II
A İ L E
Yaşamının büyük bir bölümünü, bugün de New-York eyaleti içinde yaşayan İrokualar arasında geçirmiş ve onların aşiretlerinden biri (Senekalar aşireti) tarafından kardeş edinilmiş bulunan Morgan, bu yerliler arasında, onların gerçek aile ilişkileriyle çelişik durumda olan bir akrabalık sisteminin yürürlükte olduğunu buldu. Bunlar arasında, Morgan'ın "iki-başlı-aile" (
Paarungsfamilie) terimiyle adlandırdığı, taraflardan her ikisince de kolayca bozulabilen
(sayfa 253) bir karı-koca evliliği hüküm sürüyordu. Öyleyse, böylesine bir çiftin çocukları belirli olur ve herkesçe bilinirdi; baba, ana, oğul, kız, erkek kardeş ve kız kardeş denmesi gereken kimseler üzerinde kuşku duyulamazdı. Ama, bu terimlerin kullanılışı, bu gerçeğe hiç de uymuyordu. İrokualı erkek, yalnız kendi çocuklarına değil, erkek kardeşlerinin çocuklarına da oğlum ya da kızım der; kendi çocukları gibi, erkek kardeşinin çocukları da, onu baba diye çağırırlar. Buna karşılık, kız kardeşlerinin çocuklarına "yeğen" der; onlar da kendisini dayı diye çağırırlar. Buna karşılık, İrokualı kadın, yalnız kendi çocuklarına değil, kız kardeşlerinin çocuklarına da oğlum ya da kızım der; bunlar da onu anne diye çağırırlar. Buna karşılık, o da erkek kardeşlerinin çocuklarına "yeğen" der ve onlar tarafından hala diye çağrılır. Aynı biçimde, anaları kardeş olan çocuklar gibi; babaları kardeş olan çocuklar da, birbirlerine "kardeş", "ağabey" ya da "abla" derler. Buna karşılık, bir kadınla onun erkek kardeşinin çocukları, birbirlerini karşılıklı olarak "kuzen" ya da "kuzin" diye çağırırlar. Ve bunlar yalnızca anlamdan yoksun adlar olmamakla kalmayan, kandaş akrabalığın yakınlık ve uzaklığını, eşitlik ve eşitsizliğini gösteren ve bir tek birey için yüzlerce farklı akrabalık ilişkisini dile getirmeye yetenekli yetkin bir akrabalık sistemine temel hizmeti gören deyimlerdir. Dahası var: bu sistem, yalnızca bütün Amerika yerlileri arasında tamamen yürürlükte olmakla kalmaz (şimdiye kadar bu konuda hiçbir ayrıklama bulunmadı), ayrıca, Hint yerli halkı arasında, Dekkan'ın Dravidi ve Hindistan'ın Gora aşiretleri içinde de hemen hemen hiç değişmeden, hüküm sürer. Bugün bile Güney Hindistan'daki Tamularla New York eyaletinde yaşayan İrokualı Senekalar arasında, çeşitli akrabalık ilişkisini göstermek için kullanılan iki yüzden çok sözcük, bir birine uymaktadır. Ve bütün Amerika yerlileri arasında olduğu gibi, bu Hint aşiretlerinde de, yürürlükteki aile biçiminden çıkan akrabalık ilişkileri, akrabalık sistemiyle çelişik durumdadır.
Bunu nasıl açıklamalı? Akrabalık, bütün yabanıl ve barbar halkların toplumsal rejimleri içinde büyük bir rol oynadığı için, böylesine yaygın bulunan bu sistemin önemini öyle birkaç tümceyle geçiştirmek olanaklı değildir. Bir sistem ki,
(sayfa 254) Amerika'nın her yanında hüküm sürer; bir sistem ki; Asya'da tümüyle farklı bir ırkın halkları arasında da yaygındır ve bütün Afrika ve Avustralya'da, azçok değişik biçimlerine bol bol raslanır; [böyle bir sistemin], örneğin Mac Lennan'ın yapmaya çalıştığı gibi, birkaç sözle geçiştirilmesi değil, tarihsel bakımdan açıklanması gerekir. Baba, oğul, kardeş gibi adlandırmalar, basit onursal sanlar değil, kendileriyle birlikte çok belirli,çok ciddi karşılıklı ödevler getiren sanlardır; öyle ki, bu karşılıklı ödevlerin bütünü, bu halklardaki toplumsal örgütlenmenin özlü bir bölümünü oluşturur. İşte bu sistemin çözümü bulunmuştur. Bu yüzyılın [19. yüzyıl -ç.] ilk yarısında, Sandviç (Havai) adalarında, tıpkı Amerikan yerlilerindeki eski akrabalık sisteminin gerektirdiği biçimde, içinde analar ve babalar, erkek ve kız kardeşler, oğullar ve kızlar, dayılar ve halalar, erkek ve kız yeğenler bulunan bir aile biçimi vardır. Ama, tuhaf olanı şu ki, Havai'de yürürlükte bulunan akrabalık sistemi de, gerçekte varolan aile biçimiyle uyuşmuyordu. Bu ülkede, aslında, erkek ve kız kardeşlerin bütün çocukları, ayrıklamasız, birbirlerinin erkek ve kız kardeşleri oluyorlar ve yalnız anaları ve analarının kız kardeşleri, ya da babaları ve babalarının erkek kardeşlerinin değil, ana-babalarının, ayrıklamasız, bütün erkek ve kız kardeşlerinin de ortak çocukları sayılıyorlardı. Demek ki, Amerikan akrabalık sistemi, eğer artık Amerika'da varolmayan, ama hâlâ Havai'de gerçek olarak bulduğumuz ailenin daha eski bir biçiminin varlığını gerektiriyorsa; Havai'deki akrabalık sistemi de öbür yandan, bizi bugün hiçbir yerde varlığını görmediğimiz, ama kendisi olmadan buna uygun düşen akrabalık sistemi de ortaya çıkamayacağına göre, zorunlu olarak varolmuş olması
gereken daha da eski bir aile biçimine götürüyor.
"Aile hareketli öğedir,
diyor Morgan, asla duraklama halinde değildir; toplum aşağı bir dereceden daha yüksek bir dereceye geliştiği ölçüde, aile de aşağı bir biçimden daha yukarı bir biçime geçer. Buna karşılık, akrabalık sistemleri hareketsizdir; ailenin zaman boyunca sağladığı gelişmeleri, akrabalık sistemleri ancak uzun aralıklarla sağlarlar ve ancak aile köklü bir dönüşüm gösterdiği zaman akrabalık sistemleri de köklü bir dönüşüme uğrarlar."
(sayfa 255)
Marx, buna şunu ekler: "Ve genel olarak, siyasal, hukuksal, dinsel ve felsefî sistemler için de durum aynıdır." Aile yaşamaya devam ettikçe, akrabalık sistemi katılaşır; akrabalık sistemi alışkanlık gücüyle değişmelere karşı direndikçe, aile onu aşar.
Cuvier, Paris,yakınlarında bulunmuş bir hayvan iskeletinin kese kemiklerinden, nasıl kesinlikle bunun bir kanguruya ait olduğu ve o zaman oralarda bulunmayan bu hayvanın vaktiyle orada yaşamış bulunduğu sonucunu çıkarabilmişse, biz de, aynı kesinlikle, tarihin bize ulaştırdığı bir akrabalık sisteminden, bu sisteme uyan, ama bugün ortadan kalkmış bulunan bir aile biçiminin varlığı sonucunu çıkarabiliriz.
Sözünü etmiş bulunduğumuz akrabalık sistemleri ve aile biçimleri, bugün hüküm süren akrabalık sistemleri ve aile biçimlerinden, her çocuğun birçok ana ve babası olması bakımından ayrılırlar. Havaili ailenin kendisine uygun düştüğü Amerikan akrabalık sistemi içinde iki kardeş, aynı çocuğun anası ve babası olamaz; ama havai akrabalık sistemi, tersine, içinde bu durumun kural olduğu bir ailenin varlığını öngerektirir. Bugüne kadar genellikle yalnız kendilerinin geçerli oldukları kabul edilmiş aile biçimleriyle doğrudan çelişik durumda olan bir dizi aile biçiminin varlığı karşısında bulunuyoruz. Geleneksel anlayış, yalnız tek-eşli-evlilikle (
monogamie), onun yanısıra, bir de, bir erkeğin birkaç kadınla evlenmesi, pek sıkışırsa, bir kadının birkaç erkekle evlenmesini tanır; ve pratik yaşamın, resmî toplum tarafından zorla kabul ettirilmek istenen engelleri sessiz sedasız, ama teklifsiz tekellüfsüz aşmasını da, darkafalı ahlâkiyatçılar gibi, görmezden gelir. Buna karşılık, ilkel tarihin incelenmesi bize, erkeklerin çok-karılılık halinde yaşarken, karılarının da aynı zamanda çok-kocalılık halinde yaşadıkları ve bu nedenle, ortak çocukların da herkesin çocuğu olarak kabul edildiği durumların varlığını gösterir, ki tek-eşli-evlilik biçimine varılmadan önce, bu durumlar birçok değişikliklere uğramışlardır. Bu değişiklikler, başlangıçta çok geniş bulunan ortaklaşa evlilik ilişkisi çemberinin giderek daralması ve sonunda, bugün ağır basan karı-koca-evliliği durumuna dönüşmesi biçiminde olmuştur.
Aile tarihini bu şekilde kuran Morgan, meslektaşlarının
(sayfa 256) çoğuyla uzlaşma durumunda, bir aşiret içinde cinsel ilişkilerin, her kadının her erkeğe, her erkeğin de her kadına ait olacak ölçüde, tamamen özgür bulunduğu bir ilkel duruma kadar çıkar. Geçen yüzyıldan beri, bu ilkel durum sözkonusu edilmişti; ama yalnızca genel terimlerle. İlk olarak Bachofen bunu ciddiye aldı —onun değerli yanlarından biri de budur— ve bu durumun izlerini tarihsel ve dinsel gelenekler içinde aradı. Bugün biliyoruz ki, onun bulduğu izler, bizi, engel tanımayan cinsel ilişkilerin yürürlükte olduğu bir toplumsal aşamaya değil, çok daha sonraki bir biçime, grup halinde evlenme biçimine götürür. Öbür ilkel toplumsal aşamaya gelince, onun gerçekten yaşanmış olduğunu varsayarsak, o kadar eski bir çağa aittir ki, onun eski varlığının
dolaysız kanıtlarını, toplumsal taşıllar, geri kalmış yabanıllâr arasında bile bulmayı ummuyoruz. Bachofen'in değeri, bu sorunu, araştırmasının birinci planına koymuş olmasındadır.
[4]
Şu son zamanlarda, insanlığın cinsel yaşantısındaki bu ilk aşamanın yadsınması modası çıktı. İnsanlık bu "utanç"tan esirgenmek isteniyor. Bu yüzden, herhangi bir dolaysız kanıt yokluğu üzerinde ayak diretiyor; öte yandan, usulen, hayvanlar dünyası örneğine başvuruluyor. Letourneau'nun (
Evolution du mariage et de la famille, 1888) hayvanlar dünyasından toplamış olduğu bir sürü olgudan çıkardığı sonuca göre, her türlü kuraldan yoksun cinsel ilişkiler, burada da, aşağı bir dereceye aittir. Ama bütün bu olgulardan benim çıkarabileceğim tek sonuç, bunların insan ve onun ilkel varlık koşulları bakımından kesin olarak hiçbir şeyi tanıtlamadıklarıdır. Omurgalı hayvanlardaki uzun süre birarada yaşama olgusu, fizyolojik nedenlerle, örneğin kuşlarda, dişi kuşun kuluçka süresince korunması gereksinmesiyle pekâlâ
(sayfa 257) açıklanır. Kuşlarda görüldüğü biçimde en bağlı tek-eşlilik örnekleri, insanlar bakımından hiçbir şey göstermez; çünkü insanlar kuşlardan gelmemiştir. Eğer sıkı bir tek-eşlilik iffetin doruğu ise, elliden ikiyüze kadar değişen halkalarının herbirinde eksiksiz bir erkek ve dişi cinsel organa sahip bulunan ve bütün yaşamını, bu parçaların herbiri içinde, kendi kendisiyle, çiftleşmekle geçiren münzevi solucana madalya vermek gerekir. Ama memeli hayvanlara bakacak olursak, onlarda cinsel yaşamın bütün biçimlerini buluruz: kalabalık halinde karmakarışık cinsel ilişkiler; grup halinde evliliğe, çok-karılılığa, tek-eşli-evliliğe benzer biçimler; eksik olan yalnızca çok-kocalılıktır, çünkü bir kadının birçok erkekle yaşaması yalnızca insana özgüdür. Hatta bizim en yakın atalarımız, dört-elli-hayvanlar (
quadrumanes) bile, erkek-dişi ilişkilerinde mümkün olan bütün çeşitleri gösterirler. Eğer sınırı daha dar çizer ve yalnızca dört çeşit insan-biçimli "
anthoropomorphe" maymuna bakarsak, Saussure, Giraud-Teulon'da bunların tek-eşli olduklarını iddia ettiği halde, Letourneau yalnızca bunların bazan tek-eşli, bazan da çok-eşli olduklarını söyleyebiliyor. Westermarck'ın, insan-biçimli maymunlardaki tek-eşlilik üzerine ileri sürdüğü son savlar (
The History of Human Marriage, Londra 1891), kanıttan yoksundur. Kısaca, bu konudaki bilgiler, namuslu Letourneau'ya şu itirafı yaptıracak durumda bulunuyor: "Zaten memeli hayvanlarda, zihinsel gelişme derecesi ile cinsel ilişkiler biçimi arasında kesin hiçbir ilişki yoktur."
Espinas daha da ileri gider:
"Hayvanlar arasında görebildiğimiz toplumsal kümelerin en yükseği, ilkel topluluktur (
peuplade). İlkel topluluk, ailelerden meydana gelmişe benzer; ama daha başlangıçta,aile ve ilkel topluluk birbirine uzlaşmaz karşıttır: birine ters orantılı olarak gelişirler." (
Des societes animales, 1877)
Buraya kadar söylenenlerin daha şimdiden göstermiş bulunduğu gibi, insan-biçimli maymunların aile ya da başka topluluklar biçimindeki kümeleri üzerine, söz yerindeyse, kesin hiçbir şey bilmiyoruz; bu konu üzerinde sahip olduğumuz veriler, birbirinin taban tabana tersini gösteriyor. Bunda da şaşılacak birşey yok. Yabanıllık durumundaki insan aşiretleri üzerine sahip olduğumuz bilgilerin bile ne kadar çelişik,
(sayfa 258) ne kadar inceleme ve eleştiri kalburundan geçmesi gereken şeyler oldukları bilinmektedir; kaldı ki, maymun topluluklarının gözlemlenmesi, insan topluluklarından daha da güçtür. Öyleyse, daha geniş bilgi sahibi olana kadar, bu çok kuşkulu verilerden çıkarılmış her sonuçtan sakınmak gerekir.
Buna karşılık, Espinas'dan az önce aktardığımız tümce, bize en iyi dayanak noktasını sağlar. Üstün hayvanlarda, sürü (
horde) ve aile, birbirinin tamamlayıcısı değil, birbirinin karşıtıdır. Espinas, kızgınlık döneminde erkek hayvanlardaki kıskançlığın, sürü içindeki bütün ortaklık ilişkilerini, geçici olarak, nasıl gevşettiği ya da bozduğunu çok güzel gösterir.
"Ender ayrıksamalar dışında, ailenin sıkı bir birlik durumunda bulunduğu yerde, ilkel toplulukların (
peuplades) meydana geldiğini görmüyoruz. Tersine nerede karma karışık cinsel ilişkiler (
promiscuite) ya da çok-karılılık hüküm sürerse, orada, adeta doğal bir biçimde, ilkel topluluklar kurulur. ... Sürünün doğması için, söz yerindeyse, evcil ilişkilerin gevşemiş ve bireyin kendi başına buyruk duruma gelmiş olması gerekir. Kuşlarda, örgütlenmiş ilkel topluluklar, bu nedenle, çok ender görülür. ... Buna karşılık, memeli hayvanlar arasında, azbuçuk örgütlenmiş topluluklar görürüz; çünkü bu sınıf içinde birey, aile tarafından silinip süpürülmesine izin vermez. ... Öyleyse, ilkel sürünün kolektif bilinci, doğuşunu, en büyük düşmanına, ailenin kolektif bilincine borçlu olmamak gerekir. Şunu söylemekten çekinmeyelim: eğer aileden üstün bir toplum kurulmuşsa, bu ancak derinden derine sarsılıp bozulmuş aileleri kendine katarak olabilmiştir. Ama bunun dışında, kurulan toplum, sonradan kendi içindeki çok daha uygun koşulların barınağında, ailelerin yeniden kurulmasını sağlamıştır." (Espinas,
loc. cit., [ch.I.] Giraud-Teulon tarafından anılmıştır:
Origines du mariage et de la famille, 1884, s. 519-520.).
Burada, insan toplumları için bazı sonuçlara varmak bakımından, hayvan topluluklarının belirli bir değer taşıdıkları görülmektedir; ama yalnızca olumsuz bir değer. Bildiğimiz kadarıyla, yüksek dereceli omurgalı hayvan, yalnızca iki aile biçimi tanıyor: çok karılılık ve tek-eşlilik.
(sayfa 259) Bu aile biçimlerinin ikisi de, yalnızca
bir tek ergin erkeğe,
bir tek kocaya izin verir. Erkeğin, aile için hem bağ hem de sınır olan kıskançlığı, hayvan ailesini, sürüye karşıt duruma getirir. Erkeklerin kıskançlığı yüzünden, [hayvanlar için -ç.] toplum durumuna gelebilmenin en yüksek biçimi olan sürü, ya olanaksız duruma gelir, ya dağılır; ya da, en azından, gelişmesi yavaşlar. Yalnızca bu, hayvan ailesiyle ilkel insan toplumunun birbiriyle bağdaşmaz iki şey olduğunu; emek ile hayvanlıktan kurtulan ilkel insanların, ya aile nedir bilmediklerini, ya da en azından hayvanlar arasında varolmayan bir aile biçimi kurduklarını göstermeye yeter. Oluş halindeki insan gibi güçsüz bir hayvan, az sayıda, hatta en yüksek toplumsallık (
sociabilité) biçimi —Westermarck'ın, avcıların tanıklığına dayanarak, goril ve şempanzelere malettiği— bireysel birlik olan inziva durumunda bile yaşamaya, belki devam edebilirdi. Ne var ki, hayvanlıktan çıkmak, doğanın sunduğu en büyük ilerlemeyi gerçekleştirmek için bir başka öğe: bireyin savunma yeteneğindeki yetersizliği, sürünün birleşmiş gücü ve ortak eylemiyle değiştirmek gerekliydi. Bugün insan-biçimli maymunların yaşamakta olduğu biçimdeki koşullardan insanlığa geçiş, anlaşılmaz bir şey olurdu; bu maymunlar, daha çok, kerte kerte yokolmaya doğru giden ve herhalde sonları gelmiş bulunan, normal tipten sapma, yan hısımlar olarak görünüyorlar. Yalnızca bu, onların aile biçimleriyle ilkel insanın aile biçimleri arasında herhangi bir benzerlik kurulmasını kabul etmemek için yeter. Ama, içinde hayvandan insana değişimin tamamlanabileceği bu daha geniş ve sürekli kümelerin meydana gelebilmesi için ilk koşul, ergin erkekler arasındaki karşılıklı hoşgörü ve her türlü kıskançlıktan kurtulmaktı. Gerçekten de, bugün bile şurada burada irdeleyebildiğimiz ve tarihte varlığını kesenkes tanıma zorunda kaldığımız en eski, en ilkel aile biçimi olarak ne buluyoruz? Grup halinde evlilik; yani bir küme erkekle bir küme kadının birbirlerine karşılıklı olarak sahip bulunduğu ve kıskançlığa çok az yer bırakan evlilik biçimi. Ayrıca, gelişmenin daha sonraki bir aşamasında, bütün kıskançlık duygularına meydan okuyan ve bundan ötürü hayvanlar arasındaki hiç görülmeyen bir şeyi, çok-kocalılığın
(sayfa 260) istisnai biçimini buluyoruz. Ama bildiğimiz grup halinde evlenme biçimleri öylesine anlaşılmaz durumlar gösteriyorlar ki, bunlar, bize, cinsel ilişkilerin daha eski ve daha yalın biçimlerini, ve böylece, en sonunda hayvanlıktan insanlığa geçişe uygun düşen, bütün kurallardan yoksun cinsel ilişki dönemini düşünmeye zorluyorlar; insanlar, hayvanlar arasındaki cinsel ilişki biçimlerini tamamen aşarak insanlığa geçmişlerdir.
"Bütün kurallardan yoksun cinsel ilişki" sözünün anlamı nedir? Bununla,
günümüzde ya da daha önceki bir dönemde yürürlükte bulunan sınırlayıcı
yasakların, bir zamanlar hiç varolmadıkları anlatılmak isteniyor. Daha
önce kıskançlık engelinin sözkonusu olmadığını görmüştük. Gerçek olan bir
şey varsa, o da kıskançlığın, görece, sonradan gelişmiş bır duygu olduğudur.
Mahremler-arası zina (fücur-
inceste) kavramı için de durum aynıdır. İlkel
çağda iki kardeş karı-koca olabilirdi; kaldı ki, günümüzde bile, birçok
halk topluluklarında, ana-baba ile çocuklar arasındaki cinsel ilişkilere
izin vardır. Bancroft, Bering boğazındaki Kaviatlar, Alaska'daki Kadiaklar
ve İngiliz Kuzey-Amerikası'nın merkezindeki Tinnehle'r arasında bu durumun
varlığına tanıklık eder (
The Native Races of the Pacific Coast of North America,1875, c. 1) ; Letourneau, aynı olgu için, Chippeways yerlileri,
Şili Kukuları, Karaibliler ve ÇinHindi'ndeki Karenler arasından örnekler
verir; eski Yunan ve Romalıların, Partlar, Persler (İranlılar), İskitler,
Hunlar vb. üzerine anlattıkları da ayrı. Mahremler-arası-zinanın türetiminden
önce (çünkü bu
düpedüz bir türetimdir, hem de çok değerli bir türetim),
ana-babayla çocuklar arasındaki cinsel ilişki, ayrı kuşaklara ait bulunan
öbür kimseler arasıdaki cinsel ilişkiden daha iğrendirici bir şey olamazdı;
oysa, ayrı kuşaklardan kimseler arasındaki evlenme; günümüzde, hatta en
bağnaz ülkelerde derin bir tiksinti uyandırmıyor; altmış yaşından büyük
ihtiyar "kızlar" bile, yeteri kadar zenginseler, otuz yaşlarında gençlerle
evleniyorlar. Ama, bildiğimiz en eski aile biçimlerinden, bu biçimlere
bağlı mahremler-arası-zina kavramlarını çıkarırsak —bizim mahremler-arası-zina
kavramlarımızdan tamamen farklı ve çoğunlukla onlara taban tabana karşıt
(sayfa 261)
mahremler-arası-zina kavramları- ancak "bütün kurallardan yoksun" olarak
adlandırılabilecek bir cinsel ilişki biçimine varırız. "Bütün kurallardan
yoksun"; çünkü, sonraları töre tarafından zorlanan sınırlandırmalar, o
zaman yoktu. Ama bundan, günlük pratik bakımından zorunlu olarak içinden
çıkılmaz bir karışıklık sonucu çıkmaz. Geçici bireysel birlikler hiç de
görülmez değildir: bu tür birlikler, hatta grup halinde evlilik içinde
bile çoğunluğu oluşturur. Bu ilkel durumun en son yadsıyıcısı Westermarck,
her ne kadar, erkekle kadının, yavrunun doğumuna kadar içinde birlikte
yaşadıkları her durumu evlilik adıyla nitelendiriyorsa da, bu tür evliliğin,
kuralların yokluğuyla, başka bir deyişle, cinsel ilişki üzerine töre tarafından
konmuş engellerin yokluğuyla çelişmeksizin, bütün kurallardan yoksun cinsel
ilişkiler döneminde de pekâlâ varolabileceğini söylemek doğru olur. Westermarck,
şu görüşten hareket ediyor: "Kuralların yokluğu, bireysel eğilimler üzerindeki
baskının yokluğu demektir"; öyle ki, "fuhuş, bu durumun en doğal ilişki
biçimidir". Bana öyle gelir ki, bütün bu işlere ahlâk zabıtası gözüyle
baktıkça, ilkel koşulları anlamak olanaksız bir şey olarak kalır. Grup
halinde evlilik anlayışıyla, bu konu üzerinde yeniden duracağız.
Morgan'a göre, bu bütün kurallardan yoksun ilkel cinsel ilişki durumu
anlaşıldığına göre daha erkenden şu değişmelere uğramıştır:
1.
Kandaş aile. Ailenin ilk aşaması.
Bu aşamada, karı-koca grupları, kuşaklara göre ayrılmışlardır: ailenin
sınırları için de, bütün büyük-babalarla büyük-anneler, kendileri arasında
karı-kocadırlar; onların çocukları, yani analarla babalar için de durum
aynıdır; bunların çocukları da, kendi aralarında, üçüncü bir ortak eşler
çemberi ve bu çocukların çocukları, yani birinci kuşağın torun çocukları,
dördüncü çemberi meydana getireceklerdir. Demek ki, bu aile biçimi içinde,
yalnızca yukarı kuşakla aşağı kuşak arasında, ana-babalarla çocuklar arasında,
(bizim deyimimizle) evlilik hak ve ödevleri sözkonusu edilemez [bunlar
birbirleriyle evlenemezler. -ç.]. Birinci, ikinci ve öbür derecelerdeki
erkek ve kız kardeşlerle kuzen ve kuzinlerin hepsi, kendi aralarında erkek
ve kız kardeştir; ve
işte tam bu yüzden de,
(sayfa 262) hepsi birbirinin karı ve kocasıdır.
Bu dönemde, erkek ve kız kardeş bağıntısı, tamamen doğal bir biçimde, kendi
aralarında cinsel ilişki kurulması sonucunu verir.
[5] Bu tür bir ailenin tipik
biçimi, bir tek çiftten gelme dölden türer; bu döl içindeki her farklı
kuşak bireyleri, kendi aralarında kardeş ve bu nedenden ötürü de, karı-kocadırlar.
Kandaş aile ortadan kalktı. Tarihin sözünü ettiği en yabanıl halklar
bile, bize kandaş aile üzerine hiçbir kesin örnek veremez. Ama kandaş ailenin
varolmuş olması
gerekir: Bugün bütün Polinezya'da hâlâ yürürlükte bulunan
Havai akrabalık sistemi, bizi, bunu kabul etmeye zorlar; çünkü bu akrabalık
sistemi, ancak kandaş aile biçimi içinde ortaya çıkabilecek kandaş akrabalık
derecelerini dile getirir. Aynı biçimde, ailenin zorunlu önaşama olarak
bu biçime dayanması gereken daha sonraki bütün gelişmesi de bizi kandaş
ailenin varlığını kabul etme zorunda bırakır.
2.
Ortaklaşa (punaluenne) aile. Örgütlenmenin
ilk adımı, ana-babayla çocuklar arasındaki karşı cinsel ilişkinin yasaklanması
olmuştur. İlgillerin
(sayfa 263) büyük bir yaş eşitliği içinde bulunmaları nedeniyle,
bu ilerleme, birinciden son derece daha önemli, ama çok daha da güç idi.
Büyük bir olasılıkla, önce karındaş (
uterin, yani ana tarafından) kardeşler
arasındaki cinsel ilişkilerin yasaklanmasıyla başlayan bu ilerleme, yavaş
yavaş gerçekleşti. Önceleri tek tek durumlara bağlı olan bu yasak, zamanla
kural haline geldi (yüzyılımızda [19. yüzyıl -ç.] Havai'de bu kuralın ayrıklamaları
hâlâ görülüyordu) ve sonunda, hatta yarı-hısım (
collateral) kardeşler
arasındaki, yani bizim terminolojimize göre, erkek ve kız kardeşlerin çocuk,
torun ve torun-çocukları arasındaki evlenme de yasaklandı. Morgan'a göre,
bu gelişme "doğal seçme (
selection naturelle) ilkesinin nasıl işlediğini
gösteren parlak bir örnek" oluşturur.
Bu ilerlemeyle, içinde kandaşlar
arasındaki evlenmelerin sınırlanmış bulunduğu aşiretler, kardeşler arasındaki
evliliğin kural ve yasa kaldığı aşiretlerden, sözgötürmez bir biçimde,
daha hızlı ve daha tam bir biçimde gelişmişlerdir. Ve bu ilerlemeden doğrudan
doğruya çıkan ve ilk ereğini çok aşan bir kurum, dünyadaki barbar halkların
—eğer hepsinde değilse— çoğunda toplumsal rejimin temelini oluşturan gens,
bu ilerlemenin ne kadar olağanüstü bir sonuç verdiğini tanıtlar; Roma'da
olduğu gibi Yunan'da da, gensten doğrudan doğruya uygarlığa geçeriz.
Her ilkel aile, en geç birkaç kuşak sonra, bölünmek zorundaydı. Barbarlığın
orta aşamasından öncesine kadar, ayrıklamasız olarak hüküm sürmüş bulunan
ilkel ev ekonomisi, komünist ekonomi, koşullara göre değişen, ama her yerde
iyice belirlenen en yüksek bir aile topluluğu büyüklüğünü gerektiriyordu.
Aynı ananın çocukları arasında cinsel ilişkinin doğru olmadığı fikrinin
ortaya çıkışı, eski ev topluluklarının bölünüp yeni toplulukların kuruluşu
üzerinde etkili olmuş olsa gerektir (ki, zaten, bu yeni topluluklar ile
aile grupları arasında zorunlu bir özdeşlik yoktur). Bu yeni topluluklardan
bazılarının çekirdeği bir ya da birkaç dizi kız kardeş, bazılarının çekirdeği
de, onların ana tarafından (
uterin) erkek kardeşleri oldu. İşte Morgan'ın
ortaklaşa (
punaluenne) dediği aile biçimi, kandaş aileden, böyle, ya da
buna benzer bir biçimde çıkmıştır. Havai töresine göre, karındaş ya da
daha uzak, belli bir sayıdaki kız kardeş
(sayfa 264) (yani birinci, ikinci, ya da başka
bir dereceden kuzinler), ama kendi öz erkek kardeşleri dışında, ortak kocalarının
ortak karıları idiler; bu adamlar; artık birbirlerini kardeş olarak değil,
—zaten mutlaka kardeş olmaları da gerekmezdi—,
Punalua olarak, yani can
yoldaşı ve deyim yerindeyse, ortak diye çağırırlardı. Aynı biçimde, karındaş
ya da daha uzak bir dizi erkek kardeş, kendi öz kız kardeşleri olmayan
belli bir sayıdaki kadına ortak evlilik biçiminde sahip oluyorlar, ve bu
kadınlar da kendi aralarında Punalua olarak çağrılıyorlardı. Daha sonra
bir dizi değişmeye uğrayan, ve başlıca, özelliği, belirli bir aile çerçevesi
içinde, erkekler ile kadınların karşılıklı ortaklığı olan, ama karşıt cinsten
eşlerin, önce karındaş, sonra daha uzak kardeşlerinin dıştalanmış bulundukları
bir aile kuruluşunun klasik biçimi işte budur.
Bu aile biçimi, bize Amerikan sisteminin dile getirdiği akrabalık derecelerini
tam bir doğrulukla gösteriyor. Annemin kızkardeşlerinin çocukları, hep
annemin çocukları kalıyor; aynı şekilde, babamın erkek kardeşlerinin çocukları
da, babamın çocuklarıdır; ama, annemin erkek kardeşlerinin çocukları, annemin
yeğenleri olurlar (
neveux ve nieces); babamın kız kardeşlerinin çocukları
da, babamın yeğenleridirler: ve annemin ve babamın yeğenleri de, benim
kuzen ve kuzinlerim olurlar. Aslında, annemizin kız kardeşlerinin kocaları,
daima annemin kocaları ve babamın erkek kardeşlerinin karıları da babamın
karıları iken —daima fiilen değilse de, hukuken— kardeşler arasında cinsel
ilişkinin toplum tarafından şiddetle reddedilmesi, o zamana kadar kardeş
sayılan erkek ve kız kardeşlerin çocuklarını ikiye ayırdı: birileri, önce
olduğu gibi sonra da, aralarında gene (daha uzaklaşmış) erkek ve kız kardeş
olarak kalırlar; ama bir yandan erkek kardeşin, öbür yandan da kız kardeşin
çocukları, artık kendi aralarında erkek ve kız kardeş
olamazlar; artık
ortak ana-babaları —ne yalnız baba, ne yalnız ana, ne de ikisi birden—
yok demektir ve bu yüzden, daha önceki aile rejiminde bir anlamsızlık olabileceği
halde, yeğenler kategorisi ile kuzen ve kuzinler kategorisi, ilk kez, zorunlu
duruma gelir. Karı-koca evliliği üzerine kurulmuş bütün aile biçimleri
içinde tamamen saçma gibi
(sayfa 265) görünen Amerikan akrabalık sistemi, gerekçesini
ortaklaşa ailede bulur ve bu aile biçimiyle en küçük ayrıntılarına varıncaya
kadar ussal bir biçimde açıklanabilir. En azından bu akrabalık sisteminin
yayılmış bulunduğu ölçüde, ortaklaşa, ya da ona benzer herhangi bir aile
biçiminin de var olmuş olması gerekir.
Eğer dinibütün misyonerler, tıpkı vaktiyle Amerika'da, İspanyol keşişlerinin
yaptığı gibi, hıristiyan ahlâkına aykırı bulunan bu durumlarda yalnızca
"tiksinti uyandırıcı"
[6] bir şey görmeselerdi,
Havai'de gerçek varlığı tanıtlanmış olan bu aile biçimini, büyük bir olasılıkla
bütün Polinezya'da görebilecektik. O zamanlar barbarlığın orta aşamalarında
bulunan Bretonlar üzerine konuşan Sezar, bize "onların kendi aralarında,
ve çoğunlukla erkek kardeşler ve babalarla oğullar arasında, on ya da oniki
kadına ortaklaşa sahip olduklarını" anlatır. Bu durumun en yetkin açıklaması
[grup halinde evlenme]dir. Barbar analar, ortaklaşa kadın alabilecek yaşta, on ya da
oniki oğula birden sahip değildiler; ama ortaklaşa aileye uygun düşen Amerikan
akrabalık sistemi birçok erkek kardeş sağlar, çünkü bir erkeğin yakın ve
uzak bütün kuzenleri, onun erkek kardeşidir. "Babalarla oğullar"a gelince,
belki burada Sezar'ın yanlış bir yorumu söz konusudur; bununla birlikte,
bu sistem içinde, babayla oğul, ya da anayla kızın aynı evli grup içinde
bulunabilmeleri kesin olarak kural-dışı değildir; ama babayla kızın, ya
da anayla oğulun aynı evli grup içinde bulunması olanaksızdır. Ayni şekilde,
bu grup halinde evlilik biçimi, ya da benzer bir biçim yabanıl ve barbar halklardaki kadın
ortaklığı üzerine Herodotos ve öbür eski yazarların anlattıklarını çok
kolay açıklar. Watson ve Kaye'in (
The People of India) Ganj'ın kuzeyindeki
Aud'da yaşayan Tikurlar hakkında anlattıkları şeyler için de durum aynıdır:
"Onlar, aralarında hemen hemen hiçbir ayrım olmaksızın, büyük ortak
topluluklar halinde birlikte yaşarlar
(sayfa 266) (yani cinsel ilişkilerde bulunurlar);
eğer aralarından ikisi evli olarak kabul edilirse, aralarındaki ilişki
yalnızca sözde kalan bir ilişkidir."
Çoğu durumlarda, gens kurumu, doğrudan ortaklaşa aileden çıkmışa benzer.
Gerçi Avustralya sınıf sistemi de bu kurum için bir hareket
noktası sağlar;
[152] Avustralyalılar gensler halinde yaşarlar; henüz ortaklaşa
aileye değil, grup halinde evliliğin çok ilkel bir biçimine sahiptirler.
Grup halinde ailenin bütün biçimleri içinde, bir çocuğun babasının
kim olduğu kesinlikle bilinemez, ama anasının kim olduğu kuşkuya hiç yer
kalmayacak bir biçimde bilinebilir. Bir ana, her ne kadar ailenin
bütün
çocuklarını kendi çocukları olarak çağırır ve onlara karşı analık görevleriyle
yükümlü bulunursa da, gene de kendi öz çocuklarını öbürleri arasından ayırdeder.
Öyleyse, grup halinde evlilik varoldukça, soyağacının yalnızca
ana tarafından
gösterilebileceği açıktır; demek ki, bu durumda, yalnızca
kadın- soy- zinciri
tanınmaktadır. Gerçekten, bütün yabanıl ve barbarlığın aşağı aşamasında
bulunan halklardaki durum budur ve bunu ilk bulgulamış olmak da, Bachofen'in
ikinci büyük meziyetidir. Kadın-soyzincirinin ve ondan çıkan miras ilişkilerinin
bu tekelci tanınışını; Bachofen "analık hukuku" terimiyle belirtiyor; kısa
olduğu için ben de bu deyimi kullanıyorum; ama bu, uygun bir terim değildir,
çünkü toplumun bu aşamasında, sözcüğün hukuksal anlamında "hukuk" henüz
sözkonusu edilemez.
Şimdi, ortaklaşa aile içindeki iki tipik gruptan birini, çocukları
ve ana tarafından karındaş ya da daha uzak erkek kardeşleri (varsayımımıza
göre, kocaları
olmayan erkek kardeşleri) ile birlikte, bir ana-baba-bir
(
soeurs germaines) ya da daha uzak kız kardeşler (yani birinci, ikinci
ve öbür derecelerdeki ana-baba-bir kız kardeşlerin kız çocukları) grubunu
alalım. Böylece, daha sonra bir gensin üyeleri olarak görünen kimseler
çevresini, bu kurumun ilkel biçimi içinde elde etmiş bulunuruz. Bu çevre
içindeki kadınların hepsi için ortak bir ana-ata vardır ve bu soy-zinciri
nedeniyle, bu zincire bağlı bütün kadınlar, kuşaktan kuşağa, birbiriyle
kardeştirler. Ama bu kız kardeşlerin kocaları, artık onların erkek kardeşleri
olamazlar; demek ki, aynı ana-atadan gelmezler
(sayfa 267) ve daha sonra gens olacak
kandaş gruba dahil değillerdir; ama yalnız ana tarafından soy-zinciri,
kesinlikle bilinen tek şey olduğu için, egemen olduğuna göre, bu kadınların
çocukları, bu gruba dahildirler. Ana tarafından en uzak yan-hısımlar dahil,
bütün erkek ve kız kardeşler arasında cinsel ilişki yasaklandıktan sonra,
adı geçen grup, gerçekten gens, yani kendi aralarında evlenme hakkından
yoksun ve kadın tarafından kandaş bulunan kimselerden kurulmuş sabit bir
çevre haline dönüştü ve bundan böyle; bu çevre; toplumsal olduğu kadar
dinsel, öbür ortak kurumlarla gitgide sağlamlaşarak aynı aşiretin öbür
genslerinden farklılaştı. Bu konu üzerinde, ilerde daha uzun duracağız.
Ama, eğer gensin, ortaklaşa aileye dayanarak, yalnız zorunlu bir biçimde
değil, ayrıca tamamen doğal bir biçimde de geliştiğini kabul ediyorsak,
gentilice (gense ait) kurumların varlığı sözgötürmez durumda bulunan bütün
halklarda, yani hemen bütün barbar ve uygâr halklarda, daha önce bu aile
biçiminin varolması gerektiğini de kesin bir şey olarak kabul etmek durumunda
kalacağız.
Morgan kitabını yazarken, grup halindeki evlilik üzerine bilgilerimiz
henüz çok sınırlıydı. Sınıflar halinde örgütlenmiş Avustralyalılardaki
grup halindeki evlilikler üzerine ufak-tefek bazı ayrıntılar biliniyordu,
öte yandan, Morgan, 1871'den sonra, Havai'deki ortaklaşa aile üzerine elde
ettiği bilgileri yayınlamıştı. Ortaklaşa aile, bir yandan, Morgan için
bütün araştırmalarının dayandığı Amerika yerlileri arasındaki yürürlükte
bulunan akrabalık sisteminin yetkin açıklamasını sağlıyor, öbür yandan,
analık hukuklu gensin kendisinden çıkartılabileceği en uygun hareket noktasını
oluşturuyor ve son olarak da, Avustralya'daki sınıflardan çok daha yüksek
bir gelişme aşamasını temsil ediyordu. Öyleyse, Morgan'ın, ortaklaşa aileyi
zorunlu bir biçimde iki-başlı (
apparie) evlilikten önce gelen gelişme aşaması
olarak yorumlaması ve buna, eski çağlarda genel bir yaygınlık tanıması
anlaşılabilir bir şeydir. O zamandan beri, grup halinde evlenmenin birçok
başka biçimleri üzerine bilgi sâhibi olduk ve şimdi, bu konuda, Morgan'ın
yanılmış bulunduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Morgan, incelediği ortaklaşa
ailede, kendisine dayanılarak daha yüksek bir biçime geçişin
(sayfa 268) kolayca açıklanabileceği
grup halinde evlenmenin en yüksek biçimi ne, klasik biçimine raslamak mutluluğuna
erişmiştir.
Grup halinde, evlilik üzerine bilgilerimizdeki en özlü zenginleşmeyi,
bu aile biçimini kendi klasik toprağında, Avustralya'da yıllarca irdelemiş
bulunan İngiliz misyoneri Lorimer Fison'a borçluyuz. Lorimer Fison, en
düşük gelişme derecesini, Güney Avustralya'da, Mount Gambier'deki Avustralya
zencileri arasında buldu. Orada bütün aşiret, iki büyük sınıfa,
Krokiler'le Kumitler'e bölünmüş bulunuyordu. Bu sınıflardan herbirinin
içinde, cinsel ilişki, sıkı sıkıya yasaklanmıştır; buna karşılık, sınıflardan
birindeki her erkek, öbür sınıftaki her kadının doğuştan kocası ve her
kadın da, öbür sınıftaki her erkeğin doğuştan karısıdır. Burada birbiriyle
evli bulunanlar bireyler değil, gruplardır: iki sınıf birbiriyle evlenmiştir.
burada iki dış-evlenen sınıf ayrımından çıkan kısıtlama dışında, yaş farkı
ya da özel kandaşlık gibi herhangi bir kısıtlamanın varolmayışına dikkati
çekmek isteriz. Bir Kroki erkeği, her Kumit kadını üzerinde kocalık hakkına
sahiptir; ama kendi öz kızı, aynı zamanda bir Kumit kadınının da kızı olarak,
analık hukukuna göre Kumit sayıldığından, bütün Kroki erkeklerinin, öyleyse
kendi özbabasının da, doğuştan karısıdır. Hiç değilse, bildiğimiz kadarıyla,
sınıflar halindeki örgütlenme, bu duruma hiçbir engel çıkarmaz. Öyleyse,
bu örgütlenme, ya kandaşlar arasındaki birleşmeleri sınırlamaya yönelen
belirsiz eğilime karşın ana-babayla çocuklar arasındaki cinsel ilişkide
henüz hiçbir özel kötülük görülmeyen bir çağda ortaya çıkmıştır — bu durumda,
sınıflar sisteminin, bütün yasaklardan yoksun cinsel ilişki durumundan
doğrudan çıkmış olması gerekir; ya da tersine, sınıflar oluştuğu sırada,
ana-babayla çocuklar arasındaki cinsel ilişki, töre tarafından
daha önce
yasaklanmıştır — bu durumda da, sınıflar sistemi, kandaş aileye bağlanır
ve ondan kurtulmak için atılan ilk adımı oluşturur. Son varsayım çok daha
olasıdır. Benim bildiğim, Avustralya'da ana-baba ile çocuklar arasındaki
evlilik ilişkileri üzerine hiçbir örnek yoktur ve üstelik dış-evlenmenin
daha sonraki biçimi, yani içinde analık hukukunun geçerli bulunduğu gens,
kuruluşu sırasında, bu ilişkilerin zaten
(sayfa 269) yasaklanmış olmasını gerektirir.
Güney Avustralya'daki Mount Gambier'nin dışında,
iki sınıf sistemi,
ayrıca daha doğudaki Darling ırmağı yöresinde ve kuzey doğuda, Queensland'de
de görülüyor; demek ki iyice yayılmıştır. Bu sistem, yalnızca erkek ve
kız kardeşler arasındaki evliliklerle, ana tarafından erkek kardeşlerin
çocukları ve ana tarafından kız kardeşlerin çocukları arasındaki evlilikleri
yasaklar, çünkü bunlar hep aynı sınıfa dahildirler; buna karşılık, bir
kız kardeşle onun erkek kardeşinin çocukları, kendi aralarında evlenebilirler.
Güney Yeni-Galler'de, Darling ırmağı Kamilaroyları arasında, kandaşlar
arasındaki birleşmeleri engellemek yolunda atılmış yeni bir adım daha saptarız;
başlangıçtaki iki sınıf burada dörde bölünmüştür ve bu dört sınıftan herbiri,
bütün halinde, öbür sınıflardan belirli biriyle evlidir. İlk iki sınıf,
birbiriyle doğuştan karı-kocadır; ananın birinci ya da ikinci sınıfa ait
olmasına göre, çocuklar da üçüncü ya da dördüncü sınıfa geçerler; bu son
iki sınıfın aynı şekilde birbiriyle evli bulunan çocukları da, yeniden
birinci ya da ikinci sınıfa ait olurlar. Öyle ki, her zaman bütün bir kuşak
birinci ve ikinci sınıfa, sonraki kuşak üçüncü ve dördüncü sınıfa aittir;
ve daha sonra gelen kuşak da, yeniden birinci ve ikinci sınıfa ait olur.
Bu durum sonucu, (ana tarafından) kız ve erkek kardeşlerin çocukları birbirinin
karı ve kocası olamazlar, ama torunları pekâlâ olabilirler. Hayli karışık
bulunan bu rejim, sonradan analık hukukuna göre örgütlenmiş genslerin işe
karışmasıyla büsbütün karışık bir durum kazanır; ama şimdiden bu konuya
giremeyiz. Kandaşlar arası evliliği yasaklamaya götüren, ama bunun açık
bilincinden yoksun eğilimin, kendini tamamen içgüdüsel denemeler halinde,
sürekli olarak nasıl belli ettiği görülüyor.
Avustralya'da henüz bir sınıf halinde evlilik durumunda bulunan grup
halinde evlilik, yani çoğunlukla kıtanın bütün yüzüne yayılmış bir erkekler
sınıfıyla, aynı derecede yayılmış bir kadınlar sınıfının blok halinde evlilik
birliği olan grup halinde evlilik, yakından bakınca, genelevlerde olup
bitenlere alışkın darkafalı burjuva imgeleme yetisinin tasarladığı kadar
tiksinç bir şey olarak görünmüyor. Tersine; yalnızca onun varlığını akla
getirebilmek için uzun yıllar
(sayfa 270) gerekmiştir ve kısa bir süreden beri de,
onun varlığı yeniden yadsınmaktadır. Üstünkörü bir gözlemci, onda [grup
halinde evlilikte, -ç.] gevşek bir karı-koca evliliğinden ve bazı yerlerde
denk geldikçe kaçamak yapılması usulden olan bir çok-karılılıktan başka
bir şey görmez. Ortalama Avrupalı'nın pratiğine çok alışık bulunduğu bu
evlilik koşulları içindeki düzenleyici yasayı bulgulamak için, Fison ve
Howitt'in yapmış oldukları gibi, bu işi yıllarca incelemek gerekir. O yasaya
göre, doğduğu ülkeden binlerce kilometre uzakta, çoğunlukla bir konaktan
öbürüne, bir aşiretten öbürüne geçen yabancı Avustralyalı zenci, dillerini
anlamadığı insanlar arasında, hiçbir direnç ve kötülükle karşılaşmaksızın,
isteklerini yerine getiren kadınlar bulur, o yasaya göre, birçok karısı
olan adam, bunlardan birini, geceyi geçirmesi için, konuğuna bırakır. İşte
Avrupalı'nın ahlâksızlık ve yasasızlık gördüğü bu noktada, aslında sıkı
bir yasa egemendir. Kadınlar, yabancının evlilik sınıfına aittirler ve
bu nedenle onun doğuştan-karısıdırlar; onları birbirine bağlayan bu ahlâk
yasası, karşılıklı olarak birbirine ait bulunan iki evlilik sınıfı dışındaki
bütün ilişkileri, yüzkarası tehdidi altında, yasaklar: Hatta kadın kaçırmanın
çoğunlukta ve usulden olduğu birçok yerlerde bile, sınıflar yasası büyük
bir dikkatle gözetilir.
Zaten, daha kadın kaçırma usulünde, karı-koca evliliğine geçişin bir
belirtisi, hiç değilse iki-başlı-evlilik (
mariage apparie) biçimi altında
kendini göstermektedir: dostlarının yardımıyla, genç adam, zorla ya da
kandırarak genç kızı kaçırınca, dostlarının hepsi sırayla kıza sahip olurlar;
ama sonunda kız, kendisini kaçıran genç adamın karısı olarak kabul olunur.
Tersine: eğer kaçırılan kadın kocasının evinden kaçar ve başka bir adam
tarafından elde edilirse, bu adamın karısı olur ve ilk kocası, kadın üzerindeki
haklarını kaybeder. Demek ki, genel olarak varlığını sürdüren grup halinde
evliliğin yanında, hatta içinde, tekelcilik ilişkileri, azçok uzun bir
zaman süren eşlikler kurulur, ve grup halinde evliliğin yanında çok-karılılık
kendini gösterir; nedir ki, grup halinde evlilik, artık burada da [Avustralya'da
-ç.] ortadan kalkma yolundadır ve şimdi sorun, Avrupa'nın etkisi altında,
önce neyin, grup halinde evliliğin mi, yoksa
(sayfa 271) grup halindeki evlilerin;
yani Avustralya zencilerinin mi sahneden kaybolacağını bilme sorunudur.
Avustralya'da hüküm sürdüğü biçimiyle, sınıflar halindeki evlilik,
her halde, grup halinde evliliğin çok aşağı ve ilkel bir biçimidir; oysa,
ortaklaşa aile, bildiğimiz kadarıyla, bunun en yüksek gelişme derecesidir.
Birincisi, göçebe yabanılların toplumsal durumuna uygun düşen biçime benziyor;
ikincisi, göreli yerleşik komünist toplulukların (
communautes communistes)
kurulmuş olmasını gerektiriyor ve geçişsiz, [yani iki aşamayı birbirine
bağlamaksızın -ç.] hemen bir üst gelişme aşamasına götürüyor. İkisi arasında,
kuşkusuz, daha birçok ara basamaklar bulacağız. Bu daha yeni açılmış ve
şimdiye kadar çok az ilerlemiş bir araştırma alanıdır.
3.
İki-başlı-aile (la famille appariee).
Bir erkekle bir kadını, azçok uzun bir zaman için birbirine bağlayan
belirli bir evlenme biçimi, grup halinde evlenme rejimi zamanında, ya da
daha eskiden de vardı; erkek, birçok kadın arasında, bir baş kadına sahipti
(henüz bir gözdeden sözedilemez) ve onun için, öbürleri arasında esas kocaydı.
Bu durum grup halinde evlilikte bazan bütün kurallardan yoksun bir kadın ortaklığı,
bazan kayıtsız şartsız bir fuhuş gören misyonerlerin yanılgılarına hayli
geniş katkıda bulundu. Ama gens geliştikçe ve aralarında evlenmenin bundan
böyle olanaksız duruma geldiği "erkek kardeşler" ve "kız kardeşler" sınıfları
kalabalıklaştıkça, bu töresel birliklerin gitgide güç kazanmış olmaları
gerekir. Gensin kandaşlar arasındaki evlenmenin yasaklanması biçimindeki
tepkisi daha da öteye gitti. Böylece, İrokualar ve barbarlığın aşağı aşamasında
bulunan öbür Amerika yerlilerinin çoğunda, kendi sistemlerine göre akraba
sayılanların
hepsi arasında evlenmenin yasak olduğunu görüyoruz; ve onların
sistemlerine göre birbirinden farklı yüzlerce çeşit akrabalık biçimi vardır.
Evlenme yasaklarındaki bu artan karmaşıklık içinde, grup halinde evlenmeler
gitgide olanaksız bir duruma geldi; grup halinde evlenmeler yerine
iki-başlı-aile
geçti. Bu, aşamada, bir erkek bir kadınla yaşar, ama gene de çok-karılılık
ve uygun fırsatlarda kaçamak yapmak hakkına sahiptir. Ama iktisadî nitelikteki
nedenlerden ötürü, çok-karılılığa ender
(sayfa 272) rastlanır; bununla birlikte; çoğunlukla,
ortaklaşa yaşam boyunca kadından çok sıkı bir bağlılık istenir ve eşini
aldatan kadın şiddetle cezalandırılır. Ama evlilik bağı, iki tarafça da
kolaylıkla çözülebilir ve çocuklar, geçmişte olduğu gibi, yalnızca anaya
ait olurlar.
Kandaşları gitgide evlilik bağının dışında tutmadaki doğal
seçme (
selection naturelle) etkili olmakta devam eder. Morgan'ın dediğine
göre:
"Kandaş olmayan gensler arasındaki evlenmelerden, beden bakımından
olduğu kadar, kafa bakımından da daha sağlam bir soy çıkar; gelişmekte
olan iki aşiret birleşince, yeni kafatasları ve yeni beyinler, iki aşiretin
de yeteneklerine sahip olana kadar, doğal bir biçimde gelişirler."
Böylece, gens biçiminde (
gentilice) örgütlenmiş bulunan aşiretler,
geri kalmış aşiretlere üstün gelecek, ya da onları kendilerine benzeteceklerdi.
Demek ki, ailenin ilkel tarih içindeki gelişmesi, başlangıçta bütün
aşireti kapsayan ve içinde iki cins arasındaki evlilik ortaklığının hüküm
sürdüğü çerçevenin durmadan daralmasına dayanır. Önce en yakın, sonra giderek
uzaklaşan, ve hatta evlilikle edinilmiş akrabalıkların gitgide karı-koca
ilişkisinin dışında bırakılmasıyla, grup halinde evlenmenin her türlüsü
pratik bakımdan olanaksız duruma gelir ve sonunda, daha da gevşek bağlarla
geçici olarak birleşmiş bir tek çiftten başka bir şey kalmaz; bu, bozulması
durumunda, her türlü evliliğin son bulacağı moleküldür. Bütün bu söylenenlerle,
daha şimdiden, sözcüğün bugünkü anlamında bireysel cinsel aşk ile, karı-koca
evliliğinin kurulması arasında, ne kadar az bir ilişki bulunduğu ortaya
çıkar. Bu durum, ilk karı-koca evliliğinin kurulması aşamasında bulunan
bütün halkların pratik yaşantılarıyla daha da güçlü bir biçimde tanıtlanmıştır.
Ailenin daha önceki biçimlerinde erkeler hiçbir zaman kadın sıkıntısı çekmedikleri,
tersine, istediklerinden de çok kadına sahip oldukları halde, ilk karı-koca
evliliğinin kurulması aşamasında, kadınlar az bulunan ve aranan bir şey
haline gelmişlerdir Bundan ötürü iki-başlı-evlenme aşamasından itibaren,
kadınların kaçırılma ve satın alınmaları başlar — bunlar çok yaygın belirtilerdir
(
symptomes), ama yalnızca çok daha derin bir
(sayfa 273) değişmenin belirtileri. Nedir
ki, aslında kadın elde etmenin basit yöntemlerinden başka bir şey olmayan
bu belirtilerden, İskoçyalı ukala Mac Lennan, özel aile sınıfları yapıntısını
yaratmış bulunuyor: "kaçırma yoluyla evlilik" ve "satın alma yoluyla evlilik".
Öbür yandan Amerika yerlileri ve (aynı gelişme derecesindeki) öbür aşiretlerde,
evlilik akdi, çoğunlukla kendilerine hiçbir şey danışılmayan ilgili erkekle,
ilgili kızın işi değil, analarının işidir. Çoğunlukla, birbirini hiç tanımayan
iki kişi, bu şekilde nişanlanırlar ve yapılmış pazarlıktan, ancak evlenme
zamanı yaklaşırıca haberdar olurlar. Düğünden önce, erkek, nişanlısının
(
gentilice) akrabalarına (yani babasına ve babasının akrabalarına değil,
ana tarafından akrabalarına), kendisine verilen genç kızın satın alma fiyatı
olarak kabul edilen armağanlar verir. Evlilik, eşlerden herbirinin isteğiyle
bozulabilir: ama birçok aşirette, örneğin İrokualarda, zamanla bu ayrılmalara
karşı bir kamuoyu oluşmuştur; anlaşmazlık durumunda, iki tarafın da kendi
gensinden olan akrabaları aracılık ederler; ancak bu aracılığın başarısızlığa
uğraması durumunda ayrılma gerçekleşir. Ayrılmada çocuklar kadına kalır
ve ayrılmadan sonra eşlerden herbiri yeniden evlenmede özgürdür.
Özel bir ev ekonomisini zorunlu, ya da yalnızca istenir kılmak için
aslında çok güçsüz ve çok kararsız olan iki-başlı-aile, daha önceki zamanlardan
devralınmış komünist ev ekonomisini asla ortadan kaldırmaz. Ama komünist
ev ekonomisi, tıpkı gerçek babanın kesinlikle bilinmesi olanaksız olduğundan
yalnızca ananın tanınmış olmasının kadınlara, yani analara çok yüksek bir
değer kazandırmasında olduğu gibi, ev içinde kadınların ağır basması anlamına
gelir. Kadının, toplum yaşamının başlangıcında, erkeğin kölesi olduğu yolundaki
fikir, bize aydınlıklar yüzyılından [18. yüzyıl. -ç.]
kalan en saçma fikirlerden biridir. Bütün yabanıllarla, aşağı ve orta aşamadaki,
hatta kısmen yukarı aşamadaki bütün barbarlar arasında, kadın, yalnızca
özgür değildir, ayrıca çok değer verilen bir duruma da sahiptir. Bu durumun,
henüz iki-başlı-evlilik aşamasında nasıl olduğunu, Senekalı İrokualar arasında
uzun yıllar boyunca misyonerlik yapan Arthur Wright bize anlatabilir:
(sayfa 274)
"Kadınların henüz
uzun evlerde (birçok aileden kurulu komünist ev ekonomileri)
oturdukları çağdaki ailelerine gelince, ...bu evlerde daima bir klan (bir
gens) egemendi, öyle ki [bu klana dahil olan -ç.] kadınlar, kocalarını
başka klanlardan (
gentes) alırlardı. ...Genellikle, evi kadınlar yönetirdi;
erzak ortaklaşaydı; ama ortak gereksinmeleri karşılamak için kendi payına
düşeni getirmekte çok tembel ya da çok beceriksiz davranan zavallı koca
ya da zavallı aşığın hali dumandı. Çocuklarının sayısı, ya da ev içindeki
kişisel mülkiyeti ne olursa olsun, her an bohçasını yapıp defolup gitme
emrini almayı bekleyebilirdi.. Ve bu emri alınca, ona karşı direnmeye girişmesi
de boşunaydı; artık evde barınamazdı; ona, kendi klanına (gensine) dönmek,
ya da çoğunlukla olduğu gibi, bir başka klan içinde yeni bir evlilik aramaktan
başka yapacak bir şey kalmıyordu. Kadınlar, başka her yerde oldukları gibi
klanlar (
gentes) içinde de büyük güç idiler. Gerektiğinde, bir başkanı
görevinden alarak, onu yalın bir savaşçı sınıfına indirmekte duraksama
göstermezlerdi."
Erkekler farklı genslere bölünürlerken, kadınların, eğer hepsinin değilse,
çoğunun bir tek ve aynı gense ait bulunduğu komünist ev ekonomisi, ilkel
çağlarda evrensel bir yaygınlığa sahip bu kadın egemenliğinin somut temelidir
ve bunu bulgulamış olmak da, Bachofen'in üçüncü başarısını oluşturur. Ayrıca,
gezgin ve misyonerlerin, yabanıllar ve barbarlar arasında kadınlara düşen
aşırı çalışma üzerine anlattıklarının, bu söylenenlerle asla çatışmadığını
ekliyorum. İki cins arasındaki işbölümü, kadının toplum içindeki konumunu
belirlemiş olanlardan bambaşka nedenlerle belirlenmiştir. Kadınların, bize
göre uygun görünenden çok daha fazla çalışmak zorunda bulunduğu halklarda;
kadınlara çoğunlukla, bizim Avrupalı kadınlara gösterdiğimizden çok daha
fazla gerçek saygı gösterilir. Uygarlığın, yalancı saygılarla çevrilmiş
ve bütün gerçek çalışmaya yabancı "sayın bayan"ının (hanfendisinin) toplumsal
konumu, ağır işlerde çalışan; halkı içinde gerçek bir sayın bayan (
dame, lady, frowa, Frau, domina) sayılan ve zaten, niteliği gereği, öyle de olan
barbar kadının toplumsal konumundan çok daha aşağıdır.
Günümüzde, Amerika'da, iki-başlı-evliliğin, grup halinde
(sayfa 275) evlilik yerine
tamamen geçip geçmediğini bilmeye gelince, bunu, ancak, henüz yabanıllık
durumunun yukarı aşamasında bulunan Amerika'nın kuzey-batı ve özellikle
güneyindeki halklar üzerinde yapılacak derinlemesine araştırmalar kararlaştırabilir.
[Amerika'nın güneyindeki halklar üzerine öylesine cinsel başıbozukluk örnekleri
anlatılıyor ki, eski grup halindeki evliliğin tamamen ortadan kalkmış olduğuna
pek de inanılamaz.] Herhalde, grup halinde evliliğin bütün izleri henüz
silinmemiştir. Hiç olmazsa, kırk Kuzey Amerika aşiretinde, kız kardeşlerin
büyüğüyle evlenen adamın, bütün küçük kız kardeşleri, gerekli yaşa gelince,
karı olarak alma hakkı vardır: bütün kız kardeşler dizisi için erkekler
ortaklığının kalıntısı. Ve Bancroft, Kaliforniya yarımadasında bütün bağlardan
yoksun cinsel ilişkide bulunmak için birçok "aşiret"in toplanarak bazı
törenler yaptıklarını anlatır (yabanıllık durumunun yukarı aşaması). Bunlar,
kuşkusuz, bu törenlerde, bir gense ait kadınların öbür gensin bütün erkeklerine;
ve bir gense ait erkeklerin de öbür gensin bütün kadınlarına ortaklaşa
sahip oldukları zamanların belirsiz anısını saklayan genslerdir. Bu töre, Avustralya'da hâlâ
hüküm sürer. Bazı halklarda, eskilerin, başkanlar ve büyücü rahiplerin,
kadın ortaklığından kendi hesaplarına yararlandıkları ve kadınlardan çoğunu
kendi tekellerine aldıkları olur; ama buna karşılık, bazı bayramlar ve
büyük halk toplantıları süresince, eski ortaklığı gerçekten diriltmeye
ve karılarını genç erkeklerle oynaşmaya bırakma zorundadırlar. Westermarck
(s. 28-29) eski cinsel ilişki özgürlüğünün kısa bir süre için yürürlüğe
konduğu bu devirli cinsel eğlenceler üzerine,
[153] Hindistan'daki Hoslar, Santallar,
Pancalar ve Kotarlardan bazı Afrikalı halklardan vb. birçok örnek veriyor.
İşin garibi, Westermarck'ın bundan çıkardığı sonuç, burada grup halinde
evlilik kalıntılarının değil —ki o, grup halinde evliliği yadsır—, ama
ilkel insanla öbür hayvanlarda ortak bir nitelik alan kızgınlık dönemi
kalıntılarının sözkonusu olduğudur.
Şimdi, Bachofen'in dördüncü büyük bulgulamasına, grup halinde evlilikten
iki-başlı-evliliğe geçişi gösteren geniş ölçüde yaygın bir biçimin bulgulanmasına
geliyoruz. Bachofen, bunu, eski tanrı buyruklarını çiğnemenin kefareti
olarak
(sayfa 276) gösteriyor: Kadının iffet hakkını satın almasını sağlayan kefaret,
aslında onun kendini erkeklerin eski ortaklığından kurtarıp
yalnızca bir erkeğe vermesini sağlayan kefaretin mistik anlatımından başka bir şey değildir.
Bu kefaret, sınırlı bir fuhuştan ibaretti: Babilli kadınlar, yılda bir
kez, Militta tapınağında, kendilerini vermek zorundaydılar; Küçük Asya'nın
öbür halkları, kızlarını, evlenebilmelerinden önce; canlarının istedikleriyle
yıllar boyu özgür aşk hayatı yaşamak üzere Anaitis tapınağına gönderiyorlardı;
dinsel görünüşlerle bezenmiş benzeri töreler, Akdeniz'le Ganj arasındaki
hemen bütün Asyalı halklarda görülür. Bachofen'in göstermiş olduğu gibi,
kurtuluşu sağlayan günah ödeyici sungu, zaman boyunca gitgide hafiflemiştir:
"Her yıl yenilenen sungu [kendini vermek -ç.], yerini bir tek sunguya
bırakır; yaşlı kadınların
hétaïrisme'i yerine, genç kızların
hétaïrisme'i
ve bunun evlilik süresince uygulanması yerine, evlilikten önce uygulanması
geçer; kendini fark gözetmeksizin herkese vermenin yerini, belirli kişilere
verme alır." (
Analık Hukuku, s. xix)
Öbür halklarda dinsel kamuflaj hiç görülmez; bazılarında antikçağda
Trakyalılar, Keltler, vb. ...günümüzde de Hindistan'daki birçok yerli halklarda,
Malezyalılarda, Okyanusya'daki ada halkları ve birçok Amerika yerlilerinde
genç kızlar, evlenene kadar, en büyük cinsel özgürlükten yararlanırlar.
Özellikle, Güney Amerika'nın hemen her yanındaki durum, ülke içine biraz
giren herkesin görebileceği gibi, budur: Agassiz (
A Journey in Brazil,
Boston and New-York, 1868, s. 266), yerli kökten gelen zengin bir ailenin
kızıyla tanışır ve kızın annesiyle konuşurken, subay olarak Paraguay'a
karşı savaşa katılmış bulunan kocasından kızın babası olarak sözeder; ama
kızın anası gülümseyerek şöyle der:
Naô tem pai, he filha da fortuna; onun
babası yok, raslantı çocuğudur o.
"Yerli ya da melez kadınlar, evlilik-dışı çocuklarından, en küçük bir
utanıp sıkılma duygusuna kapılmadan, hep bu türlü söz ederler; ve bu durum
olağanüstü bir şey olmaktan çok uzaktır, ancak bunun tersi bir istisna
olabilir. Çocuklar ... çoğunlukla yalnız analarını tanırlar, çünkü çocuğun
bütün derdi ve bütün sorumluluğu anaya düşer;
(sayfa 277) babaları hakkında bir şey
bilmezler; kadın, kendinin ya da çocuklarının, baba üzerinde herhangi bir
hakları bulunduğunu aklından bile geçirmez."
Burada uygar kişiye garip gibi görünen şey, aslında analık hukukuna
göre ve grup halinde evlilik içinde bir kuraldan başka bir şey değildir.
Daha başka halklarda, nişanlı erkeğin dost ve akrabaları, ya da düğün
davetlileri, düğün sırasında, nişanlı kız üzerindeki geleneksel haklarından yararlanırlar ve damadın sırası
en sonra gelir; antikçağda Balear adalarında ve Afrikalı Ojiller'de durum
böyleydi; günümüzde de, Habeşistan Barealar'ında durum gene böyledir. Bazan
da, aşiret ya da gensin başkanı, önderi, şamanı, rahibi, prensi, ya da
sanı ne olursa olsun resmî bir kişi, topluluğu temsil eder, ve nişanlı
kız üzerinde ilk gece hakkından yararlanır. Bu durumu aklamak yolundaki
bütün neo-romantik girişimlere karşın, bu
jus primae noctis, [İlk
gece hakkı. -ç.] grup halinde evliliğin kalıntısı olarak
günümüzde de, Alaska'da yaşayanların çoğu arasında (Bancroft,
Native Races,
I, s. 81), Meksika'nın kuzeyindeki Tahular'da (
ibid., s. 584) ve öbür halklar
içinde varlığını hâlâ sürdürmektedir. İlk gece hakkı, bütün ortaçağ boyunca,
hiç değilse Kelt asıllı ülkelerde, örneğin doğrudan doğruya grup halinde
evlilikten çıkmış bulunduğu Aragon'da hep vardı. Kastilya'da köylü hiçbir
zaman toprakbent (
serf) olmadığı halde, Aragon'da Katolik Fernando'nun
1486 fermanına kadar toprakbentliklerin (
servages) en utanç vericisi hüküm
sürdü. Bu belgede şöyle bir parça var:
"Kararlaştırır ve bildiririz ki, yukarda adı geçen beyler (
senyors, barons) ... bundan böyle, bir köylünün evlendiği kadınla ilk geceyi geçiremezler;
kendisine uyruk olunmanın (
suzerainete) belirtisi olarak, düğün gecesi,
kadın yattıktan sonra, kadının ya da yatağın üstünden aşamazlar; sözkonusu
beyler, bundan böyle, paralı ya da parasız, köylülerin isteklerine aykırı
olarak, onların kız ya da oğullarını kullanamazlar." (Sugenheim tarafından
özgün Katalan [lehçesinde -ç.] metninden alınmıştır.
Le Servage, Petersburg
1861, s. 35.)
(sayfa 278)
Bachofen, "
hétaïrisme" ya da "sefihçe çiftleşme" adını verdiği şeyden
karı-koca evliliğine geçisin tamamen kadınların eseri olduğunu kesinlikle
ileri sürdüğü zaman, bir kez daha sözgötürmez biçimde haklıdır: İktisadî
yaşam koşullarının, eski komünizmi yıkarak geliştiği ve nüfus yoğunluğunun
da arttığı ölçüde, geleneksel cinsel ilişkiler ilkel saflıklarını yitiriyor,
ve iffet hakkını, bir tek adamla geçici ya da sürekli evlenme hakkını bir
kurtuluş gibi görmeye başlayan kadınlara, gitgide alçaltıcı ve ezici olarak
görünüyorlardı. Bu ilerleme kaynağını erkeklerden alamazdı; çünkü erkeklerin,
günümüze kadar, edimli grup halinde evlenme tatlarından vazgeçmek, hiçbir
zaman akıllarına bile gelmemiştir. Ancak kadınların iki başlı evliliğe
geçişe meydan vermelerinden sonradır ki, erkekler sıkı tek-eşliliğe girebildiler
— ama gerçekte, bu tek-eşlilik, yalnızca kadınlar içindir.)
İki-başlı-aile, yabanıllık ile barbarlığın sınırlarında, çoğunlukla
yabanıllığın yukarı aşamasında, bazı bazı da barbarlığın yalnızca aşağı
aşamasında kuruldu İki-başlı-aile, barbarlık için belirleyici aile biçimidir;
tıpkı grup halinde evliliğin yâbanıllık, ve tek-eşliliğinde uygarlık için
olduğu gibi. Bunun, kesin tek-eşliliğe kadar gelişmesine devam edebilmesi
için, buraya kadar etkisini görmüş bulunduğumuz nedenlerden başka nedenler
gerekmiştir. İki-başlı-aile içinde, topluluk daha o zamandan son birliğine,
iki atomlu molekülüne indirgenmiş bulunuyordu: bir erkek ve bir kadın.
Doğal seçme, evliliklerdeki ortaklıkları durmadan evlilik dışına atma yolundaki
yapıtını tamamlamıştı; artık ona bu yönde yapacak hiç bir şey kalmamıştı.
Öyleyse, eğer yeni devindirici güçler,
toplumsal güçler işe karışmasaydı,
iki-başlı-aileden yeni bir aile biçimi çıkması için hiçbir neden yoktu.
Ama bu yeni devindirici güçler işe karıştı.
Şimdi Amerika'yı, iki-başlı-ailenin klasik toprağını bırakıyoruz. Bu
ülkede, daha yüksek bir aile biçiminin gelişmiş olduğunu, bulgulanma ve
fetihten önce, ülkenin herhangi bir yerinde tekeşliliğin varlığını gösteren
hiçbir belirti yoktur. Ama Eski Dünyada durum bambaşkaydı.
Burada, hayvanların evcilleştirilmesi ve sürüler yetiştirilmesi, o
zamana kadar görülmemiş bir zenginlik kaynağını
(sayfa 279) geliştirmiş ve yepyeni
toplumsal ilişkiler yaratmıştı. Barbarlığın aşağı aşamasına kadar, durağan
servet hemen yalnızca ev, giysiler, kaba mücevherler ve sandal, silah,
en ilkel ev avadanlıkları gibi, yiyecek elde edilmesi ve hazırlanması için
zorunlu aletlerden ibaretti. Yiyeceğe gelince, onun her gün yeniden kazanılması
gerekiyordu. Bundan böyle, çoban halklar gelişiyorlardı: Aryenler, Pencap
ve Ganj vadisinde ve Amuderya ile Sirderya'nın daha da iyi suladığı bozkırlarda;
Semitler, Dicle ve Fırat boylarında; at, deve, eşek, sığır, koyun keçi
ve domuz sürüleriyle, durmadan çoğalmak ve et ve süt gibi besinleri bol
bol sağlamak için, yalnızca göz kulak olmak ve en kaba özeni göstermekten
başka bir şey istemeyen bir zenginliğe sahiptiler. Daha önce yiyecek elde
etmekte kullanılan bütün araçlar geri plana geçti; avcılık, bir zorunluluk
olmaktan çıkarak bir lüks haline geldi.
Peki, bu yeni servet kime aitti? Başlangıçta, hiç kuşkusuz gense. Ama
sürüler üzerindeki özel mülkiyet, erkenden gelişmiş olmalıydı. Musa'nın
Birinci Kitabı denilen kitabın yazarınca, İbrahim Peygamberin, kendi öz
hakkı gereği mi [bir aile topluluğu başkanı olarak], yoksa bir gensin gerçekten
soydan geçme başkanı niteliğiyle mi, sürülerinin sahibi olarak kabul edildiğini
söylemek güçtür. Ama, İbrahim Peygamberi, modern anlamda bir mülk sahibi
(mâlik) olarak düşünmememiz gerektiği de apaçıktır. Bunun kadar açık olan
bir şey de, kendisi hakkında belgelere. sahip bulunduğumuz tarih eşiğinde,
daha o zamandan, sürülerin her tarafta aile başkanlarının özel mülkiyetinde
olduklarıdır; — tıpkı barbar zanaatının ürünleri: madenî avadanlık ve lüks
maddeler gibi, tıpkı insan sürüsü: köleler gibi.
Çünkü kölelik de, bu andan itibaren türetilmişti. Aşağı aşamada bulunan
barbar için, kölenin bir değeri yoktu. Bundan ötürü Amerikan yerlileri,
yendikleri düşmanlarına karşı, yukarı bir aşamada bulunan barbarların yaptıklarından
bambaşka bir biçimde davranıyorlardı. Erkekler ya öldürülüyor, ya da yenenlerin
aşiretine kardeş olarak kabul ediliyorlardı; kadınlarla da, ya evleniliyor
ya da onlar da, yaşayan çocuklarıyla birlikte, yenen aşirete kabul ediliyorlardı.
Bu aşamada, insan emek-gücü, henüz kendi bakım
(sayfa 280) masraflarını kayda değer
bir şekilde aşan bir artı (fazla) sağlamaz. Ama hayvancılık, madenlerin
işlenmesi, dokumacılık ve sonunda tarımın başlamasıyla durum adamakıllı
değişti. Eskiden elde edilmeleri o kadar kolay olan kadınlar, bir değişim
değeri kazanmışlar ve satın alınır olmuşlardı; emek-gücü için de, özellikle
sürüler kesinlikte aile
mülkiyeti haline geldiği andan itibaren, aynı şey oldu. Aile, hayvan sürüsü
kadar hızla çoğalmıyordu. Sürülere gözkulak olmak için daha çok insana
gereksinme vardı; bu iş için üstelik tıpkı hayvan sürüsü gibi çoğaltılabilen
düşman savaş tutsakları kullanılabilirdi.
Bir kez ailelerin özel mülkiyetine geçip, orada hızla arttıktan sonra,
bu türlü servetler, iki-başlı-evlilik ve analık hukuklu gens üzerine kurulu
topluma büyük bir darbe vurdu. İki-başlı-evlilik, aile içine yeni bir öğe
sokmuştu. Sahici annenin yanında, sahici, delilli ispatlı ve büyük bir
olasılıkla günümüzün birçok "babalar"ından çok daha gerçek babaya da yer
veriyordu. Bu çağın ailesi içinde yürürlükte bulunan işbölümüne göre, erkeğe
yiyeceğin ve bu iş için zorunlu çalışma aletlerinin sağlanması düşüyordu;
bunun sonucu, erkek, bu çalışma aletlerinin sahibiydi; ayrılma halinde
kadına ev eşyaları kalırken, erkek, bu aletleri birlikte götürüyordu. Demek
ki, bu toplumda yürürlükte bulunan töreye göre, erkek aynı zamanda yeni
beslenme kaynağının, hayvan sürüsünün, daha sonra da yeni çalışma aracının,
kölelerin sahibiydi. Ama gene bu toplumdaki töreye göre, çocukları onun
mirasçısı olamazlardı. Bu konuda durum şöyleydi:
Analık hukukuna göre, yani soy zinciri yalnızca kadın tarafından hesaplandığı
sürece, ve gensteki ilkel miras töresine göre,
gentilice akrabalar, başlangıçta
yakın
gentilice'lerinin mirasçısı oluyorlardı. Servetin, gens içinde kalması
gerekiyordu. Miras yoluyla geçen nesnelerin düşük değerde olmaları dolayısıyla,
ola ki, pratikte, bu miras hep en yakın
gentilice akrabalara, yani ana
tarafından kandaşlara geçerdi.
Ama, ölen erkeğin çocukları onun gensine değil, analarının gensine ait idiler;
bu çocuklar, başlangıçta, analarının öbür kandaşlarıyla birlikte, ve daha sonra, belki birinci dereceden, analarının
mirasçısı olurlardı; ama
(sayfa 281) babalarının mirasçısı olamazlardı, çünkü onun
gensine ait değillerdi ve herkesin serveti, kendi gensinde kalmak gerekirdi.
Demek ki, sürülerin sahibi ölünce, sürüler önce onun erkek ve kız kardeşleriyle,
kız kardeşlerinin çocuklarına, ya da anasının kız kardeşlerinin çocuk ve
torunlarına geçerdi: Ama kendi öz çocukları mirasçı olamazlardı.
Servetlerin artışı, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli
bir yer kazandırıyor, bir yandan da bu durumu, geleneksel miras düzenini
çocuklar yararına değiştirmek için kullanma eğilimini ortaya çıkarıyordu.
Ama soy zincirinin analık hukukuna göre hesaplanması yürürlükte kaldıkça,
bu olanaklı değildi. Öyleyse, önce değiştirilmesi gereken şey buydu; ve
öyle de oldu. Bu iş, bugün sanılabileceği kadar güç olmadı. Çünkü bu devrim
—insanlığın tanımış olduğu en köklü devrimlerden biri— bir gensin yaşamakta
olan üyelerinden bir tekinin bile durumunda herhangi bir değişiklik yapmak
gereğini duymadı: Gensin bütün üyeleri, önceleri ne durumda iseler, gene
öyle kalabildiler. Yalnızca, gelecekte, erkek üyelerin çocuklarının gens
içinde kalacaklarını, kadın üyenin çocuklarının ise buradan çıkarılarak
babalarının gensine geçeceklerini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi.
Böylece, kadın tarafından hesaplanan soy zinciri ve analık miras hukuku
kaldırılmış, erkek tarafından hesaplanan soy zinciri ve babalık miras hukuku
kurulmuştu. Uygar halklarda bu devrimin hangi çağda ve nasıl gerçekleşmiş
olduğunu bilmiyoruz. Bu iş, tamamen tarih-öncesi dönemine ilişkindir. Gerçekleşmiş
bulunan
olgunun kendisine gelince, özellikle, Bachofen tarafından toplanmış
birçok analık hukuku kalıntısı, bunu gereğinden çok kanıtlamaktadır; yakın zamanlarda ya da günümüzde, bir servet
artışı ve yaşama biçiminde bir değişiklik (ormanlardan çayırlara göç) etkisiyle
olduğu kadar uygarlığın ve misyonerlerin tinsel etkisiyle de bu devrimi
tamamlayan birçok aşirete bakarak, bu işin ne kadar kolay olduğunu görüyoruz.
Missouri'deki sekiz aşiretten altısında, erkek tarafından hesaplanan bir
soy zinciri ve bir miras düzeni, öbür ikisinde de, hâlâ kadın tarafından
hesaplanan bir soy-zinciri ve miras düzeni vardır. Shawneler, Miamieler
ve Delawarelar'da, babalarının mirasçısı olabilmeleri için,
(sayfa 282) çocuklara,
babalarının gensine ilişkin bir ad vererek onları baba gensine geçirme
töresi yerleşmiştir. "İnsanı, adlarını değiştirerek, nesneleri değiştirmeye götüren ezelî
kurnazlık! Ve, dolaysız bir çıkarla dürtülünce, gelenek içinde kalarak
geleneği yıkmak için bulunan dolambaçlı yol!" (Marx.) Bu durumdan, içinden çıkılmaz bir karışıklık doğdu ve buna, ancak babalık
hukukuna geçmekle, kısmen çare bulundu. "Kısacası, bu, en doğal geçiş görünüyor."
(Marx.) Bu geçişin, Eski Dünyanın uygar halklarındaki oluş biçimi üzerine karşılaştırmalı hukuk uzmanlarının
bize söyleyebildikleri şeyler için —aslında, bunlar varsayımlardan ibarettir—
bakınız: M. Kovalevski,
Tableau des origines et de L'evolution de la famille et de la propriete, Stockholm 1890.]
Analık hukukunun yıkılışı,
kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi oldu.
Evde bile, yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti
ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının özellikle
Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış
durumu, giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazan
yumuşak biçimler altında saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı.
Erkeklerin tekelci egemenliği kurulduktan sonra, bunun ilk etkisi;
o zamanlar ortaya çıkan ataerkil ailenin aracı biçimi içinde kendini gösterdi.
Bu aile biçimini en başta belirleyen şey, az sonra üzerinde duracağımız
çok-karılılık değil, ama "özgür ya da değil, belirli sayıdaki kimselerin,
aile başkanının kabaca otoritesi altında bir aile kurarak örgütlenmesidir.
Semitik biçim içersinde; bu aile reisi çok-karılı olarak yaşar; kölelerin
bir karısı ve çocukları vardır ve bütün örgütlenmenin amacı, sınırları
belli bir alan üzerinde, sürülerin korunmasıdır."
[154]
Asıl önemli olan, kölelerin
[aileye -ç.] katışması ve babaca otoritedir; bu yüzden de bu aile biçiminin
en yetkiri örneği, Roma ailesidir. Başlangıçta,
familia sözcüğü, günümüzdeki
darkafalı burjuvaların duygusallık ve karı-koca cilvelerinden yapılma aile
anlayışını dile getirmez; Romalılarda, her şeyden önce hatta karı-koca
ile bunların çocukları için değil, yalnızca köleler için kullanılır.
Famulus (sayfa 283)
"evcil köle" anlamına gelir ve
familia, bir tek adama ait bulunan kölelerin
bütünü demektir. Daha Gaius zamanında,
familia, "
id est patrimonium" (yani
miras payı) vasiyetle bırakılıyordu. Deyim, Romalılar tarafından, içinde,
başkanın, kadın, çocuklar ve belirli sayıda köleyi babalık otoritesi altında
tuttuğu ve hepsi üzerinde yaşatmak ya da öldürmek hakkına sahip bulunduğu
yeni bir toplumsal örgütü belirtmek için türetildi.
"Demek ki, sözcük, tarımın ve törel köleliğin başlaması ve Aryen İtalyalılarla
Yunanlıların ayrılmasından sonra kurulan Latin aşiretlerindeki katı aile
sisteminden daha eski değildir."
[155] Marx ekler: "Daha başlangıçta tarımsal hizmetlerle ilgili olduğuna göre, modern
aile, tohum halinde, yalnızca köleliği (
servitus) değil, toprakbentliği
(
servage) de kapsar. Sonraları toplum ve devlet içinde geniş ölçüde gelişen
bütün çelişkiler,
minyatür halinde, modern ailenin içinde vardır."
Bu aile biçimi, iki-başlı-aileden tek-eşliliğe geçişin belirtisidir.
Kadının bağlılığını, yani çocukların babalığını sağlama bağlamak için,
kadın, erkeğin insafına bırakılmıştır: adam kadını öldürürse, hakkını kullanmaktan
başka bir şey yapmış olmaz.
Ataerkil aile ile birlikte, yazılı tarih alanına giriyoruz; işte ancak
bu alanda karşılaştırmalı hukuk bilimi bize büyük bir yardımda bulunabilir.
Ve gerçekten, bu bilim, burada, bize, esaslı bir ilerleme getirmiştir.
Günümüzde Sırplar ve Bulgarlarda ("Dostça" sözcüğüyle çevrilebilecek)
zádruga
ya da
bratstvo ("Kardeşlik") adı altında, ve Doğulu halklarda da değişik
bir biçim altında hâlâ gördüğümüz ataerkil ev topluluğunun, grup halinde
evlilikten çıkmış bulunan analık hukuku ile, modern dünyanın karı-koca
ailesi arasındaki geçiş aşamasını oluşturmasının kanıtını Maksim Kovalevski'ye
borçlu bulunuyoruz (
Tableau des origines et de l'évolution de la famille et de la piopriété, Stockholm 1890, s.60-100). Bu, hiç değilse antikçağ
dünyasının uygar halkları için, Aryenler ve Semitler için tanıtlanmış gibi
görünür.
Bu tür bir aile topluluğunun henüz yaşamakta bulunan en güzel örneği,
Güney Slavlarının
zádruga'sıdır.
(sayfa 284) Zádruga, aynı babadan gelen ve karılarıyla birlikte aynı çiftlikte oturan çeşitli kuşakları kapsar; bunlar tarlalarını birlikte eker, ortaklaşa beslenir, ortaklaşa giyinirler ve ürün fazlalarına
da ortaklaşa sahip olurlar. Topluluk, evi dışarıya karşı temsil eden evin
efendisinin (
domacin) yüksek yönetimi altında bulunur; evin efendisi, düşük
değerdeki nesneleri satma hakkına sahiptir; para işlerine o bakar ve günlük
işlerin sorumluluğunu o taşır. Seçimle atanır; ama topluluğun en yaşlı
kişisi olması zorunlu değildir. Topluluktaki kadınlarla onların yaptığı
işler genellikle
domacin'in karısı olan evin hanım efendisinin (
domacica)
yönetimi altında bulunur. Genç kızlar için koca seçiminde, evin hanımının
da, hatta çoğunlukla ağır basan, oy hakkı vardır. Ama bütün işlerde asıl
yetki aile meclisinde, kadın-erkek bütün erginlerden toplanmış olan kuruldadır.
Evin efendisi bu kurula hesap verir; kesin kararları bu kurul alır, bütün
topluluk üyeleri üzerindeki yargılama yetkisini gene bu kurul kullanır,
özellikle toprak vb. gibi belirli bir önemdeki alım-satımları bu kurul
kararlaştırır.
Rusya'da da bu büyük aile birliklerinin ortadan kalkmamış bulunduğu,
bundan on yıl kadar önce saptanmıştır.
[156] Günümüzde, bu aile topluluklarının,
Rus halk töresinde,
obscina ya da köy cemaatlerinden (
communaute villageoise)
daha az köklü olmadığı, genellikle kabul ediliyor. Bu aile birlikleri,
en eski Rus mecellesinde (yasalar dergisi), Yaroslav
Pravda'sında, Dalmaçya
yasalarında
[157] taşıdığı adla (
vervj), ve bunun gibi Polonya ve Çek tarih kaynaklarında
da yer alır.
Heusler'e göre (
Institutions de droit germanique), Almanlarda da, iktisadî
birim; başlangıçta,. modern anlamda karı-koca ailesi değil, birçok kuşak
ya da birçok karı-koca ailesinden kurulu ve üstelik çoğunlukla köleleri
de kapsayan "ev birliği"dir ("
association domestique"). Roma ailesi de
bu tipe bağlıdır ve bu yüzden, babanın mutlak egemenliği ve ailenin öbür
üyelerinin baba karşısında hiçbir hakka sahip olmamaları, bir zamandan
beri şiddetli tartışma konusu olmuştur. Aynı tür aile birlikleri, herhalde
İrlanda Keltlerinde de mevcuttu; Fransa da, bu birlikler, Devrime kadar,
Nivernais'de,
parçonneries adı altında varlıklarını
(sayfa 285) sürdürürler, bugün
de, Franche-Comté'de, henüz tamamen ortadan kalkmamışlardır. Louhans (Saônett-Loire)
bölgesinde, çatıya kadar yükselen ortak merkezî salonu bulunan büyük köy
evleri görülür; salonu, çepeçevre, altı ya da sekiz basamakla çıkılan yatak
odaları çevirir. Bu evlerde, aynı ailenin çeşitli kuşakları otururlar.
Hindistan'da, toprağı ortaklaşa eken ev toplulukları, daha, Büyük İskender
zamanında, Nearkhos tarafından sözkonusu edilmişti: bu topluluklar, günümüzde
de, aynı bölgede, Pencap'ta ve ülkenin bütün kuzey-batısında varlıklarını
sürdürüyorlar. Kovalevski, bu ev topluluğunun Kafkasya'daki varlığını bizzat
gösterebilmiştir. Cezayir'de, bu topluluk, Kabileler arasında varlığını
sürdürmektedir. Bunun Amerika'da da bir zamanlar varolmuş olması gerekir.
Zurita'nın anlattığı eski Meksika'da yaşayan
calpullis'lerde,
[158]
bu aile türünün varlığı iddia olunur; buna karşılık Cunow, (
Ausland[159] 1890,
no 42-44) fetih çağında, Peru'da, ekili toprakların devirli paylaşılması,
buna göre bireysel ekimi ile birlikte, bir çeşit mark kuruluşunun (ve garip
olanı, orada mark'a
marka deniyordu) varolduğunu oldukça açık bir biçimde
tanıtlamıştır.
Herhalde toprağa ortaklaşa sahip olan ve toprakta ortaklaşa tarım yapan
ataerkil ev topluluğu, şimdi önce olduğundan çok başka bir önem kazanır.
Bunun, uygar halklarda ve antikçağ dünyasının birçok öbür halklarında,
analık hukuklu aileyle karı-koca ailesi arasında oynadığı büyük geçiş rolünden
artık kuşku duyamayız. Biraz ilerde, Kovalevski'nin bu konuda çıkardığı
başka bir sonuçtan sözedeceğiz ki, buna göre, ataerkil ev topluluğu, aynı
zamanda, içinden bireysel tarım ve topraklarla meraların önce belirli zaman
aralıklarıyla, sonra kesinlikle bölüşüldüğü köy cemaati ya da markın çıkmış
bulunduğu geçiş aşamasını oluşturuyordu.
Bu ev toplulukları içinde aile yaşamına gelince, hiç değilse Rusya'da
evlek başkanlarının, topluluktaki kadınlara, özellikle gelinlerine karşı
durumlarını kötüye kullanarak, çoğunlukla bunlardan bir harem kurduğu yolunda
bir üne sahip bulunduklarına dikkat etmek yerinde olur; bu nokta üzerinde
Rus halk türküleri yeteri kadar uzdillidir.
(sayfa 286)
Analık hukukunun yıkılmasıyla hızla gelişmiş olan tek-eşliliğe geçmeden
önce, çok-karılılık ve çok-kocalılık üzerine birkaç söz daha [etmek gerekiyor
-ç.]. Bu iki evlilik biçimi, bunlar kendilerini bir ülkede aynı zamanda
birlikte göstermedikçe, istisnasız, söz yerindeyse, tarihin lüks ürünlerinden
başka bir şey olamaz; ki, bilindiği gibi, çok-kocalılık ile çok-karılılığın,
bir ülkede, aynı zamanda yanyana varoldukları görülmemiştir. Öyleyse, çok-karılılıktan
yoksun kalan erkekler, çok-kocalılık tarafından köşede bırakılan kadınların
yanında kendilerini avunduramadıklarına ve toplumsal kuruluşlar ne olursa
olsun, şimdiye kadar erkeklerle kadınların sayısı duyulur ölçüde birbirine
eşit bulunduğuna göre, bu evlenme biçimlerinden biri ya da öbürünün yaygınlaşması
olanaksız demektir. Gerçekte bir erkeğin çok-karılı olması açıkça köleliğin ürünüydü ve
birkaç istisnai durumla sınırlanıyordu. Semitik ataerkil aile içinde, yalnızca
aile reisi ve en çok oğullardan birkaçı, çok-karılı durumunda yaşarlar;
öbürlerinin tek kadınla yetinmeleri gerekir. Günümüzde de, bütün Doğuda
durum böyledir; çok-karılılık; zenginlerin ve büyüklerin bir ayrıcalığıdır
ve başlıca kaynağı köle satın alınmasıdır; halk kitlesi tek-eşlilik halinde
yaşar. Hindistan ve Tibet'teki çok-kocalılık da bundan daha az istisnaî
bir durum değildir; kökeni henüz derinliğine incelenmemiş bulunan grup
halinde evliliğe bağlanır. Çok-kocalılık, pratikte, müslümanların kıskanç harem örgütünden
çok daha hoşgörülü gibi görünür. Hindistan'daki Nairler'de üç, dört ya
da daha çok erkek, bir kadına ortaklaşa sahip olabilirler; ama bunun dışında,
bu erkeklerden herbiri, başka üç ya da daha fazla erkekle birlikte, bir
ikinci, hatta bir üçüncü, bir dördüncü, vb. kadına da sahip olabilir. Mac
Lennan'ın, üyelerine aynı zamanda birçok kulübe dahil olmayı sağlayan ve
bizzat kendisi tarafından anlatılan bu evlenme kulüplerinde yeni bir
kulüp halinde evlenme sınıfı bulgulamamış olması doğrusu bir mucizedir. Zaten
bu evlenme kulübü pratiği, asla gerçek bir çok-kocalılık değildir; tam
tersine, Giraud-Teulon'un göstermiş olduğu gibi, grup halinde evliliğin
bir özel biçimidir; erkekler çok-karılı, kadınlar çokkocalı halinde yaşarlar.
(sayfa 287)
4.
Tek-eşli-aile (La famille monogamique).
Daha önce gösterilmiş olduğu gibi, tek-eşli-aile, barbarlığın orta ve yukarı
aşamaları arasındaki sınırı oluşturan çağda, iki-başlı-aileden doğar; kesin
yengisi, başlangıç durumundaki uygarlığın belirtilerinden biridir. Babaları
kesinlikle bilinen çocuklar yetiştirmek amacıyla, bu aile, erkek egemenliği
üzerine kurulmuştur; babalığın kesinlikle bilinmesi gerekliydi, çünkü bu
çocuklar, dolaysız mirasçılar olarak, bir gün babalarının servetine sahip
olacaklardır. Tek eşli aile, iki başlı evlilikten, artık taraflardan ikisinin
de istedikleri zaman çözemeyecekleri evlilik bağının daha sağlamlaşmasıyla
ayrılır. Genel kural olarak, şimdi yalnız erkek bu bağı çözer ve karısını
boşayabilir. Sadakatsizlik hakkı, ayrıca, hiç değilse töre tarafından;
şimdiye kadar erkeğin tekelinde bırakılmıştır (
Code Napoléon) bu ayrıcalığı
açıkça erkeğe veriyor, yeter ki, düşüp kalktığı kadını karısının evine
getirmesin
[160]); ve bu hak, toplumsal gelişme yükseldiği ölçüde, hep daha çok kullanılır; ama kadın eski cinsel pratiği anımsar da onu daha zorlu bir biçimde cezalandırılır.
Yeni aile biçimini, bütün sertliği içinde, ilkin Yunanlılarda görürüz.
Marx'ın yazmış olduğu gibi, mitolojideki tanrıçaların rolü; kadınların
daha özgür, daha saygıdeğer bir duruma sahip bulundukları daha eski bir
çağı betimler; ama kahramanlık çağında kadını erkeğin üstünlüğü ve kölelerin rekabeti dolayısıyla
iyice aşağılanmış olarak görüyoruz. Daha iyisi,
Odise'de Telemak'un
anasını nasıl azarladığı ve nasıl susturduğu okunsun. Homeros'ta, ele geçirilen
kadınlar, yenenlerin cinsel keyfine teslim edilirler; herkesin bir sırası
vardır, şefler hiyerarşik sıralarına göre, en güzellerini seçerler; bütün
İlyada'nın, bu köle kadınlardan biri konusunda, Akhilleus ile Agamemnon
arasındaki bir çekişme etrafında döndüğü bilinir. Homeros'un azbuçuk önemli
her kahramanı için, bu kahramanın çadırını ve yatağını paylaştığı bir tutsak
kadından sözedilir. Galip erkek, bu genç kızları dönüşte ülkesine ve karısının
yaşadığı eve götürür. Aiskhylos'ta Agamemnon Kassandra'yı böyle götürür.
bu köle
(sayfa 288) kadınlardan doğan erkek çocuklar, baba mirasından küçük bir pay
alırlar ve özgür insanlar olarak kabul edilirler; böylece, Telamon'un töre-dışı
oğlu Teukros; babasının adını taşımak hakkına sahiptir. Yasal karı bütün
bunlara katlanmak ama iffetini sıkı sıkıya koruyup, kocaya bağlılıkta kusur
etmemek zorundadır. Kahramanlık çağındaki Yunan kadınının, uygarlık çağındakinden
daha çok saygı gördüğü doğrudur; ama sonunda, erkek için, kendi meşru mirasçılarının
anası, evin en büyük kadın yöneticisi ve içlerinden istediklerini istediği
gibi kullanabileceği ve kullandığı kadın kölelerin gözeticisi olmaktan
başka bir şey değildir. Tek-eşli-evliliğin yanısıra köleliğin varlığı,
ruhları ve vücutlarıyla [efendi -ç.]
erkeğe ait genç ve güzel köle kadınların
bulunması; işte daha başlangıçta tek-eşliliğe kendi özgül niteliğini, veren
şey budur; erkek için değil,
yalnızca kadın için tek-eşli olmak. Tek eşlilik,
bu niteliği, günümüzde de hâlâ koruyor.
Daha sonraki çağın Yunanlıları için Dorlarla İyonlar arasında bir ayrım
yapmak gerekir. Klasik örneğini Isparta'nın oluşturduğu birinciler, birçok
bakımdan, bizzat Homeros'un betimlediğinden daha ilkel bir nitelik taşıyan
evlilik ilişkilerine sahiptirler. Isparta'da, Isparta devlet anlayışına
göre değiştirilmiş ve henüz grup halinde evliliğin birçok bulanık anısını
taşıyan iki-başlı-evlilik hüküm sürer. Çocuksuz evlilikler bozulur; Kral
Anaksandrides (MÖ 650'ye doğru), kısır karısının yanısıra ikinci bir kadın
aldı ve iki evli oldu; aynı çağda karılarının ikisi de kısır çıkan Kral
Ariston, üçüncü bir kadını aldı; ama buna karşılık, öncekilerden birini
boşadı. Öbür yandan; birkaç erkek kardeş bir kadına ortaklaşa sahip olabiliyorlardı,
arkadaşının karışından hoşlanan biri, onunla bu kadını paylaşabiliyordu;
karısını (Bismarck'a yaraşır bir deyimle) güçlü bir "damızlık"ın yararlanmasına
hazır bulundurmak, hatta bu damızlık yurttaş sayılmasa bile, uygun karşılanıyordu.
Plutharkos'un, içinde, Ispartalı bir kadının, kendisine öneride bulunan
âşığını kocasına gönderdiğini okuduğumuz bir parçası, (Schömann'a göre)
törelerde daha da büyük bir özgürlüğün hüküm sürmekte olduğunu gösterir.
Bundan ötürü, gerçek bir kandırma, kocasının haberi olmadan kadının ona
(sayfa 289) sadakatsizlik göstermesi, görülmemiş bir şeydi. Öbür yandan, evcil kölelik,
Isparta'da hiç değilse en iyi çâğında, bilinmiyordu; demirbaş köleler,
beylik yerlerde, ayrı olarak oturuyorlardı; öyleyse, Ispartalılar için
[161]
onların karılarını almak eğilimi (
tentation) çok önemsizdi.
Bütün bu koşulların zorunlu sonucu olarak, Ispartalı kadınlar, öbür Yunan
kadınlarından çok daha saygıdeğer bir duruma sahip bulunuyorlardı. Eski
Yunanlıların kendilerinden saygı ile sözedip, söyleşilerini kaydetmek zahmetine
katlandıkları kadınlar, yalnızca Ispartalı kadınlarla, Atina'nın seçkin
hafif meşrep kadınlarıdır (
hétaïres).
Atina'nın, kendilerini tipik bir örnek olarak temsil ettiği İyonlar'da
ise durum bambaşkadır. Genç kızlar, yalnızca eğirme; dokuma ve dikiş, olsa
olsa biraz da okuyup yazma öğrenirlerdi. Deyim yerindeyse, dört duvar arasına
kapatılmışlardı ve ancak öbür kadınlarla düşüp kalkarlardı. Harem dairesi
(
le gynecée) üst katta ve arkaya bakan, evden ayrı bir kısımdı; erkekler,
özellikle yabancılar, oraya kolayca giremezdi; erkek konuklar gelince,
kadınlar oraya çekilirlerdi. Yanlarında bir köle kadın (cariye) bulunmadıkça
kadınlar sokağa çıkmazlardı; evde, sıkı bir gözetim altında yaşarlardı;
Aristophanes, aşıkları korkutmaya yarayan molos'lardan, iri kıyım bekçi
köpeklerinden sözeder
[162]; ve hiç değilse Asya kentlerin de, kadınları gözetmek
için harem ağaları kullanılırdı, ki bunlar daha Herodotos zamanında Sakız
adasında ticari ereklerle iğdiş edilir ve Wachsmuth'a göre, yalnızca Barbarlar
tarafından satın alınmazlardı. Euripides'te, kadınlar
oikourema, "ev eşyası"
(sözcük nötr'dür [yani erkek ya da dişi değildir -ç.]) olarak nitelendirilmiştir;
ve çocuk doğurmak işi bir yana, kadın, Atinalı erkek için, baş hizmetçiden
başka bir şey değildi. Erkek, atletlere özgü beden hareketleri yapar, genel
siyaset tartışmalarına katılırdı; kadın bunların dışında tutulurdu. Üstelik,
çoğunlukla erkeğin emrinde köle kadınlar bulunurdu, ve Atina'nın en parlak
çağında, her şeyden önce devlet tarafından kolaylaştırılan çok yaygın bir
fuhuş vardı. İşte, bu fuhuş temeli üzerindedir ki, Isparta kadınlarının
karakter bakımından egemen oldukları antikçağ kadın dünyasının
(sayfa 290) genel düzeyine,
zeka ve sanatsal beğeninin eğitimiyle, o kadar yüksekten egemen olan Yunan
kadınlarına özgü nitelikler gelişmiştir. Ama, kadın olmak için, önce hafifmeşrepliğin
(
hétaïrisme) gerekmesi, Atina ailesinin ocağına incir diker.
Bu Atina ailesi, zaman boyunca, yalnız öbür İyonların değil, gitgide
artan ölçüde kıtadaki ve kolonilerdeki bütün Yunanlıların, ev ilişkilerinde
kendilerine örnek aldıkları bir tip oldu. Hapisliğe ve gözetime karşın,
Yunan kadınları, gene de, kocalarını aldatma fırsatını çoğunlukla buluyorlardı.
Karılarına karşı sevgi göstermekten utanan kocalar, hafifmeşrep kadınlarla
her türlü aşkdaşlık macerasıyla günlerini gün ediyorlardı; nedir ki, kadınların
alçalmasının öcü, erkeklerin de alçalmasıyla alınmış oldu; erkekler, iğrenç
oğlancılık pratiğine düşecek ve Ganymedes mitosuyla tanrılarını onurdan
düşürerek, bizzat kendi onurlarını da yitirecek kadar alçaldılar.
İlkçağın en uygar ve en geniş gelişmiş halkı içinde inceleyebildiğimiz
kadarıyla, tek-eşliliğin başlangıcı böyle oldu. Tek-eşlilik, hiç bir şekilde,
bireysel cinsel aşkın meyvesi olmadı; evlilikler, geçmişte olduğu gibi,
gene büyükler tarafından kararlaştırıldıklarına göre, tek-eşlilikle bireysel
cinsel aşkın hiçbir ilişkisi yoktu. Bu doğal koşullar üzerine değil, iktisadi
koşullar [yani, özel mülkiyetin, ilkel ve kendiliğinden ortaklaşa mülkiyet
üzerindeki yengisi] üzerine kurulmuş ilk aile biçimi oldu. Aile içinde
erkeğin egemenliği ve yalınızca ondan olabilecek ve babanın serveti kendilerine
kalacak çocukların doğması, -karı-koca evliliğinin (
mariage conjugal),
Yunanlılar tarafından içtenlikle açıklanmamış gerçek erekleri işte bunlardı.
Bununla birlikte, bu evlilik onlar için bir yük, tanrılara, devlete ve
atalarına karşı, yerine getirmeleri gereken bir görevdi. [Atina'da yasa
yalnızca evliliği zorunlu hale getirmekle kalmıyor, ayrıca koca tarafından,
evlilik görevleri adını verdiği şeyin de asgari ölçüde yerine getirilmesini
zorunlu kılıyordu.]
Öyleyse, karı-koca evliliği tarihe asla erkekle kadının karşılıklı
uzlaşması olarak girmez ve hele en yüksek evlenme biçimi olarak asla kabul
edilemez. Tersine: bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması olarak
bütün
(sayfa 291) tarih-öncesinin o zamana kadar bilmediği, iki cins arasındaki bir
çatışmanın açığa vurulması olarak ortaya çıkar. 1846'da, Marx ve benim
tarafımdan meydana getirilmiş, yayımlanmamış eski bir el yazmasında
şu satırları buluyorum: "İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme
bakımından yapılan iş bölümüdür."
[9] Ve şimdi ekleyebilirim: Tarihte kendini
gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın
karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi
cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca
evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve
özel mülkiyetin yanısıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve
gelişmesi, bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o
her ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca
evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre-biçimidir; biz, bu biçim üzerinde,
doludizgin gelişen uzlaşmaz karşıtlık ve çelişkilerin içyüzünü inceleyebiliriz.
İki-başlı-evliliğin yengisiyle olsun, hatta karı-koca evliliğinin yengisiyle
olsun, cinsel ilişkilerdeki eski görece özgürlük asla ortadan kalkmadı.
"Pünalüen (ortaklaşa) grupların yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla en dar
sınırlarına çekilmiş bulunan eski evlilik sistemi, gelişmekte bulunan aileye
hala bir ortam hizmeti görüyordu ve uygarlığın başlangıç çağına kadar ona
bağlı kaldı. Sonunda, bu eski evlilik sistemi, aile üzerine çöken karanlık
bir bölge gibi, insanlığa uygarlık dönemi içine kadar yapışıp kalan
hétaïrisme'in
yeni biçimi içinde kayboldu."
Morgan,
hétaïrisme adı altında, erkeklerin,
karı-koca evliliği dışında,
evli olmayan kadınlarla evlilik-dışı ilişkilerini anlar; bu ilişkiler bilindiği
gibi, bütün uygarlık dönemi süresince çok değişik biçimler altında varlıklarını
sürdürerek, gitgide açık fuhuş biçimine dönerler. Bu
hétaïrisme, doğrudan
doğruya grup halinde evlenmeden, kadınların, iffet haklarını elde etmek
için, kendilerini vermesinden gelir. Para için kendini vermek, önce bir
dinsel eylem oldu; bu iş, Aşk tanrıçasının tapınağında yapılıyor ve para,
başlangıçta
(sayfa 292) tapınak hazinesine gidiyordu. Ermenistan'daki Anaitis, Korent'teki
Afrodit tapınaklarının köleleri
[163], tıpkı Hindistan tapınaklarına bağlı ve
bayader adı verilen (bu sözcük Portekiz dilindeki
bailadeira'nın, "dansöz"ün
bozulmuş bir biçimidir) kutsal dansözler gibi, ilk fahişeler oldular. Başlangıçta
bütün kadınlar için bir görev olan bu kendini verme, sonraları bütün öbür
kadınlar yerine, yalnızca rahibeler tarafından uygulanır oldu. Başka halklarda,
hétaïrisme, kızlara evlilikten önce tanınan cinsel özgürlükten çıkar; — öyleyse,
bize başka bir yoldan ulaşmış bulunan
hétaïrisme, bu durumda da, grup halinde
evliliğin ilk kalıntısıdır. Maddi mallardaki eşitsizliğin ortaya çıkmasından
sonra, yani barbarlığın yukarı aşamasından itibaren, köle emeğinin yanısıra,
ücretlilik de kendiliğinden ortaya çıktı; ve aynı zamanda, bununla zorunlu
bir biçimde bağlı olarak; köle kadının kendini verme zorunluluğunun yanısıra,
özgür kadınların profesyonel fuhşu da görüldü. Böylece, grup halinde evliliğin
uygarlığa bıraktığı miras, iki yanlıdır; tıpkı uygarlığın yarattığı her
şeyin iki yanlı, ikircil, iki yanı kesen, çelişik olması gibi: burada tek
eşlilik, şurada, en aşırı biçimi fuhuş dahil,
hétaïrisme. Bu
hétaïrisme,
tıpkı herhangi bir başka toplumsal kurum gibi, toplumsal bir kurumdur;
eski cinsel özgürlüğü korumaya yarar — ama erkekler yararına. Gerçekte yalnızca
hoşgörüyle karşılanmakla kalmaz, özellikle yönetici sınıflar tarafından,
güle oynaya uygulanır; ama sözle suçlanır. Bununla birlikte, aslında
hétaïrisme'in
kınanması erkekler için değil; yalnızca kadınlar içindir; böylece, erkeğin
kadın üzerindeki kayıtsız şartsız üstünlüğünü, toplumun temel yasası olarak
bir kez daha açıklamak için, kadınlar toplum dışına sürülüp atılır.
Ama bundan, bizzat tek-eşlilik içinde, ikinci bir çatışkı (
antinomie)
doğar.
hétaïrisme sayesinde yaşamın tadını çıkaran kocanın yanısıra, yüzüstü
bırakılmış karı vardır. Ve çatışkının iki teriminden yalnızca biri varolamaz [ancak ikisi birden varolabilir
-ç.]; tıpkı, yarısı yendikten sonra, elde bütün bir elmanın kalamayacağı
gibi. Bununla birlikte, kadınlar tarafından gözleri açılıncaya kadar, erkekler;
elmanın yarısını yedikten sonra da, onun bütününe sahip olacakları kanısındaydılar
gibi görünür. Karı-koca evliliğiyle birlikte, ortaya, o zamana kadar bilinmeyen
sürekli iki
(sayfa 293) toplumsal tip çıkar: kadının ödevine bağlı aşığı ve aldatılmış
koca. Erkekler, kadınlar üzerinde zafer kazanmışlardı; ama mağluplar galipleri
[boynuzla -ç ] taçlandırma işini, mertçe üzerlerine aldılar. Karı-koca
evliliği ve
hétaïrisme'in yanısıra, eşaldatma, kaçınılmaz bir toplumsal
kurum haline geldi, — yasaklanmış, şiddetle cezalandırılan, ama yok edilmesi
olanaksız bir toplumsal kurum. Babalığın gerçekliği, geçmişte olduğu gibi,
gene meşru bir kanıya dayanır kaldı; ve çözümlenmez çelişkiyi çözümlemek
için,
Code Napoléon şöyle buyurdu: "Madde 213.- Evlilik sırasında gebe
kalınan çocuğun babası, kocadır."
Üçbin yıllık karı-koca evliliğinin vardığı
yüce sonuç, işte budur.
Öyleyse, karı-koca ailesinde, — tarihsel kökeninin iznini koruduğu
ve erkek ile kadın arasındaki çatışmayı, erkeğin salt egemenliği aracıyla
kendini gösterdiği biçimde açıkça ortaya çıkardığı durumlarda, — sınıflara
bölünmüş toplumun, uygarlığın başlarından beri, çözebilme, ya da üstesinden
gelebilme başarısını gösteremeden içinde devinip durduğu karşıtlık ve çelişkilerin
[aile çapına -ç.] indirgenmiş bir imgesine sahip bulunuyoruz. Anlaşılması
kolaydır ki, burada yalnızca, evlilik yaşamının, bütün bu kurumun başlangıçtan
gelen nitelik düzenine gerçekten uyduğu, ama bu düzen içinde, kadının erkek
egemenliğine karşı başkaldırdığı o karı-koca evliliği durumlarından söz
ediyorum. Aslında bütün evliliklerin böyle olmadığını da, hiç kimse, devletler
arasında olduğu kadar, evde de üstünlüğünü sağlamakta yeteneksiz kalan
ve bunun sonucu, elde tutmaya layık olmadığı egemenliği karısına kaptıran
darkafalı Alman burjuvasından daha iyi bilemez. Ama buna karşılık, o kendisinin,
çoğunlukla başından çok daha can sıkıcı serüvenler geçen talihsiz Fransız
yoldaşından daha üstün olduğuna iyice inanır.
Zaten karı-koca ailesi; her yerde ve her zaman, Yunanlılardaki gibi,
klasik ve kesin şekline bürünmemiştir. Dünyanın gelecekteki fatihleri olarak,
Yunanlılara göre daha az ince de olsa, daha geniş görüşlere sahip bulunan
Romalılarda, kadın daha özgürdü ve daha büyük bir saygı görüyordu. Romalı
erkek, evlilik sadakatinin, karısı üzerinde sahip
(sayfa 294) olduğu ölüm-dirim hakkıyla,
yeteri kadar sağlama bağlandığına inanıyordu. Zaten, kadın da, tıpkı kocası
gibi, evliliğe istediği zaman son verebilirdi. Ama karı-koca evliliğinin
gelişmesindeki en büyük ilerleme, elle tutulur biçimde, Almanların tarihe
girişiyle meydana geldi; bu da, kuşkusuz yokluk içinde bulunmaları nedeniyle,
o çağda, tek-eşliliğin onlarda iki-başlı evlilikten henüz tamamen kurtulmamış
olmasındandır. Bu sonucu, Tacitus tarafından anılmış bulunan üç durumdan
çıkartıyoruz: Önce, evliliğin kutsal sayılmış olmasına karşın —"Alman erkekleri
bir tek kadınla yetinirler: kadınlar iffetlerini kuşanmış olarak yaşarlar"—,
büyükler ve aşiret başkanları için, çok-karılılık gene de yürürlükteydi:
içlerinde iki-başlı-evliliğin varolduğu, Amerikalılardaki duruma benzer
bir durum. İkinci olarak, analık hukukundan babalık hukukuna geçiş, henüz
pek yeni olmalıydı; çünkü ananın erkek kardeşi —analık hukukuna göre en
yakın
gentilice erkek akraba— babadan daha yakın bir akraba olarak sayılıyordu;
ki bu durum aynı zamanda Marx'ın, çoğunlukla söylediği gibi, içlerinde
kendi öz ilkel zamanlarımızı anlamayı sağlayan anahtarı bulmuş olduğu Amerikan
yerlilerinin görüşüne de uyuyordu. Ve üçüncü olarak, Almanlar arasında
kadınlar büyük saygı görüyorlardı ve hatta kamu işleri üzerinde bile etkili
oluyorlardı, ki bu tek-eşliliğe özgü erkek üstünlüğü ile çelişki halindedir.
Hemen bütün bu noktalar üzerinde, Almanlar, görmüş olduğumuz gibi, aralarında
iki-başlı evliliğin de büsbütün yitip gitmemiş olduğu Ispartalılarla uygunluk
halinde bulunuyorlar. Bu bakımdan da, Almanlarla, dünyaya yepyeni bir
öğe giriyordu. Halkların birbiriyle karışması sonucu, zamanla Roma dünyasının
yıkıntıları üzerinde kurulan yeni tek-eşlilik, erkek üstünlüğünü daha yumuşak
biçimlere büründürdü ve kadınlara, hiç değilse görünüşte, klasik antikçağda
asla görmedikleri çok daha saygın ve çok daha özgür bir yer verdi. Böylece,
ilk kez olarak, tek-eşlilikten itibaren —duruma göre, tek-eşlilikte, tek-eşliliğin
yanısıra, ya da tek-eşliliğe karşı— üzerinde tek-eşliliğe borçlu bulunduğumuz
en büyük meşru ilerlemenin: o zamana kadar dünyada bilinmeyen, iki cins
arasındaki modern bireysel aşkın gelişebileceği temel, doğmuş oluyordu.
(sayfa 295)
Ama bu ilerleme, aslında Cermenlerin hala iki-başlı-aile rejiminde
yaşamaları, ve kadının kendi öz aile rejimleri içindeki durumunu, elden
geldiğince, tek-eşlilikte de korumaları sonucuydu; yoksa Cermen törelerinin,
iki-başlı-evliliğin, tek-eşliliğe özgü, zorlu çelişkiler içinde devinmediği
yalınç olgusuna indirgenen o hayranlığa değer ve efsanemsi temizliği sonucu
değildi. Tam tersine: özellikle güney-doğuya doğru yaptıkları göçlerde,
Karadeniz kıyılarına kadar uzanan steplerdeki göçebeler arasında Cermenlerin
ahlâkı adamakıllı bozulmuştu; bu halklardan, binicilikteki becerilerinin
yanısıra, Ammianus'un Taifallar ve Prokopios'un Herüller konusundaki kesinlikle
tanıklık etmiş oldukları gibi, onların doğaya aykırı kusurlarını da almışlardı.
Ama her ne kadar, bilinen bütün aile biçimleri arasında, yalnızca tek-eşlilik,
içinde modern cinsel aşkın gelişebildiği aile biçimi olduysa da, bu asla
modern cinsel aşkın, eşlerin karşılıklı aşkı biçimiyle, yalnızca, hatta
başlıca tek-eşlilik içinde geliştiği anlamına gelmez. Durmuş-oturmuş ve
erkek egemenliği altındaki karı-koca evliliği, özlüğü gereği, bunun böyle
olmasına aykırıydı. Bütün tarihsel bakımdan etkin sınıflarda, yani bütün
yönetici sınıflarda, evlenme akdi, iki-başlı-aileden beri, ne idi ise o
kaldı, büyüklerin düzene koyduğu bir uzlaşma işi. Cinsel aşk tarihsel bakımdan
ilk kez olarak bir tutku, (hiç değilse yönetici sınıftan) tüm insanlara
özgü bir tutku ve cinsel içgüdünün en yüksek biçimi -ona özgü niteliğini
kazandıran da budur- olarak ortaya çıktığı zaman, bu ilk biçim, yani ortaçağın
şövalye aşkı, hiç de bir karı-koca aşkı değildir. Tersine. Klasik biçimiyle,
ozanlarının göklere çıkardığı Provence'lilerde, bu aşkın gemisi yelkenlerini
eş aldatmaya doğru şişirir. Provençale aşk şiirinin çiçeği
alba'dır (aubade'lar);
Almanlar buna
Tagelieder derler. Bu şiirler, görülmeden kaçabilmesi için,
tan yerinin ilk ışıkları belirir belirmez kendisini çağıracak erketeci
dışarda ortalığı gözetlerken, şövalyenin, sevgilisiyle —bir başkasının
karısı— nasıl yattığını, ateşli renklerle anlatır; şiirin en yüksek noktasını
da, ayrılık sahnesi oluşturur. Kuzey Fransızları, ve hatta namuslu Almanlar
bile, bu şiir türünü, kendisine uygun düşen şövalye aşkı özentileriyle
birlikte benimsediler; ve bizim Wolfram von Eschenbach,
(sayfa 296) bu dikenli konuda,
onun üç uzun kahramanlık şiirinden yeğ tuttuğum, üç nefis
Tagelieder bıraktı.
Günümüzde, bir burjuva evlenmesi iki biçimde yapılır. Katolik ülkelerde,
eskiden olduğu gibi, burjuva delikanlısına gerekli kadını bulanlar, onun
büyükleridir; ve bunun doğal sonucu, tek-eşliliğin kapsadığı çelişkilerin
en tam bir şekilde gelişmesidir: erkek tarafında, dört başı mamur
hétaïrisme;
kadın tarafında, dört başı mamur eşaldatma. Eğer katolik kilisesi boşanmayı
yasaklamışsa, bunun tek nedeni, hiç kuşkusuz, ölüme olduğu kadar, eşaldatmaya
da bir çarenin bulunmadığını kabul etmiş olmasıdır. Buna karşılık, protestan
ülkelerde, burjuva oğlunun, kendi sınıfının kadınları arasından, azçok
özgürlükle seçme hakkına sahip bulunması kuraldandır; öyle ki, evliliğin
temelinde bir dereceye kadar aşk bulunabilir, ve protestan iki yüzlülüğüne
uygun düştüğünden, evliliğin temelinde her zaman aşkın bulunduğu varsayılır.
Burada, erkeğin
hétaïrisme'i daha gevşek, kadının eşaldatması daha seyrek
bir halalır. Ne var ki, her türlü evlilik içinde, insanlar evlenmeden önce
ne iseler, gene o kaldıklarından, ve protestan ülkelerdeki burjuvalar da
çoğunlukla darkafalı olduklarından, bu protestan tek-eşlilik, en iyi durumların
ortalamasında, evlilik birliğine, aile mutluluğu adı takılan ağır bir cansıkıntısından
başka bir şey getirmez. Bu iki evlilik yönteminin en iyi aynası romandır:
katolik biçimi için Fransız romanı; protestan biçimi için Alman romanı. Bu iki roman dan herbirinde, "erkek
kendine uygun düşeni bulacak": Alman romanında, delikanlı, genç kızı; Fransız
romanında, koca, boynuzları. Bu ikisinden hangisinin en kötü payı aldığını
söylemek de, her zaman kolay değildir. Bu yüzden, Alman romanındaki cansıkıntısı,
Fransız burjuvasında, Fransız romanındaki "
immoralité"nin (ahlâksızlığın)
darkafalı Almanda uyandırdığına eşit bir tiksinti uyandırır. Ama şu son
zamanlarda, "Berlin bir dünya başkenti haline geldiğinden" bu yana, Alman
romanı da, orada çoktan beri iyice tanınmakta olan
hétaïrisme ve eşaldatma
bakımından, utangaçlığı bırakarak, takviye almaya başlamış bulunuyor.
Ama her iki durumda da, evlilik, eşlerin sınıf durumu üzerine kurulmuştur;
bu bakımdan her zaman kendi dışlarında kararlaştırılan bir evlilik demektir.
Gene her iki durumda
(sayfa 297) da, durumun gereklerine göre yapılan bu evlilik,
çoğunlukla en pis fuhuş haline dönüşür — bazan her iki tarafın, ama daha
çok kadının fuhşu haline; eğer kadın alelade orospudan ayrılıyorsa, bunun
tek nedeni, vücudunu, bir ücreti gibi, parça başına kiralamayıp, bir köle
gibi, bir seferde tamamen satmasıdır. Fourier'nin sözü, durumun gereklerine
göre yapılmış bütün evlenmelere uygun düşer:
"Nasıl dilbiliminde, iki olumsuz sözcükten bir olumlama çıkarsa, tıpkı
onun gibi, evlilik ahlâkında da, iki fuhuştan bir iffet çıkar."
Cinsel aşk, ancak ezilen sınıflar içinde, yani günümüzde, proletarya
içinde, kadınla kurulan ilişkilerin gerçek kuralı olabilir ve ancak proletarya
içinde durum böyledir; bu ilişkiler toplum tarafından ister onaylansın,
ister onaylanmasın. Ama burada, klasik tek-eşliliğin bütün temelleri yıkılmıştır.
Proletaryada, tek-eşlilik ve erkek üstünlüğünün, kendisinin korunması ve
mirasçılara geçmesi için kurulmuş olduğu hiçbir mülkiyet bulunmaz; öyleyse,
bu sınıfta, erkek üstünlüğünü yararlı hale getirmek için hiçbir uyarıcı
yoktur. Üstelik, hatta bunu sağlamak için gerekli araçlar bile eksiktir
bu üstünlüğü koruyan burjuva hukuku, yalnızca mülk sahipleri ve onların
proleterlerle olan ilişkileri için mevcuttur; tuzluya oturur; öyleyse,
para yokluğundan, işçinin karısı karşısındaki durumunda hiçbir geçerliliğe
sahip değildir. İşçinin, karısı karşısındaki durumunda, koşullara göre,
bambaşka kişisel ve toplumsal ilişkiler hüküm sürer. Ve üstelik, büyük
sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve fabrikaya gönderdiği, ve
onu çoğunlukla ailenin desteği durumuna getirdiğinden beri, proleterin
evinde, erkek üstünlüğünün son kalıntısı da temelini yitirmiş oldu - belki,
tek-eşlilikle birlikte töreye girmiş bulunan, kadınlara karşı bir kabalık
artığı hariç. Böylece, Tanrının dünyevi ve uhrevi tüm kayrasına karşın
ve hatta eşler arasında en tutkulu aşk ve en kesin bağlılık da olsa, proleter
ailesi, artık terimin gerçek anlamında tek-eşli biçiminde bir aile değildir.
Bundan ötürü tek-eşliliğin ayrılmaz yoldaşları:
hétaïrisme ve eşaldatma,
proleter aile içinde ancak ve her zaman çok silik bir rol oynar; kadın,
boşanma hakkını gerçekte yeniden elde etmiştir; eğer birbirine dayanamaz
bir duruma gelinirse,
(sayfa 298) ayrılmak yeğ tutulur. Sözün kısası, proletarya evliliği,
sözcüğün etimolojik (kaynağa değgin) anlamında tek-eşli biçimindedir, ama
tarihsel anlamında, asla tek-eşli biçiminde değildir.
Hukukçularımıza göre, yasalardaki ilerleme, kadınların bütün yakınma
nedenlerini, gitgide artan bir ölçüde, ortadan kaldırıyor. Modern uygarlığın
yasama sistemleri, ilk olarak, evliliğin geçerli olabilmesi için, eşlerin
özgürce onadıkları bir sözleşme olması gerektiğini, ikinci olarak da, evlilik
süresince, eşlerin birbirine karşı aynı hak ve görevlere sahip olmaları
gerektiğini kabul etmektedirler. Eğer bu iki koşul, mantıksal bir biçimde
gerçekleşmiş olaydı, kadınlar bütün istediklerine sahip olabilirlerdi.
Özgül bir şekilde hukuksal bir nitelik taşıyan bu kanıtlama, cumhuriyetçi
burjuvanın proleter hakkını reddetmek ve onun ağzını kapamak için kullandığı
kanıtlamanın ta kendisidir. İş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce
yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa
tarafından
kağıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıf durumları arasındaki
ayrılığın taraflardan birine verdiği güç, bu güçlü tarafın öbürü üzerindeki
baskısı —iki tarafın gerçek iktisadi durumu—, bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez
ve iş sözleşmesi süresi boyunca, biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe,
iki taraf da aynı haklardan yararlanıyor sayılır. Ama iktisadi koşullar,
işçiyi, sözümona hak eşitliğinin hatta son kırıntılarından da vazgeçmeye
zorlarmış, bu, yasanın umurunda değildir.
Evlenmeye gelince, eşler, kurallara uygun olarak, nikah tutanağını
serbestçe imzalar imzalamaz, yasa, hatta en liberali bile, tamamen yerine
getirilmiş olur. Gerçek yaşamın oynandığı hukuk kulislerinin ardında olup
bitenler ve bu özgür onamanın ne biçimde sağlandığı, yasayı da, hukukçuları
da, hiç kaygılandırmaz. Bununla birlikte, karşılaştırmalı hukuka şöyle
bir gözatmak, hukukçulara, bu onama özgürlüğünün ne değer taşıdığını gösterebilirdi.
Ana-baba servetinden zorunlu bir parçanın çocuklara yasa tarafından sağlandığı,
öyleyse çocukların mirastan yoksun bırakılamadığı ülkelerde —Almanya'da,
Fransız hukukunun yürürlükte bulunduğu ülkelerde, vb. ...— çocuklar, evlenebilmek
için,
(sayfa 299) ana-babalarının onamasını elde etmek zorundadırlar. Evlenebilmek
için ana-baba onamasının yasal bir koşul olmadığı İngiliz hukukuna bağlı
ülkelerde ise, ana-babaların tam bir vasiyet özgürlüğü vardır ve çocuklarını,
istedikleri gibi mirastan yoksun bırakabilirler. Ama buna karşın, daha
doğrusu bu yüzden, açıktır ki, miras kalacak bir şeyleri bulunan sınıflar
içinde, evlenme özgürlüğü, İngiltere ve Amerika'da, Fransa ve Almanya'da
olduğundan kıl kadar fazla değildir.
Evlilik içinde, erkekle kadının hukuksal eşitliğinde de durum bundan
daha iyi değildir. Kadın-erkek arasında, daha önceki toplumsal durumlardan
bize miras kalmış bulunan eşitsizlik, hiçbir zaman, kadının iktisadi baskı
altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Çocuklarıyla birlikte birçok
evli çifti kapsayan eski komünist ev ekonomisinde, kadınlara bırakılan
ev yönetimi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, toplumsal
zorunluluk taşıyan bir kamu işiydi. Ataerkil aile, ve ondan da çok tek-eşli
olan bireysel aileyle birlikte, her şey değişti. Ev yönetimi, kamusal niteliğini
yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor: bir özel hizmet haline geldi;
toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, bir başhizmetçi oldu.
Toplumsal üretim yolunu -ama yalnız proleter kadına- yeniden açan, günümüzün
büyük sanayidir; ama bu yol, öylesine koşullar içinde açılmıştır ki, kadın,
eğer ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirmek isterse,
toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz; buna karşılık, eğer
toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse, ailesel
görevlerini yerine getirmekten uzak kalır. Kadın için bütün çalışım kollarında,
fabrikadaki gibi, doktorluk ve hukukçulukta da, durum budur. Modern karı-koca
ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel köleliliği üzerine kurulmuştur;
ve modern toplum, salt karı-koca ailelerinden —moleküller gibi— meydana
gelen bir kütledir. Günümüzde, erkek, çoğunlukla, hiç değilse varlıklı
sınıflarda, ailenin dayanağı olmak ve onu beslemek zorundadır; bu durum,
ona hiçbir hukuksal ayrıcalıkla desteklenmeyi gereksinmeyen, egemen bir
otorite kazandırır. Aile içinde, erkek, burjuvadır; kadın, proletarya rolünü
oynar. Ama sanayi dünyasında proletaryayı ezen iktisadi
(sayfa 300) baskının özgül
niteliği, kendini bütün sertliğiyle, ancak kapitalist sınıfın bütün yasal
ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuksal eşitlik
kurulduktan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığı yoketmez; tersine, bunlar arasındaki savaşımın, üzerinde
yapılacağı alanı ilk hazırlayan odur. Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki
egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal
eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak,
erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık
göstereceklerdir O zaman görülecektir ki kadını kurtuluşunun ilk koşulu
bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul karı-koca
ailesinin, -toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.
*
Demek ki, kaba çizgilerle, insanlığın gelişmesindeki bellibaşlı üç
aşamaya uygun düşen, bellibaşlı üç evlilik biçimi var. Yabanıllığa, grup
halinde evlilik; barbarlığa, iki-başlı-evlilik; uygarlığa [da -ç.], eşaldatma
ve fuhuşla tamamlanan tek-eşlilik [karşılık düşüyor -ç.]. Barbarlığın yukarı
aşamasında, iki-başlı-evlilikle tek eşlilik arasında, köle kadınların erkeklere
uyrukluğu ve çok-karılılık sıkışıverir.
Bütün açıklamamızın göstermiş olduğu gibi, bu kronolojik ardarda geliş
içinde kendini gösteren ilerlemenin bağlı bulunduğu özellik, kadınlar giderek
grup halinde evliliğin cinsel özgürlüğünden yoksunlaştırıldıkları halde,
erkeklerin bu özgürlüğü yitirmemeleridir. Gerçekte, grup halinde evlilik,
günümüze kadar; varlığını erkekler için fiilen sürdürmüştür. Kadın için
bir suç olan ve ağır yasal ve toplumsal sonuçlar getiren şey, erkek için
yüz ağartıcı bir şey, ya da, en kötü durumda, zevkle taşınan hafif bir
ahlâki leke olarak kabul edilir. Ama geleneksel
hétaïrisme, çağımızda,
kapitalist üretim tarafından değiştirilip, kendini bu üretim biçimine uydurdukça,
gitgide daha açık olarak fuhuş haline dönüşür ve gitgide daha ahlâk bozucu
bir duruma gelir. Bu durum kadınlardan da çok, asıl erkekler için ahlâk
bozucudur. Fuhuş, kadınlar içinde, yalnızca kendini buna kaptıran
(sayfa 301) mutsuzları
alçaltır; ve bunların sayısı, genellikle sanıldığından çok daha küçüktür.
Buna karşılık, o, bütün erkek dünyasının niteliğini değerden düşürmekte,
alçaltmaktadır. Böylece, özellikle uzun süren on nişanlılık durumundan
dokuzu, evlilikte sadakatsizlik için gerçek bir hazırlık okuludur.
Şimdi, tamamlayıcısının, yani fuhşun olduğu kadar, tek eşliliğin de
güncel iktisadi temellerini kökten değiştirecek bir toplumsal devrime gidiyoruz.
Tek-eşlilik, önemli servetlerin bir elde —bir erkek elinde— toplanmasından,
ve bu servetlerin, başka hiç kimseye değil, bu adamın çocuklarına kalması
isteğinden doğdu. Bunun için, erkeğin değil, kadının tek-eşliliği gerekliydi;
öyle ki, kadının bu tek-eşliliği erkeğin açık ya da saklı çok-karılılığına
hiç de engel olmuyordu. Ama eli kulağında bulunan toplumsal devrim, vasiyetle
bırakılabilecek en önemli sürekli servetlerin: üretim araçlarının hiç olmazsa
büyük bölümünü toplumsal mülkiyete dönüştürerek, bütün bu çoluk-çocuk kaygılarını
en aza indirecektir. İktisadi nedenlerden doğmuş bulunan tek-eşlilik, bu
nedenler ortadan kalkınca yokolacak mı?
Buna, hiç de haksız olmayarak, şu yanıt verilebilir: Yok olması bir
yana, tek-eşlilik, asıl bu andan sonra tam anlamıyla gerçekleşecektir.
Gerçekten, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte,
ücretli emek de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda,
belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerden hesaplanabilir),
para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir.
Fuhuş ortadan kalkınca, tek-eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, sonunda
bir gerçek haline gelir, — hatta erkekler için bile.
Öyleyse erkeklerin durumu, herhalde, adamakıllı değişmiş olacaktır.
Ama kadınların, bütün kadınların durumu da, büyük bir değişikliğe uğrayacaktır.
Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçtikten sonra, karı-koca ailesi,
toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi, toplumsal bir
sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu işi olur; toplum,
meşru ya da gayrimeşru, bütün çocukların bakımını üzerine alır. Kendini
sevdiği erkeğe kayıtsız-şartsız vermekten bir genç kızı alıkoyan —ahlâki
olduğu kadar da iktisadi— başlıca toplumsal neden, "sonra ne
(sayfa 302) olacak?"
kaygısı da, aynı biçimde, ortadan kalkar. Bu, cinsel ilişkilerde yavaş
yavaş daha büyük bir özgürlüğün yerleşmesi ve aynı zamanda, bakire kızların
onuru ve bakire olmayanların onursuzluğu konusunda uzlaşmazlıktan daha
uzak bir kamuoyunun oluşması için, yeterli bir neden değil midir? Son olarak
modern dünyada, tek-eşlilik ile fuhşun birbirine karşıt şeyler, ama birbirinden
ayrılmaz karşıt şeyler, aynı toplumsal durumun iki kutbu olduklarını görmedik
mi? Fuhuş, kendisiyle birlikte tek-eşliliği de uçuruma sürüklemeksizin,
ortadan kalkabilir mi?
Burada yeni bir öğe işe karışır, tek-eşlilik meydana çıktığı çağda,
hiç değilse tohum halinde varolan bir öğe: bireysel cinsel aşk.
Bireysel cinsel aşk, ortaçağdan önce sözkonusu edilemezdi. Söylemek
gereksizdir ki, kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb., ayrı
cinsten kimseler arasında daima cinsel ilişkiler isteği uyandırmış ve hiç
kimse, ilişkilerin en içtenine giriştiği kimsenin, şu ya da bu olması konusunda
kayıtsız kalmamıştır. Ama bununla, bizim bildiğimiz biçimiyle cinsel aşk
arasında dağlar var. Bütün antikçağda, evlilikler büyüklerce kararlaştırılır
ve ilgililer de buna sessiz sedasız uyarlar. Antikçağ dünyasının tanımış
olduğu karı-koca aşkıysa, öznel bir eğilim değil, nesnel bir ödevdir; evliliğin
nedeni değil müttefikidir. Deyimin modern anlamıyla aşıkhane ilişkiler,
antikçağda, ancak resmi toplum dışında kurulurlar. Theokrit ve Moşüş'un
aşk sevinçlerini ve aşk acılarını şarkılaştırdıkları çobanlar, Longus'un
Daphnis ve Chloé'si, hep, özgür yurttaşın yaşama ortamı olan devlette hiçbir
yeri bulunmayan kölelerdir. Ama kölelerin dışında, aşk maceralarına, yalnızca
batış halindeki antikçağ dünyasının bir bozuluş ürünü olarak rastlarız
ve bu aşk maceraları da Atina'da, Atina'nın batışı öngününde; Roma'da,
imparatorlar zamanında, resmi toplum dışında yaşayan kadınlarla:
hétaïre'lerle,
yani yabancı ya da kölelikten kurtulmuş (azatlı) kadınlarla yaşanır. Özgür
kadın ve erkek yurttaş arasında gerçekten bir aşk macerasına raslanırsa,
bu hep eşaldatma zevki için yaşanan bir şeydi. Ve antikçağdaki klasik aşk
şairi ihtiyar Anakreon, bizim bugün anladığımız biçimdeki cinsel aşkı öylesine
umursamıyordu ki, sevilen
(sayfa 303) nesnenin cinsiyeti bile onun için çok az önem
taşıyordu.
Bizim anladığımız biçimdeki cinsel aşk, basit cinsel istekten, Yunanlıların
Eros'undan adamakıllı ayrılır. Bir yandan, cinsel aşk, sevilen kimsenin
de sevmesini gerektirir; bir bakıma, cinsel aşkta kadın erkeğe eşittir;
oysa antik
Eros'ta, kadının düşüncesi hiç sorulmazdı. Öte yandan, cinsel
aşkın, sevişenlere, birbirine sahip olamama ve birbirinden ayrılmayı, ağır
yıkımların en büyüğü değilse, büyük bir yıkım gibi gösteren bir yeğinlik
ve bir süresi vardır; birbirine sahip olabilmek için, sevişenler her şeyi
yapar, hatta ölüme kadar giderler ki bu durum antikçağda, ancak eşaldatma
durumunda görülürdü. Son olarak, cinsel ilişkinin değerlendirilmesinde
yeni bir ahlâk kuralı uygulanır; yalnızca bu ilişkinin evlilik içi mi,
evlilik dışı mı olduğuna bakılmaz; ayrıca şu da aranır: Bu ilişki aşka,
karşılıklı aşka dayanıyor mu? Feodal ya da burjuva yaşayışında, bütün öbür
ahlâk kurallarına ne kadar kulak asılırsa, bu yeni kurala da o kadar kulak
asılacağı meydandadır — herkes bildiğini yapar. Ama bu yeni ahlâk kuralı,
öbürlerinden daha kötü bir davranış da görmez. Bu da, tıpkı öbürleri gibi
... teoride, kağıt üstünde kabul edilir. Ve şimdilik bu yeni ahlâk kuralının
bütün görüp göreceği de budur.
Antik çağın, cinsel aşka doğru yaptığı atılışlarda durmuş bulunduğu
nokta, orta çağın hareket noktasıdır: eş aldatma.
Tagelieder'leri (
aubade'ları)
icat eden şövalye aşkını daha önce anlatmıştık. Evliliği bozmak isteyen
bu aşkla, evliliği kurması gereken aşk arasında, aşılacak uzun bir yol
var; ve şövalyelik bu yolu asla tamamen aşamadı. Hatta uçarı Latinlerden
erdemli Almanlara da geçsek,
Nibelungen'ler şiirinde görürüz ki, Siegfried'in
kendisine aşık olduğu kadar gizlice Siegfried'e aşık olan Kriemhild bile,
Gunther, onu, adını söylemediği bir şövalyeye vaadettiğini haber verince,
yalnızca şöyle der: "Bana sormanıza hiç gerek yok; siz ne emrederseniz,
daima öyle olmak isterim; bana koca olarak verdiğiniz kim ise, Senyör,
benim de nişanlanmak istediğim odur."
[8]
Her şeyden sonra aşkının da hesaba
katılabilmesi, Kriemhild'in aklına bile gelmez. Birbirlerini hiç görmeden,
(sayfa 304)
Gunther, Brunhild'le, Etzel, Kriemhild'le evlenmek ister;
Gutrun'da
[164] da
böyle: İrlandalı Sigebant, Norveçli Ute ile; Hetel von Hegelingen, İrlandalı
Hilde ile evlenmek ister; sonunda Siegfried von Morland, Hartmut von Ormanien
ve Herwig von Zélande, Gutrun ile evlenmek isterler. Ve yalnızca bu son
durumda, kadın, tamamen kendi isteğiyle, üçüncü talip için karar verir.
Genel olarak, genç prensin nişanlısı, eğer hayattaysalar, prensin büyükleri
tarafından, prensin büyükleri hayatta değilse, bu konuda büyük bir söz
sahibi olan büyük feodallerin onayıyla, prens tarafından seçilir. Zaten
bu iş, başka türlü olamazdı. Tıpkı prens için olduğu gibi, şövalye ya da
baron için de, evlenme siyasal bir iştir, yeni ittifaklarla gücünü artırmak
için bir olanaktır; bu konuda bireyin yeğlemelerine göre değil,
evin çıkarına
göre karar vermek gerekir. Bu koşullar içinde, evlenme kararlaştırılırken,
son sözü nasıl olur da aşk söyleyebilir?
Ortaçağ kentlerindeki korporasyonlar (loncalar) burjuvası için de durum
başka türlü değildi. Korporasyon burjuvasını koruyan ayrıcalıklar, korporasyonların
sınırlayıcı tüzükleri, onu, bazan öbür korporasyonlardan; bazan kendi meslektaşlarından,
bazan da kalfa ve çıraklarından yasal olarak ayıran yapay sınırlar, kendine
uygun bir kan arayabileceği çevreyi adamakıllı daraltıyordu. Ve bu karmakarışık
sistem içinde, ona hangi kadının en uygun düştüğünü asla bireysel yeğlemeler
değil, aile çıkarı kararlaştırıyordu.
Demek ki, büyük bir çoğunlukla, evlenme ortaçağın sonuna kadar, başlangıçtan
beri ne idiyse öyle kaldı: asla ilgililerce sonuçlandırılmayan bir iş.
Başlangıçta, dünyaya evli gelinirdi — karşı cinsten bütün bir grupla evli.
Grup halinde evliliğin daha sonraki biçimlerinde de, benzer koşullar, herhalde
vardı; ama grup gitgide daralıyordu. İki-başlı-ailede kural, çocuklarının
evlenmelerini, annelerin kendi aralarında konuşup kararlaştırmalarıdır;
burada da, genç çiftin gens ve aşiret içindeki durumunu sağlamlaştıracak
yeni akrabalık ilişkileri üzerindeki düşünceler, kesin bir biçimde işe
karışıyorlar. Ve özel mülkiyetin kolektif mülkiyete üstünlüğü ve mirasın
soydan geçmesi dolayısıyla babalık hukuku ve tek-eşliliğin egemenliği başlayınca,
evlilik
(sayfa 305) de her zamandan çok iktisadi düşüncelere bağlı bir duruma geldi.
Satın alma yoluyla evliliğin
biçimi ortadan kalkar, ama kendisi durmadan
artan bir ölçüde uygulanır; öyle ki, yalnızca kadın değil, erkek de kendi
fiyatına gider — kişisel niteliklerine göre değil, servetine göre [belirlenen
fiyatına -ç.]. Evlenmenin her şeyin üstündeki nedeni, ilgililerin birbirine
karşı duydukları karşılıklı aşk olmalıydı; ama bu, egemen sınıfların yaşayışında
hiç görülmemiş bir şey olarak kalmış, olsa olsa yalnızca romanlarda, ya
da — hiç hesaba katılmayan ezilmiş sınıflar içinde görülmüştür.
Coğrafi bulgulamalardan sonra, dünya ticareti ve manüfaktür imalatıyla
dünyaya egemen olmak için hazırlandığı zaman, kapitalist üretimin bulduğu
durum buydu. Bu evlilik biçiminin, kapitalist üretime çok uygun düştüğüne
inanılabilirdi; gerçekten de öyle oldu. Ama —evrensel tarihin hilesine
akıl ermez— bu evlenme biçiminde öldürücü bir yara açmak zorunda kalan
da kapitalist üretim oldu. Her şeyi metaya dönüştürerek, kapitalist üretim,
geçmişe ait bütün geleneksel ilişkileri paramparça etti: soydan geçme törelerin,
tarihsel hukukun yerine, alım-satımı, "özgür" sözleşmeyi koydu; işte bu
noktada, İngiliz hukukçusu H. S. Maine, önceki çağlara göre bizim bütün ilerlememizin,
from status to contract'a, yani soydan soya aktarılan koşullardan, özgürce
onanan koşullara geçmemizden ibaret olduğunu söyleyerek, büyük bir bulgulamada
bulunduğuna inanıyordu; oysa bu, aslında doğru olduğu ölçüde, daha önce
Komünist Manifesto'da dile getirilmişti.
Ama bir sözleşme yapmak için, kişiliklerine, eylemlerine ve mallarına
özgürce sahip olabilen kimselerin, eşit bir şekilde karşılaşmaları gerekir.
İşte, bu ``özgür" ve "eşit" bireyleri yaratmak, kapitalist üretimin bellibaşlı
eserlerinden biri oldu. Bu iş, önceleri, yarı-bilinçli yarı-bilinçsiz ve
dinsel görünüşler altında gerçekleştirildiyse de, lüterci ve kalvenci Reformdan
sonra, insanın ancak tam bir özgürlük içinde yaptığı işlerden tamamen sorumlu
bulunduğu ve insanı ahlâk-dışı bir eyleme zorlayan bütün baskılara karşı
koymanın, ahlâki bir görev olduğu ilkesi yerleşmiştir. Ama bu ilke, evlenme
akdinde o zamana kadar yürürlükte bulunan
(sayfa 306) pratikle nasıl uzlaştırılabilirdi?
Burjuva anlayışına göre, evlilik bir sözleşmeydi, hukuksal bir işti; ve
hatta, iki insanın bedenini ve ruhunu yaşam boyunca birbirine bağladığına
göre, bütün hukuksal işlerin en önemlisiydi. Evet artık bu hukuksal iş,
biçim bakımından özgürce sonuçlandırılıyordu: İlgililer "evet" demedikçe,
bu iş tamamlanamazdı. Ama bu "evet"in nasıl sağlandığı ve evliliğin gerçek
yapıcılarının neler olduğu da çok iyi biliniyordu. Bununla birlikte, eğer
bütün öbür sözleşmeler için gerçek karar özgürlüğü isteniyorduysa, neden
bu sözleşme için istenmesindi? Bir çift meydana getirecek olan iki genç
kişi, kendilerine, kendi beden ve organlarına, özgürce sahip olmak hakkından
yoksun muydular? Cinsel aşk; şövalyelik tarafından moda haline getirilmemiş
miydi, ve eşaldatıcı şövalye aşkı karşısında, karı-koca aşkı, cinsel aşkın
gerçek burjuva biçimi değil miydi? Ama eğer, karı-kocanın görevi birbirini
sevmekse, aynı biçimde aşıkların görevi de birbiriyle evlenmek ve başka
hiç kimseyle evlenmemek değil midir? Birbirini sevenlerin hakkı, ana-baba
hakkından, akrabalık ya da herhangi öbür geleneksel evlilik aracısı ya
da simsarı hakkından üstün değil miydi? Kutsal kitapları kendi başına yorumlama
özgürlüğü, kiliseye ve dine elini kolunu sallaya salaya girdikten sonra,
genç kuşağın bedeni, ruhu, serveti, mutluluğu ve mutsuzluğu üzerinde egemen
olmak isteyen eski kuşağın çekilmez kendini beğenmişliği karşısında nasıl
durulabilirdi?
Bu sorular, toplumun bütün eski ilişkilerini gevşeten ve bütün geleneksel
kavramları sarsan bir çağda, zorunlu olarak ortaya çıkmak durumundaydılar.
Birdenbire, dünya, eskisinden hemen hemen on kez daha büyük bir duruma
gelmişti; bir yarıkürenin dörtte-biri yerine, şimdi Batı Avrupalıların
gözleri önünde, öbür yedi çeyreğine de sahip olmak istedikleri bütün bir
dünya küresi uzanıyordu. Ülkeleri ayıran eski dar engellerle birlikte,
ortaçağ düşüncesinin bin yıllık, günü geçmiş engelleri de yıkılıyordu.
İnsanın gözü ve kafası önünde, sonsuz derecede geniş bir ufuk açılıyordu.
Hindistan'ın zenginlikleri, Meksika ve Potosi'nin altın ve gümüş madenleri
tarafından çekilen genç adam için, namusluluk ününün, kuşaktan kuşağa geçen
onurlu lonca
(sayfa 307) ayrıcalığının ne önemi olabilirdi? Bu çağ, burjuvazinin gezici
şövalyelik çağı oldu. Onun da romantizmi ve aşıkane cezbeleri vardı; ama
burjuva bir temel üzerinde, ve son tahlilde, gene burjuva ereklerle.
Ve işte böylece, yükselmekte olan burjuvazi, özellikle kurulu düzenin
her yerden çok sarsılmış bulunduğu protestan ülkelerin yükselmekte olan
burjuvazisi, evlenme konusunda da, sözleşme yapanlar arasındaki özgürlüğü
giderek kabul etti ve bunu, yukarda anlatılan biçimde, uyguladı. Evlenme,
gene sınıf evlenmesi olarak kaldı; ama, ilgililere, kendi sınıfları içinde,
belirli bir seçme özgürlüğü tanındı. Ve karşılıklı bir cinsel aşka ve çiftlerin
gerçekten özgürce bir anlaşmasına dayanmayan bütün evliliklerin ahlâksızca
bir şey olduğu, kağıt üzerinde, şiirlerde olduğu gibi ahlâk teorisinde
de, sarsılmaz bir kural haline geldi. Uzun sözün kısası, aşk evliliği [bir
-ç.] insan hakkı [olarak -ç.] ilan edildi; ve yalnızca
droit de l'homme[7]
olarak değil, ayrıca istisnai bir biçimde,
droit de la femme[7]
olarak.
Ama bu insan hakkı, bir noktada, bütün öbür sözüm ona İnsan Haklarından
ayrılıyordu. Bu İnsan Hakları, pratikte, egemen sınıfa, burjuvaziye özgü
bir hak olarak kalıyor, ezilen sınıf, proletarya için hiç de söz konusu
olmuyorken, tarihin hilesi, burada kendini bir kez daha gösteriyor. Egemen
sınıf, bilinen iktisadi etkilerin egemenliği altındadır; bunun sonucu,
ezilen sınıf içinde bu gerçekten özgür evlilikler, görmüş bulunduğumuz
gibi, kural olduğu halde, egemen sınıf içinde istisnai bir durum gösterir.
Demek ki evlilik akdinde özgürlüğün tam ve genel bir biçimde gerçekleşmesi
için, kapitalist üretim ile bu üretimin kurduğu mülkiyet koşullarının ortadan
kaldırılmasının, bugün bile eşlerin seçimi üzerinde o kadar büyük bir etkisi
bulunan bütün ikincil iktisadi düşünceleri bir yana attırması gerekir.
O zaman, karşılıklı aşktan başka hiçbir neden kalmayacaktır.
Ama, cinsel aşk, özü gereği tekelci olduğundan, —bu
(sayfa 308) tekelciliğin, günümüzde,
yalnızca kadında tamamen gerçekleşmesine karşın—, cinsel aşk üzerine kurulu
evlilik de, özü gereği, karı-koca evliliğidir. Bachofen'in, grup halinde
evlilikten karı-koca evliliğine doğru gerçekleşen ilerlemeyi, özünde kadınların
eseri olarak kabul etmekte ne kadar haklı olduğunu görmüştük; yalnızca,
iki-başlı evliliğin tek-eşlilik yararına bırakılması; erkeklerin hesabına
kaydedilmelidir. Ve tarihte, bunun etkisi, özellikle kadınların durumunu
daha da kötüleştirmek ve erkeklerin sadakatsizliğini kolaylaştırmak olmuştur.
Şimdi, erkeğin bu adet hükmündeki sadakatsizliğine, kadınların (kendi varlıkları
ve daha da çok çocuklarının geleceği kaygısıyla) katlanma nedeni olan iktisadi
koşullar ortadan kaldırılsın, böylece kadının elde edeceği eşitlik, daha
önceki bütün deneylere göre, erkeklerin, kadınların çok-kocalı olacaklarından
daha çok tek-eşli olmaları sonucunu verecektir.
Ama tek-eşliliğin kesinlikle yitirecek olduğu şey, doğuşunu borçlu
bulunduğu mülkiyet koşullarından kendisine geçen belirleyici niteliklerin
tümüdür; ve bu nitelikler, bir yandan erkeğin üstünlüğü, bir yandan da,
evliliğin bozulmazlığıdır. Evlilik içinde erkeğin üstünlüğü; onun iktisadi
üstünlüğünün yalın bir sonucudur ve bununla birlikte kaybolacaktır. Evliliğin
bozulmazlığı ise, kısmen tek-eşliliğin içinde kurulduğu iktisadi durumun,
kısmen de, bu iktisadi durumla tek-eşlilik arasındaki bağlantının henüz
açıkça anlaşılmayarak dinsel bir reformasyona uğradığı bir çağ geleneğinin
sonucudur. Bu bozulmazlık, bugün bir yönünden yaralanmış bulunuyor. Eğer
yalnızca aşk üzerine kurulu evlilik ahlâki ise, yalnızca aşkın devam ettiği
evlilik ahlâki demektir. Ama bireysel cinsel aşk nöbetinin süresi, kişiden
kişiye çok değişir; özellikle erkekler de; ve aşkın tamamen tükenmesi,
ya da yeni bir aşk tutkusuyla yitirilmesi, boşanmayı, toplum için olduğu
gibi, iki taraf için de iyi bir iş haline getirir. Yalnızca, insanların,
bir boşanma davasının yararsız çamurları içinde çabalamasından sakınılacaktır.
Öyleyse, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel
ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle
olumsuz bir nitelik
(sayfa 309) taşır, ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir.
Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli
olacak: yaşamlarında, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal
güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini gerçek
aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi
sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek
olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman,
bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç
kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları
kamuoyunu kendileri yaratacaklardır — bir nokta, işte bu kadar.
Şimdi gene, bir hayli uzaklaşmış bulunduğumuz Morgan'a dönelim. Uygarlık
dönemi boyunca gelişen toplumsal kurumların tarihsel irdelenmesi, onun
kitabının çerçevesini aşar. Bu yüzden, bu dönem boyunca tek-eşliliğin geleceği
üzerinde pek az durur. Nedir ki, o da, bu ereğe erişilmiş olduğuna inanmamakla
birlikte, tek-eşli ailenin gelişimi içinde, iki cins arasındaki tam bir
hak eşitliğine doğru bir ilerleme görür. Ama, der ki:
"Eğer ailenin ardarda dört biçimden geçmiş ve şimdi bir beşinci biçime
bürünmüş olduğu olgusu kabul edilirse, ortaya bu [son -ç.] biçimin, gelecek
için sürekli olup olamayacağını bilmek sorunu çıkar. Buna verilmesi olanaklı
tek yanıt, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, toplum geliştikçe, aile biçiminin
de gelişmek, toplum değiştiği ölçüde, aile biçiminin de değişmek zorunda
bulunduğudur. Aile biçimi, toplumsal sistemin ürünüdür ve onun kültür durumunu
yansıtacaktır. Tek-eşli aile uygarlığın başlangıcından bu yana, hele modern
zamanlarda çok belirli bir iyileşme gösterdiğine göre, en azından, onun;
iki cins arasındaki eşitliğe ulaşılana kadar, yeni olgunlaşmalara yetenekli
olduğu düşünülebilir. Eğer uzak bir gelecekte, tek-eşli aile, toplumun
gereksinmelerini karşılayamaz bir duruma gelirse, onun yerini alacak olan
ailenin nasıl bir öz taşıyacağını şimdiden söylemek olanaksızdır."
(sayfa 310)
Dipnotlar
[4] Baehofen, bu ilkel durumu "
hétaïrisme" terimiyle adlandırılarak, bulmuş olduğu, daha doğrusu kestirmiş olduğu şeyi ne kadar az anlamış bulunduğunu ortaya koyar. Bu sözcüğü türettikleri zaman,
hétaïrisme, Yunanlılar için bekâr ya da karı-koca evliliği halinde yaşayan erkeklerin, evli olmayan kadınlarla ilişkisini belirtiyordu; bu terim, hep, adı geçen ilişkinin, kendi dışında kurulduğu belirli bir evlilik biçimini, ve hiç değilse bir olanak şeklinde, daha şimdiden, fuhuşu içerir. Sözcük zaten hiçbir zaman başka bir anlamda kullanılmamıştır ve Morgan'la birlikte ben de bu ânlamda kollanıyorum. Bachofen'in son derece önemli bulguları, erkekler ile kadınlar arasındaki tarihsel ilişkilerin kaynağını onların gerçek varlık koşullarında değil, insanlığın çeşitli çağlardaki dinsel düşüncelerinde sandığı için, her yerde gerçeklerden uzaklaşacak kadar bozulmuşlardır. [
Engels'in notu.]
[5] 1882 yılının başlarında yazdıgı bir mektupta Marx
[148], Wagner'in ilkel çağları tamamen değiştiren
Nibelungen'in metni konuşundaki düşüncelerini çok sert sözlerle dile getirir. "İnsanın kız kardeşini karısı gibi kucaklaması hiç duyulmuş mudur?"
[149] Aralarındaki aşk entrikalarını, tamamen modern bir biçimde, bir zina çeşnisi katarak daha da dokunaklı bir hale getiren bu Wagnerci sefahat tanrılarına, Marx şu yanıtı verir: "İlkel çağlarda, kız kardeş
karı idi ve bu durum
ahlâka uygun idi." [
Engels'in 1884 baskısına notu.]
Wagner hayranı Fransız dostlarımdan biri, bu notta oydaş değil; ve daha Wagner'in dayandığı eski
Edda[150] içinde,
Oegisdrecka'da, Loki'nin Freia'yı: "Tanrıların önünde kendi öz ağabeyini kucakladın" diye kınamasına dikkat edilmesini istiyor. Demek ki, daha bu dönemde, kardeşler arasında evlilik yasaklanmış bulunuyordu.
Oegisdrecka, eski mitoslara olan inancın tamamen yıkıldığı bir dönemin ifadesidir; Lucien [Samsatlı Lukianos -ç.] tanrıda, tanrılara karşı düpedüz bir yergidir. Eğer bir Mefistofales rolü oynayan Loki, bu yapıtta Freia'ya böylesine bir kınamada bulunuyorsa, bu daha çok Wagner'e karşı bir kanıt olur. Birkaç dize sonra, Niördhr'e hitap eden Loki, şöyle diyor: "Sen kız kardeşinle birlikte, (böyle) bir oğul getirdin dünyaya" (
vidh systur thinni gaztuslikan mog), Niördhr, bir
Az değil, bir
Van'dır (
Vane); ve
Ynglings Sagog'da,
[151] kardeşler arasında evlenmenin, Vanaland'da töre olduğu söylenir. Azlar ülkesinde durum böyle değildi. Bu durum, Vanların Azlardan daha eski tanrılar olduklarını gösterir. Herhalde, Niördhr, Azlar'ın arasında, onlara eşit durumda yaşadı ve
Oegisdrecka, daha çok tanrılar üzerindeki Norveç efsanelerinin oluşması çağında, kardeşler arasındaki evlenmenin, hiç değilse tanrılar arasında henüz hiçbir tiksinti uyandırmadığını gösteren bir kanıttır. Eğer Wagner özürlü görülmek isteniyorsa, belki
Edda'ya değil,
Tanrı ve Bayader baladında, kadının dinsel teslimiyetini modern fuhuşa çok yaklaştırma yanılgısını işleyen Gœthe'ye başvurmak, daha doğru olur. [
Engels'in 1891 dördüncü baskıya notu.]
[6] Bachofen'in "sefahatla döllenme" adını verdiği ve bulgulamış olduğunu sandığı engelsiz cinsel ilişki izleri, artık kuşkuya hiç yer kalmadığı gibi, grup halinde evlenmeye bağlıdır. "Eğer Bachofen bu ortaklaşa (
punaluenne) evlenmeleri "kuralsız" buluyorsa, o çağda yaşayan biri de, bizim baba ya da ana tarafından yakın ya da uzak kuzenler arasındaki evlenmelerimizi zina gibi görürdü; bu işte, kandaş kardeşler arasında yapılmış bir evlenme bulurdu" (Marx). [
Engels'in notu.]
[7] Engels,
droit de l'homme ve
droit de la femme sözcüklerini asıl metinde de Fransızca olarak yazmıştır.
Droit de l'homme, hem "insan hakkı" hem "erkek hakkı" anlamına gelir; burada ünlü burjuva "İnsan Hakları Bildirisi"ne anıştırmada bulunarak, "erkek hakkı" anlamında kullanılmaktadır.
Droit de la femme, "kadın hakkı" demektir.
[8] Bkz.
Nibelungenlied, Song X. -Ed.
[9] Bkz. K. Marx, F. Engels,
Alman İdeolojisi [
Feuerbach], Sol Yayınları, Ankara 1976; Marx-Engels,
Seçme Yapıtlar, 1, s. 37. -Ed.
[148] Marx'ın bu mektubu saklanmamıştır. Engels, Kautsky'e gönderdiği 11 Nisan 1884 tarihli mektubunda bu mektubu anmaktadır. -263.
[149] Gönderme Richard Wagner'in yazdığı operatik dörtlü
Ring of the Nibelungs'un metninedir. Bu dörtlünün konusu İskandinav destanı
Edda ile Germen destanı
Nibelungenslied'den alınmıştır. -263.
[150] Edda ve Oegisdrecka. — İskandinav halkının eski mitalojik öykülerinin ve yiğitlik türkülerinin bir derlemesi. -263.
[151] Az ve Van. — İskandinav mitalojisinde iki grup tanrı. Ynglinga saga'sı, bir İzlanda şairi ve vakanüvisi olan Snorri Sturluson'ın, eskiçağlardan 12. yüzyıla kadarki Norveç kralları üzerine yazdığı saga olup kitaptaki ilk sagadır. -263.
[152] Gönderme, Avusturyalı yerli kabilelerin pek çoğu arasındaki özel gruplaradır. Her grubun erkekleri belirli bir başka bir gruptan olan kadınlarla evlenebilirdi. Her kabilede 4-8 grup vardı. -267.
[153] Devirli cinsel eğlenceler (
Sturnalia). — Eski Roma'da, hasat kutlanırken, Aralık ayı ortasındaki Satürn şenliği. Sözcük şimdi bir orgy'i, yabanıl, dizginsiz bir kutlamayı belirtmek için kullanılıyor. -276.
[154] Bkz. L. H. Morgan,
Ancient Society, London, 1877, s. 465-66. -283.
[155] Aynı yapıt, s. 470. -284.
[156] Gönderme, M. M. Kovalevski'nin yapıtınadır:
Primitive Law, Book I, The Gens, Moscow, 1886. Yazar Rusya'daki aile topluluğu üzerine Orşanski'nin 1875'te ve Yefimenko'nun 1878'de derlediği verilere işaret ediyor. -285.
[157] Yaroslav Pravda'sı,
Rus Pravda'nın, 11. ve 12. yüzyıllarda geleneksel yasalara dayalı olarak ortaya çıkmış olup o tıplumun toplumsal-ekonomik ilişkilerini yansıtan eski Rus yasalarının kod (
Code)u olan
Rus Pravda'nın eski versiyonunun birinci bölümü.
Dalmaçya Yasaları, 15-17. yüzyıllarda Politz'te (Dalmaçya'nın bir kesimi) yürürlükteydi. Politz Statüsü diye bilinirler. -285.
[158] Calpulli. — Mexico'da İspanyol fethi sırasında Meksikalı kızılderili aile topluluğu. Üyelerinin ataları ortak olan her aile topluluğunun kalıtçılar arasında bölünemeyen veya zorla elkonamayan ortak bir arazi parseli vardı. -286.
[159] Das Auslan ("Yabancı Ülkeler"). — Coğrafya, etnografya ve doğal bilimle ilgilenmiş, 1828-93 yıllarında yayımlanmış bir Alman dergisi. 1873'ten sonra Stuttgart'ta çıkmıştır. -286.
[160] Gönderme
Civil Code'un (Yurttaşlık Yasasının) 200. maddesinedir. -288.
[161] Ispartalılar (
Spartiatlar). — Eski Isparta'da bütün yurttaşlık haklarından yararlanan yurttaşların sınıfı.
Helotlar. — Eski Isparta'da toprağa bağlı ve Ispartalı toprak sahiplerine vergi ödemekle yükümlü, olanakları kıt kişilerin sınıfı. -290.
[162] Aristofanes —
Thesmophoriazusae. -290.
[163] Afrodit Tapınakları Köleleri (
Hierodular). — Eski Yunanda ve Yunan sömürgelerinde her iki seksten tapınak köleleri. Küçük Asya'yı ve Korenti de içeren birçok yerde, kadın tapınak köleleri orospuluk da yapardı. -293.
[164] Gutrun. — Bir 13. yüzyıl German destan şiiri. -305.