ÜÇÜNCÜ KISIM
KÂR ORANININ DÜŞME EĞİLİMİ YASASI
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YASANIN NİTELİĞİ
ÜCRET ile işgünü veri kabul edildiğinde, diyelim 100'lük bir değişen sermaye, belli sayıdaki çalışan işçiyi temsil eder. Bu sermaye, bu sayının bir göstergesidir. 100 £, diyelim 100 işçinin bir haftalık ücreti olsun. Bu işçilerin, eşit miktarlarda gerekli ve artı-emek harcadıkları, günde, kendileri için, yani ücretlerinin yeniden-üretimi için çalıştıkları kadar, kapitalist için, yani artı-değer üretmek için çalıştıkları kabul edilirse, bunların toplam ürünlerinin değeri = 200 £ ve ürettikleri artı-değer miktarı 100 £ olacaktır. Artı-değer oranı, a/d = %100 olurdu. Ama gördüğümüz gibi, bu artı-değer oranı, kendisini, kâr oranı a : S olduğu için, değişmeyen sermaye s ve dolayısıyla toplam sermaye S'nin farklı buyüklüklerine bağlı olarak, çok farklı kâr oranları ile ifade eder. Artı-değer oranı %100 olduğuna göre:
s = 50 |
ve d = 100 ise |
k' = 100/150 |
= %662/3 |
s = 100 |
ve d = 100 ise |
k' = 100/200 |
= %50 |
s = 200 |
ve d = 100 ise |
k'= 100/300 |
= %331/3 |
s = 300 |
ve d = 100 ise |
k' = 100/400 |
= %25 |
s = 400 |
ve d = 100 ise |
k' = 100/500 |
= %20 olur. |
Bu, aynı artı-değer oranının, kendisini, değişmeyen sermayenin maddi olarak büyümesinin —aynı oranda olmasa bile— aynı zamanda
(sayfa 188) kendi değerinde ve dolayısıyla da toplam sermayenin değerinde bir büyümeyi gerektirmesi nedeniyle, emeğin sömürü derecesi aynı olduğu halde, düşen bir kâr oranı ile nasıl ifade edeceğini gösteriyor.
Eğer bir de, sermayenin bileşimindeki bu yavaş değişmenin, yalnız bireysel üretim alanları ile sınırlı kalmayıp, aşağı yukarı bütün ya da hiç değilse, önemli üretim alanlarında da meydana geldiği ve bu yüzden, bir toplumun toplam sermayesinin ortalama organik bileşiminde değişmelere neden olduğu varsayılırsa, artı-değer oranı ya da emeğin sermaye tarafından sömürülme yoğunluğu aynı kaldığı sürece, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre tedrici büyümesi, zorunlu olarak,
genel kâr oranında tedrici bir düşmeye yolaçar. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, değişen sermayede, değişmeyen sermayeye, ve dolayısıyla, harekete geçirilen toplam sermayeye oranla nispi bir azalma olması, kapitalist üretimin bir yasasıdır. Bu ifade, kapitalist sistemde gelişmiş bulunan kendisine özgü üretim yöntemleri nedeniyle, belli değerde bir değişen sermaye tarafından harekete geçirilen aynı sayıda işçinin, yani aynı miktarda emek-gücünün, aynı sürede, gittikçe artan miktarlarda emek aracını, makineyi, her türden sabit sermayeyi, hammaddeyi, —ve dolayısıyla, değeri durmadan artan değişmeyen sermayeyi— işlettiği, işlediği ve üretken biçimde tükettiğini söylemenin bir başka biçimidir. Değişen sermayede, değişmeyen ve dolayısıyla toplam sermayeye göre bu sürekli azalma, toplumsal sermayenin, kendi ortalamasında, gitgide daha yüksek bir organik bileşime ulaşması demektir. Bu, aynı şekilde, aynı sayıda işçinin, daha fazla makine ve genellikle daha çok sabit sermaye kullanılması sayesinde, aynı sürede, yani daha az emekle, gitgide artan miktarda ham ve yardımcı maddeleri ürüne çevirmesi olgusuyla kendisini gösteren, emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin bir başka ifadesidir. Değişmeyen sermayedeki bu sürekli değer artışına —bu, değişmeyen sermayenin maddi olarak yalnızca yaklaşık bir biçimde kapsadığı kullanım-değerlerinin gerçek kitlesinin büyümesini göstermekle birlikte— ürünlerde sürekli bir ucuzlama tekabül eder. Her tek tek ürün, kendi başına alındığında, ücretlere yatırılan sermayenin, üretim araçlarına yatırılan sermayeye kıyasla daha büyük bir yer tuttuğu, daha düşük üretim düzeyine göre, daha az miktarda emek içerir. Bu bölümün başında verilen ve varsayıma dayanan diziler, bu nedenle, kapitalist üretimin gerçek eğilimini ifade eder. Bu üretim tarzı, değişmeyen sermayeye kıyasla, değişen sermayede gitgide nispi bir azalma, ve dolayısıyla toplam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Bunun doğrudan sonucu, aynı ya da hatta artan bir emek sömürü derecesinde, artı-değer oranının sürekli düşme güsteren bir kâr oranı ile temsil edilmesidir. (Bu düşmenin kendisini niçin mutlak bir biçimde değil de; artan bir düşme eğilimi şeklinde gösterdiğini daha ileride göreceğiz.) Bu nedenle, genel kâr oranındaki bu sürekli düşme
(sayfa 189) eğilimi, tam da emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin,
kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesidir. Bu, kâr oranının, başka nedenlerle geçici olarak bir düşme gösteremeyeceği anlamına gelmez. Böylece, kapitalist üretim tarzının niteliğinden hareket edilerek, bu üretim tarzının gelişmesiyle birlikte, genel ortalama artı-değer oranının kendisini, düşen bir genel kâr oranı ile ifade etmek durumunda kalması, mantıki bir zorunluluk olarak ortaya çıkmış oluyor. Çalıştırılan canlı emek kitlesi, harekete geçirdiği maddeleşmiş emek kitlesine, yani üretken biçimde tüketilen üretim araçları kitlesine kıyasla sürekli bir azalma gösterdiği için, canlı emeğin, karşılığı ödenmeyen ve artı-değerde nesneleşen kısmının da, yatırılan toplam sermaye ile temsil edilen değer miktarına kıyasla sürekli bir azalma göstermesi gerekir. Artı-değer kitlesinin yatırılan toplam sermayenin değerine oranı, artı-değer oranını verdiğine göre, bu oranın da sürekli düşmesi gerekir.
Bütün bu söylenenlerden, bu yasanın böylesine basit olduğu ortadayken, şimdiye değin bütün ekonomi politik, bunu ortaya çıkarmada, daha ilerde
[1*] göreceğimiz gibi pek az başarı göstermiştir. İktisatçılar bu görüngünün farkına varmıştır ve onu yorumlamak için epey kafa yormuşlardır. Kapitalist üretim için bu yasa büyük önem taşıdığı halde, çözümü Adam Smith'ten beri bütün ekonomi politiğin hedefi olan, ve Adam Smith'ten beri çeşitli okullar arasındaki farkın, bu çözüme yaklaşmadaki farktan ibaret bulunan bir sır olduğu söylenebilir. Öte yandan, bugüne kadar ekonomi politiğin, değişmeyen ve değişen sermayeler arasındaki ayrım etrafında dönüp durduğu haide, bunu doğru biçimde nasıl tanımlayacağını hiç bir zaman bilemediğini; artı-değeri kârdan bir türlü ayıramadığı gibi, kârı, sanayi kârı, ticari kâr , faiz, toprak rantı gibi farklı ve bağımsız kısımlarından ayırdeden kendi saf şekli içersinde hiç bir zaman incelemediğini; sermayenin organik bileşimindeki farkları hiç bir zaman doğru dürüst çözümlemediği, ve bu nedenle genel kâr oranının oluşumunu çözümlemeyi de aklından bile geçirmediğini gözönüne aldığımızda —bütün bunları gözönünde tuttuğumuzda— bu bilmeceyi çözmedeki başarısızlığına şaşrnamak gerekir.
Kârın, farklı bağımsız kategorilere ayrılmasına geçmeden önce, bu yasaya özellikle değiniyoruz. Bu incelemenin, kârın, farklı kategorilerdeki kimselerin payına düşen farklı kısımlara bölünmesinden bağımsız olarak yapılması oıgusu, daha başlangıçta, bu yasanın bütünüyle bu bölünmeden ve bundan doğan kâr kategorilerinin karşılıklı ilişkilerinden bağımsız olduğunu göstermektedir. Burada sözünü ettiğimiz kâr, yalnız, doğmuş bulunduğu değişen sermayeden çok, toplam sermaye ile bağıntısı içersinde sunulan, artı-değerin kendisine verilen bir başka addan başka bir şey değildir. Kâr oranındaki düşme, demek ki, artı-değerin yatırılmış toplam sermayeye oranında bir düşmeyi ifade etmektedir ve bu nedenle, bu artı-değerin çeşitli kategoriler arasındaki her türlü bölünmesinden bağımsızdır.
(sayfa 190)
Kapitalist gelişmenin, sermayenin organik bileşiminin, s : d, 50 : 100 olduğu belli bir aşamasında, %100'lük bir artı-değer oranının %66
2/
3'lük bir kâr oranı ile ifade edildiğini; s : d, 400 : 100 olduğu daha yüksek bir aşamasında ise, aynı artı-değer oranının ancak %20'lik bir kâr oranı ile ifade edildiğini daha önce görmüştük. Bir ülkede, birbirini izleyen farklı gelişme aşamaları için söylenenler, çeşitli ülkelerde, birarada bulunan farklı gelişme aşamaları için de doğrudur. Sermayenin yukarda sözü edilen ilk bileşiminin ortalamayı oluşturduğu gelişmemiş bir ülkede, kâr oranı = %66
2/
3 olduğu halde, sermayenin ikinci bileşiminin ortalamayı oluşturduğu daha yüksek bir gelişme düzeyinde bulunan bir ülkede bu oran = %20 olabilir.
Daha az gelişmiş ülkede, emek daha az üretken olsaydı ve daha büyük bir emek miktarı, aynı metaın daha küçük bir miktarı ile, daha büyük bir değişim-değeri, daha az kullanım-değeri ile temsil edilseydi, iki ulusal kâr oranı arasındaki fark ortadan kalkabilir ya da hatta tersine dönebilirdi. Bu durumda emekçi zamanının daha büyük bir kısmını kendi temel geçim araçlarını ya da bunların değerlerini yeniden-üretmek için, ve daha küçük bir kısınını artı-değer üretmek için harcardı; dolayısıyla, daha az artı-emek harcar ve artı-değer oranı daha düşük olurdu. Az gelişmiş ülkede, emekçinin, işgününün
2/
3'ünde kendisi için ve
1/
3'ünde kapltalist için çalıştığını varsayalım; yukardaki örnek uyarınca aynı emek-gücünün karşılığı 133
1/
3 ile ödenecek ve ancak 66
2/
3 değerinde bir fazlalık sağlayacaktır. 50 değerinde bir değişmeyen sermaye, 133
1/
3 değerinde bir değişen sermayeye tekabül edecektir. Artı-değer oranı 66
2/
3 133
1/
3 = %50; ve kâr oranı 66
2/
3 : 183
1/
3 ya da yaklaşık %36½ olacaktır.
Buraya kadarki incelemelerimizde henüz, kârı oluşturan farklı kısımları incelemediğimiz, yani bunlar şimdilik bizim için varolmadıkları için, sırf yanlış anlamalardan kaçınmak için şu düşünceleri önceden öne sürmek istiyoruz: Farklı gelişme aşamalarındaki ülkeleri karşılaştırırken, ulusal kâr oranı düzeyini, diyelim ulusal faiz oranı düzeyi ile ölçmek, yani gelişmiş kapitalist üretime sahip ülkeler ile, gerçekte emekçi, kapitalist tarafında sömürülüyor olmakla birlikte, emeğin henüz resmen sermayenin boyunduruğu altına girmediği ülkeleri (örneğin, Hindistan da, tefeci, yalnız bütün artı-değeri faiz yoluyla soymakla kalmayıp, kapitalistçe bir deyimle, ücretinin bir kısmım bile sızdırdığı halde, Hintli çiftçi, çiftliğinı bağımsız bir üretici olarak yönetir, ve üretimi, bu niteliği ile henüz sermayenin egemenliği altına girmemiştir) karşılaştırırken böyle yapmak büyük bir hata olur. Bu faiz, gelişmiş kapitalist üretime sahip ülkelerdeki gibi, sırf, üretilen artı-değerin ya da kârın bir kısmını ifade etmek yerine, bütün kârı ve hatta bu kârdan daha da fazlasını kapsar. Öte yandan, faiz oranı, bu durumda, aslında, kâr ile bir ilişkisi bulunmayan ve daha çok, tefeciliğin toprak rantını ne derecede ele geçirdiklerini belirten ilişkiler ile (tefecilerin, toprak rantı alan büyük toprak sahiplerine verdikleri borçlar) belirlenir.
Kapitalist üretimin farklı aşamalarına, ve dolayısıyla, farklı organik
(sayfa 191) bileşimlerde sermayelere sahip ülkelere gelince, normal işgünü diğerlerinden daha kısa olan bir ülke, daha yüksek bir artı-değer oranına sahip olabilir (kâr oranını belirleyen etmenlerden bir tanesi).
Birinci olarak, İngiltere'de on saatlik işgünü, yoğunluğundaki yükseklik nedeniyle eğer Avusturya'daki 14 saatlik bir işgününe eşit ise, her iki halde de işgününün eşit olarak bölünmesi ile, 5 saatlik İngiliz artı-emeği, dünya piyasasında 7 saatlik bir Avusturya artı-emeğini temsil edebilir.
İkinci olarak, İngiliz işgününün, Avusturya işgününden daha büyük bir kısmı, artı-emeği temsil edebilir.
Aynı ya da hatta yüksek bir artı-değer oranını ifade eden düşen kâr oranı yasası, başka bir deyişle, bir miktar ortalama toplumsal sermayenin, diyelim, 100'lük bir sermayenin, gittikçe büyüyen bir kısmının emek araçlarını ve gittikçe azalan bir kısmının canlı emeği kapsadığını ortaya koyar. Demek oluyor ki, üretim araçlarını kullanan toplam canlı emek kitlesi, bu üretim araçlarının değerine oranla azaldığı için, karşılığı ödenmeyen emeğin ve bu emeğin ifade edildiği emek kısmının da, yatırılan toplam sermayenin değerine kıyasla düşmesi gerekir. Ya da yatırılan toplam sermayenin gittikçe daha küçük bir kesri, canlı emeğe çevrilir ve bu nedenle toplam sermaye, kullanılan emeğin karşılığı ödenmeyen kısmı, aynı zamanda, karşılığı ödenen kısma oranla büyüme gösterebileceği halde, kendi büyüklüğüne oranla, gitgide daha az artı-emek emer. Değişen sermayedeki nispi azalma ve değişmeyen sermayedeki nispi artış, ne miktarda olursa olsun, bu her iki kısım da mutlak büyüklük olarak artabilir ve bu, daha önce söylediğimiz gibi, yalnızca, emeğin üretkenliğindeki artışın bir başka ifadesidir.
100 değerinde bir sermaye 80
s + 20
d'den oluşsun ve 20
d = 20 emekçi olsun. Artı-değer oranı %100 olsun, yani emekçiler, günün yarısında kendileri için, öteki yarısında kapitalist için çalışsınlar. Şimdi, daha az gelişmiş bir ülkede 100'lük sermaye = 20
s + 80
d ve 8O
d = 80 emekçi olsun. Ama günün 2/3'ü bu emekçilere ait olacak ve bunlar günün yalnızca 1/3'inde kapitalist için çalışacaklardır. Diğer bütün şeyler eşit olmak üzere, emekçiler, birinci örnekte 40'lık bir değer, ikinci örnekte 120'lik bir değer üretirler. Birinci sermaye 8O
s + 20
d + 20
a = 120 üretir. Kâr oranı = %20'dir. İkinci sermaye 20
s + 8O
d + 40
a = 140 üretir, kâr oranı = %40'tır. İkinci örnekte, demek ki, kâr oranı, birincidekinin iki katıdır; oysa, birincide artı-değer oranı = %100 olup, bu oran ikincide ancak %50 olduğu için onun iki katıdır. Bu duruma göre, aynı büyüklükte bir sermaye, birinci örnekte yalnız 20 emekçinin artı-emeğine, ikinci örnekte 80 emekçinin artı-emeğine elkoymaktadır.
Kâr oranının gitgide düşmesi ya da canlı emek tarafından harekete geçirilen maddeleşmiş emek kitlesine kıyasla ele geçirilen artı-emek miktarındaki nispi azalma, toplumsal sermaye tarafından harekete geçirilen sömürülen emeğin mutlak kitlesinin ve dolayısıyla. ele geçirdiği artı-emeğin mutlak kitlesinin büyüyebileceği olasılığını ortadan kaldırmadığı
(sayfa 192) gibi, bireysel kapitalistlerin denetimindeki sermayelerin, gitgide büyüyen bir emek kitlesine ve dolayısıyla, çalıştırdığı emekçi sayısında bir artış olmasa bile gitgide büyüyen bir artı-emek miktarına elkoymaları olasılığını da ortadan kaldırmaz
Çalışan nüfus, diyelim iki milyon olsun. Ayrıca, ortalama işgününün uzunluğu ile yoğunluğunun, ücretlerin düzeyinin, dolayısıyla, gerekli ve artı-emek arasındaki oranın veri olduğunu kabul edelim. Bu durumda, bu iki milyonun toplam emeği, artı- değerde ifadesini bulan artı-emekleri, daima aynı değer büyüklüğünü üretir. Ne var ki, bu emeğin harekete geçirdiği değişmeyen (sabit ve döner) sermaye kitlesinin büyümesiyle birlikte, üretilen bu değer miktarı, bu sermayenin, aynı oranda olmasa bile, kitlesiyle birlikte büyüyen değerine oranla düşer. Bu oran, ve dolayısıyla kâr oranı, kullanılan canlı emek kitlesi eskisinin aynı olduğu ve sermayenin ondan sızdırdığı artı-emek miktarı eskisi gibi kaldığı halde düşer. Bu oran, canlı emek kitlesi azaldığı için değil, canlı emek tarafından harekete geçirilen maddeleşmiş emek kitlesi arttığı için değişir. Bu, mutlak değil nispi bir artıştır ve gerçekte, harekete geçirilen emeğin ve artı-emeğin mutlak büyüklüğü ile bir ilişkisi yoktur. Kâr oranındaki düşme, toplam sermayenin değişen kısmındaki mutlak azalmadan değil, bundaki nispi azalmadan, bunun değişmeyen sermayeye göre azalmasından ileri gelir.
Belli bir emek ve artı-emek kitlesi için geçerli olan şey, artan sayıda emekçi için de geçerlidir ve böylece, yukardaki varsayıma göre, genellikle, artmakta olan kumanda edilen emek kitlesi ve özellikle, bunun karşılığı ödenmeyen kısmı, artı-emek için de geçerlidir. Çalışan nüfusun iki milyondan üç milyona çıkması, ücretlere yatırılan değişen sermayenin de, eski iki milyondan üç milyona yükselmesı, oysa, değişmeyen sermayenın dört mılyondan, onbeş milyona çıkması halinde, yukarıdaki varsayım gereği, işgünü ve artı-değer oranı değişmediğine göre, artı-emek ve artı-değer kitlesi, yarıyarıya, yani %50 artar, iki milyondan üç milyona yükselir. Bununla birlikte, artı-emek ve şu halde, artı- değer kitlesindeki bu %50'lik mutlak artışa karşın, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı, 2 : 4'ten 3 : 15'e düşer ve artı-değerin toplam sermayeye oranı (milyon olarak) şöyle olabilir:
I. |
4s + 2d + 2a; |
S = 6, |
k' = %331/3 |
II. |
15s + 3d + 3a; |
S = 18, |
k' = %162/3 |
Artı-değer kitlesi, yarıyarıya yükseldiği halde, kâr oranı, yarıyarıya düşmüştür. Bununla birlikte, kâr , yalnızca, toplam toplumsal sermayeye göre hesaplanan artı-değer ve kâr kitlesidir, bu kitlenin mutlak büyüklüğü, toplumsal bakımdan, bu artı-değerin mutlak büyüklüğüne eşittir. Kârın mutlak büyüklüğü, onun toplam miktarı, bu nedenle, yatırılan toplam sermayeye kıyasla çok büyük nispi azalma olduğu halde ya da genel kâr oranında çok büyük bir azalma olmasına karşın, %50 artmıştır. Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete
(sayfa 193) geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi, ürettiği artı-değerin kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta
artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide
artabilir. Ve bu, yalnız böyle
olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak
zorundadır.
Kapitalist üretim süreci, aslında, aynı zamanda bir birikim sürecidir. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, yalnızca yeniden-üretilmesi ya da aynen sürdürülmesi gereken değerler kitlesinin, çalıştırılan emek-gücü değişmeden kalsa bile, emeğin üretkenliğindeki artışla birlikte büyüdüğünü göstermiş bulunuyoruz. Ne var ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artışla birlikte, üretim araçlarının bir kısrnını oluşturduğu, üretilen kullanım-değerlerinin kitlesi daha da büyür. Ve ancak kendisine elkonulmak suretiyle bu ek servetin tekrar sermayeye çevrilmesini sağlayacak olan ek emek, bu üretim araçlarının (temel geçim araçları da dahil) değerine değil kitlesine bağlıdır, çünkü, üretim sürecinde işçi, bu üretim araçlarının değeriyle değil, kullanım-değeriyle ilgilidir. Şu da var ki, birikimin kendisi, ve bununla birlikte giden sermaye yoğunlaşması, artan üretkenliğin maddi araçlarıdır. Dolayısıyla, üretim araçlarındaki bu büyüme, çalışan nüfusta bir büyümeyi, artı-sermayeye tekabül eden ya da hatta onun genel gereksinmelerini aşan çalışan bir nüfusun yaratılmasını kapsar ve böylece, aşırı bir işçi nüfusunun oluşmasına yolaçar. Artı-sermayenin kumanda etmiş olduğu çalışan nüfus üzerindeki geçici fazlalığın iki yönlü bir etkisi olabilir. Bir yandan, ücretleri yükselterek, emekçilerin çoluk çocuğunu kırıp geçiren elverişsiz koşulları yumuşatır ve aralarında evliliği kolaylaştırarak nüfusu yavaş yavaş artırır. Öte yandan ise, nispi artı-değer sağlayan yöntemler (makinelerin kullanılmaya başlanması ve iyileştirilmeleri) uygulayarak, çok daha hızlı, yapay, nispi bir aşırı-nüfus yaratır ve bu da kapitalist üretimde, sefalet, nüfus ürettiği için, gerçekten hızlı bir nüfus çoğalmasının üretme alanı olabilir. Bu nedenle, kapitalist üretim sürecinin yalnızca bir yüzü olan kapitalist birikim sürecinin niteliği gereği, artan ve sermayeye çevrilecek olan üretim aracı kitlesi, karşısında, artmış ve hatta gereğinden fazla çoğalmış, sömürülebilir bir işçi nüfusu bulur. Üretim ve birikim süreci geliştikçe, bu yüzden, mevcut ve elkonulan artı-emek kitlesi ve dolayısıyla, toplumsal sermaye tarafından ele geçirilen mutlak kâr kitlesi büyümek
zorundadır. Ne var ki, bu büyüyen hacimle birlikte, aynı üretim ve birikim yasası, değişmeyen sermayenin değerini de, sermayenin canlı emeğe yatırılmış bulunan değişen kısmına göre, gitgide artan büyük bir hızla artırır. Şu halde, aynı yasalar, toplumsal sermaye için, büyüyen mutlak bir kâr kitlesi ve düşen bir kâr oranı yaratmış olur.
Kapitalist üretimin ilerlemesi, ve bununla birlikte, toplumsal emeğin üretkenliğinde gelişme, ve üretim kollarının, dolayısıyla da ürünlerin çoğalmasıyla birlikte, aynı büyüklükte bir değerin, gittikçe artan bir kullanım-değerleri ve zevk araçları kitlesini temsil etmesi olgusunu biz burada
(sayfa 194) tamamen bir yana bırakıyoruz.
Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi, emek-süreçlerini, gitgide genişleyen ölçeklere ulaştırır ve böylece bunlara gitgide büyüyen boyutlar kazandırarak, her bireysel kuruluş için daha geniş yatırımlar yapılmasını gerekli kılar. Sermayelerin yogunlaşmasındaki artış (ve bununla birlikte, daha küçük ölçekte olmakla birlikte, kapitalistlerin sayısındaki artış) bu nedenle, bu gelişmenin sonuçlarından birisi olduğu kadar, onun maddi gerek. lerinden birisidir de. Bununla elele ve karşılıklı bir etkilenmeyle, az ya da çok, doğrudan üreticilerin, gitgide artan ölçüde mülksüzleştirilmesi başlar ve yürür. Bu duruma göre, bireysel kapitalistler için, gitgide büyüyen emekçi ordularına komuta etmek doğaldır (değişen sermayenin, değişmeyene göre ne denli azalmış olmasının bir önemi yoktur) ve bunların elegeçirdikleri artı-değer ve dolayısıyla kâr kitlesinin, kâr oranındaki düşmeyle birlikte ve bu düşmeye karşın büyümesi de gene doğaldır. Emekçi kitlelerini bireysel kapitalistlerin komutası altında toplayan nedenler, yatırılan sabit sermaye ile ham ve yardımcı maddeleri, çalıştırılan canlı emek kitlesine kıyasla gitgide büyüyen oranlarda çoğaltan nedenlerin tamamen aynıdır.
Bu noktada, şurasını da şöyle bir belirtmek yeterli olacaktır: emekçi nüfus veri iken, artı-değer kitlesinin, dolayısıyla mutlak kâr kitlesinin, artı-değer oranının, ister işgününün uzaması ya da yoğunlaşması, ister emeğin üretkenliğindeki artma nedeniyle ücretlerin değerindeki bir düşme yoluyla büyümesi halinde artması gerekir, ve bunun, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye göre nispi bir azalma göstermesine karşın böyle olması gerekir.
Toplumsal emeğin üretkenliğindeki aynı gelişme, toplam sermayeye göre değişen sermayedeki nispi azalmayla ve birikimdeki hızlanmayla —oysa bu birikim de kendi başına, üretkenliğin daha da gelişmesi ve değişen sermayede daha fazla nispi bir azalma olması için bir çıkış noktası olur— kendisini açığa vuran aynı yasalar, bu aynı gelişme, geçici daigalanmalar dışında, kullanılan toplam emek-gücünün gitgide artmasında ve artı-değer ve dolayısıyla kârın mutlak kitlesinin gittikçe artmasında kendisini gösterir.
Şimdi, kâr
oranında bir azalma ve bununla aynı zamanda ve bunu doğuran aynı nedenlerden dolayı, kârın mutlak
kitlesinde bir artma olacağını ifade eden, bu iki yönlü yasanın biçimi ne olmalıdır? Bu, belli koşullar altında, ele geçirilen artı-emek ve dolayısıyla artı-değer kitlesinin artması ve toplam sermayeyi ya da toplam sermayenin bir parçası olarak bireysel sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla, kâr ile artı-değerin özdeş büyüklükler olması olgusuna dayanan bir yasa biçiminde midir?
Sermayenin, kâr oranını hesapladığımız bir kesri olan, örneğin, 100'lük bir kısmını alalım, Bu 100, toplam sermayenin, diyelim, 80
s + 20
d olan ortalama bileşimini temsil etsin. Bu kitabın ikinci kısmında gördüğümüz gibi, çeşitli üretim kollarında ortalama kâr oranı, her bireysel
(sayfa 195) sermayenin kendi özel bileşimi ile değil, ortalama toplumsal bileşimle belirlenmektedir. Değişen sermaye, değişmeyene ve şu halde 100'lük toplam sermayeye oranla azaldıkça, kâr oranı, ya da artı-değerin nispi büyüklüğü, yani yatırılan 100'lük toplam sermayeye olan oranı, sömürünün yoğunluğu aynı kalsa ve hatta artsa bile düşer. Ama, düşen yalnızca bu nispi büyüklük değildir. 100'lük toplam sermaye tarafından emilen artı-değerin ya da kârın büyüklüğü de mutlak olarak düşer, %100 bir artı-değer oranı ile, bileşimi 60
s+ 40
d olan bir sermaye, 40 tutarında bir artı-değer, şu halde kâr kitlesi üretir; bileşimi 70
s + 30
d olan bir sermaye 30'luk bir kâr kitlesi üretir; ve 80
s + 20
d bileşiminde bir sermayede kâr 20'ye düşer. Bu düşme, artı-değer ve dolayısıyla kâr kitlesiyle ilgilidir ve, 100'lük toplam sermayenin daha az canlı emek çalıştırması ve emeğin sömürü yoğunluğu aynı kalarak daha az artı-emeği harekete geçirmesi ve bu yüzden daha az artı-değer üretmesi olgusundan ileri gelir. Toplumsal sermayenin, yani ortalama bileşimli bir sermayenin herhangi bir kısmını artı-değeri ölçmek için birim olarak aldığımızda —ve bu, bütün kâr hesaplarında böyle yapılır— artı-değerdeki nispi bir düşme, genellikle, ondaki mutlak düşmeyle özdeştir. Yukarıda verilen örneklerde, kâr oranı, %40'tan %30'a ve %20'ye düşmektedir. Çünkü, gerçekte aynı sermaye tarafından üretilen artı-değer ve dolayısıyla kâr kitlesi, mutlak olarak 40'tan 30'a ve 20'ye düşmektedir. Artı-değerin ölçüldüğü sermayenin değer büyüklüğü 100 olarak verildiği için, artı-değerin bu belli büyüklüğe olan oranındaki bir düşme, ancak, artı-değerin ve kârın mutlak büyüklüğündeki bir azalmanın bir başka ifadesi olabilir. Bu aslında bir totolojidir. Ama, görüldüğü gibi bu azalma, kapitalist üretim sürecinin gelişmesinin niteliğinden doğan bir olgu olarak, daima kendisini gösterir.
Bununla birlikte öte yandan, belli bir sermaye üzerinden, artı- değerde, şu halde kârda ve dolayısıyla yüzde olarak hesap edilen kâr oranında, mutlak bir azalrna meydana getiren aynı nedenler, toplumsal sermaye tarafından (yani, tüm olarak alındığında bütün kapitalistler tarafından) ele geçirilen artı-değerin ve dolayısıyla kârın mutlak kitlesinde bir artış yaratırlar. Peki bu nasıl olur, bunun olabilrnesinin tek yolu, ya da, bu görünüşteki çelişkide geçerli koşullar nelerdir?
Toplumsal sermayenin her 100'e eşit parçası ve dolayısıyla ortalama toplumsal bileşimli sermayenin her 100 birimi, belli bir büyüklük ise, ve bu nedenle, burada ölçü birimi olarak kullanılan sermaye, değişmeyen bir büyüklük olduğu için, kâr oranında bir düşme, kârın mutlak büyüklüğünde bir düşme ile çakışıyorsa, toplumsal sermayenin büyüklüğü, bireysel kapitalistlerin ellerindeki sermayeler gibi, değişkendir ve bizim varsayımımıza göre, bunun, kendi değişen kısmındaki azalma ile ters orantılı olarak değişmesi gerekir.
Yüzde bileşiminin 60
s + 40
d olduğu bundan önceki örneğimizde, buna tekabül eden artı-değer ya da kâr 40 ve dolayısıyla kâr oranı %40 idi. Bu bileşim aşamasında toplam sermayenin bir milyon olduğunu
(sayfa 196) kabul edelim. Bu durumda toplam artı-değer ve dolayısıyla toplam kâr 400.000'e ulaşır. Şimdi, eğer daha sonraki bileşim = 80s + 20d olur ve buna karşılık, emeğin sömürü derecesi aynı kalırsa, artı-değer ya da kâr her 100 için = 20 olur. Ama, kâr oranında bir azalmaya ya da her 100 sermaye ile daha az artı-değer üretilmesine karşın, artı-değerin ya da kârın mutlak kitlesi, daha önce gösterildiği gibi, büyüdüğü için —diyelim 400.000'den 440.000'e çıkmış olsun— bu ancak, bu yeni bileşim sırasında oluşan toplam sermayenin 2.200.000'e yükselmesi nedeniyle olabilir. Kâr oranı %50 düştüğü halde, harekete geçirilen toplam sermayenin kitlesi %220'ye çıkmıştır. Toplam sermaye yalnızca iki katına çıkmış olsaydı %20'lik bir kâr oranı ile ancak eski 1.000.000'luk sermayenin %40 kâr oranı ile üretebileceği kadar bir artı-değer ve kâr kitlesi üretebilirdi. Bu sermaye eğer iki katından daha az büyümüş olsaydı, daha önceki bileşimde 400.000'lik artı-değeri 440.000'e çıkartmak için yalnız l.000.000'dan 1.100.000'e çıkması gereken l.000.000'luk eski sermayenin ürettiğinden daha az artı-değer ya da kâr üretirdi.
Burada gene, daha önce tanımlanan yasayla, değişen sermayedeki nispi bir azalmanın, böylece, emeğin toplumsal üretkenliğindeki bir gelişmenin; aynı miktar emek-gücünü harekete geçirmek ve aynı miktarda artı-emek sızdırmak için, gitgide büyüyen bir toplam sermaye kitlesini gerektirdiği üzerine olan yasayla yüzyüze geliyoruz. Bundan şu sonuç çıkar ki, emekçi nüfusta nispi fazlalık olasılığı, toplumsal emeğin üretkenliğinde
azalma değil
artma olduğu için, kapitalist üretimin gösterdiği gelişme oranında artar. Demek ki, bu, emek ile temel geçim araçları ya da bu temel geçim araçlarının üretimi için gerekli araçlar arasındaki mutlak oransızlıktan değil, emeğin kapitalistçe sömürülmesinden doğan bir orantısızlıktan, sermayedeki sürekli büyüme ile, artan nüfusa olan gereksinmesindeki nispi daralma arasındaki orantısızlıktan ileri gelir.
Kâr oranı %50 düşerse, o da yarısı kadar azalır. Kâr kitlesinin aynı kalabilmesi için sermayenin iki katına çıkması gerekir. Düşen bir kâr oranında, kâr kitlesinin aynı kalabilmesi için, toplam sermayede büyümeyi gösteren çarpanın, kâr oranındaki düşmeyi gösteren bölene eşit olması gerekir. Kâr oranının 40'tan 20'ye inmesi halinde, aynı sonucun elde edilmesi için, toplam sermayenin, tersine, 20 : 40 oranında artması gerekir. Kâr oranının 40'tan 8'e
düşmesi halinde, sermayenin 8: 40 oranında ya da beş katı artması gerekir. 1.000.000'luk bir sermaye %40 kâr oranı ile 400.000'lik ve 5.000.000'luk bir sermaye %8 kâr oranı ile gene 400.000'lik bir kâr üretir. Eğer aynı sonucu elde etmek istiyorsak bunun böyle olması gerekir. Ama eğer sonucun daha büyük olması isteniyorsa, sermayenin, kâr oranındaki düşmeden daha büyük bir oranla artması gerekir. Başka bir deyişle, toplam sermayenin değişen kısmının mutlak olarak aynı kalmayıp, toplam sermaye içersindeki yüzdesi düştüğü
(sayfa 197) halde, mutlak olarak artması için, değişen sermayenin düşme yüzdesinden daha büyük bir oranla büyümesi gerekir. Toplam sermayenin yeni bileşimi içersinde, emek-gücü satın alabilmek için, değişen kısmının eskisinden daha büyük bir oranda olması gerekeceği için önemli miktarda artması zorunludur. 100'lük bir sermayenin değişen kısmının 40'tan 20'ye düşmesi halinde, 40'tan daha büyük bir değişen sermaye çalıştırabilmesi için, toplam sermayenin, 200'den daha büyük bir miktara yükselmesi gerekir.
Sömürülen çalışan nüfus kitlesi aynı kalsa ve yalnız işgününün uzunluğu ile yoğunluğu artsa bile, yatırılan sermaye kitlesinin gene de artması gerekirdi, çünkü, sermayenin bileşimi değiştikten sonra, eski sömürü koşulları altında aynı emek kitlesini çalıştırabilmek için büyümesi zorunlu olacaktı.
Şu halde, kapitalist üretimdeki gelişmeyle birlikte, emeğin toplumsal üretkenliğindeki aynı gelişme, kendisini, bir yandan, kâr oranında gitgide artan bir düşme eğiliminde, öte yandan, ele geçirilen artı-değer ya da kârın mutlak kitlesinde meydana gelen devamlı bir büyümede ifade etmekte ve böylece bütünüyle alındığında, değişen sermayede ve kârda nispi bir azalma, bunların her ikisinde mutlak bir büyüme ile birlikte yürür. Bu iki yönlü etki, daha önce de gördüğümüz gibi, kendisini ancak, toplam sermayenin, kâr oranındaki düşmeden daha büyük bir hızla büyümesinde gösterebilir. Daha yüksek bileşimli ya da değişmeyen kısmın nispeten daha fazla arttığı bir sermayede, mutlak olarak artan bir değişen sermaye kullanabilmek için, toplam sermayenin yalnız, bu yüksek bileşimine oranla büyümesi yetmez, daha da büyük bir hızla artması gerekir. Buradan şu sonuç çıkar ki, kapitalist üretim tarzı geliştikçe, artan miktardaki bir yana, aynı miktarda emek-gücünü çalıştırmak için gitgide büyüyen miktarda sermaye gereklidir. Demek ki, kapitalist bir temel üzerinde, emeğin üretkenliğindeki artış zorunlu ve sürekli olarak, emekçi halkta görünüşte bir aşırı-nüfus yaratır. Değişen sermaye, eskiden toplam sermayenin ½'si iken, şimdi yalnızca
l/
6'sı olsa, aynı miktar emek-gücünün çalıştırılması için toplam sermayenin üç katına çıkması gerekir. Ve eğer, iki katı emek-gücü çalıştırılacak ise, toplam sermayenin altı kat artması gerekir.
Kâr oranındaki düşme eğilimi yasasını şimdiye değin açıklayamayan ekonomi politik, ister bireysel kapitalist, ister toplumsal sermaye için olsun, kendisini teselli edercesine, kâr kitlesine, yani kârın mutlak büyüklüğündeki artışa dikkati çekerdi, ama bu da gene, sırf lafebeliğine ve spekülasyona dayanırdı.
Kâr kitlesinin, iki etmen tarafından, ilki kâr oranı ve ikincisi bu oranla yatırılan sermaye kitlesi tarafından belirlendiğini söylemek, düpedüz totolojidir. İşte bu yüzden, aynı zamanda kâr oranı düştüğü halde, kâr kitlesinde bir büyüme olasılığı bulunduğunu söylemek, bu totolojinin doğal bir sonucundan başka bir şey değildir. Bu bizi bir adım bile
(sayfa 198) ileri götürmez, çünkü, sermayenin, kâr kitlesinde bir büyüme olmadan ve hatta bu kâr kitlesinde düşme olurken bile, büyüyebilmesi olasılığı gene vardır. 100, %25 ile 25, 400, %5 ile ancak 20 sağlar.
[35] Ne var ki, kâr oranını düşüren aynı nedenler, eğer, birikimi, yani ek sermaye oluşumunu birlikte getiriyorsa ve eğer, her ek sermaye, ek emek çalıştırıyor ve ek artı-değer üretiyorsa; eğer. öte yandan, sırf kâr oranındaki bir düşme, değişmeyen sermayede ve onunla birlikte eski toplam sermayede bir büyüme olduğu anlamını taşıyorsa, bu sürecin esrarlı bir yanı kalmaz. Kâr oranında bir düşme ile birlikte, kâr kitlesinde bir artma olabileceği olasılığını, elçabukluğu ile yoketmek için, bazı kimselerin, hesaplarında ne gibi kasıtlı hilelere başvurduklarım daha ilerde göreceğiz.
[2*]
Genel kâr oranında bir düşme eğilimi meydana getiren aynı nedenlerin, sermaye birikiminde bir hızlanmayı ve dolayısıyla, sermayenin elkoyduğu artı-emeğin (artı-değer ve kârın) mutlak büyüklüğünde ya da toplam kitlesinde bir artışı nasıl zorunlu kıldığını göstermiş bulunuyoruz. Rekabette ve dolayısıyla rekabete katılan unsurların bilinçlerinde nasıl ki her şey tepetaklak görünüyorsa, bu yasa da, bu görünüşteki iki çelişki arasındaki iç ve zorunlu ilişki de gene öyle görünür. Yukarıda belirtilen oranlar içersinde, daha büyük bir sermaye yatırımında bulunan bir kapitalistin, görünüşte yüksek kârlar sağlayan küçük bir kapitalistten daha büyük bir kâr kitlesi elde edeceği apaçıktır. Rekabetin şöyle bir incelenmesi bile, ayrıca, bazı koşullar altında, büyük kapitalistlerin piyasada kendilerine yer açmak ve bunalım sıralarında olduğu gibi daha küçük kapitalistleri ortadan silmek istediklerinde, bundan yararlandıkları, yani küçük kapitalistleri iyice sıkıştırmak için, kâr oranlarını kasten düşürdüklerini gösterir. İlerde ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz tüccar sermayesi de, kârdaki azalmayı, iş hayatındaki genişlemenin ve dolayısıyla sermayedeki genişlemenin bir sonucuymuş gibi gösteren görüngüler ortaya
(sayfa 199) koyar. Bu yanlış anlayışın bilimsel ifadesi ilerde verilecektir. Serbest rekabet altında ya da tekel şeklinde çalışmalarına göre ayrılan, bireysel işkollarındaki kâr oranlarının karşılaştırılmasından, buna benzer yüzeysel gözlemler ortaya çıkar. Rekabeti yürütenlerin kafalarındaki bu son derece sığ anlayış, kâr oranında bir indirimin "daha akıllıca ve insanca"
[3*] olduğunu söyleyen Roscher'de görülür. Kâr oranındaki bu düşme, burada, sermayedeki bir artışın ve bununla birlikte, kapitalistin daha küçük bir kâr oranı ile daha büyük bir kârı cebe indirebileceği hesabının bir
sonucu gibi görünür. Bütünüyle bu anlayış (daha ileride sözünü edeceğimiz Adam Smith dışında),
[4*] genel kâr oranının ne olduğu konusundaki tamamen yanlış bir anlayışa ve, fiyatların, gerçekte, metaların asıl değerlerine azçok keyfi bir kâr payı eklenerek belirlendiği şeklindeki kaba düşünceye dayanır. Bu düşünceler ne denli kaba olsalar da, kapitalist üretimin özünde yatan yasaların rekabet içersinde aldıkları ters biçimden zorunlu olarak çıkarlar.
Üretkenlikteki gelişme nedeniyle kâr oranında bir düşüşün, kâr kitlesinde bir artışla birlikte olacağı yasası, kendisini ayrıca, bir sermaye tarafından üretilen metaların fiyatında bir düşmenin, bunlarda bulunan ve satışları ile gerçekleşen kâr kitlelerinde nispi bir artışla birlikte görüleceği olgusuyla da ifade eder.
Üretkenlikteki gelişme ve sermayenin buna tekabül eden daha yüksek bileşiminin, gitgide artan üretim aracı kitlesini, gitgide azalan bir emek miktarı ile harekete geçirmesi nedeniyle, toplam ürünün her ayrı parçası, yani her bireysel meta ya da toplam ürün kitlesindeki her özel meta topluluğu, daha az canlı emek emer ve hem kullanılan sabit sermayedeki aşınıp eskime ve hem de tüketilen ham ve yardımcı madde biçiminde daha az maddeleşmiş emek içerir. Şu halde, her tek meta, üretim araçlarında maddeleşen emek ile üretim sırasında yeni eklenen emeğin toplamından daha az emek içerir. Bu, bireysel metaın fiyatında bir düşmeye neden olur. Ne var ki, bireysel metaların içerdikleri kâr kitleleri, mutlak ya da nispi artı-değer oranının büyümesi halinde gene de artabilir. Meta daha az yeni eklenen emek içerir, ama bunun karşılığı ödenmeyen kısmı, karşılığı ödenen kısmına oranla büyür, Bu gene de, ancak belli sınırlar içersinde sözkonusudur. Bireysel metalara yeni katılan canlı emeğin mutlak miktarı, üretim geliştikçe görülen büyük azalma ile birlikte, bu metaların içerdikleri karşılığı ödenmemiş emeğin mutlak miktarı da, karşılığı ödenen kısma oranla ne kadar büyümüş olursa olsun, aynı şekilde azalacaktır. Emeğin üretkenliğindeki gelişmeyle birlikte, her
(sayfa 200) bireysel metaya düşen kâr kitlesi, artı-değer oranındaki büyümeye karşın önemli ölçüde küçülür. Ve bu azalma, tıpkı kâr oranındaki düşmede olduğu gibi, ancak değişmeyen sermayenin öğelerindeki ucuzlama ve bu kitabın birinci kısmında belirtildiği gibi, kâr oranını, veri olan ve hatta düşen bir artı-değer oranında yükselten diğer koşullar tarafından geciktirilir.
Biraraya geldiklerinde, sermayenin toplam ürününü oluşturan bireysel metaların fiyatının düşmesi, yalnızca, belli bir miktar emeğin, daha büyük bir metalar kitlesinde gerçekleşmesi ve böylece her bireysel metaın, eskisine göre daha az emek içermesi anlamını taşır. Değişmeyen sermayenin, hammadde vb. gibi bir kısmının fiyatı yükselse bile, durum gene böyle olur. Birkaç durum dışında (örneğin, emeğin üretkenliğinin, hem değişmeyen ve hem de değişen sermayenin bütün öğelerini aynı şekilde ucuzlatması gibi) daha yüksek artı-değer oranına karşın, kâr oranı düşer, 1) çünkü, yeni eklenen emeğin daha küçük toplam miktarındaki karşılığı ödenmemiş daha büyük bir parça bile, daha önceki daha büyük miktarın, karşılığı ödenmemiş daha küçük bir parçasından daha küçüktür , ve 2) çünkü, sermayenin daha yüksek bileşimi, kendisini, bireysel bir metada, bu metaın değerinin, yeni eklenen emekte maddeleşen kısmının, bu değerin, ham ve yardımcı maddeler ile sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasını temsil eden kısma oranla azalması olgusu ile ifade eder. Bireysel metaların fiyatında çeşitli parçaların oranındaki bu değişme, yani fiyatta, yeni eklenen canlı emeğin maddeleştiği kısmındaki azalma ile daha önce maddeleşmiş emeği temsil eden kısmındaki artma, değişen sermayede değişmeyen sermayeye oranla meydana gelen azalmayı, bireysel metaların fiyatı aracılığı ile ifade eden biçimdir. Bu azalma nasıl ki, belli bir miktar, diyelim 100'lük bir sermaye için mutlak ise, yeniden-üretilen sermayenin bir kesri olarak, her bireysel meta için de mutlaktır. Bununla birlikte, eğer kâr oranı, bireysel metaın fiyatını oluşturan öğelere dayanılarak hesaplanırsa, aslında olduğundan farklı olabilir. Ve bu, aşağıdaki nedenle böyle olur:
[Kâr oranı, toplam sermaye üzerinden hesaplanır, ama, belli bir süre için, fiilen bir yıl için hesaplanır. Kâr oranı, bir yılda üretilen ve gerçekleştirilen artı-değer ya da kârın, yüzde olarak hesaplanan toplam sermayeye oranıdır. Bu nedenle, bu kâr oranı, bir yıla göre değil de, yatırılan sermayenin devir dönemine göre hesaplanan kâr oranına zorunlu olarak eşit değildir. Bu ikisi, ancak sermayenin tam bir yılda devretmesi halinde çakışırlar.
Öte yandan bir yıl boyunca sağlanan kâr, bu aynı yıl boyunca üretilen ve satılan metalardan elde edilen kârların toplamıdır. Şimdi, metaların maliyet-fiyatları üzerinden kârı hesaplayacak olursak, kâr oranını elde ederiz =k : m, burada k, yıl boyunca gerçekleştirilen kârı, m ise aynı dönemde üretilen ve satılan metaların maliyet-fiyatlarının toplamını ifade eder. Açıktır ki, bu kâr oranı k : m, fiili kâr oranı k : S ile, kâr kitlesi
(sayfa 201) bölü toplam sermaye ile ancak, m = S, yani sermayenin tam bir yıl içersinde devretmesi halinde eşit olur.
Bir sanayi sermayesinin üç farklı durumunu ele alalım.
l. 8.000 sterlinlik bir sermaye yılda bir metadan 5.000 parça üretmekte ve parçasını 30 şilinden satarak yılda 7.500 sterlinlik bir ciro yapmaktadır. Parça başına 10 şilin ya da yılda 2.500 £ kâr sağlamaktadır. Demek ki, her parça, 20 şilin yatırılan sermaye ve 10 şilin kâr içermekte ve buna göre parça başına kâr oranı 10 : 20 = %50 olmaktadır. 7.500 sterlinlik toplam ciro 5.000 sterlinlik yatırılan sermaye ile 2.500 sterlinlik kârdan oluşmaktadır. Her devir için kâr oranı k : m gene %50 olmaktadır. Ama, toplam sermaye üzerinden hesaplanırsa, kâr oranı k : S = 2.500 : 8.000 = %31¼ olur.
II. Sermaye 10.000 sterline çıkmaktadır. Emeğin üretkenliğindeki artış nedeniyle yılda bir metadan 10.000 parça üretmektedir ve parça başına maliyet-fiyatı 20 şilindir. Bu metaın 4 şilin kârla, yani 24 şiline satıldığını kabul edelim. Bu durumda, yıllık ürünün fiyatı = 12.000 £ olup, bunun 10.000 sterlini yatırılan sermaye, 2.000 sterlini kârdır. Parça başına kâr oranı k : m = 4 : 20, ve yıllık devir için 2.000 : 10.000 ya da her iki halde de %20'dir. Ve toplam sermaye, maliyet-fiyatlarının toplamına eşit, yani 10.000 £ olduğu için, gerçek kâr oranı, k : S, bu durumda da gene %20'dir.
III. Emeğin üretkenliğindeki sürekli artma nedeniyle, sermaye 15.000 sterline yükselmiş ve parça başına maliyet-fiyatı 13 şilinden bir metadan yılda 30.000 parça üretmiş, ve parçasını 2 şilin kârla ya da 15 şiline satmış olsun. Bu durumda, yıllık devir = 30.000 x 15 şilin = 22.500 £ olup, bunun 19.500 sterlini yatırılan sermaye ve 3.000 sterlini kârdır. Öyleyse kâr oranı k : m = 2 : 13 = 3.000 : 19.500 = %15
5/
13 olur. Ama k : s = 3.000 : 15.000 = %20'dir.
Demek oluyor ki, yalnız II. durumda, devreden sermaye-değerin toplam sermayeye eşit olduğu durumda, parça başına kâr ya da toplam devir miktarına göre hesaplanan kâr oranı, toplam sermaye üzerinden hesaplanan kâr oranı ile aynıdır. Devir miktarının toplam sermayeden küçük olduğu l. durumda, metaın maliyet-fiyatı üzerinden hesaplanan kâr oranı daha yüksek; toplam sermayenin, devredilen miktardan daha küçük olduğu III. durumda kâr oranı, toplam sermaye üzerinden hesaplanan gerçek orandan daha düşüktür. Bu genel bir kuraldır.
Ticari uygulamada devir genellikle yanlış hesaplanır. Gerçekleşen meta-fiyatları toplamı, yatırılan toplam sermaye tutarına eşit olur olmaz, sermayenin bir devir yaptığı kabul edilir. Oysa,
sermaye, tam bir devri, ancak, gerçekleşen metaların
maliyet-
fiyatlarının toplamı, toplam sermaye tutarına eşit olduğu zaman tamamlayabilir. -
F. E.]
Kapitalist üretimde, bireysel metalara ya da belli bir döneme ait meta-ürüne, tek ve kendi başlarına, sırf metalar olarak değil de, yatırılan sermayenin ürünleri olarak ve bunları üreten toplam sermaye ile ilişkileri içersinde bakmanın ve ele almanın ne kadar önemli olduğunu, bu bir
(sayfa 202) kez daha göstermektedir.
Kâr
oranının, üretilen ve gerçekleşen artı-değer kitlesinin yalnız sermayenin tüketilen ve metalarda tekrar ortaya çıkan kısmı ile olan ilişkisiyle değil, bu kısım, ve bir de, tüketilmemiş ama kullanılan ve üretimde iş görmeye devam eden kısmı ile olan ilişkisiyle ölçülmesi gerekir. Bununla birlikte, kâr
kitlesi, metaların kendilerinde bulunan ve satışlarıyla gerçekleşecek olan kâr ya da artı-değer kitlesinden başka bir şeye eşit olamaz.
Sanayiin üretkenliği yükselirse, bireysel metaların fiyatı düşer. Bunlarda, daha az emek, daha az ödenen ve ödenmeyen emek bulunur. Aynı emek, diyelim eskisinin üç katı üretimde bulunsun. Bu durumda bireysel ürüne düşen emek 2/3 oranında daha azdır. Ve kâr , bireysel bir metaın içerdiği emek miktarının ancak bir kısmını oluşturduğu için, bireysel bir metadaki kâr kitlesinin azalması gerekir; artı-değer oranı yükselse bile, belli sınırlar içersinde bu böyle olur. Hiç bir halde, toplam ürün üzerinden kâr kitlesi, sermaye aynı sayıda işçiyi aynı sömürü derecesi ile çalıştırdığı sürece, başlangıçtaki kâr kitlesinin altına düşmez. (Daha yüksek bir sömürü derecesi ile daha az sayıda işçi çalıştırması halinde bu gene böyle olabilir.) Çünkü, bireysel ürün üzerinden kâr kitlesi, ürün sayısındaki artışla orantılı olarak azalır. Kâr kitlesi aynı kalır ama, toplam meta miktarına farklı biçimde dağılmıştır. Bu, yeni eklenen emek tarafından yaratılan değer kitlesinin, emekçiler ile kapitalistler arasındaki bölüşümünü değiştirmez. Aynı miktar emek kullanıldığı sürece, karşılığı ödenmeyen artı-emek artmadıkça ya da sömürü derecesi aynı kalmak üzere, işçi sayısı artmadıkça, kâr kitlesi büyüyemez. Ya da, bu sonucu doğurmak için bu nedenlerin her ikisi biraraya gelebilir. Bütün bu durumlarda -varsayımımıza göre, değişmeyen sermayede değişene oranla bir artış ve toplam sermayenin büyüklüğünde bir çoğalma öngörülmektedir- bireysel meta daha küçük bir kâr kitlesi içermekte ve bireysel meta üzerinden hesaplanmış olsa bile kâr oranı düşmektedir. Belli bir miktardaki yeni eklenen emek, daha büyük bir meta kitlesinde maddeleşmektedir. Bireysel metaın değeri düşmektedir. Soyut olarak düşünüldüğünde, emeğin üretkenliğindeki büyümenin bir sonucu olarak bireysel metaın fiyatı düştüğü ve bununla birlikte, bu daha ucuz metaın sayısı arttığı halde, örneğin, emeğin üretkenliğindeki artış, eğer metaın bütün öğeleri üzerinde aynı şekilde ve aynı anda etki yapar ve böylece toplam fiyatı; emeğin üretkenliğindeki artış ile aynı oranda düşer ama öte yandan, metaın fiyatının farklı öğelerinin karşılıklı bağıntıları aynı kalırsa, kâr oranı aynı kalabilir. Artı-değer oranında bir yükselme, eğer, değişmeyen ve özellikle sabit sermayenin öğelerinin değerinde önemli bir düşme ile birlikte meydana gelirse, kâr oranında artma bile olabilir. Ama, görmüş olduğumuz gibi, kâr oranı gerçekte, uzun dönemde düşer. Bireysel bir metaın fiyatındaki bir düşme, tek başına, hiç bir zaman kâr oranı konusunda bir fikir veremez. Her şey, metaın üretimine yatırılan toplam sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Örneğin, eğer kumaşın bir
(sayfa 203) yardasının fiyatı 3 şilinden 1
2/
3 şiline düşer ve eğer biz bu fiyat düşmesinden önce bunun, 1
2/
3 şilin değişmeyen sermaye, iplik, vb.,
2/
3 şilin ücretleri,
2/
3 şilin kârı içerdiğini, oysa düşmeden sonra, 1 şilin değişmeyen sermaye,
1/
3 şilin ücretleri,
1/
3 şilin kârı içerdiğini bilirsek, kâr oranının aynı kalıp kalmadığını söylememiz olanaksızdır. Bu, yatırılan toplam sermayenin artıp artmamasına, ne miktar artmış olduğuna ve belli bir sürede kaç yarda fazla kumaş ürettiğine bağlıdır.
Kapitalist üretim tarzının niteliğinden doğan, emeğin üretkenliğindeki artışın, bireysel metaın ya da belli bir metalar kitlesinin fiyatında bir düşmeye, metaların sayısında bir artmaya, bireysel metaya düşen kâr kitlesi ile toplam metalar üzerinden kâr oranında bir azalmaya ve ama, toplam meta miktarına düşen kâr kitlesinde bir büyümeye yolaçacağı görüngüsü yüzeyde yalnızca, bireysel meta üzerinden kâr kitlesinde bir azalma, fiyatında bir düşme, toplam toplumsal sermaye ya da bireysel bir kapitalist tarafından üretilen metaların artmış toplam sayılarına göre kâr kitlesinde bir artma şeklinde görünür. Ve böylece, bireysel metaların fiyatına kapitalistin kendi serbest isteği ile daha az kâr eklediği, ve uğradığı zararı, daha çok sayıda meta üreterek telafi ettiği görüntüsü ortaya çıkar. Bu anlayış, feragat yoluyla kâr (
profit upon alienation) fikrine dayanır ve bu da tüccar sermayesi kavramından çıkarılmıştır.
Daha önce I. Kitapta (4 ve 7. Kısımlar) gördüğümüz gibi, emeğin üretkenliğindeki artışla birlikte metalar kitlesindeki büyüme ve böylece bireysel metaların ucuzlaması (bu metalar, emek-gücünün fiyatına belirleyici öğeler olarak girmedikleri sürece), bireysel metalarda karşılığı ödenen ve ödenmeyen emek arasındaki oranı, fiyatlar düştüğü halde etkilememektedir.
Rekabette her şey çarpık, yani ters göründüğü için, bireysel kapitalist: 1) fiyatlarını indirmek suretiyle, bireysel metalar üzerinden sağladığı kârı azalttığını ama, daha çok miktarda meta satarak gene de daha büyük bir kâr elde ettiğini; 2) bireysel metaların fiyatını saptadıktan sonra, çarpımla, toplam ürünün fiyatını belirlediğini hayal edebilir, oysa, yapılan ilk işlem aslında bir bölme işlemidir (bkz: Book l, Kap. X, s. 281) ve çarpma, bu bölmeye dayandığı için ancak ona bağlı olarak doğrudur. Kaba iktisatçının ise yaptığı tek şey, rekabetin kölesi olan kapitalistlerin o acayip anlayışlarını, görünüşte daha teorik ve genel bir dille ifade etmek ve bu düşüncelerin doğruluğunu temellendirmeye uğraşmaktır.
Meta fiyatlarındaki düşme ve bu metaların büyüyen kitlesi üzerinden kâr kitlesindeki yükselme, gerçekte, kâr kitlesinde artışla eşzamanlı olarak kâr oranının düşeceği üzerine olan yasanın bir diğer ifadesinden başka bir şey değildir.
Kâr oranında bir düşmenin ne ölçüde yükselen fiyatlar ile aynı
(sayfa 204) olabileceğinin incelenmesi; ancak bundan önceki 1. Kitapta (bkz: s. 280-81) nispi artı-değer ile ilgili inceleme kadar, buraya ait bir konudur. Gelişmiş ama henüz genellikle benimsenmemiş üretim yöntemleri ile çalışan bir kapitalist, piyasa-fiyatının altında ama kendi bireysel üretim-fiyatının üzerinde satış yapar; sağladığı kâr oranı, rekabet bunu eş bir düzeye indirene kadar yükselir. Bu eşitleme dönemi boyunca, ikinci koşul, yatırılan sermayenin genişlemesi kendisini gösterir. Bu genişlemenin derecesine bağlı olarak kapitalist, eski işçilerinin bir kısmını, belki de gerçekte hepsini ya da daha fazlasını, yeni koşullar altında çalıştırma olanağını bulacak ve dolayısıyla aynı ya da daha büyük bir kâr kitlesi üretebilecektir.
(sayfa 205)
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ZIT YÖNDE ETKİLER
TOPLUMSAL emeğin üretken güçlerinde, daha önceki dönemlere göre yalnızca son 30 yıldaki büyük gelişmeleri gözönünde bulundurursak; ve özellikle, asıl makineler dışında, bütünüyle toplumsal üretim sürecine giren muazzam sabit sermaye kitlesini düşünürsek, şimdiye değin iktisatçıları rahatsız eden güçlük, yani düşen kâr oranını açıklama güçlüğü, yerini, bunun tersine, yani bir düşüşün niçin daha büyük ve daha hızlı olmadığını açıklama güçlüğüne bırakır. Genel yasanın etkisine ' ters düşen ve onu yokeden, ona yalnızca kendine özgü bir eğilim niteliği veren ve bu yüzden, genel kâr oranındaki düşmeden, bir düşme eğilimi ola:'ak sözetmemize neden olan bazı zıt yönde etkilerin işe karışmaları gerekir.
Zıt yönde etki yapan güçlerin en genel olanları şunlardır:
I. SÖMÜRÜ YOĞUNLUĞUNDAKİ ARTIŞ
Emek sömürü derecesi ve elkonulan artı-emek ve artı-değer miktarı, özellikle, işgününün uzatılması ve emeğin yoğunlaştırılması ile yükseltilir. Bu iki nokta, Birinci Ciltte, mutlak ve nispi artı-değer üretimi ile
(sayfa 206) ilgili olarak enine-boyuna ele alınmıştı. Bir işçiyi daha çok sayıda makineyi işletme zorunda bırakmak gibi, değişen sermayeye göre değişmeyen sermayede bir artış ve dolayısıyla kâr oranında bir düşme anlamına gelen emeği yoğunlaştırmanın birçok yolları vardır. Bu gibi durumlarda -ve nispi artı-değer üretimine yarayan süreçlerin çoğunda- artı-değer oranını yükselten aynı nedenler, belli miktarlardaki yatırılan toplam sermaye açısından, artı-değer kitlesinde bir düşmeye de yolaçabilir. Ama emek yoğunluğunu artırmanın, makinelerin hızlarının yükseltilmesi gibi, aynı sürede daha fazla hammadde tüketen, ama sabit sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla makineleri bir o kadar hızla aşınıp yıprandıran ve böyle olduğu halde bunların değeriyle, kendilerini harekete geçiren emeğin fiyatı arasındaki oranı hiç bir şekilde etkilemeyen başka yönleri de vardır. Ne var ki, özellikle işgününün uzatılması, kullanılan emek-gücü ile, harekete geçirdiği değişmeyen sermaye arasındaki oranı esas olarak değiştirmeksizin, ve daha çok bu sermayeyi nispi olarak azaltma eğilimi ile elkonulan artı-emek kitlesini artıran, modern sanayiin bu buluşudur. Ayrıca daha önce gösterildiği gibi -ve bu, kâr oranındaki düşme eğiliminin gerçek sırrıdır- nispi artı-değer üretme hüneri, bütünüyle bakıldığında, bir yandan, belli bir miktar emek kitlesini elden geldiğince çok artı-değere çevirmek, öte yandan, yatırılan sermayeye oranla elden geldiğince az emek kullanmaktadır; böylece, sömürü yoğunluğunu yükseltmeye yarayan aynı nedenler, aynı sermaye ile eskisi kadar emek sömürülmesini olanaksız kılmaktadır. Bunlar, artı-değer oranında bir yükselme meydana getirirken, aynı zamanda, artı-değer kitlesinde ve dolayısıyla, belli bir sermaye tarafından üretilen kâr oranında bir düşme eğilimi yaratan karşıt güçte eğilimlerdir. Burada, kadın ve çocuk emeğinin de yaygın biçimde kullanılmasına, ve bütün ailenin, ücretlerinin toplam miktarı artsa bile -ki bu, daima böyle değildir- sermaye için eskisinden daha fazla artı-emek harcamaları demektir. Yatırılan sermayenin büyüklüğü değişmeksizin, tarımda olduğu gibi sırf yöntemlerdeki iyileştirmeler ile nispi artı-değer üretimini teşvik eden her şey aynı etkiyi yaratır. Bu gibi durumlarda, gerçi, değişmeyen sermaye, kullanılan emek-gücü miktarının göstergesi olarak baktığımız ölçüde, değişen sermaye ile orantılı olarak artmaz, ama, ürünün kitlesi, kullanılan emek-gücü ile orantılı olarak büyür. Emeğin üretkenliği (bu emeğin ürünü, ister emekçinin tüketimine girsin, ister değişmeyen sermayenin öğeleri içersinde yer alsın) ulaştırmanın koyduğu engellerden, zamanla engel halini alan keyfi ya da diğer sınırlamalardan; ve değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranını doğrudan etkilemeksizin her türlü bağ ve zincirden kurtulmuş olsa, aynı şey olur.
Kâr oranındaki düşmeyi önleyen ama son tahlilde bu düşmeyi daima hızlandıran etmenler arasında, geçici olmakla birlikte her zaman yinelenen buluşları, vb., bunlar başka yerde kullanılmadan önce uygulayan bireysel kapitalistlerin yararına olmak üzere, bazan bu bazan şu
(sayfa 207) üretim kolunda ortaya çıkan artı-değerde genel düzeyin üzerindeki yükselmeler de bulunuyor mu sorusu sorulabilir. Bu soruya olumlu yanıt vermek gerekir.
Belli büyüklükte bir sermayenin ürettiği artı-değerin kitlesi, iki etmenin ürünüdür: artı-değer oranı, çarpı, bu oranla çalıştırılan işçi sayısı. Bu kitle, bu nedenle, artı-değer oranı veri iken, çalıştırılan işçi sayısına ve işçi sayısı veri iken artı-değer oranına bağlıdır. Demek ki, genellikle bu, değişen sermayenin mutlak büyüklüğü ile artı-değer oranının bileşik oranına bağlıdır. Şimdi bizi ortalama olarak, nispi artı-değer oranını yükselten aynı etmenlerin, kullanılan emek-gücü kitlesini düşürdüğünü görmüş bulunuyoruz. Bununla birlikte şurası da açıktır ki, bu durum, bu zıt hareketlerin ulaştıkları belirli oranlara bağlı olarak, daha büyük ya da küçük ölçüde meydana gelecek ve kâr oranındaki düşme eğilimi, özellikle, işgününün uzatılmasından kaynaklanan mutlak artı-değer oranındaki bir yükselme ile zayıflayacaktır.
Kâr oranını incelerken, bu orandaki bir düşmenin, genellikle, kullanılan toplam sermayenin kitlesindeki büyüme nedeniyle, kâr kitlesindeki bir artışla birlikte meydana geldiğini görmüş bulunuyoruz. Toplumun toplam değişen sermayesi açısından, bu sermayenin ürettiği artı-değer, ürettiği kâra eşittir. Artı-değerin hem mutlak kitlesi ve hem de oranı büyümüştür; bunlardan birisi, toplum tarafından kullanılan emek-gücü kitlesi büyüdüğü için, diğeri de, bu emek-gücünün sömürü yoğunluğu yükseldiği için artmıştır. Ama, belli büyüklükte, diyelim 100 büyüklüğünde bir sermaye sözkonusu olduğunda, ortalama kitle küçüldüğü halde, artı-değer oranı artabilir; çünkü bu oran, değişen sermayenin değer üretme oranıyla belirlendiği halde, sözü edilen kitle, değişen sermayenin toplam sermayeye olan oranı ile belirlenir.
Artı-değer oranında yükselme, artı-değer kitlesini ve dolayısıyla da kâr oranını belirleyen bir etmendir, çünkü, bu özellikle, daha önce gördüğümüz gibi, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranla ya hiç artmadığı ya da onunla orantılı olmayacak biçimde arttığı koşullar altında meydana gelir. Bu etmen, genel yasayı ortadan kaldırmaz. Ama, yasanın daha çok, bir eğilim olarak, yani mutlak işleyişe ters yönde etki eden güçlerle denetim altına alınan, geciktirilen ve zayıflatılan bir yasa olarak işlemesine neden olur. Ne var ki, artı-değer oranını yükselten aynı nedenler (emek-zamanının uzatılması, geniş-ölçekli sanayiin bir sonucu olsa bile) belli bir sermaye tarafından çalıştırılan emek-gücünü azaltma yönünde etkili olduğu için, bunların, ayrıca, kâr oranında bir düşme ve bu düşmeyi yavaşlatma yönünde etkili oldukları görülür. Bir işçi eğer, normal olarak en az iki işçinin yapacağı kadar iş yapma zorunda bırakılır ve bu iş, bu bir işçinin, üç kişinin yerini doldurabileceği koşullar altında yapılırsa, bu bir işçi, daha önce iki işçinin harcadığı kadar artı-emek harcamış olacak ve artı-değer oranı da buna göre yükselecektir. Ama bu
(sayfa 208) işçi, üç işçinin harcadığı kadar artı-emek harcamayacak ve artı-değer kitlesi buna uygun olarak düşecektir. Ne var ki, artı-değer kitlesindeki bu azalma, artı-değer oranındaki artma ile karşılanacak ya da sınırlandırılacaktır. Eğer bütün nüfus, daha yüksek bir artı-değer oranında çalıştırılacak olsa, nüfus aynı kaldığı halde artı-değer kitlesi, artmış olacaktır. Nüfus artacak olsa bu kitle daha da artacaktır. Ve bu, çalıştırılan işçi sayısında, toplam sermayenin büyüklüğüne oranla görülen nispi azalmaya bağlı olduğu halde, bu düşme, artı-değer oranındaki yükselme ile hafifletilir ya da sınırlandırılır.
Bu konuyu bitirmeden önce, belli büyüklükte bir sermaye, ile, artı-değer
kitlesi azaldığı halde, artı-değer
oranının yükselebileceğini, ya da bunun tersinin olabileceğini bir kez daha vurgulamak gerekir. Artı-değer kitlesi, artı-değer oranı ile işçi sayısının çarpımına eşittir; ne var ki, bu oran hiç bir zaman toplam sermaye üzerinden değil, yalnız değişen sermaye üzerinden, aslında ise ancak her işgünü için hesaplanır. Öte yandan, belli büyüklükte bir sermaye-değer ile, kâr
oranı, artı-
değer kitlesi de yükselmeksizin ya da düşmeksizin, ne yükselir ve ne de düşebilir.
II. ÜCRETLERİN, EMEK-GÜCÜNÜN DEĞERİNİN ALTINA DÜŞMESİ
Bunun burada yalnız deneysel olarak sözü edilmiştir, çünkü, burada sayılabilecek pek çok şey gibi. bunun da, sermayenin genel tahlili ile hiçbir ilgisi olmayıp, bu yapıtta yer almayan rekabetin tahliline aittir. Gene de bu, kâr oranının düşme eğilimini durduran en önemli etmenlerden birisidir.
III. DEĞİŞMEYEN SERMAYE ÖĞELERİNİN UCUZLAMASI
Bu kitabın Birinci Kısmında, artı-değer oranı aynı kalırken ya da artı-değer oranından bağımsız olarak kâr oranını yükselten etmenler konusunda söylenen her şey buraya aittir. Şu halde, toplam sermaye ile ilgili olarak, değişmeyen sermayenin değeri de, onun maddi büyüklüğü ile aynı oranda artmış olmaz. Örneğin, modern bir fabrikada tek bir Avrupalı iplik eğiricisi tarafından işlenen pamuk miktarı, daha önce çıkrık ile işlediği miktara göre büyük ölçüde artmıştır. Böyle olduğu halde, işlenen pamuğun değeri, kitlesi ile aynı oranda büyümemiştir. Aynı şey, makineler ile diğer sabit sermaye için de geçerlidir. Kısacası, değişmeyen sermaye kitlesini değişene oranla artıran aynı gelişme, bunun öğelerinin değerini, emeğin üretkenliğindeki artışın bir sonucu olarak azaltmaktadır ve bu nedenle, değişmeyen sermayenin değerini, bu değer sürekli olarak artmakla birlikte, maddi hacmi, yani aynı miktar emek-gücü tarafından harekete geçirilen üretim araçlarının maddi hacmi ile aynı oranda artmaktan alıkoymaktadır. Tek tek durumlarda bazan, değişmeyen sermayeyi oluşturan öğelerin kitlesi, değeri aynı kaldığı ya da düştüğü
(sayfa 209) halde artabilir de.
Yukarda söylenenler, mevcut sermayede (yani, bu sermayenin maddi öğelerinde), sanayiin gelişmesiyle meydana gelen değer kaybı ile birbirine bağlıdır. Bu kâr sağlayan sermayenin kitlesini azaltmak suretiyle bazı koşullar altında kâr kitlesi için zararlı olmakla birlikte, kâr oranındaki düşmeyi denetim altında tutan ve sürekli olarak işleyen diğer bir etmendir. Kâr oranında düşme eğilimi meydana getiren aynı etkilerin, aynı zamanda, bu eğilimin etkilerini hafiflettiğini, bu, bir kez daha göstermektedir.
IV. NİSPİ AŞIRI-NÜFUS
Bu aşırı-nüfusun oluşması, kâr oranında bir düşme ile ifade edildiği gibi, emeğin üretkenliğindeki gelişmeden ayrılamaz, ve bu gelişme ile hızlandırılır. Bir ülkede kapitalist üretim tarzı ne denli gelişmiş ise, nispi aşırı-nüfus da o denli gözle görülür hale gelir. Bu da gene, bir yandan, birçok üretim kollarında, emeğin sermayenin boyunduruğu altına alınmasının eksik bir biçimde sürüp gitmesinin ve ilk bakışta, genel gelişme düzeyine uygun görülen süreden daha uzun devam etmesinin bir nedenidir. Bu durum, kullanıma hazır ya da işsiz ücretli-emekçilerin ucuzluğu ve bolluğunun, ve bazı üretim kollarının, nitelikleri gereği, el işini makine üretimine dönüştürmede gösterdikleri direncin bir sonucudur. Öte yandan, özellikle, lüks eşya üretimi için yeni üretim kolları açılır, ve çoğu kez öteki üretim kollarında değişmeyen sermayedeki artış nedeniyle serbest kalan bu nispi aşırı-nüfusu kendilerine temel olarak işte bu yeni açılan kollar alırlar. Bu yeni üretim kollarında başlangıçta canlı emek egemendir ve yavaş yavaş öteki üretim kollarının geçtikleri aynı evrimlerden geçerler. Her iki halde de, değişmeyen sermaye, toplam sermayenin oldukça büyük bir kısmını teşkil eder ve ücretler ortalamanın altındadır, dolayısıyla, hem artı-değer oranı ve hem de artı-değer kitlesi bu üretim kollarında olağanüstü yüksektir. Genel kâr oranı, bireysel üretim kollarındaki kâr oranlarının eşitlenmesiyle oluştuğuna göre, kâr oranında düşme eğilimini yaratan aynı etmen, tekrar, bu eğilime zıt yönde güçler oluşturur ve onun etkilerini azçok kırar.
V. DIŞ TİCARET
Dış ticaret, kısmen değişmeyen sermaye öğelerini ve kısmen de, karşılığında değişen sermayenin değişildiği yaşam gereksinmelerini ucuzlattığı için, artı-değer oranını yükseltmek ve değişmeyen sermayenin değerini düşürmek suretiyle, kâr oranını yükseltme eğilimi gösterir. Dış ticaret, genellikle, üretimin ölçeğinin genişlemesine yolaçarak, bu yönde etkili olur. Böylece, bir yandan birikim sürecini hızlandırırken, öte yandan değişmeyen sermayeye oranla değişen sermayede daralmaya neden olur ve dolayısıyla, kâr oranının düşmesini çabuklaştırır. Bunun gibi, dış
(sayfa 210) ticarette gelişme, çocukluk çağında kapitalist üretim tarzının temeli olmakla birlikte, bu üretim tarzındaki daha ileri aşamalarda, kapitalist üretimin iç zorunluluğu ve durmadan büyüyen piyasa gereksinmesi nedeniyle, onun kendi ürünü halini alır, Burada bir kez daha, bu etkinin iki yönlü niteliğini görüyoruz. (Ricardo, dış ticaretin bu yönünü bütünüyle gözden kaçırmıştır.
[5*])
Başka bir soru da -aslında, özel niteliği nedeniyle bizim bu incelememizin sınırları dışındadır- şudur: Genel kâr oranı, dış ve özellikle sömürgelerle yapılan ticarete yatırılan sermayelerin getirdiği daha yüksek kâr oranı ile yükselir mi?
Dış ticarete yatırılan sermayeler , daha yüksek bir kâr oranı sağlayabilirler, çünkü, önce, diğer ülkelerde, daha geri üretim kolaylıkları ile üretilen metalar ile rekabet sözkonusu olup, daha ileri durumdaki ülke, mallarını, rakip ülkelerden daha ucuz olsa bile, değerlerinin üzerinde satar. Daha ileri ülkenin emeği burada, daha yüksek özgül ağırlıkta bir emek olarak gerçekleştirildiği sürece, kâr oranı yükselir, çünkü, bu emeğin karşılığı, daha yüksek nitelikte bir emek olarak ödenmediği halde, satışı böyle bir emek olarak yapılmıştır. Meta ihraç edilen ülke ile meta ithal edilen ülke sözkonusu olduğunda da aynı sonuç elde edilebilir; yani meta ithal edilen ülke,
ayni olarak aldığından daha fazla maddeleşmiş emek verebilecek durumdadır ve böylece metaları gene de kendi üretebileceğinden daha ucuza elde edebilir. Tıpkı yeni bir buluşu yaygın hale gelmeden önce kullanan bir fabrikatörün, mallarını rakiplerinden daha ucuza sattığı halde, gene de bireysel değerinin üzerinde satması, yani artı-emek olarak yararlandığı emeği, özgül olarak üretkenliği daha yüksek bir emek olarak gerçekleştirmesi halinde olduğu gibi. Böylece o, bir artı-kâr sağlamış olur. Öte yandan sömürgelere, vb. yatırılan sermayelere gelince, buralarda kâr oranı, sırf düşük bir gelişme düzeyinde olmaları ve ayrıca köleler ve kuliler, vb. kullanıldığı için emeğin sömürülmesi nedeniyle daha yüksek olabilir. Belli üretim kollarına yatırılmış bulunan sermayelerin gerçekleştirdiği ve kendi ülkesine gönderdiği bu daha yüksek kâr oranları, kendilerine tekeller engel olmadıkça, niçin genel kâr oranının eşitlenmesi sürecine katılmasın ve dolayısıyla bu oranı
pro tanto yükseltmesin ki.
[36] Bu yatırım alanlarındaki sermaye, serbest rekabet yasalarına bağımlı olduğuna göre, bunun için daha da az neden vardır. Ricardo'nun hayal ettiği, aslında şudur: dışarda gerçekleştirilen daha yüksek fiyatlarla, orda bunun karşılığında meta satın alınır ve kendi ülkesine gönderilir. Bu metalar böylece, iç piyasada satılır, ama bu olgu, olsa olsa, bu daha uygun üretim alanlarının, diğerleri üzerinde geçici bir
(sayfa 211) ek avantaj sağlamaları demektir. Bu yanılsama kendi para-biçiminden çıkar çıkmaz önemini yitirir. Aradaki bu fark, bu başkalık, emek ile sermaye arasındaki her değişmede olduğu gibi, belli bir sınıf tarafından cebe indirilmekle birlikte, daha iyi durumdaki ülke, daha az emeğe karşılık daha fazla emek elde etmiş olur. Kâr oranı daha yüksek olduğuna göre, bu nedenle de, sömürge ülkelerde genel olarak bu oran daha yüksek olduğu için, doğal koşulların uygun olması kaydıyla, düşük meta-fiyatları ile elele gider. Bir eşitlenme olur, ama bu, Ricardo'nun sandığı gibi, eski düzeye doğru bir eşitlenme değildir.
Bu aynı dış ticaret, yurt içinde kapitalist üretim tarzını geliştirir; ve bu da, bir yandan, değişen sermayede değişmeyen sermayeye göre bir azalmaya, öte yandan, dış pazarlar yönünden aşırı-üretime yolaçar ve dolayısıyla uzun sürede, gene zıt bir etki yaratır.
Biz, böylece, genel kâr oranında düşme eğilimi yaratan aynı etkilerin, aynı zamanda, bu düşüşü engelleyen, yavaşlatan ve kısmen de felce uğratan karşı etkileri de meydana getirdiklerini, genel çizgileriyle görmüş bulunuyoruz. Bunlar, yasayı ortadan kaldırmazlar, ama etkisini azaltırlar. Böyle olmasaydı, genel kâr oranındaki düşmenin değil, daha çok, bundaki nispi yavaşlamanın anlaşılması güç olurdu. Demek ki, yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmektedir.
Konumuza devam etmeden önce, yanlış anlamalardan kaçınmak için, tekrar tekrar ele alınan şu iki noktayı anımsamamız yerinde olur:
Birincisi: Kapitalist üretim tarzının gelişmesi sırasında metaların ucuzlamasını sağlayan aynı süreç, metaların üretimine yatırılan toplumsal sermayenin organik bileşiminde değişikliğe neden olur ve dolayısıyla kâr oranını düşürür. Bu nedenle bizim, bireysel bir metaın nispi maliyetinde meydana gelen ve makinelerin aşınıp yıpranmalarını da kapsayan düşmeyi, değişmeyen sermayenin değerinde değişen sermayeye oranla meydana gelen yükselme ile, her ne kadar, değişmeyen sermayenin nispi maliyetindeki her düşme, tersine olarak, bu sermayenin maddi öğelerinin hacmi aynı kaldığı ya da arttığı varsayıldığında, kâr oranını yükseltici, yani kullanılan değişen sermayenin küçülen oranlarına karşılık değişmeyen sermayenin değerini
pro tanto düşürücü bir etki yaparsa da, aynı şey saymaktan kaçınmamız gerekir.
İkincisi: Birarada alındığında sermayenin ürününü oluşturan ve bireysel metalarda yer alan yeni eklenen canlı emeğin, içerdikleri maddelere ve tüketmiş oldukları emek araçlarına oranla azalmaları olgusu; ve bu nedenle, bu metaların üretimi, toplumsal üretkenlikteki gelişmeyle birlikte daha az emek gerektirdiği için, bunlarda gitgide azalan miktarlarda ek canlı emek maddeleşmesi olgusu - bu olgu metaların içerdikleri canlı emeğin, karşılığı ödenmiş ve ödenmemiş kısımlarının birbirlerine oranını değiştirmez. Tam tersine. Metaların içerdikleri ek canlı emeğin toplam miktarı azaldığı halde, karşılığı ödenen kısma oranla ödenmeyen
(sayfa 212) kısım, ödenen kısımdaki mutlak ya da nispi azalma nedeniyle büyür; çünkü, bir metadaki ek canlı emeğin toplam miktarını azaltan aynı üretim tarzı, mutlak ve nispi artı-değerde bir yükselmeyi de birlikte getirir. Kâr oranında düşme eğilimi, artı-değer oranında bir yükselme eğilimi ve dolayısıyla emeğin sömürü oranında bir büyüme eğilimi ile içiçedir. İşte bu yüzden, kâr oranındaki düşmeyi, istisna olarak görülebilirse de, ücretlerin oranındaki bir yükselme ile açıklamak kadar saçma bir şey yoktur. Kâr oranına biçim veren koşullar iyice anlaşılmadan, farklı dönemlerde ve ülkelerdeki ücret oranlarının gerçek bir tahlilini istatistik yoluyla yapmak olanaksızdır. Kâr oranı, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği için düşer. Artı-değer oranındaki yükselme de, kâr oranındaki düşme de, emeğin büyüyen üretkenliğinin kapitalizm altında ifadesini bulan özgül biçimlerden başka bir şey değildir.
VI. HİSSE SENETLİ SERMAYENİN ARTIŞI
Yukardaki beş nokta, burada derinlemesine incelenmesi olanaksız bulunan bir konu ile tamamlanabilir. Hızlanmış birikim ile elele giden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle birlikte, sermayenin bir kısmı, yalnız faiz getiren sermaye olarak hesaplanır ve kullanılır. Bu, sanayi kapitalisti, yatırımcının kârını cebine indirirken, sermaye ikraz eden her kapitalistin, faiz ile yetindiği anlamına gelmez. Bunun, genel kâr oranının düzeyi ile bir ilgisi yoktur, çünkü bu kâr = faiz + her türlü kâr + toprak rantıdır, ve
(sayfa 252) bu özel kategorilere ayrılmasının bir önemi yoktur. Bunun anlamı, bu sermayeler, büyük üretken yatırımlara yatırılmış olmakla birlikte, bütün masraflar düşüldükten sonra, ancak, büyük ya da küçük miktarlarda faiz, sözde temettüler sağlarlar. Örneğin, demiryollarındaki gibi. Bunlar, bu nedenle, genel kâr oranının eşitlenmesine girmezler, çünkü ortalamadan daha düşük bir kâr oranı sağlarlar. Bunlar kâr oranına girmiş olsalar, genel kâr oranı çok daha düşük olurdu. Teorik olarak bunlar hesaba katılabilirler, ama sonuç, görünüşte varolan ve kapitalistler için büyük önem taşıyan orandan daha düşük bir kâr oranı olurdu; çünkü özellikle bu girişimlerde değişmeyen sermaye, değişen sermayeye oranla en yüksek düzeydedir.
(sayfa 213)
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
YASANIN İÇ ÇELİŞKİLERİNİN SERİMİ
I. GENEL
Bu cildin birinci kısmında, kâr oranının artı-değer oranını daima gerçekte olduğundan daha düşük ifade ettiğini görmüş bulunuyoruz. Biraz önce ise, yükselen bir artı-değer oranının bile kendisini, düşen bir kâr oranı ile ifade etme eğiliminde olduğunu görmüş bulunuyoruz. Kâr oranı, artı-değer oranına, ancak S = 0, yani toplam sermayenin, ücretlerin ödenmesi için kullanılması halinde eşit olabilir. Düşen bir kâr oranı, düşen bir artı-değer oranını, ancak, değişmeyen sermayenin değerinin, bu sermayeyi harekete geçiren emek-gücü miktarına oranının değişmeden kalması ya da emek-gücü miktarının, değişmeyen sermayenin değerine oranla artması halinde ifade eder.
Ricardo, kâr oranını çözümlediğini öne sürerken aslında yalnız artı-değer oranını çözümlemektedir ve bunu da ancak işgününün, uzunluk ve yoğunluk bakımından değişmeyen bir büyüklük olduğu varsayımına dayanarak yapmaktadır.
Kâr oranında bir düşme ve hızlandırılmış bir birikim, aynı sürecin yalnızca, her ikisinin de üretkenliğindeki gelişmeyi yansıtması ölçüsünde farklı ifadeleridir. Birikime gelince, emeğin büyük ölçekte yoğunlaşmasını ve böylece daha yüksek bileşimli bir sermayeyi ifade etliği ölçüde, kâr oranındaki düşmeyi hızlandırır. Öte yandan, kâr oranındaki bir
(sayfa 214) düşme de gene, küçük kapitalistlerin, henüz ellerinde alınabilecek bir şeyleri bulunan bir avuç doğrudan üreticinin mülksüzleştirilmeleri yoluyla, sermaye yoğunlaşmasını ve sermayenin merkezileşmesini hızlandırır. Bu durum, birikim oranı, kâr oranı ile birlikte düştüğü halde, birikimi kitle olarak hızlandırır.
Öte yandan, toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin (tıpkı sermayenin kendini genişletmesinin onun tek amacı olması gibi) dürtüsü olduğu için, ondaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece, kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehditmiş gibi görünür. Bu düşme, aşırı-üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür. Bu nedenle, Ricardo gibi kapitalist üretim tarzına mutlak gözüyle bakan iktisatçılar, bu noktada onun kendisi için bir engel yarattığını düşünürler ye bu yüzden de, bu engeli üretime değil doğaya (toprak rantında olduğu gibi) bağlarlar. Ama onların düşen kâr oranı konusunda duydukları asıl dehşet, kapitalist üretimin, kendisine ait üretici güçlerin gelişmesinde, servetin servet olarak üretimi ile hiç bir ilişkisi bulunmayan bir engelle karşılaştığı duygusudur; ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını ve ancak tarihsel ve geçici bir niteliğe sahip bulunduğunu doğrular; servet üretimi için, bunun mutlak bir biçim olmadığına, üstelik belli bir aşamada, kendi gelişmesiyle çatışma haline girdiğine tanıklık eder.
Ricardo ile okulunun, yalnız, faizi de içersine alan sanayi kârını incelediği doğrudur. Ama toprak rantının oranı da, aynı şekilde, mutlak kitlesi arttığı halde bir düşme eğilimine sahiptir ve sanayi kârından nispi olarak daha fazla büyüyebilir. (Toprak rantı yasasını Ricardo'dan önce geliştiren Ed. West'e
[6*] bakınız.) Toplam toplumsal sermaye S'yi incelerken, faiz ve toprak rantı çıktıktan sonra sanayi kârına k1, faize f ve toprak rantına r dersek,
a/
S=
k/
S=
k1+f+r/
S=
k1/
S+
f/
S+
r/
S olur. Toplam artı-değer miktarı a'nın kapitalist gelişme boyunca sürekli olarak büyüdüğü halde,
a/
S'nin, S'nin a'dan daha da hızlı büyümesi nedeniyle devamlı küçüldüğünü görmüş bulunuyoruz. Şu halde,
a/
S+
k/
S ile
k1/
S,
f/
S ve
r/
S oranlarından herbiri kendi başına sürekli olarak küçüldüğüne göre, k1, f ve r'nin herbirinin kendi başına ve düzenli olarak artış göstermesi ya da k1'in f'ye ya da r'nin k1'e ya da k1'in f'ye oranla artması, asla bir çelişki değildir. Toplam artı-değer ya da kâr a = k yükselir , aynı zamanda kâr oranı
a/
S=
k/
S düşerken, a = k'yi oluşturan, k1, f ve r kısımlarının oranları, a'nın toplam miktarına konulan sınırlar içersinde, a ya da
a/
S'nin büyüklüğünü etkilemeksizin istediği gibi değişebilir. k1, f ve r'nin karşılıklı değişmesi, sırf a'nın çeşitli sınıflar arasında farklı şekilde bölünmesidir. Dolayısıyla,
k1/
S=
f/
S ya da
r/
S, yani bireysel sanayi sermayesinin oranı, faiz oranı ve toprak rantının toplam sermayeye oranı,
a/
S, genel kâr oranı düşerken, birbirine oranla
(sayfa 215) yükselebilir. Burada tek koşul, bunların üçünün toplamının =
a/
S olmasıdır. Artı-değer oranı = %100 olan belli bir sermayenin bileşimi, diyelim 50
S + 50
d iken 75
S + 25
d olduğu için, kâr oranı %50'den %25'e düşerse, 1.000'lik bir sermaye, birinci halde 500'lük bir kâr, ikinci halde 4.000'lik bir sermaye 1.000'lik bir kâr sağlar. Görüyoruz ki, k' yarıyarıya düşerken, a ya da k iki katına çıkıyor. Ve eğer %50 daha önceki gibi, 20 kâra, 10 faize ve 20 ranta bölünüyor ise
k1/
S = %20,
f/
S = % 10 ve
r/
S = %20 olur. Eğer, kâr oranı %50'den %25'e indikten sonra da bu oranlar aynı kalsalardı,
k1/
S = %10,
f/
S = %10 ve
r/
S = %10 olurdu. Bununla birlikte,
k1/
S= %8'e ve
f/
S = %4'e düşecek olsa,
r/
S = %13'e yükselir. r'nin nispi büyüklüğü, k1, ve f'ye göre büyüdüğü halde k gene de aynı kalacaktı. Her iki varsayım altında da k1, f ve r'nin toplamı, dört katı büyüklüğünde sermaye tarafından üretildiği için artacaktı. Ayrıca, Ricardo'nun başlangıçtaki sanayi kârının (artı- faiz), tüm artı-değeri içerdiği şeklindeki varsayımı, tarih ve mantık bakımından yanlıştır. Burada, daha çok, kapitalist üretimdeki ilerlemedir ki, 1) kârın tamamını, daha sonra dağıtmak üzere doğrudan doğruya sanayi ve ticaret kapitalistlerine vermektedir, ve 2) rantı, kârın üzerindeki fazlalığa indirgemektedir. Bu kapitalist temel üzerinde, kârın (yani, toplam sermayenin ürünü olarak görünen artı-değerin) bir parçası olan, ama ürünün kapitalist tarafından cebe indirilen özgül kısmı olmayan rant, tekrar büyüyor.
Gerekli üretim araçları, yani yeterli sermaye birikimi mevcut ise, artı-değer yaratılması, artı-değer oranı, yani sömürünün yoğunluğu veri iken, yalnız, emekçi nüfus ile sınırlıdır; eğer emekçi nüfus veri ise, sömürünün yoğunluğundan başka bir sınır sözkonusu değildir. Ve kapitalist üretim süreci esas olarak artı-üründe ya da, üretilen metaların kendisinde karşılığı ödenmeyen emeğin maddeleştiği kısmında temsil edilen, artı-değer üretiminden ibarettir. Şurasını hiç unutmamak gerekir ki, bu artı-değerin üretimi -ve bunun bir kısmının tekrar sermayeye çevrilmesi ya da birikim, bu artı-değer üretiminin ayrılmaz bir parçasını oluşturur-, kapitalist üretimin ilk ve en yakın amacı ve itici gücüdür. Bu nedenle, kapitalist üretimi, olmadığı bir şey gibi, yani ilk ve en yakın amacı kapitalistler için zevk ve tatmin ya da bu zevk ve tatmin araçlarının yapımı gibi göstermek hiçbir işe yaramaz. Bu, onun bütün kendi özünde açığa vurduğu, özgül niteliğini görmezlikten gelmek olur.
Bu artı-değerin elde edilmesi, doğrudan üretim sürecini oluşturur, ve bunun, daha önce de söylediğimiz gibi, yukarda sözü edilenlerden başka sınırı yoktur. Elden geldiğince çok artı-emek sızdırılıp metalarda maddeleşir maddeleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ne var ki, bu artı-değer üretimi, kapitalist üretim sürecinin ancak birinci perdesini --doğrudan üretim sürecini- tamamlar. Sermaye, şu kadar miktarda karşılığı ödenmeyen emek emmiştir. Süreçte, kendisini kâr oranındaki düşmede ifade eden gelişme ile birlikte, böylece üretilmiş bulunan artı-değer kitlesi muazzam boyutlara ulaşır. Şimdi sürecin ikinci perdesi gelir. Tam
(sayfa 216) metalar kitlesi, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmı ile artı-değeri temsil eden parçayı da içeren toplam ürünün satılması gerekir. Eğer bu yapılmaz ise, ya da kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü, kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleştirilmemesi ya da kısmen gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız, toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, azçok dar sınırlar içersinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir. Bu, bir de, birikim eğilimi ile; sermayeyi genişletme ye genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsü ile sınırlandırılmıştır. Bu, üretim yöntemlerindeki devamlı devrimlerin, buna bağlı olarak mevcut sermayenin uğradığı sürekli değer kaybının, genel rekabet savaşımının ve yokolup gitme tehdidi altında sırf kendi nefsini koruma aracı olarak, üretimi iyileştirme ve ölçeğini genişletme gereksinmesinin zorunlu kıldığı kapitalist üretim yasasıdır. Piyasanın bu nedenle sürekli genişlemesi ve böylece piyasa ilişkilerinin ve bunları düzenleyen koşulların, gitgide üreticiden bağımsız bir doğa yasası biçimine girmesi ve her geçen gün daha denetlenemez hale gelmesi zorunludur. Bu iç çelişki, kendisini, üretimin dışa dönük alanlara doğru yayılması ile çözümlemeye çalışır. Ne var ki, üretkenlik geliştikçe, kendisini, tüketim koşullarının dayandığı dar temeller ile o denli çatışır bulur. Büyüyen bir artı-nüfus ile birlikte ve aynı zamanda bir sermaye fazlası bulunması, bu kendinden çelişkili temel üzerinde hiç de çelişki sayılmaz. Çünkü, bu ikisinin biraraya gelmesi, gerçekte, üretilen artı-değer kitlesini artırırken, aynı zamanda da, bu artı-değerin üretildiği koşullar ile gerçekleştirildiği koşullar arasındaki çelişkiyi yeğinleştirir.
Belli bir artı-değer oranı verilmiş ise, kâr oranı, daima, yatırılan sermayenin büyüklüğüne bağlı olacaktır. Ne var ki, bu durumda birikim, bu kitlenin tekrar sermayeye çevrilen kısmı ile belirlenir. Bu kısma gelince, bu, kâr, eksi, kapitalistler tarafından tüketilen gelire eşit olduğu için, yalnız bu kitlenin değerine değil, aynı zamanda, kapitalistin bununla satın alabileceği metaların ucuzluğuna bağlıdır; bu metalar, kısmen kapitalistin tüketimine geçen, onun kendi geliridir, kısmen de onun değişmeyen sermayesine giren metalardır. (Ücretler burada veri olarak kabul edilmiştir.)
İşçinin harekete geçirdiği ve emeğiyle değerini koruduğu ve yarattığı üründe yeniden-ürettiği sermaye kitlesi, işçinin ürüne kattığı değerden
(sayfa 217) tamamen farklıdır. Sermaye kitlesi = 1.000 ve eklenen emek = 100 ise, yeniden-üretilen sermaye = 1.100'dür. Eğer bu kitle = 100 ve eklenen emek = 20 ise, yeniden-üretilen sermaye = 120'dir. Birinci durumda kâr oranı = %10, ikincisinde = %20'dir. Ve gene l00'den, 20'ye göre daha fazla birikim yapılabilir. Ve böylece, sermaye nehri (üretkenliğin artışı nedeniyle, sermayedeki değer kaybı bir yana) ya da sermaye birikimi, kâr oranı ile orantılı olarak değil, zaten sahip bulunduğu hız ile orantılı olarak akar. Bu da, yüksek bir artı-değer oranına bağlı bulunduğuna göre, yüksek bir kâr oranı, emek fazla üretken olmadığı halde, ancak işgünü çok uzun olduğu zaman mümkündür. Mümkündür, çünkü, emeğin kendisi üretken olmamakla birlikte işçilerin gereksinmeleri de çok az, dolayısıyla ortalama ücretler çok düşüktür. Düşük ücretler, işçilerde enerji eksikliğine tekabül edecektir. Bu durumda sermaye, kâr oranı yüksek olduğu halde yavaş birikir. Nüfus durgundur ve ürünün malolduğu çalışma zamanı, işçiye ödenen ücret düşük olmakla birlikte uzundur.
Kâr oranı, işçi daha az sömürüldüğü için değil, genellikle, yatırılan sermayeye oranla daha az emek kullanıldığı için düşmektedir.
Kâr oranındaki düşme, gösterildiği gibi, kâr kitlesinde bir artma ile birlikte görüldüğü için, yıllık emek ürününün daha büyük kısmı, sermaye kategorisi altında (tüketilmiş bulunan sermayeyi yerine koymak için) ve nispeten daha küçük bir kısmı kâr kategorisi altında, kapitalist tarafından ele geçirilmektedir. İşte, Papaz Chalmers'in,
[7*] yıllık ürünün ne kadar azı kapitalistlerce sermaye olarak harcanırsa, cebe indirdikleri kâr o kadar büyük olur, şeklindeki akılalmaz düşüncesi buradan gelmektedir. Bu durumda, artı-ürünün büyük bir kitlesinin sermaye olarak kullanılması yerine tüketilmesi konusunda, devlet kilisesi onların yardımına koşar. Rahip, neden ile sonucu birbirine karıştırmaktadır. Üstelik, kâr kitlesi, kâr oranındaki küçülmeye karşın, yatırılan sermaye ile birlikte büyür. Ne var ki, bu aynı zamanda sermayede bir yoğunlaşmayı gerektirir, çünkü böyle bir durumda üretim koşulları, daha büyük ölçekte sermaye kullanılmasını zorunlu kılar. Gene bu, sermayede bir yoğunlaşmayı, yani küçük kapitalistlerin büyükler tarafından yutulmasını, sermayeden yoksun bırakılmalarını da gerektirir. Bu da gene, üretim koşullarım uğraşılarında kendi emekleri rol oynamaya devam ettiğinden ötürü bu küçük kapitalistlerin dahil olmakta devam ettiği üreticilerden -ikinci güce çıkararak- koparmaktan başka bir şey değildir. Bir kapitalistin emeği, sermayenin büyüklüğü ile, yani kapitalist olma derecesiyle tamamen ters orantılıdır. Üretim koşulları bir yanda, üreticiler öte yanda olmak üzere işte bu ayırma işlemidir ki, sermaye kavramına biçim verir. Bu, ilkel birikimle başlar (Buch, I, Kap. XXIV), sermaye birikimi ve merkezileşmesinde devamlı bir süreç olarak görünür ve ensonu, mevcut sermayelerin
(sayfa 218) birkaç elde toplanması ve birçok kimsenin sermayelerinden yoksun bırakılması (mülksüzleştirme şimdi bu hali almıştır) şeklinde kendisini ifade eder. Bu süreç, eğer merkezcil olanın yanısıra, sürekli olarak merkezden uzaklaştırıcı bir etkiye sahip ters yönIü eğilimler bulunmasaydı, çok geçmeden kapitalist üretimi yıkımla yüzyüze getirirdi.
II. ÜRETİMİN GENİŞLEMESİ İLE
ARTI-DEĞER ÜRETİMİ ARASINDAKİ ÇATIŞMA
Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişme, kendisini iki şekilde ortaya koyar: birincisi, üretilmiş bulunan üretici güçlerin büyüklüğü ile, yeni üretimin yürütüldüğü üretim koşullarının değeri ve kitlesi ile, birikmiş bulunan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü ile; ikincisi, toplam sermayenin ücretlere yatırılan kısmının nispi küçüklüğü ile, yani belli büyüklükte bir sermayenin yeniden-üretimi ve kendisini genişletmesi, kitle üretimi için gerekli canlı-emeğin nispi küçüklüğü ile. Bu, aynı zamanda, sermayenin yoğunlaşması demektir.
Kullanılan emek-gücü bakımından, üretkenlikteki gelişme kendisini gene iki şekilde ortaya koyar: Birincisi, artı-emeğin artması ile, yani emek-gücünün yeniden-üretimi için gereken, gerekli emek-zamanındaki azalma ile. İkincisi, belli büyüklükte bir sermayenin harekete geçirmek üzere, genellikle kullanılan emek-gücü miktarında (işçi sayısında) azalma ile.
Bu iki hareket yalnız elele gitmekle kalmaz, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve, aynı yasanın kendisini ifade ettiği görüngülerdir. Ne var ki, bunlar, kâr oranını zıt yollarda etkilerler. Toplam kâr kitlesi toplam artı-değer kitlesine eşittir, kâr oranı =
a/
S =
artı-değer/
yatırılan toplam sermaye. Bununla birlikte artı-değer, toplam olarak, önce kendi oranıyla ve sonra, bu oranda aynı anda kullanılan emeğin kitlesiyle ya da aynı şey demek olan, değişen sermayenin büyüklüğü ile belirlenir. Bu etmenlerden birisi, artı-değer oranı büyür, diğeri, işçi sayısı (mutlak ya da nispi olarak) düşer. Üretici güçlerdeki gelişme, kullanılan emeğin karşılığı ödenen kısmını azalttığı kadar , artı-değeri de, oranını büyüttüğü için, artırır; ama, belli bir sermaye tarafından çalıştırılan toplam emek kitlesini azaltması ölçüsünde, artı-değer kitlesini elde etmek için, artı-değer oranının çarpıldığı çarpanı küçültür. Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar, yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler. Bu bakımdan, demek ki, işçi sayısındaki azalmanın, sömürü derecesini yoğunlaştırma yoluyla kapatılması bazı aşılamaz sınırlandırmalar ile karşı karşıya bulunuyor. İşte bu yüzden, kâr oranındaki düşmeye pekala karşı koyabilir, ama bunu büsbütün önleyemez.
Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, bu nedenle, kâr kitlesi, kullanılan sermayenin büyüyen kitlesiyle birlikte arttığı halde, kâr oranı
(sayfa 219) düşer. Kâr oranı veri iken, sermayenin kitlesindeki mutlak büyüme, mevcut büyüklüğüne bağlıdır. Ama öte yandan, eğer bu büyüklük veri ise, sermayedeki büyüme oranı, yani ondaki artış oranı, kâr oranına bağlıdır. Üretkenlikteki artış (bu ayrıca, yineliyoruz, daima mevcut sermayedeki değer kaybı ile elele gider) mevcut sermayenin değerini doğrudan doğruya, ancak kâr oranını yükseltmek suretiyle, yıllık ürünün değerinin tekrar sermayeye çevrilen kısmını artırarak büyütebilir. Emeğin üretkenliğiyle ilgili olarak, bu, ancak (bu üretkenliğin, mevcut sermayenin
değeri ile doğrudan hiç bir ilişkisi bulunmadığı için) nispi artı-değeri yükselterek ya da değişmeyen sermayenin değerini azaltarak, ya emek-gücünün yeniden-üretimine giren metaları ya da değişmeyen sermayenin öğelerini ucuzlatarak meydana gelebilir. Bunların her ikisi de mevcut sermayede değer kaybını gerektirir ve her ikisi de, değişen sermayede değişmeyene oranla bir azalmayla elele gider. Her ikisi de, kâr oranında bir düşmeye neden olur ve her ikisi de bunu yavaşlatır. Üstelik, yükselen bir kâr oranı, emeğe olan talebi artıracağına göre, bu, çalışan nüfusu ve böylece, sermayeyi sömürüsü ile gerçek sermaye haline getiren malzemeyi artırıcı yönde etki yapar.
Bununla birlikte, emeğin üretkenliğindekı gelişme, aynı değişim-değerini temsil eden ve maddi özü, yani sermayenin maddi öğelerini, değişmeyen sermayeyi doğrudan doğruya, değişen sermayeyi en azından dolaylı olarak oluşturan maddi nesneleri oluşturan kullanım-değerlerinin kitlesini ve türlerini artırmak suretiyle, mevcut sermayenin değerinin yükselmesine dolaylı biçimde katkıda bulunur. Aynı sermaye ve aynı emekle, değişim-değeri şu ya da bu olan ve sermayeye çevrilebilecek daha fazla ürün yaratılmış olur. Bu ürünler, ek emeğin, dolayısıyla da ek artı-emeğin emilmesine hizmet edebilirler ve bu yüzden ek sermaye yaratırlar. Bir sermayenin kumanda edebileceği emek miktarı, onun değerine bağlı olmayıp, değerleri ne olursa olsun, hepsi biraraya geldiğinde kendisini oluşturan, ham ve yardımcı maddelerin kitlesine, makineler ile sabit sermayenin öğelerine ve yaşam gereksinmelerine bağlıdır. Kullanılan emek kitlesi ve dolayısıyla artı-emeğin kitlesi büyüdükçe yeniden üretilen sermayenin değeri ile buna yeni eklenen artı-değerde de bir büyüme olur.
Ne var ki, birikim sürecinin kapsamına giren bu iki öğenin, Ricardo'nun yaptığı gibi, yalnızca yanyana, sükunet içersinde duran şeyler gibi, görülmemesi gerekir. Bunlar, kendilerini çelişkili eğilimler ile görüngülerde ortaya koyan çelişkileri içerirler. Bu zıt güçler aynı zamanda birbirlerini zıt yönde etkilerler.
Toplam toplumsal ürünün sermaye olarak iş gören kısmındaki artıştan kaynaklanan çalışan nüfustaki fiili bir artışın itkileri yanısıra, yalnızca nispi bir aşırı-nüfus yaratan öğeler de vardır.
Kâr oranındaki düşmenin yanısıra, sermayelerin kitlesi büyür ve mevcut sermayede, bu düşüşü durduran ve sermaye-değerlerin birikimini
(sayfa 220) hızlandıran bir değer kaybı da yanyana gider.
Üretkenlikteki gelişmenin yanısıra, sermayenin bileşimi daha yüksek bir düzeye çıkar, yani değişen sermayenin değişmeyen sermayeye olan oranında nispi bir artış olur.
Bu farklı etkiler, egemen bir biçimde, bir seferinde yer olarak yanyana işlerler ve bir başka seferde zaman olarak birbirlerini izlerler. Zaman zaman bu zıt etmenlerin çatışması, bunalımlarda açığa çıkar. Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.
Çelişki, genel bir deyişle, kapitalist üretim tarzının, değer ve bu değerin içerdiği artı-değer hesaba katılmaksızın, kapitalist üretimin yer aldığı toplumsal koşullar dikkate alınmaksızın, üretici güçlerde mutlak bir gelişmeye doğru bir eğilim taşımasından ileri gelir; öte yandan ise, bu üretim tarzının amacı, mevcut sermayenin değerini korumak ve kendisini genişletmesini en üst sınıra ulaştırmaktır (yani, bu değerin gitgide artan bir hızla büyümesini sağlamaktır). Bu üretim tarzının kendine özgü niteliği, sermayenin mevcut değerini, bu değeri en yüksek noktaya ulaştırmada bir araç olarak kullanmasıdır. Bu amaca ulaşmak için kullandığı yöntemler, kâr oranında düşmeyi, mevcut sermayenin değer kaybını ve emeğin üretkenlik gücünü, zaten yaratılmış bulunan üretici güçler aleyhine geliştirmektir.
Mevcut sermayenin devresel değer kaybı -kar oranındaki düşmeyi durdurmak ve yeni sermaye oluşturma yoluyla sermaye-değer birikimini hızlandırmak için, kapitalist üretim tarzına özgü araçlardan birisi- sermayenin dolaşımı ve yeniden-üretim süreçlerinin yer aldıkları belirli koşulları bozar ve bu yüzden, üretim sürecinde ani duraklamalara ve bunalımlara yolaçar.
Değişen sermayede değişmeyen sermayeye oranla meydana gelen ve üretici güçlerdeki gelişmeyle elele giden azalma, bir yandan sürekli bir yapay aşırı-nüfus yaratırken, çalışan nüfusun büyümesini teşvik eder. Düşen bir kâr oranı, kullanım-değerlerinin birikimini daha da hızlandırmak üzere, değer olarak sermaye birikimini yavaşlatırken, bu da gene değer olarak birikime yeni bir iti verir.
Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.
Kapitalist üretimin
gerçek engeli sermeyenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler
toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değillerdir, Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma
(sayfa 221) ve genişletme sürecinin içersinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; - bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yolalan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma haline girerler. Araçlar -toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesi-, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır.
III. SERMAYE FAZLASI VE NÜFUS FAZLASI
Kâr oranında bir düşme ile birlikte, emeğin üretken bir biçimde kullanılması için bireysel bir kapitaliste gerekli olan asgari sermayede bir yükselme olur; burada gerekli olan, hem genellikle emeğin sömürülmesi ve hem de, tüketilen emek-zamanının, metaların üretimi için gerekli emek-zamanına yetecek kadar olması ve böylece, metaların üretimi için gerekli ortalama toplumsal emek-zamanını aşmamasıdır. Bununla birlikte yoğunlaşma artar, çünkü, belli sınırların ötesinde, küçük bir kâr oranı ile büyük bir sermaye, kâr oranı yüksek küçük bir sermayeden daha hızlı birikir. Belli yükseklikte bir noktadan sonra, bu artan yoğunlaşmanın kendisi de, kâr oranında yeni bir düşmeye yolaçar. Küçük, dağınık sermaye kitleleri, böylece zorla, spekülasyon, kredi sahtekârlıkları, sermaye dolandırıcılığı ve bunalımlarla dolu maceralı bir yola itilmiş olurlar. Sermaye fazlalığı denilen şey daima, aslında, kâr oranındaki düşmenin kâr kitlesi ile telafi edilmediği sermaye fazlalığı -bu, yeni filizlenen sermaye sürgünleri için daima doğrudur- ya da kendi başına iş görmeyen sermayeleri, büyük işletmelerin yöneticilerinin emrine kredi biçiminde veren sermaye fazlalığı için geçerlidir. Bu sermaye fazlalığı, nispi bir aşırı-nüfus yaratan aynı nedenlerden ileri gelir ve bu yüzden, zıt kutuplarda bulundukları halde -kullanılmayan sermaye bir kutupta, işsiz çalışan nüfus öteki kutupta- nispi aşırı-nüfusu tamamlayan bir olgudur.
Bireysel metaların değil, sermayenin aşırı-üretimi, bu nedenle -sermayenin aşırı-üretimi daima, metaların aşırı-üretimini kapsamakla birlikte- yalnızca sermayenin aşırı birikimidir. Bu aşırı birikimin ne olduğunu değerlendirmek için (bunun daha yakından incelenmesi ileride yapılacaktır) bunun yalnızca mutlak olduğunu kabul etmek yeterli olacaktır. Sermayenin aşırı-üretimi ne zaman mutlak olur? Şu ya da bu veya birkaç önemli üretim alanını etkilemekle kalmayıp, tam kapsamıyla mutlak olan ve dolayısıyla bütün üretim alanlarını içersine alan aşırı-üretim nedir?
(sayfa 222)
Kapitalist üretimin amaçları için ek sermaye = 0 olur olmaz, mutlak bir aşırı sermaye üretimi var demektir. Ne var ki, kapitalist üretimin amacı, sermayenin kendisini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi, artı-değer, kâr üretimidir. Bu nedenle sermaye, emekçi nüfusa oranla, ne bu nüfus tarafından sağlanan mutlak emek-zamanı ve ne de nispi artı emek-zamanı daha fazla artırılamayacak kadar (bu son durum, emeğe olan talebin, ücretlerde bir yükselme eğilimi doğacak kadar güçlü olduğu bir zamanda herhalde sözkonusu olamaz) büyür büyümez; dolayısıyla, artan sermayenin, ancak kendisinde meydana gelen büyümeden önceki kadar ya da hatta daha az artı-değer ürettiği noktada, mutlak bir aşırı sermaye üretimi olacaktır; yani artmış bulunan sermaye S +
DS, S sermayesinin
DS kadar genişlemeden önce ürettiğinden daha fazla kâr üretemez ya da hatta bundan daha az kâr üretebilir. Her iki halde de, genel kâr oranında şiddetli ve ani bir düşme olabilir, ama bu kez bu düşme, sermayenin bileşiminde, üretici güçlerdeki gelişmenin neden olduğu bir değişiklikten değil, daha çok, (ücretler arttığı için) değişen sermayenin para-değerinde bir yükselme ve buna karşılık da artı-emeğin gerekli-emeğe oranında bir düşme olması nedeniyle meydana gelen bir değişikliğin sonucu olabilir.
Gerçekte bu, sermayenin bir kısmının tamamen ya da kısmen atıl kalması (çünkü, bu sermayenin kendi değerini genişletmeden önce, bir kısım faal sermayeyi bir yana itmesi zorunludur) ve öteki kısmının, hiç kullanılmayan ya da kısmen kullanılan sermayenin baskısı yüzünden daha düşük kâr oranında değerler üretmesi biçiminde görülebilir. Ek sermayenin bir kısmının, eski sermayenin yerini alıp almamasının ve bu sermayenin ek sermaye içinde bir yer almasının bu bakımdan bir önemi yoktur. Biz, daima, eski sermaye toplamını bir yanda, ek sermaye toplamını ise öte yanda göreceğiz. Kâr oranındaki düşme, bu durumda, kâr kitlesinde mutlak bir azalma ile birlikte meydana gelecektir, çünkü, varsaydığımız koşullar altında, kullanılan emek-gücü kitlesi artırılıp artı-değer oranı yükseltilemediği için artı-değer kitlesi de artırılamaz. Ve azalan kâr kitlesinin, artmış bulunan bir toplam sermaye üzerinden hesaplanması gerekecektir. Ama kullanılan sermayenin, eski kâr oranı üzerinden kendini genişletmeye devam ettiği ve şu halde kâr kitlesinin aynı kaldığı kabul edilse bile, bu kitlenin gene de, artan toplam sermaye üzerinden hesaplanması gerekecektir, ki bu da gene kâr oranında bir düşme demektir. 1.000'lik bir toplam sermaye, 100'lük bir kâr sağlar ve 1.500'e çıkartıldıktan sonra da hâlâ 100 kâr sağlarsa, bu ikinci durumda 1.000 ancak 66
2/
3 sağlayabilir. Eski sermayenin kendisini genişletmesi, mutlak anlamda azaltılmış demektir. 1.000'lik sermaye, yeni koşullar altında, eskiden 666
2/
3'lük bir sermayenin getirdiği kârdan daha fazla bir kâr sağlayamaz.
Böyle olmakla birlikte, açıktır ki, eski sermayenin bu fiili değer kaybı bir savaşım olmaksızın meydana gelemez ve
DS ek sermayesi de, bir
(sayfa 223) savaşım olmaksızın sermaye işlevlerini yüklenemez. Kâr oranı, rekabetin etkisi altında, aşırı sermaye üretimi nedeniyle düşmektedir. Daha çok bunun tersi olabilir; düşen kâr oranı nedeniyle rekabet savaşımı başlar ve sermayenin aşırı-üretimi de aynı koşullardan doğar.
DS'nin işlevlerine devam eden eski kapitalistlerin ellerindeki parçası, kendi ilk sermayelerinin değer kaybına uğramasını engellemek ve üretim alanındaki yerini daraltmamak için, azçok atıl durumda bırakılır. Ya da onlar, bunu, ek sermayeyi atıl tutma gereksinmesini yeni gelenlere ve genellikle rakiplerinin omuzlarına yüklemek için, geçici bir kayıp pahasına da olsa kullanırlar.
DS'nin, yeni ellerde bulunan parçası, kendisi için, eski sermayenin aleyhine bir yer edinmeye çalışabilir ve bunu da, eski sermayenin bir kısmını atıl kalmaya zorlayarak kısmen becerebilir. Eski sermayeyi, eski yerini bırakmaya ve kullanılmayan ek sermayeye bütünüyle ya da kısmen katılmaya zorlayabilir.
Eski sermayenin bir kısmı, her türlü koşul altında kullanılmadan kalmak zorundadır; sermaye olarak faaliyet gösterdiği ve bu yönüyle değer ürettiği sürece, kendine özgü sermaye niteliğine son verir. Sermayenin hangi kısmının özellikle etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece herbiri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratikte rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, suyüzüne çıkar.
Peki, bu çatışma nasıl çözümlenir ve kapitalist üretimin "sağlıklı" işlemesine uygun koşullar nasıl kurulur? Bu çözümün biçimi, çözümü tartışılan zıtlığın daha ortaya çıkışında belirmiş durumdadır. Çözüm, ek sermaye
DS'nin tüm değeri tutarında ya da en azından bir kısmı tutarında bir sermayenin çekilmesini ve hatta kısmen yok olmasını gerektirir. Bu çatışma açıklanırken gösterildiği gibi, uğranılan kayıp hiç bir zaman bireysel kapitalistler arasında eşit olarak dağılmayıp, bu dağılım daha çok rekabet savaşımı ile belirlenir ve sahip olunan özel avantajlar ya da daha önce elde olunan konumlara bağlı olarak çok farklı oranlarda bölünmüş olur, böylece, bir sermaye kullanılmaz durumda bırakılır, diğeri yok olur ve bir üçüncüsü nispeten az bir kayıpla kurtulur ya da geçici değer kaybına uğrar, vb.
(sayfa 224)
Ama asıl denge, her ne olursa olsun, şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi ya da hatta yokolması ile ancak kurulabilir. Bu hal, kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir, yani bir kısım üretim aracı, sabit ve döner sermaye, çalışamaz, sermaye olarak iş göremez duruma düşer; işlemekte olan kuruluşlardan bazıları işlerini durdururlar. Bu bakımdan, zaman, bütün üretim araçlarına (toprak hariç) saldırır ve bunları bozarsa da, işlerin durması, gerçekte üretim araçları için çok daha büyük zararlara yolaçar. Bununla birlikte, bu durumda asıl önemli olan, bu üretim araçlarının üretim aracı olarak işlevlerini yerine getirememeleri, bu işlevin kısa ya da uzun bir dönem için kesintiye uğramış olmasıdır.
Ama asıl zarar en şiddetli nitelikte olanı, sermaye ile ilgili olarak meydana gelir, ve bu sermaye, değer niteliğini taşıdığı ölçüde, bu kayıp sermayelerin
değerleri bakımından meydana gelmiş demektir. Sermayenin değerinin yalnızca gelecekteki artı-değerden, pay talebi biçimindeki kısmı, yani aslında, çeşitli şekillerdeki üretimden bono biçiminde kâr talebi, hesaplandıkları gelirlerdeki düşme nedeniyle hemen değer kaybına uğrar. Altın ve gümüşün bir kısmı atıl kalır, yani sermaye olarak işlev yapmazlar. Piyasadaki metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden-üretim süreçlerini, ancak, fiyatlarında büyük düşme olması yoluyla, dolayısıyla, temsil ettikleri sermayede değer kaybıyla tamamlayabilirler. Sabit sermaye öğeleri, gene aynı şekilde, şu ya da bu ölçüde değer kaybına uğrarlar. Şunu da eklemek gerekir ki, belirli ve önceden saptanan fiyat ilişkileri, yeniden-üretim sürecini yönettiği için, bu süreç, fiyatlardaki genel düşmeyle kesintiye uğrar ve karışıklık içersine düşer. Bu karışıklık ve durgunluk, paranın, gelişmesi sermayedeki gelişmeye bağlı bulunan ve önceden belirlenen fiyat ilişkilerine dayanan ödeme aracı işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve, şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yolaçarlar.
Ne var ki, daha başka güçler de bu arada işlemeye başlayabilirler. Üretimdeki durgunluk, işçi sınıfının bir kısmını işsiz bırakır ve böylece çalışan kısmını, ücretlerin ortalamanın altına düşmesine boyun eğecek bir duruma sokar. Bunun sermaye üzerindeki etkisi, tıpkı, ortalama ücretlerde nispi ya da mutlak artı-değerde bir artma olduğu zaman yaptığı etki gibidir. Gönenç, işçiler arasında daha fazla evliliklere yolaçar ve çocuk ölümlerini azaltır. Bu, nüfusta gerçek bir artış anlamına gelirse de, fiilen çalışan işçi nüfusunda bir artış demek değildir. Ama emekçinin sermaye ile olan ilişkisini, fiilen çalışan işçilerin sayısının artması halinde olduğu gibi etkiler. Öte yandan, fiyatlardaki düşme ve rekabet savaşımı, her kapitalisti, toplam ürününün bireysel değerini, yeni makineler, yeni ve ileri çalışma yöntemleri, yeni tertipler kullanarak genel değerinin altına düşürmeye, yani belli bir miktar emeğin üretkenliğini artırmaya,
(sayfa 225) değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranını düşürmeye ve böylece bazı işçilere yol vermeye, kısacası, yapay bir aşırı-nüfus yaratmaya itebilir. Ensonu, değişmeyen sermaye öğelerinin değer kaybı, bizzat kâr oranının yükselmesine yolaçabilir. Kullanılan değişmeyen sermayenin kitlesi, değişene oranla yükselmiş olabilir, ama değeri düşebilir. Böylece üretimde meydana gelen durgunluk -kapitalist sınırlar içersinde- gene üretimde daha sonraki bir genişlemeyi hazırlamış olabilir.
Ve böylece, devre yeni baştan başlamış olur. Sermayenin, işlevsel durgunlaşma sonucu değer kaybına uğrayan kısmı, eski değerini tekrar kazanabilir. Bundan sonra, aynı kısır döngü, genişlemiş üretim koşulları altında, genişlemiş bir piyasa ve artmış üretici güçlerle bir kez daha çizilmiş olur.
Ne var ki, varsaydığımız en aşırı koşullar altında bile, sermayenin bu mutlak aşırı-üretimi, mutlak bir aşırı-üretim değildir, üretim araçlarının mutlak bir aşırı-üretimi değildir. Bu ancak, üretim araçlarının
sermaye olarak iş görmesi ve dolayısıyla, bir değer genişlemesini içermesi, artan kitleye oranla ek bir değer üretmesi ölçüsünde, üretim araçlarının aşırı-üretimi olur. Gene de bu, bir aşırı-üretim olabilir, çünkü, sermaye, emeği, kapitalist üretim sürecinin "sağlıklı" ve "normal" gelişmesinin gerektirdiği derecede, hiç değilse, kâr kitlesini kullanılmakta olan sermayenin büyüyen kitlesiyle birlikte artıran bir derecede, bu nedenle de, kâr oranının, sermayenin büyümesi ölçüsünde ya da hatta bu büyümeden daha hızlı düşmesini önleyecek bir derecede sömürebilecek durumda olmayabilir.
Aşırı sermaye üretimi, hiç bir zaman, sermaye olarak, yani emeğin belli bir derecede sömürülmesine hizmet edebilecek üretim araçlarının -emek araçları ile yaşam gereksinmelerinin- aşırı-üretiminden fazla bir şey değildir; ne var ki, sömürü yoğunluğunun belli bir noktanın altına düşmesi, kapitalist üretim sürecinde rahatsızlıklara, kesintilere yolaçar, bunalımlar ve sermaye tahripleri görülür. Bu aşırı sermaye üretiminin, azçok önemli miktarda nispi aşırı-nüfusla birlikte görülmesi bir çelişki değildir. Emeğin üretkenliğini artıran, üretilen metalar kitlesini büyüten, piyasaları genişleten, hem kitlesi ve hem de değeri bakımından sermaye birikmesini hızlandıran ve kâr oranını düşüren bu aynı koşullar, kendilerinin ancak istihdam edilebilecekleri
sömürü derecesinin düşük olmaları yüzünden ya da en azından belli bir sömürü derecesinde sağlayacakları kâr oranının düşük olması nedeniyle, artı-sermaye tarafından istihdam edilmeyen, nispi bir aşırı-nüfus, aşırı bir emekçiler nüfusu yaratmışlardır ve yaratmaya da devam etmektedirler.
Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanılabildiği içindir. Ama böyle bir sermaye, çalışmakta olan işçi nüfusu için ve genellikle sermayeyi gönderen ülke için, mutlak fazla sermayedir. Böyle bir sermaye, nispi aşırı-nüfus ile yanyana bulunur ve bu durum, her ikisinin
(sayfa 226) de yanyana nasıl bulunduklarını ve karşılıklı olarak birbirlerini nasıl etkilediklerini gösteren bir örnektir.
Öte yandan, kâr oranında, birikimle bağlı olarak görülen bir düşme, zorunlu olarak bir rekabet savaşımına yolaçar. Kâr oranında bir düşmenin, kâr kitlesinde bir yükselme ile telafi edilmesi, ancak, toplam toplumsal sermaye için, büyük ve iyice yerleşmiş kapitalistler için geçerlidir. Bağımsız çalışan yeni ek bir sermaye, böyle bir telafi koşulundan yararlanamaz. Bu koşulları henüz elde etme durumundadır ve bu yüzden kâr oranında bir düşme, kapitalistler arasında bir rekabet savaşımına yolaçar, yoksa bunun tersi olmaz. Hiç kuşkusuz, rekabet savaşımıyla birlikte, ücretlerde geçici bir yükselme ve dolayısıyla kâr oranında geçici, ama daha fazla bir düşme olacaktır. Aşırı bir meta üretiminde piyasaların fazla malla dolmasında da aynı şey görülür. Sermayenin amacı, belli gereksinmeleri karşılamak olmayıp, kâr üretme olduğu ve bu amacı, üretimin ölçeğini üretimin kitlesine uyduracak yerde, bunun tersini sağlayan yöntemlerle gerçekleştirdiği için, kapitalizm altında sınırlı boyutlarda tüketim ile, durmadan bu kendisine özgü engeli aşmaya çalışan üretim arasında sürekli bir gedik olması zorunludur. Üstelik, sermaye, metalar oluştuğu için, aşırı sermaye üretimi, aşırı meta üretimi demektir. Aşırı meta üretimini yadsıyıp da aşırı sermaye üretimini kabul eden iktisatçıların garip hali işte buradan gelir. Genel bir aşırı- üretim bulunmadığını, ancak daha çok, çeşitli üretim kollarında bir orantısızlık olduğunu söylemek, toplam üretimin birbirlerine olan bağımlılığı, üretim öğeleri üzerinde kendisini, bunların ortak akılları tarafından kavranarak ve böylece denetim altında tutularak, üretken süreci kendi ortak denetimleri altına sokan bir yasa olarak değil de kör bir yasa olarak kabul ettirdiği için kapitalist üretimde tek tek üretim kollarının orantılılığının, sürekli bir süreç olarak orantısızlıktan ileri geldiğini söylemekle aynı şeydir. Bu, ayrıca, kapitalist üretimin gelişmediği ülkelerin kapitalist üretimde bulunan ülkelere uyacak oranlarda tüketimde ve üretimde bulunmaları gerektiğini istemeye varır. Aşırı-üretimin ancak nispi olduğu söylenecek olursa, bu tamamen doğrudur, ama tüm kapitalist üretim tarzı, sınırları mutlak olmayan nispi bir üretim tarzıdır. Ve bunlar, ancak, bu tarz için, yani onun dayandığı temel üzerinde mutlaktır. Böyle olmasaydı, halk kitlelerinin eksikliğini çektiği aynı metalar için, nasıl olur da talep yetersizliği olurdu? Ve içerde emekçilere ortalama miktarda yaşam gereksinmelerini ödeyebilmek için, bu talebin dışardan, yabancı piyasalardan aranması nasıl mümkün olurdu? Bunun mümkün olabilmesinin tek nedeni, bu özgül kapitalist ilişkiler içersinde, artı- ürünün, ona sahip olanın, bunu kendisi için tekrar sermayeye çevirmeden önce, tüketime sunamayacağı bir biçime bürünmesidir. Ve ensonu, kapitalistlerin, kendilerine ait metaları yalnız kendi aralarında değiştirmek ve tüketmek durumunda oldukları söylenecek olursa, kapitalist üretim tarzının tüm niteliği gözden kaçırılmış olur; ve ayrıca, sözkonusu sermayenin tüketilmesi değil, değerinin genişletilmesi olgusu olduğu da unutulmuş olur.
(sayfa 227) Kısacası, apaçık aşırı-üretim olayına karşı öne sürülen bütün itirazlar (oysa bu olgu, bu itirazlara aldırış bile etmemektedir),
kapitalist üretimin engellerinin,
genel olarak üretimin engelleri olmadığı ve bu nedenle, bu, özgül, kapitalist üretim tarzının engelleri bulunmadığı tartışmasına gelir dayanır. Oysa, kapitalist üretim tarzının çelişkisi, sermayenin içersinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül üretim
koşulları ile sürekli çatışma içersine giren, üretici güçleri mutlak bir biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasından doğar.
Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin doğru dürüst ve insanca karşılanması için pek az üretim yapılmıştır.
Nüfusun, çalışabilir durumda olan kısmının istihdamı için, çok fazla üretim aracı üretilmemiştir. Tam tersine. Önce, üretken nüfusun çok büyük bir kısmı, gerçekten çalışabilir durumda değildir ve içersinde bulundukları koşulların zoruyla, başkalarının emeğinin sömürüsüne ya da, ancak sefil bir üretim tarzı altında kendisine emek denilebilecek bir işe bağımlı hale getirilmiştir. Sonra, tüm çalışabilir durumda olan nüfusun, en üretken koşullar altında çalıştırılmasını sağlayacak ve böylece bunların çalışma sürelerini, iş-saatleri boyunca kullanılan değişmeyen sermayenin kitlesi ve yeterliliği yoluyla kısaltabilecek miktarda üretim aracı üretilmemektedir,
Öte yandan, emekçilerin belli bir kâr oranı üzerinden sömürülmelerini sağlayan araçlar olarak kullanılmak üzere, zaman zaman gereğinden fazla emek aracı ve yaşam gereksinmesi üretilir. İçerdikleri değeri ve artı-değeri, kapitalist üretime özgü bölüşüm ve tüketim koşulları altında gerçekleştirebilmek ve yeni sermayeye çevirebilmek, yani bu süreci durmadan yinelenen patlamalara meydan vermeksizin sürdürebilmek için gereğinden fazla meta üretilir. Fazla zenginlik üretilmez. Ama, zaman zaman, kendi kapitalist ve kendi kendisiyle çelişen biçimleri içersinde çok fazla servet üretilir.
Kapitalist üretim tarzının sınırları, suyüzüne çıkmıştır:
1) Emeğin üretkenliğindeki gelişme, kâr oranındaki düşmeden, belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir çelişki içersine giren ve bunalımlar ile sürekli yenilmesi gereken bir yasa yaratır;
2) Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenmeyen emeğe elkonulması ve bu karşılığı ödenmeyen emeğin genel olarak maddeleşen emeğe oranı ile, ya da, kapitalistlerin diliyle; kâr ve bu kârın kullanılan sermayeye oranı ile, dolayısıyla, üretimde toplumsal gereksinmeler, yani toplumsal olarak gelişmiş insanoğlunun gereksinmeleri arasındaki bağıntıdan çok, belirli bir kâr oranı ile belirlenmektedir. İşte bu nedenle, kapitalist üretim tarzı, üretimin belirli genişleme aşamasında engellerle karşılaşır ve başka bir öncülden hareket edildiğinde, tersine, tamamen yetersiz görülebilir. Bu üretim tarzı, gereksinmelerin karşılandığı noktada
(sayfa 228) değil, kâr üretiminin ve bu kârın gerçekleştirilmesinin saptadığı bir noktada durağan hale gelmektedir.
Kâr oranı düştüğünde, bir yandan, bireysel kapitalistlerin, gelişmiş yöntemler vb. ile, kendi metalarının değerini, toplumsal ortalamanın altına düşürebilmelerini ve böylece, o günkü piyasa-fiyatlarında fazladan bir kâr gerçekleştirebilmelerini sağlamak için, sermaye gayrete gelir. Öte yandan, hepsi de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kâr koparma amacına dayalı yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşçesine girişimler yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir.
Kâr oranı, yani sermayedeki nispi artış, her şeyden çok, kendilerine bağımsız bir yer bulmaya çalışan bütün yeni sermaye sürgünleri için önemlidir. Ve sermaye oluşumu, düşen kâr oranının, kâr kitlesi ile telafi edildiği birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmesi halinde, üretimin yaşam alevi bütünüyle sönebilir. Yokolup gider. Kâr oranı, kapitalist üretimin itici gücüdür. Nesneler , ancak, bir kâr ile üretilebildikleri sürece üretilir. İngiliz iktisatçılarının, kâr oranındaki düşme ile ilgilenmelerinin nedeni işte budur. Böyle bir olasılığın bile Ricardo'yu kaygılandırması olgusu, onun, kapitalist üretimin koşullarını ne denli derinden kavradığını gösterir. Ona karşı yapılan itiraz, "insanları" hiç önemsemediği, insan ve sermaye-değer olarak neye malolursa olsun, bütün dikkatini sırf üretici güçlerdeki gelişmeye çevirdiği itirazları, asıl onunla ilgili önemli şeylerdir. Toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedenidir. İşte bu şekildedir ki, o, farkında olmadan, daha yüksek bir üretim tarzının maddi gereksinmelerini yaratır. Ricardo'yu kaygılandıran şey, kâr oranının, kapitalist üretimin isteklendirici ilkesinin, birikimin temel öncülü ve itici gücünün, üretimin kendisindeki gelişmeyle tehlikeye düşmesi olgusudur Ve burada nicel orantı her şey demektir. Aslında, bunun ardında, onun ancak bulanık bir şekilde farkına vardığı daha derin bir şey vardır. Burada, o, sırf ekonomik bir biçimde yüzeye çıkıyor -yani burjuva bakış açısından, kapitalist anlayışın sınırları içersinde, kapitalist üretimin kendi açısından- bu üretim tarzının kendi engelleri bulunduğu, nispi olduğu, mutlak olmayıp, ancak, üretimin maddi gereksinmelerinin gelişmesinde, belirli bir sınırlı döneme tekabül eden tarihsel bir üretim tarzı olduğu ortaya çıkıyor.
IV. TAMAMLAYICI DÜŞÜNCELER
Emeğin üretkenliğindeki gelişme, çeşitli üretim kollarında çok orantısız bir biçimde olduğu ve bu gelişme yalnız derece bakımından orantısız olmayıp, çoğu kez zıt yönlerde de olduğu için, buradan ortalama kâr (= artı-değer) kitlesinin, üretkenliğin en ileri üretim kollarında gösterdiği
(sayfa 229) gelişmeden sonra, doğal olarak umulan düzeyin önemli ölçüde altında bulunmak zorunda kalacağı sonucu çıkar. Üretkenliğin farklı üretim kollarında çok farklı oranlarda ve hatta çoğu kez zıt yönlerde gelişmesi olgusu, sadece rekabet kargaşasından ve burjuva üretim tarzının özelliğinden ileri gelmez. Emeğin üretkenliği, ayrıca, üretkenlik büyürken -bunun toplumsal koşullara bağlı olması ölçüsünde- çoğu kez daha az üretken hale gelen doğal koşullar ile de bağımlı durumdadır. Böylece, bu farklı alanlardaki zıt hareketler, bir yerde ilerlerken bir başka yerde geriler. Örneğin, muazzam hammadde kitlelerinin kendisine bağlı bulunduğu mevsimlerin etkilerini, ormanların, kömür ve demir madenlerinin, vb. tükenmelerini düşününüz.
Değişmeyen sermayenin, hammaddeler, vb. gibi, döner kısmı, emeğin üretkenliğine oranla kendi kitlesini sürekli biçimde artırdığı halde, binalar, makineler, aydınlatma ve ısıtma araçları, vb. gibi sabit sermaye konusunda durum böyle değildir. Bir makine, maddi kitlesinin büyümesi ölçüsünde mutlak olarak daha pahalılaşırsa da, nispi olarak ucuzlar. Eğer beş işçi, bir metaın eskisinin on katını üretecek olsa, bu durum, sabit sermaye yatırımını on kat artırmaz; değişmeyen sermayenin bu kısmının değeri, üretkenlikteki gelişmeyle birlikte büyüdüğü halde, hiç bir zaman bu büyüme aynı oranda olmaz. Değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranındaki farka, kâr oranındaki düşmede ifade edildiği biçimde ve gene aynı orandaki farka, emeğin üretkenliğindeki gelişmeyle birlikte, bireysel meta ve bu metaın fiyatıyla ilişkisi bakımından ifade edildiği biçimiyle sık sık işaret etmiş bulunuyoruz.
[Bir metaın değeri, kendisinde maddeleşmiş bulunan geçmiş ve canlı emeğin toplam emek-zaman ile belirlenir. Emeğin üretkenliğinin yükselmesi, canlı emeğin payı azaldığı halde geçmiş emeğin payının artması ve bunun, bu metada maddeleşen toplam emek miktarının azalması şeklinde, yani canlı emekteki azalmanın, geçmiş emekteki artmadan daha fazla olması şeklinde gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Bir metaın değerinde bulunan geçmiş emek -sermayenin değişmeyen kısmı- bu metaın ham ve yardımcı madde olarak bütünüyle tükettiği değişmeyen sermayenin, kısmen aşınan ve yıpranan sabit ve kısmen de döner parçalarından oluşur. Değerin, ham ve yardımcı maddelerden gelen kısmının, emeğin üretkenliğindeki artışla birlikte azalması gerekir, çünkü, bu maddeler bakımından üretkenlik, kendisini, tamamen, bunların değerinde yarattığı azalmayla ifade eder. Öte yandan, değişmeyen sermayenin sabit kısmının, büyük ölçüde çoğalması ve bununla birlikte, değerinin aşınma ve yıpranma yoluyla metalara aktarılan kısmının büyümesi, emek üretkenliğindeki yükselmenin en karakteristik yanıdır. Yeni bir üretim yönteminin, üretkenlikte gerçek bir artışı temsil etmesi için, bu yöntemle, metaın her birimine, sabit sermayeden aşınma ve yıpranma şeklinde aktarılan ek değer kısmının, canlı emekten sağlanan tasarrufla metaın değerinden eksilen bir kısımdan küçük olması gerekir;
(sayfa 230) kısacası, bu yöntemin, metaın değerini düşürmesi gerekir. Bazı durumlarda olduğu gibi, metaın değerine, sabit sermayenin aşınma ve yıpranması karşılığı giren ek değerin üzerinde, daha fazla ya da pahalı ham ve yardımcı madde kullanılması nedeniyle bir ek değer girse bile, yöntemin gene de bu sonucu sağlaması gerektiği açıktır. Değere yapılan bütün eklerin, metaın değerinde, canlı emekteki azalmadan gelen düşmeyi telafi edecek miktardan daha büyük olması gerekir.
Bir metaya giren toplam emek miktarındaki bu azalma, bu nedenle, üretim hangi toplumsal koşullar altında yapılırsa yapılsın, emeğin üretkenliğindeki artışın temel bir ölçütü olarak görünmektedir. Emeğin üretkenliği gerçekten de, üreticilerin üretimlerini önceden yapılmış bir plana göre düzenledikleri bir toplumda ya da hatta basit meta üretiminde bile her zaman bu ölçüt ile ölçülmelidir. Ama, kapitalist üretimde acaba durum nasıldır?
Diyelim, belli bir kapitalist sanayi kolu, bir metaın normal bir birimini aşağıdaki koşullar altında üretmektedir: Sabit sermayenin aşınıp yıpranması, parça başına ½ şilin tutmaktadır; bu ürüne, parça başına 17½ şilin ham ve yardımcı madde girmekte, ücretler 2 şilin ve %100 artı-değer oranı üzerinden artı-değer 2 şilin tutmaktadır. Toplam değer = 22 şilin etmektedir. Kolaylık olsun diye, bu üretim kolundaki sermayenin ortalama toplumsal sermaye bileşiminde olduğunu, böylece metaın üretim-fiyatının değeri ile, ve kapitalistin kârının, yaratılan artı-değerle özdeş olduğunu kabul ediyoruz. Bu duruma göre, metaın maliyet-fiyatı = ½ + 17½ + 2 = 20 şilin, ortalama kâr oranı
2/
20 = %10, metaın parça başına üretim-fiyatı, değeri gibi = 22 şilin olur.
Metaın her parçası için gerekli canlı emeği yarıyarıya azaltan, ama değerinin, sabit sermayenin aşınıp yıpranmasını temsil eden kısmını üç katına çıkartan bir makine bulunduğunu varsayalım. Bu durumda hesap şöyle olur: Aşınıp yıpranma = 1½ şilin, ham ve yardımcı maddeler, önceki gibi 17½ şilin, ücretler 1 şilin, artı-değer 1 şilin, toplam 21 şilin. Meta şimdi değer olarak 1 şilin düşmüştür; yani makine, kuşkusuz, emeğin üretkenliğini artırmıştır. Ama kapitalist, durumu şöyle görür: şimdi maliyet-fiyatı, aşınma için 1½ şilin, ham ve yardımcı maddeler için 17½ şilin, ücretler için 1 şilin, toplam, önceki gibi 20 şilin. Kâr oranını yeni makine hemen değiştirdiğine göre, maliyet-fiyatı üzerinden %10, yani 2 şilin elde edecektir. Üretim-fiyatı, demek ki, değişmeden = 22 şilin olarak kalacak, ama değerinin 1 şilin üzerinde bulunacaktır. Kapitalist koşullar altında üretim yapan bir toplum için bu metada herhangi bir ucuzlama olmamıştır. Yeni makine, bu toplum için bir iyileştirme
değildir. Bu yüzden de kapitalist, bu makineyi kullanmaya niyetli değildir. Ve bu makineyi kullanmamakla, elindeki henüz eskimemiş makineler hemen değersizleşeceği, bir hurda yığını halini alacağı, şu halde mutlak bir kayba uğrayacağı için, onun hesabına hayalcilik olan bu yanılgıya düşmemek için gözünü dört açacaktır.
(sayfa 231)
Emeğin artan üretkenliği yasası, demek ki, sermaye için mutlak geçerli değildir. Sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik, genellikle canlı emekte sağlanan bir tasarrufla artmaz, bu ancak, Birinci Ciltte (Kap. XIII, 2. s 409/398) kısaca belirtmiş olduğumuz gibi, canlı emeğin
karşılığı ödenen kısmında, geçmişte harcanan emeğe kıyasla sağlanan tasarrufla yükselir. Kapitalist üretim tarzı, burada, bir başka çelişkiyle karşılaşır. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiç bir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi üretkenlikteki gelişmesini engellediği her zaman, tarihsel görevine ihanet eder. Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş oluyor.]
[37]
Rekabet altında, bağımsız bir sanayi kuruluşunun başarıyla çalışabilmesi için, üretkenlikteki artışla birlikte, gerekli asgari sermaye artışı, aşağıdaki durumları gösterir: Yeni ve daha pahalı donanımlar yaygın olarak kullanılmaya başlanır başlanmaz, küçük sermayeler bu sanayi kolunda artık barınamaz hale gelir. Küçük sermayeler, çeşitli sanayi alanlarında ancak mekanik buluşların başlangıç döneminde bağımsız olarak iş görmeye devam ederler. Demiryolları gibi değişmeyen sermayenin olağanüstü yüksek oranda olduğu çok büyük girişimler, öte yandan, ortalama kâr oranını sağlayamazlar, bunun bir kısmını, ancak bir faiz sağlarlar. Aksi halde, genel kâr oranı daha da düşebilir. Ama bu durum, hisse senetleri biçimindeki büyük sermaye yoğunlaşmaları için doğrudan bir kullanım alanı sağlamış olur.
Sermayedeki büyüme, dolayısıyla sermaye birikimi, sermayenin organik bileşiminin oranında yukarıda sözü edilen değişiklikler ile birlikte meydana gelmedikçe, kâr oranında bir düşmeyi gerektirmez. Öyle durumlar olabilir ki, üretim tarzındaki günlük sürekli değişikliklere karşın, toplam sermayenin kimi zaman bu ve kimi zaman şu büyüklükteki ya da küçüklükteki kısmı, sermayeyi oluşturan bu öğelerin belli ortalama oranlarına dayanarak, belirli dönemler için birikmeye devam eder ve böylece, büyümesiyle birlikte organik bir değişme olmadığı gibi, kâr oranında da bir düşmeye yolaçmamış olur. Yanısıra, yeni yöntemler uygulamaya başladığı halde, sessiz sedasız devam eden eski üretim yöntemlerine dayanan bu sürekli sermaye genişlemesi ve dolayısıyla üretimdeki büyüme, kâr oranının, toplumun toplam sermayesindeki büyüme oranında düşmesinin bir başka nedenidir.
Ücretlere yatırılan değişen sermayedeki nispi azalmaya karşın, işçilerin mutlak sayısındaki artış bütün üretim kollarında meydana gelmediği gibi, bu, düzenli bir biçimde de olmaz. Tarımda, canlı emek öğesindeki azalma mutlak olabilir.
(sayfa 232)
Ne var ki, ücretli emekçi sayısındaki nispi azalmaya karşın, mutlak olarak artış, zaten kapitalist üretim tarzının bir gereksinmesidir. Emek-gücünü günde 12-15 saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim tarzı için emek-gücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yolaçabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka belirtisidir ve bu, üretim tarzının, üretici güçlerin gelişmesi ve servet yaratılması için hiç bir zaman mutlak bir biçim olmadığını, daha çok, belli bir noktada bu gelişmeyle çatışma haline geldiğini de gösterir. Çalışan nüfusun bazan şu, bazan bu kısmının, eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, onu, sadece, işçi sınıfının artı emek-zamanını artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa, genellikle maddi üretim için gerekli emek-zamanını azalttığı için değil. Böylece bir çelişki içersinde hareket eder.
Büyüyen sermaye birikiminin, büyüyen bir sermaye yoğunlaşması demek olduğunu görmüş bulunuyoruz. Sermayenin gücü işte böylece büyür, toplumsal üretimin kapitalistte kişileşen koşullarının, gerçek üreticilerden yabancılaşması böyle artar. Sermaye gitgide, hareket ettiricisi kapitalist olan toplumsal bir güç olarak ön plana geçer. Bu toplumsal gücün, artık, tek bir bireyin emeğinin yaratabileceği şeyle herhangi bir olası bağıntısı kalmaz. Toplumla karşıtlık içersinde bir nesne, kapitalistin güç kaynağı olan bir şey biçiminde, yabancılaşmış, bağımsız toplumsal bir güç halini alır. Bir yanda sermayenin kendisine dönüştüğü bu genel toplumsal güç, ve öte yanda bireysel kapitalistlerin bu toplumsal üretim koşulları üzerindeki özel kişisel güçleri arasındaki çelişkiler gittikçe daha uzlaşmaz bir durum alır, ama, aynı zamanda, üretim koşullarının, genel, ortak toplumsal koşullara dönüşmesini de birlikte getirdiği için, sorunun çözümünü de içersinde taşır. Bu dönüşüm, kapitalist üretim altında üretici güçlerin gelişmesinden, ve bu gelişmenin meydana geliş biçiminden doğar.
Hiç bir kapitalist, kâr oranını düşürdüğü sürece, yeni bir üretim yöntemini, ne denli fazla üretken olursa olsun, artı-değer oranını ne kadar çok artırırsa artırsın, hiç bir zaman gönüllü olarak uygulamaya koymaz. Ne var ki, bu türden her yeni üretim yöntemi, metaları ucuzlatır. Şu halde, kapitalist, aslında bunları, üretim-fiyatlarının ya da belki de değerlerinin üzerinde satar. O, metaların maliyet-fiyatları ile, daha yüksek maliyet-fiyatı ile üretilen aynı metaların piyasa-fiyatları arasındaki farkı cebe indirir. O, bunu, bu son metaların üretimi için toplumsal bakımdan gerekli ortalama emek-zamanının, yeni yöntemler ile yapılan üretim için
(sayfa 233) gerekli olan emek-zamanından daha fazla olduğu için yapabilir. Onun üretim yöntemi, toplumsal ortalamanın üzerindedir. Ama, rekabet bunu yaygın hale getirir ve genel yasaya tabi kılar. Bunu -belki önce bu üretim alanında ve sonunda ötekileri ile de aynı düzeye gelmek üzere- kâr oranında bir düşme izler; ve böyle olduğu için de, kapitalistin iradesinden tamamen bağımsızdır.
Bu noktada şurasını da eklemek gerekir ki, bu aynı yasa, ürünleri ne doğrudan doğruya ne de dolaylı olarak emekçilerin tüketimine girmeyen ya da bunlara ait gereksinmelerin üretildikleri koşullara geçmeyen üretim alanları için de geçerlidir; ve dolayısıyla da, bu yasa, nispi artı-değeri artırmak ya da emek-gücünü ucuzlatmak için metalarda bir ucuzlamanın olmadığı üretim alanlarına da uygulanır. (Bütün bu üretim kollarında, değişmeyen sermayede bir ucuzlama, emeğin sömürü derecesi aynı kalmak üzere, kâr oranını daima yükseltebilir.) Yeni üretim yöntemleri yaygın hale gelip de, bu metaların gerçekten daha ucuza üretilebilecekleri somut bir biçimde kanıtlanınca; eski üretim yöntemleriyle çalışan kapitalistler, ürünlerini, üretim-fiyatlarının altında satmak zorunda kalırlar, çünkü ürünlerinin değeri düşmüştür. Ve bunların üretilmeleri için gerekli emek-zamanı, toplumsal ortalamadan daha büyüktür. Tek sözcükle -ve bu, rekabetin bir etkisi gibi görünür- bu kapitalistler de, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranını azaltmış bulunan yeni üretim yöntemlerini uygulamak zorunda kalırlar.
Üretilen metaın fiyatını ucuzlatan makinelerin kullanılmasına yolaçan bütün durumlar, son tahlilde, tek bir parça meta tarafından emilen emek miktarında bir azalmaya; ve ikinci olarak da, makinelerde, değeri tek bir parça metaya geçen aşınma ve yıpranma payında bir azalmaya gelir dayanır. Makinelerde aşınma ne kadar yavaş olursa, bu kısmın dağıldığı metalar o kadar fazla ve yeniden-üretim dönemi gelinceye dek yerine koyduğu canlı emek miktarı o kadar büyük olur. Her iki durumda da, sabit değişmeyen sermayenin miktarı ve değeri, değişene oranla artar.
"Değer bütün şeyler eşit olmak üzere, bir ulusun, kârlarından tasarruf etme gücü, kâr oranı ile birlikte değişir; kârlar yüksekse büyük, kârlar düşükse küçük olur; ama kâr oranı düşerken diğer bütün şeyler aynı kalmaz. ... Düşük bir kâr oranı, çoğu kez, İngiltere'de olduğu gibi nüfusun sayısına oranla, hızlı bir birikim oranıyla birlikte görülür. ... Yüksek bir kâr oranı ise, nüfusun sayısına oranla, daha yavaş bir birikim oranıyla birlikte meydana gelir. Örnekler: Polonya, Rusya, Hindistan, vb." (Richard Jones,
An Introductory Lecture on Political Economy, London 1833, s. 50 vd..) Jones, düşen kâr oranına karşın, biriktirme nedenlerinin ve kolaylıklarının arttığına haklı olarak parmak basmaktadır; önce, büyüyen nispi aşırı-nüfus nedeniyle, ikincisi, emeğin üretkenliğindeki büyüme ile birlikte, aynı değişim-değeri ile temsil edilen kullanım-değerlerinin kitlesinde, şu halde, sermayenin maddi öğelerinde bir artma olduğu için; üçüncüsü, üretim kolları daha çeşitli hale geldiği için;
(sayfa 234) dördüncüsü, kredi sisteminin, hisse senetli şirketlerin vb. gelişmesi ve bunun sonucu, sanayi kapitalisti haline gelmeden parayı sermayeye çevirme olanağının bulunması nedeniyle; beşincisi, servete olan gereksinme ve hırs arttığı için; ve altıncısı, sabit sermaye yatırımlarının kitlesi büyüdüğü için, vb..
Kapitalist üretimin üç temel olgusu:
1) Üretim araçlarının az sayıda elde toplanması ve böylece bunların, doğrudan kullanan işçilerin mülkiyetinden çıkıp, toplumsal üretim güçleri halini alması. Bunlar hatta başlangıçta kapitalistlerin özel mülkiyetinde olsalar bile. Kapitalistler, burjuva toplumun güvenilir kişileridir, ama bu güvenin bütün nimetlerini cebe indirirler.
2) Emeğin kendisinin toplumsal emek halinde örgütlenmesi: elbirliği, işbölümü ve emeğin, doğal bilimlerle birleştirilmesi yoluyla.
Bu, her iki anlamda da, kapitalist üretim tarzı, özel mülkiyeti ve özel emeği, çelişkili biçimlerde olsa bile ortadan kaldırır.
3) Dünya pazarının yaratılması.
Kapitalist üretim altında, nüfusa oranla gelişen muazzam üretkenlik ve sermaye-değerlerin (bunun yalnızca maddi varlığının değil) aynı oranda olmasa bile, nüfustaki artıştan çok daha büyük bir hızla büyümesi, genişleyen servete oranla sürekli daralan ve bütün bu muazzam üretkenliğin kendisi için çalıştığı temelle çelişir. Bunlar , aynı zamanda, bu büyüyen sermayenin kendi değerini artırdığı koşullar ile de çelişirler. Ve bunun sonucu bunalımlar.
(sayfa 235)
Dipnotlar
[1*] K. Marx,
Theorien über den Mehrwert, K. Marx-F. Engels,
Werke, Band 26, Teil 2, 5. 435-66, 541-43.
-Ed.
[2*] K. Marx,
Theorien über den Mehrwert, K. Marx-F. Engels,
Werke, Band 26, Teil, 2, s. 435-66, 541-43. -Ed.
[3*] Roscher,
Die Grundlage der Nationalökonomie, 3 Auflage, 1858, § 108, s. 192. -Ed.
[4*] K. Marx,
Theorien über den Mehrwert, K. Marx-F. Engels,
Werke, Band 26, Teil 2, s. 214-28. -Ed.
[5*] D. Ricardo,
On the Principles of Political Economy, and Taxation, Third edition. London 1821, Ch. VII.
-Ed.
[6*] [E. West,]
Essay on the Application of Capital to Land, London 1815. -Ed.
[7*] Th. Chalrriers,
On Political Economy in Connexion with the Moral State and Moral Prospects of Society, Second edition, Glasgow 1832, s. 88.
-Ed.
[35] "Sermayenin
(stock) kâr oranları, sermayenin toprakta birikimi ve ücretlerin artışı sonucu ne denli azalırsa azalsın gene de toplam kâr miktarının artacağını da beklememiz gerekir. Böylece 100.000 sterlinin yinelenen birikimi ile kâr oranının %20'den 19'a, 15'e, 17'ye, sürekli azalan bir oranda düştüğünü varsayarak, sermayenin bu birbirini izleyen sahipleri tarafından elde edilen toplam kâr miktarının daima arttığını, sermaye 200.000 sterlin olduğu zaman 100.000 sterlin olduğu zamankinden daha fazla olacağını, 300.000 sterlin olduğu zaman daha da çok fazla olacağını, ve sermayenin her artışıyla azalan bir oranda olmasına karşın artacağını beklememiz gerekir. Bu giderek artış, ne var, ancak belli bir zaman için doğrudur; böylece, yani 200.000 sterlinin, %19 üzerinden 100,000 sterlinin %20 üzerindekinden daha fazladır; gene %18'den 300.000 sterlinin, %19'dan 200.000 sterlininkinden daha fazladır; ama sermaye büyük miktara ulaştıktan ve kârlar düştükten sonra, daha fazla birikim toplam kârları azaltır. Böylece birikim 1.000.000 sterlin olduğu ve kârın %7 olduğu varsayıldığında, toplam kâr miktarı 70.000 sterlin olacaktır; ama şimdi eğer bir milyona 100.000 sterlin daha eklenecek olursa, ve kâr da %6'ya düşecek olursa, sermaye miktarı 1.000.000'dan 1.100.000 sterline çıktığı halde, sermaye sahiplerinin alacağı miktar 66.000 sterlin ya da 4.000 sterlinlik daha az bir miktardır." - Ricardo,
Political Economy, Chap. VI. (
Works, ed, by MacCulloch, 1852, s. 68-69.) -Buradaki olgu, sermayenin 1.000.000'dan 1.100.000'e çıktığı, yani %10 bir artış yapıldığı halde, kâr oranı 7'den 6'ya düştüğü, böylece kâr oranında %14
2/
7lik bir düşüş olduğu varsayımıdır.
Hinc illae lacriame! [Publius, Trence,
Andria, Act I, Scepe 1 -
Ed.] [Bu gözyaşları nereden! -ç.]
[36] Bu konuda Adam Smith, "Kârlardaki eşitliğin, kârlardaki genel bir yükselmeyle meydana geleceğini öne sürüyorlar; ve benim kanıma göre, uygun koşullar altındaki ticaret ile sağlanan kârlar hızla genel düzeye inecektir." diyen Ricardo'nun tersine, haklıydı.
(Works. ed. By MacCulloch, s. 73.)
[37] Yukardaki bölümlerin köşeli parantez içersine alınmasının nedeni, özgün elyazmasındaki notların bir yinelenmesi olmakla birlikte, bazı noktalarda asıl metinde bulunan malzemenin sınırlarını aşmalarıdır. -F. E.