin, Türk ve Moğol istilaları ile çökmesi gibi. 1492'den sonraki büyük coğrafi-ticari buluşlar, yalnızca bu gelişmeyi hızlandırdı ve buna bir son verdi.
Piyasa alanlarında görülen bunu izleyen ani genişleme ile, ulaştırma ve iletişimdeki devrim, başlangıçta, ticari işlemlerin niteliğinde hiç bir köklü değişiklik getirmedi. İlk sıralar, birlik halinde çalışan firmalar, Hint ve Amerika ticaretine de egemendi. Ama her şeyden önce, bu şirketlerin ardında büyük uluslar vardı. Amerika ile ticarette, Doğu Akdenizle ticaret yapan Katolonyalıların yerini Büyük İspanya Birliği aldı; ve onunla birlikte de, İngiltere ve Fransa gibi iki büyük ülke; en küçükleri olan Hollanda ve Portekiz bile, en azından hâlâ Venedik kadar büyük ve güçlüydü ve bir önceki dönemin ise en büyük ve en güçlü tüccar uluslarıydı. Böylece gezginci tüccarlar, 16. ve 17. yüzyılın serüvenci tüccarları ortaya çıkarak, ortaklarını gereğinde silahla da koruyan birlikleri gitgide gereksiz hale getirdiği gibi, bunların giderleri de düpedüz bir yük olmaya başladı. Üstelik, servet tek bir elde, daha büyük bir hızla büyüyordu ve böylece tek tek tüccarlar çok geçmeden, eskiden bütün bir şirketin yapabileceğinden daha büyük bir yatırımda bulunabiliyordu. Hâlâ varlıklarını sürdürebilen ticaret şirketleri, çoğu kez silahlı birliklere dönüşerek, yeni keşfedilen ülkeleri anayurdun koruyuculuğu ve egemenliği altında ele geçirmeye ve tekellerine alarak sömürmeye başladılar. Ne var ki, bu yeni bölgelerde, çoğu zaman devlet tarafından kurulan sömürgeler arttıkça, şirketlerin yaptıkları ticaret, bireysel tüccarlar karşısında geriledi ve, kâr oranının eşitlenmesi artık, tamamen bir rekabet konusu halini aldı.
Şimdiye değin biz, yalnız, tüccar sermayesine ait kâr oranını gördük. Çünkü, o zamana değin yalnız tüccar ve bir de tefeci sermayesi vardı, sanayi sermayesi henüz gelişmemişti. Üretim, henüz geniş ölçüde, kendi üretim araçlarına sahip işçilerin elindeydi ve dolayısıyla yapılan iş, herhangi bir sermayeye artı-değer sağlamıyordu. Elde ettikleri ürünün bir kısmını, karşılıksız olarak bir üçüncü kimseye veriyorlarsa, bu, feodal
(sayfa 790) efendilere haraç biçimindeydi. Tüccar sermayesi, bu nedenle, kârını, hiç değilse başlangıçta, ancak, yerli ürünlerin yabancı alıcılarından ya da yabancı ürünlerin yerli alıcılarından sağlıyordu; ancak bu dönemin sonuna doğru -İtalya için, Levantin ticaretinin gerilemesiyle- dış rekabet ile, pazarlamada karşılaşılan güçlükler, ihraç mallarını üreten zanaatçıları, ürettikleri metaı, ihracatçı tüccarlara değerinin altında satmaya zorlamaya başladı. Ve dolayısıyla burada, biz, metaların ortalama olarak, bireysel üreticilerin birbirleriyle yaptıkları iç perakende ticarette değerleri üzerinden satıldıklarını, ama yukarda verilen nedenlerle, uluslararası ticarette ise, kural olarak değerleri üzerinden satılmadıklarını görüyoruz. Bugünkü dünyada ise durum tam tersine olup, üretim-fiyatlarının, uluslararası ve toptan ticarette geçerli olmasına karşın, kentlerdeki perakende ticarette fiyatların durumu, tamamen farklı kâr oranları tarafından düzenlenmektedir. Böylece, diyelim sığır etinin fiyatı, Londra'daki toptancıdan, Londra'daki bireysel tüketiciye ulaşırken, Chicago'daki toptancıdan taşıma giderleri de içersinde olmak üzere, Londra'daki toptancıya gelişinden daha büyük bir fiyat artışına uğrar.
Fiyat oluşumunda bu devrimi yavaş yavaş meydana getiren araç, sanayi sermayesi idi. Bu sermayenin çekirdeği, daha ortaçağlarda, şu üç alanda oluşmaya başladı: deniz taşımacılığı, madencilik ve dokumacılık. İtalyan ve Hanseatik denizci cumhuriyetler tarafından bu ölçekte yürütülen deniz taşımacılığı, denizciler, yani ücretli-emekçiler (bunların ücret ilişkileri, birlik biçimleri altında, kârdan pay almaları ile belki gözden gizlenmiş olabilir) olmaksızın, ya da o günün kadırgaları için, kürekçiler -ücretli-emekçiler ya da köleler- olmaksızın olanaksızdı. Aslında birliğe bağlı işçilerin işlettikleri madenlerdeki loncalar, hemen her zaman, ücretli-emekçiler aracılığı ile mevduatları sömürmek amacıyla anonim şirketler haline çevrildi. Dokumacılık sanayinde ise tüccar, küçük dokumacı patronu, belli bir ücret karşılığında kendi hesabına iplik verip kumaşı dokutturarak, doğrudan doğruya, kendi hizmeti altına aldı ve böylece, kendisi de, sırf alıcı olmaktan çıkıp,
müteahhit (
Verlager) denilen duruma yükselmiş oldu.
Burada, kapitalist artı-değerin oluşumunun başlangıcını görüyoruz. Biz, kapalı tekelci şirketler olarak madencilik loncalarını, bir yana bırakabiliriz. Ama gemi sahipleri bakımından şurası açıktır ki, bunların kârları, en azından ülkedeki normal kâr kadar yüksek olmakta ve bir de, sigortayı, gemilerin değer kaybını karşılayacak bir fazlalığı içermekteydi. Ama ilk kez doğrudan kapitalist hesabına üretilen metaları, piyasaya, zanaatçı hesabına yapılan aynı türden metalar ile rekabete süren dokuma müteahhidi için durum acaba nasıldır?
Tüccar sermayesine ait kâr oranı, o konuya girmek için önümüzde hazırdı. Hem de, en azından sözkonusu bölge için, yaklaşık bir ortalama orana zaten eşitlenmiş durumdaydı. Peki şimdi tüccarı, müteahhit olarak ek bir işe girmeye iten şey nedir? Yalnızca tek bir şey: diğerleriyle aynı
(sayfa 791) satış-fiyatıyla daha büyük bir kâr sağlama umut ve bekleyişi. Ve işte oda bunu umuyordu. O, küçük patronu hizmetine almakla, üretimin, üreticisini ancak yalnızca kendi son şeklini almış ürününü sattığı geleneksel bağlarını kırmış olur. Tüccar kapitalist, hâlâ kendi üretim araçlarına sahip bulunan, ama hammaddeleri olmayan emek-gücünü satın alıyordu. Bôylece, dokumacıya düzenli bir çalışma olanağı sağladıktan sonra, üretimi öyle bir noktaya kadar indirebilir ki, harcadığı emek-zamanının bir kısmı, karşılığı ödenmemiş hale gelir. Müteahhit şimdi artık, kendi ticari kârının üzerinde ve ötesinde bir artı-değere elkoyar hale gelmişti. Gerçi, iplik vb. satın almak için ek bir sermaye kullanmak ve bunu, daha önce, ancak satın alması üzerine tam fiyatını ödemek durumunda olduğu nesne için, şimdi, bitene kadar dokumacıya bırakmak zorundadır, ama her şeyden önce o, eskiden de, kural olarak yeni üretim koşullarına ancak borç baskısı altında boyuneğer, dokumacıya avans vermek için çoğu kez zaten bir ek sermaye kullanırdı; ikincisi de, bundan başka, bu işin hesabı şu biçimi alırdı:
Tüccarımız, ihracat işini, 30.000 düka, sequin,
[7*] sterlin ya da bir başka para tutarında bir sermaye ile yürütüyor olsun. Diyelim bunun 10.000'i ülke içersindeki metaların satınalınmasında, 20.000'i ise denizaşırı piyasada kullanılsın. Ve bu sermaye iki yılda bir devir yapsın. Yıllık devir = 15.000. Şimdi tüccarımız, bir müteahhit olmak, kendi hesabına kumaş dokutmak ister. Ne miktar ek sermaye yatırması gerekecektir? Diyelim ki, onun sattığı türden bir kumaşın parçasının üretim zamanı -doğaldır ki, çok fazla olmakla birlikte- ortalama iki aydır. Gene varsayalım ki, her şeyin karşılığını nakit olarak ödemek zorunda olsun. Şu halde, dokumacısına iki aylık bir iplik stokunu sağlayacak miktarda sermaye yatırması gerekecektir. Yıllık devri 15.000 olduğuna göre, iki ayda 2.500 tutarında kumaş satın alır. Bunun 2.000'inin ipliğin değerini, 500'ünün dokumacının ücretlerini temsil ettiğini kabul edelim; bu durumda tüccarımızın 2.000 tutarında bir ek sermayeye gereksinmesi var demektir. Yeni yöntemle dokumacıdan elde ettiği artı-değerin, kumaşın değerinin ancak yüzde 5'i olduğunu kabul edelim; kuşkusuz bu, yüzde 25 gibi, çok mütevazı bir artı-değer oranı demektir. (7.000
s + 550
d + 125
a; a' = 125 : 500 = %25; k' = 125 : 2.500 = %5.) Kapitalistimiz, böylece, yıllık 15.000'in devri üzerinden 750 tutarında bir fazla kâr elde etmekte, ve dolayısıyla ek sermayesini 2
2/
3 yılda geri almaktadır. .
Ne var ki, satışını ve dolayısıyla sermayenin devrini hızlandırmak, daha kısa bir dönemde, aynı sermaye ile aynı kârı sağlamak için -şu halde, aynı zamanda daha büyük bir kâr elde etmek için- artı-değerin küçük bir kısmını satınalıcıya verecek, rakiplerinden daha ucuza satış yapacaktır. Bu rakipler de zamanla müteahhitler haline gelecekler ve hepsine ait kâr fazlalığı, normal kâr düzeyine ve hatta, hepsine ait
(sayfa 792) sermaye artışı üzerinden daha düşük bir düzeye inmiş olacaktır. Kâr oranının eşitliği, içerde elde edilen artı-değerin bir kısmının, yabancı alıcılara devredilmesiyle, belki bir başka düzeyde olsa bile yeniden kurulmuş olur.
Sanayiin, sermayenin boyunduruğu altına sokulmasında ikinci adım, manüfaktürün ortaya çıkmasıyla atılmaktadır. Bu, 17. ve 18. yüzyıllarda çoğu kez kendi ihracatçısı da olan manüfaktürcüye -Almanya'da genellikle bu 1850'ye kadar sürmüştür ve bugün bile şurada burada görülmektedir- modası geçmiş rakibinden, elzanaatçısından daha ucuza üretimde bulunma olanağını vermektedir. Aynı süreç yinelenmektedir; manüfaktürcü kapitalistin elegeçirdiği artı-değer, ona (ya da, ortağı ihracatçı tüccara) rakiplerinden daha ucuza satma olanağını vermekte ve bu, eşitlenmenin tekrar kurulduğu yeni bir üretim tarzının genel olarak uygulanmasına kadar sürmektedir. Mevcut merkantil kâr oranı, ancak yerel olarak eşitlenmiş olsa bile, içersinde sanayi artı-değer fazlalığının acımasızca budandığı Procrust yatağı olmakta devam eder.
Eğer manüfaktür kendi ürünlerinin fiyatını ucuzlatarak ileriye doğru fırlamışsa, bu, metaların üretim maliyetlerini, üretimde yapılan sürekli devrimlerle gitgide düşürmeye uğraşan ve bütün eski üretim tarzlarını durup dinlenmeksizin geride bırakan modern sanayi için daha da doğrudur. İşte böylece, en sonunda, büyük sanayi, iç pazarı, sermaye adına kesin olarak elegeçirir, küçük üretime ve kendine yeterli köylü ailesinin doğal ekonomisine son verir, küçük üreticiler arasındaki doğrudan değişimi kaldırarak, tüm ulusu sermayenin hizmetine koşar. Aynı şekilde, farklı ticaret ve sanayi kollarındaki kâr oranını,
tek bir genel kâr oranı halinde eşitler ve ensonu, sanayii, eskiden sermayenin bir üretim kolundan bir başkasına aktarılmasına karşı koyan engellerin çoğunu ortadan kaldırarak, bu eşitlemede layık olduğu güçlü duruma kavuşturur. Böylece, değerlerin üretim-fiyatlarına çevrilmesi, genellikle bütün değişimler için tamamlanmış olur. Bu çevrilme, bu nedenle, tarafların bilinci ya da isteği dışında, nesnel yasalara göre olur. Rekabetin, genel oranı aşan kârları genel düzeye indirgemesi, dolayısıyla da, ortalamayı aşan artı-değere ilk elkoyan sanayici kapitalistin elinden bunun tekrar alınması olduğunu açıklamakta teorik bakımdan hiç bir güçlük yoktur. Bununla birlikte, pratikte, aşırı artı-değere, yüksek değişen sermaye ve düşük değişmeyen sermayeye, yani düşük sermaye bileşimine sahip üretim alanları, taşıdıkları nitelik gereği, bütünüyle kapitalist üretime en son ve en az tabi oldukları için -özellikle tarımda bu, daha da fazla böyledir. Buna karşılık, üretim-fiyatlarının meta-değerlerin üzerine yükselmesi -ki bu, yüksek sermaye bileşimine sahip alanlara ait ürünlerin içerdikleri ortalamanın altındaki artı-değeri, ortalama kâr oranı düzeyine yükseltmek için gereklidir- teorik bakımdan son derece güç görünür, ama pratikte görmüş olduğumuz gibi, çok çabuk ve çok kolay gerçekleştirilir. Çünkü, bu sınıftaki metalar, ilk kez, kapitalist biçimde üretilip, kapitalist ticaret
(sayfa 793) alanına girdikleri zaman, kapitalist-öncesi yöntemlerle, dolayısıyla da daha pahalı üretilen aynı nitelikteki metalarla rekabet ederler. Şu halde, kapitalist üretici, artı-değerin bir kısmından vazgeçse bile, bölgesinde geçerli kâr oranını gene de sağlamış olur; bu kâr oranının, aslında artı-değerle doğrudan bir ilişkisi yoktur; çünkü o, kapitalist üretim henüz daha ortaya çıkmadan çok önce, dolayısıyla da, sanayi kâr oranı henüz olanaksız iken, tüccar sermayesinden doğmuştur.
II. BORSA[8*]
1. Kapitalist üretimde borsanın durumu, Üçüncü Cildin, Beşinci Kısmı, özellikle ...
[9*] bölümde genellikle açıktır. Ama, kitabın yazıldığı 1865'ten beri, bugün borsaya, önemli ölçüde artan ve sürekli büyüyen bir rol yükleyen bir değişiklik olmuş, sınai ve tarımsal tüm üretimin, tüm ticaretin, ulaştırma ve iletişim araçlarının olduğu kadar değişim işlevlerinin de borsa yöneticilerinin elinde toplanmasına doğru bir gelişme görülmüş, ve böylece, borsa, bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini almıştır.
2. 1865'te borsa, kapitalist sistem içersinde henüz
ikincil bir öğeydi. Devlet tahvilleri, bellibaşlı borsa senetleri kitlesini temsil ediyordu ve bunların toplamı bile henüz nispeten küçüktü. Ayrıca, Kıta Avrupasında ve Amerika'da egemen durumda, hisse senetli bankalar vardı ve İngiltere'deki aristokrat özel bankaları içersine almaya daha yeni başlamıştı, ama
kitle olarak henüz nispeten önemsizdi. Demiryolu hisse senetleri, bugüne oranla, henüz zayıftı. Hisse senetli şirket biçiminde daha henüz ancak birkaç tane doğrudan üretici kuruluş vardı - ve, bankalar gibi çoğunluğu
daha yoksul ülkelerdeydi: Almanya, Avusturya, Amerika, vb. "Papazın gözü" hâlâ, daha yenilmemiş yanlış inanışlardaydı.
O tarihlerde, borsa, henüz, kapitalistin, birbirlerinin birikmiş sermayelerini alıp götürdükleri ve işçiler doğrudan doğruya ancak kapitalist ekonominin ahlak bozucu genel etkisinin yeni bir karşıtı ve, takdiri ilahinin (namı diğer şahsın) bu yaşamda bile, kutsallığı ve laneti, serveti, yani zevk ve iktidar ile sefaleti, yani yoksulluğu ve köleliği belirlediğini söyleyen kalvenci öğretinin doğrulanması olarak ilgilendiriyordu.
3. Şimdi ise çok başka türlü. 1866 bunalımından beri, birikim gitgide artan bir hızla arttı ve böylece, hiç bir sanayi ülkesinde ve hele İngiltere'de, üretimdeki genişleme, birikime ayak uyduramadı ya da bireysel kapitalistin birikimi, sırf kendi işinin genişletilmesinde kullanıldı; daha 1845'te İngiliz pamuklu sanayii; demiryolu sahtekarlıkları. Ama bu birikim ile birlikte
rantiyelerin, iş yaşamının devamlı gerilemesinden bıkıp usanan ve bunun için de, şirketlerin müdürleri ya da yöneticileri olarak
(sayfa 794) sırf kendilerini eğlendirmek ya da hafif bir iş tutmak isteyenlerin sayıları arttı. Ensonu, para-sermaye olarak başıboş dolaşan bu kitlenin yatırımını kolaylaştırmak için, henüz kurulmamış bulunan yerlerde, yeni sınırlı sorumlu şirket türleri kuruldu ve eskiden hisse senedi sahiplerinin sınırsız olan sorumlulukları, [daha çok ya da daha az] azaltıldı (Almanya'da 1890'da anonim şirketler kuruldu, katılma payı %40 idi!).
4. Bunu, sanayiin giderek hisse senetli girişimlere dönüşmesi izledi. Sanayi kolları birbiri ardına bu kadere kurban gitti. Önce, şimdi artık dev fabrikaların gerekli olduğu demir sanayii (daha önce, madenler, hisse senedine dayanılarak, örgütlenmemişti). Ardından kimya sanayi ve makine fabrikaları. Kıtada dokuma sanayii, İngiltere'de, Lancashire'de ancak birkaç bölge (Oldham İplik Fabrikası, Burnley Dokuma Fabrikası vb., terzi kooperatifleri, ama bu da gene ilk bunalımda tekrar patronun eline düşmek üzere ancak bir hazırlık aşaması), içki yapım yerleri (Amerikalılara ait olanlar birkaç yıl önce İngiliz sermayesine satıldı, ardından Guinness, Bass, Allsopp). Bundan sonra ortak yönetim altında dev girişimler yaratan tröstler (United Alkali gibi). Sıradan bireysel firmalar, gitgide artık, o alandaki işi kurulabilecek düzeye getiren, yalnızca birer geçici aşama.
Ticarette de aynı şey: Leafs, Parsons, Morys, Morrison, Dillon, hepsi de şirket. Şimdi, perakendeci mağazalarda aynı ve sırf "süpermarket" tipinde, kooperatif görünüşünde de değil.
İngiltere'de bile, bankalar ile öteki kredi kuruluşları da öyle. Yığınlarca yeni banka, bütün sorumluluklar sınırlı. Hatta...
[10*] vb. gibi eski bankalar bile, yedi özel ortak ile, sınırlı şirketlere çevrilmiş durumda.
5. Tarım alanında da aynı şey. Özellikle Almanya'da, türlü türlü bürokratik adlar altında dev boyutlara ulaşan bankalar, gitgide daha fazla ipotekler üzerinde hak sahibi oldular; hisse senetleri ile, toprak mülkiyetinin fiili sahipliği borsaya geçti; çiftlikler alacaklıların eline düştüğü zaman, bu, daha da gerçekti. Burada, bozkırların işlenmesiyle tarımsal devrim çarpıcıdır; eğer böyle sürüp giderse, yakın bir gelecekte, İngiltere ile Fransa'nın topraklarının da borsanın eline geçeceği söylenebilir.
6. Şimdi bütün yabancı yatırımlar, hisse senedi biçiminde. Yalnız İngiltere'de: Amerikan demiryolları, Kuzey ve Güney (borsa listesine bakınız), Goldberger, vb..
7. Sonra sömürgeleştirme. Bugün bu, borsanın gerçek bir yardımcısı; onun çıkan için Avrupa'nın güçlü devletleri birkaç yıl önce Afrika'yı paylaştı, Fransa, Tunus ile Tonkin'i elegeçirdi. Afrika, doğrudan doğruya şirketlere kiralandı (Nijerya, Güney Afrika, Alman Güney-Batı ve Alman Doğu Afrikası), ve Mozambik ile Natal'ı, Sir Cecil Rhodes, borsa için ele geçirdi.
(sayfa 795)
Dipnotlar
[1*] Engels'in
Kapital'in Üçüncü Cildine yazdığı bu ek, son birkaç mektubu dışında onun yazmış olduğu en son parçadır. Ölümünden sadece iki ay öncesi, Mayıs 1895 tarihini taşıyor. Bu ek, Engels'in
Neue Zeit için yazmayı düşündüğü iki yazıdan derlenmiştir. Ama ancak bunların ilki, "Değer Yasası ve Kâr Oranı" tamamlanmıştı. İkinci yazı "Borsa" için yalnız kısa bir taslak bulunuyordu.
-Ed.
[2*] Bir kitap yapmak.
-ç.
[3*] Tam olarak.
-ç.
[1] Ne var ki daha sonraları, (Heine'ın deyişiyle) "ünü dünyayı tutmuş" aynı sayın bay [Heinrich Heine,
Ritter Olaf -Ed.], 1895'te
Rassegna'nın birinci sayısında İtalyanca olarak yayınlandıktan sonra Üçüncü Cilde yazdığım önsözü yanıtlamak zorunluluğunu duydu. Bu yanıt,
Riforma Social'in 25 Şubat 1895 tarihli sayısında çıktı. Bana kaçınılmaz (ve dolayısıyla iki kez tiksindirici) övgüler yağdırdıktan sonra, hiç bir zaman Marx'ın materyalist teorik görüşünü bulma onurunu kendisine maletmeyi düşünmediğini ilan etmektedir. O, bunu, daha 1885'te kabul etmişti, ama tamamen rasgele bir dergideki yazıda. Oysa, tam yeri gelmişken, yani, bu konudaki kitabında sırf Fransa'daki küçük toprak mülkiyeti ile ilişkili olarak 129. sayfada ilk kez Marx'ın adı geçtiği zaman, bu konuyu tam tersine sessizce geçirmişti. Ve şimdi, Marx'ın bu teorinin bulucusu olmadığını büyük bir yüreklilikle ilan ediyor; bunu Aristoteles zaten öne sürmüş olmasa bile, Harrington, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, daha 1656'da açıkça ifade etmiş ve bu teori, Marx'tan çok önce, tarihçiler, politikacılar, hukukçular ve iktisatçılar tarafından getirilmişti.
[5*] Bütün bunlar, Loria'nın kitabının Fransızca baskısında bulunabilir. Kısacası, mükemmel bir yapıt saklayıcısı. Marx'tan yaptığı aşırmalarla artık onu övünemeyecek hale sokunca, o da şimdi, tıpkı kendisinin yaptığı gibi Marx'ın da başkalarından aldığı renkli tüylerle kendisini donattığını arsızca öne sürmeye başladı. Benim öteki saldırmalarımdan, Loria bir tanesine saldırıyor ve ona göre, güya Marx, hiç bir zaman
Kapital'in bir ikinci ya da hele bir üçüncü cildini yazmayı düşünmemiş. "Ve şimdi Engels, ikinci ve üçüncü ciltleri suratıma çarparak görkemli bir yanıt veriyor ... çok güzel! Ve ben, o denli çok entelektüel zevki borçlu olduğum bu ciltlerden o derece hoşnudum ki, hiç bir zafer bugünkü bu yenilgi kadar benim için değerli değildi - ve eğer bu, gerçek bir yenilgi ise. Ama gerçekten bu böyle mi? Engels'in dindarca bir dostluk duygusuyla bir araya getirip düzenlediği bu parça parça notlar yığınını Marx acaba gerçekten yayınlamak amacıyla mı yazmıştı? Marx'ın yapıtını ve sistemini bu sayfalarla taçlandırdığını ... kabul etmek acaba doğru olur mu? Yıllar yılı vaadedilen çözümünün çok üzücü bir elçabukluğuna, çok bayağı bir sözcük oyunu indirgendiği ortalama kâr oranıyla ilgili bölümü acaba Marx gerçekten yayınlar mıydı? En azından kuşkulu bir soru... Bana göre, bu da gösteriyor ki, Marx, o şahane (
splendido) kitabını yayımladıktan sonra bunun devamını yazmayı tasarlamadı, ya da o dev yapıtın derlenmesini, kendi sorumluluğu dışında, mirasçılarına bırakmak istedi."
267. sayfada işte böyle yazıyor. Heine, incelikten yoksun kendi Alman halkı için şu sözlerden daha horgörücü bir ifade bulamazdı: "En sonunda yazar, karşısındaki halka, sanki bunlar da akıllı varlıklarmış gibi alışır." Ünlü Loria, halkının ne olduğunu sanıyor acaba?
Sözü bitirirken, bir başka övgü yağmuru da ben mutsuzun başına serpiliyor. Burada bizim Sganarelle, kendisini, küfretmeye geldiği halde, dudaklarından istemediği halde, "kutsayıcı sevgi sözcükleri" dökülen Balaam ile aynı düzeyde görüyor. Çünkü iyi yürekli Balaam, kendisinden daha akıllı bir eşeğe binmekle, seçkin ve ünlüydü. Ama bu kez, besbelli ki Balaam eşeğini evde unutmuştur.
[4*] Donizetti'nin komik operası,
L'Elisir d'Amore'daki şarlatanın adı.
-Ed.
[5*] Burada Jabes Harrington'un (1611-77)
Oceana adlı yapıtına gönderme yapılıyor. Bu kitapta, ütopik komünist bir toplum için bir model oluşturuluyor. Harrington ayrıca bu tasarımını uygulamak için birkaç girişimde de bulunmuştur.
-Ed.
[6*] Schmidt Engels'e 1 Mart 1895'de yazmıştır. Engels'in yanıtı 12 Mart tarihini taşıyor. Bu mektubun önemli bir bölümü
Selected Correspondance, London, 1965, pp 451-5'de bulunabilir. -
Ed.
[7*] Venedik Cumhuriyetine ait altın sikke.
-ç.
[8*] Elyazmasına Engels'in koyduğu başlık, "Borsa,
Kapital'in Üçüncü Cildine Ek Notlar."
-Ed.
[9*] Elyazmasında Engels, bölüm numarasının konulması için bir başlık bırakmış. Düşünülen başlık herhalde şuydu: Yirmiyedinci Bölüm, "Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü".
-Ed.
[10*] Okunamıyor. "Glyn & Co." anlamında banka olsa gerek.
-Ed.