Feuerbach ve Dietzgen. 2 4 .
En erken 1908 yılı Mayıs ayında
|
Orijinale tıpatıp
|
yapılmış haşiyeler
|
uygundur.
|
Kısmen 1933 yılında Lenin Derlemesi
|
XXV’te yayınlanmıştır.
|
|
Tam metin halinde ilk olarak
|
|
burada yayınlanmaktadır
|
|
[sayfa 352]
ABEL REY. MODERN FELSEFE
PARİS, 1908174
ÖNSÖZ
[6–7] ... Zekânın ve akim yaratımı olan bilim, doğa üzerindeki etkili gücümüzü sağlamağa yarar sadece. Şeylerden yararlanmayı, peyleri kullanmayı öğretir bilim bize; ama şeylerin özleri hakkında hiç bir şey öğretmez...
|
|
... Anlaşılacağı gibi, bu incelemede ben, pozitif, “bilimci” görüş açısı ile “pragmatik” görüş açısını karşıt koydum temel bakımdan. Ve elden geldiğince tarafsız olmağa çalıştım...
|
|
NB
|
BİRİNCİ BÖLÜM
FELSEFE TARTIŞMALARININ BUGÜNKÜ AĞIRLIK MERKEZÎ
§ 5. ÇAĞDAŞ FELSEFÎ
DÜŞÜNCENİN TEMEL ANTİNOMİSİ
[28–29]. Genel felsefî sorunun aktüel konumu açısından, olanaklı seçenekler nelerdir? Birini ötekine feda etmeden, birini Ötekine karşı kılmadan, bilim ile pratik etkinliği elden geldiğince sıkı bir birlik içinde tutup korumak söz konusu olduğuna göre, sadece bir tek almaş, bir tek seçenek vardır burada. Ya pratik etkinlik bilimin neticesi olacaktır, yada tam tersine, bilim pratik etkinliğin neticesidir... Bu durumlardan birinde akılcı, anlakçı (yada, entelektüalist) ve olgucu (yada, pozitivist) sistemlerle karşı karşıyayızdır: Bilim dogmacılığıdır bu. Öbür durumda ise, pragmacı, imancı (yada, fideist) sistemlerle yada (Bergson’unki gibi) etkin sezgi sistemleriyle karşı karşıyayızdır: Bu da, edim dogmacılığıdır. Birinci durumda söz konusu olan, eylemek için bilmektir: Bilgi, eylemi yapar. îkinci durumda, bili, eylemin zorunluklarını, gereklerini izlemektedir : Eylem bilgiyi yapar. [sayfa 353]
|
|
NB
|
Ve sanılmasın ki bu sonuncular, bilim nefretini ve cehalet felsefesini ihya etmektedirler. Hayır, Bu filozoflar, içlerinden bazılarının pek sevdiği bir deyimle, “bu bilimi iyice düşündükten sonra”, yani ciddi bir araştırmadan, bilim konusunda çoğu zaman en makbul cinsten bir bilgi hazinesine sahip olduktan, derinlemesine ve eleştirisel bir içdüşünmeden sonra, bilimi pratikten türetiyorlar. Böyle yapmakla bilimi küçültüyorlarsa, ancak dolaylı olarak yapmış olmaktadırlar bunu ; çünkü çoğu, tam tersine, bilime tüm değerinin ancak böylece verilebileceği inancındadırlar...
§6. ÇAĞDAŞ FELSEFE
TARTIŞMALARININ YARARI
[33–35] ...Gerçekten de bir an için bile olsa, pragmatik tezin doğruluğunu kabul edelim ve diyelim ki bilim, Özel bir zanaat, belirli ihtiyaçların karşılanmasına uygun düşen bir çeşit tekniktir. Hangi sonuçlar doğacaktır bu durumda?
İlk olarak, hakikat bir sözcükten ibaret olacaktır bu durumda. Hakikiliği olan bir olumlama, başarı kazanması kesin bir hünerin dile gelişi olmaktadır. Ve aynı durum ve koşullar çerçevesinde bize başarı kapılarını kesinlikle açacak bir çok hüner bulunduğuna ve bireyden bireye değişen alabildiğine çeşitli ihtiyaçlar olduğuna göre, şu pragmatik vecizeyi benimsemek zorunda kalırız : Bizi aynı pratik neticelere götüren bütün öneriler, bütün akılyürütme-ler eşdeğerdirler ve eşit şekilde hakikîdirler; ve pratik neticelere götüren bütün öneri ve akılyürütmeler, gene aynı şekilde meşru olacaklardır. “Hakikat” sözcüğünün bu yeni anlamından çıkan anlamsa şudur: Bilimlerimiz, olumsal ve zorunsuz kurgulardır, bugün olduklarından başka da olabilirlerdi bilimlerimiz, ve o şıkta da gene bir bugünkü kadar hakikî olurlardı, yani eylem aracı olarak geçerli olurlardı.
Bilmenin gerçek form’u olarak, hakikat otoritesi olarak bilimin iflâsı; işte bir ilk sonuç. Mistik duygu cinsinden, zekâ ve aklın kullandığı yollardan daha başka yolların da meşruluğu; işte bir ikinci sonuç. Aslında, görünürde taçlandırır gibi gözüktükleri bütün felsefe, bu sonuçlar için kurulmuş bulunmaktadır...
Bu durumda yapılacak iş, yerleşmiş inançlara karşı çıkan bu kimselere misilleme yapmaktır. Bilimsel hakikatlar! Ama bunların sadece adlarındadır hakikilikleri. Bunlar da inançlardır; ve daha aşağı bir düzeyden, ancak maddesel eylem için kullanılabilen inançlardır; ancak bir teknik alet değeri taşıyabilirler. Dolayısıyle de dinsel dogma, metafizik ideoloji yada ahlâk, bunlardan çok daha üstündür.
Her hal ve kârda bu inançların önüne set çekemez bilim, çünkü bu durumda bilimin ayrıcalığı hükümsüzdür artık.
Nitekim İşte bunun içindir ki pragmacı ordunun ağır topları, bilimsel deneye karşı ahlâkî deneyi, metafizik deneyi ve özellikle de dinsel deneyi ihya etme çabasındadırlar... [sayfa 354]
|
|
(1)
(2)
NB
NB
NB
|
[37] ...Bu beklenmedik kazançtan yararlanmadan edemezdi metafizikçiler. Dinsel bir ihyanın yanı sıra, metafiziğin ihyasına yaramakta pragmatizm. Pozitivizm, Kant ve Comte’un ardı sıra, XIX. yüzyıl boyunca hemen bütün bilgi alanını istilâ etmiş, bulunuyordu...
[39–40] ... Şu halde pragmacı tavır, ve bu tavır kadar felsefî, özgün ve İlginç olmasalar da rabıtalı sonuçlara götüren öbür tavırlar, İnsan düşüncesinin eski yönetici form’larına yeniden saygınlık kazandırmak sonucunu vermektedir daima; büimsel pozitivizmin “XVIII. yüzyılın ortalarından bu yana başarıyla geriletmiş olduğu bu eski formlarsa, din, metafizik, ahlâk dogmatizmi, işin aslında toplumsal yetkecilik (yada, sosyal otoritarizm)’tir. İşte bunun içindir ki tüm aktüel düşüncenin ve felsefenin” kararsızlık içinde yalpalayarak yöneldiği iki kutuptan biridir bu. Dogmatik gericüiğin kutbudur bu, bütün biçimleriyle yetkeciliğin (yada, otoritarizmin) kutbudur.
Buna karşılık, modern felsefî düşüncenin karşıt kutbu olan salt bilimsel tavır –salt bilimsel, çünkü pratiği bili’nin neticesi haline getirmekle bütün herşeyi bilime bağımlı duruma sokmuş oluyor–, özellikle bir kurtuluş ve özgürleşme çabası olarak belirginlik kazanmaktadır. Yenilikçilere ve yenileyicüere asıl bu yanda raslamaktayız. Rönesans ruhunun mirasçılarıdır bunlar : bunların dolaysız babaları ve eğiticileri, özellikle, XVIII. yüzyü filozofları ve bilginleridir. Bu büyük kurtuluş çağı için, pek doğru bir şekilde şöyle diyordu Mach : “Sadece literatür aracılığıyle bu gelişmeye ve bu kurtuluşa katılabilmiş olan kişi, hayat boyunca XVIII. yüzyıl için melankolik bir acınma duyacaktır.”
|
|
§ 8. METOD. – ÖZET VE SONUÇLAR
[48–-49] ... [Bilimin] nesnel değeri söz konusu olacaktır. Bazıları, bilimin, belirli bakımlardan zorunluğunu kabul etmekle birlikte, konu aldığı gerçekliği tüketemeyecek kadar yetersiz kaldığını düşüneceklerdir...
BÖLÜM II
SAYI VE UZAM SORUNU
MADDENİN NİCELİKSEL ÖZELİKLERİ
§2. AMPİRİZM İLE DOĞUŞTANCILIK
ARASINDAKİ ESKİ TARTIŞMA
[55] ...Ama her türlü ampirik öğenin elenmesi de, hiç kimsenin dokunamayacağı bir sınır değil midir? Akılcılar belirtiyorlar ki, matematik bilgini, maddesel dünya birdenbire yıkılıp ortadan kalksa bile, biliminin zenginliklerini durmadan çoğaltmağa devam edebilir. Maddesel dünya şimdi yıkılıp ortadan yok olduğu takdirde evet, doğru; ama aynı maddesel dünya hiç varolmamış olsaydı, matematik bilimini kurabilir miydi matematik bilgini?... [sayfa 355]
§ 3. FELSEFEDEKİ SAYI VE UZAM
SORUNUNUN BUGÜNKÜ BİÇİMİ.
“ADCI” VE “PRAGMACI” TAVIR
[61–62] Bu fikirlerin felsefe literatüründe yayılıp tutunmasına belki de herkesten çok katkıda bulunmuş, olan Bergson, “hüner” sözcüğünü hiç bir ihtiyaç kaydı koymaksızın kabul etmezdi. Bilimin, madde karşısında bir hünerden daha fazla ve daha üstün olduğuna inanmaktadır Bergson. Gelgelelim onun gözünde hakikî gerçeklik değildir madde. Eksiltilmiş, gerilek ve ölü bir gerçekliktir. Yaşayan, tinsel ve yaratıcı olan hakikî gerçeklik karşısında ise, matematik, bütün bilim, ancak suni ve sembolik bir karaktere sahip olabilirler. Her hal ve kârda muhakkak olan şudur ki, maddeye yönelen pratik etkinliğin zorunlukları tarafından yaratılmış ilk alet olan zekâ, var olan’ı tanıyıp bilmek için değil, maddeyi işlemek, madde üzerinde etkide bulunabilmek için kurmuştur matematiği...
|
|
|
[62] ... Günümüzde, bütün bilimlerden, bazı kimseleri pragmatizme ve pragmatizmin sofistiği olan bilimsel agnostisizm’e en güçlü şekilde sürükleyen bilim, matematik değil midir? Nitekim matematik alanındadır ki kendimizi gerçek’ten alabildiğine uzakta, buna karşılık formüllerin, sembolün o yalnız kendi kendisiyle sınırlı (indî) ve soyutluğundan ötürü boş gözükecek kadar soyut dünyasına alabildiğine yakın duyarız biz...
|
|
§ 4. AKILCILIK, MANTIKÇILIK,
ENTELEKTÜALİZM
[65]... Geometricinin o kaskatı ve homogen (yada, bircinsten) uzamı yeterli değildir bize; fizik bilgininin devingen ve heterogen (yada, ayrıcinsten) uzamı gereklidir. Evrensel mekanizma, maddede geometriden başka bir şey olmamasını içermez. Geometrinin yanı sıra, modern varsayımlarda, enerji liberasyonu yada dönüşümü yada hareket halinde elektrik kütleleri olmasmı da içerebilir...
|
|
§ 5. NİCELİK SORUNUNUN GENEL ÖNEMİ :
ASLINDA BU SORUNUN KOYDUĞU, AKIL SORUNUDUR
[74] ... İlkin tartışma götürmez bir noktadır ki akıl, ne denli çıkargözetmez olursa olsun, yararcıl bir işleve sahiptir. Ne birer dalkavuktur bilginler, ne de birer heveskâr. Ve pragmatizm, aklın yararlığını, üstün yararlığını ortaya koyup göstermekte haklıdır. Yalnız, aklın sadece yararcıl bir işlevi olduğunu ileri sürmeğe hakkı var mıdır? Akılcılar, pek yerinde olarak, aklın [sayfa 356] yararlığının önermelerden önermeler çıkarmakla aynı zamanda doğal olgular arasında birbirlerinden bağıntılar da çıkarmasından ileri geldiği cevabını veremezler mi buna? Böylece akıl, böyle bir ereği olduğu için değil de netice yoluyle, bizim bu olgular üzerinde etkimemizi sağlamaktadır. Zihin tarafından yapılmış olan mantık ve nicelik bilimi, zihin sadece kavradığı bağıntıları çözümlediğinde, şeyleri etkimektedirler; çünkü niceliksel bağıntılar, zihnin oldukları kadar şeylerin de yasalarıdırlar. Bilmek yapabilmek ise, bu, pragmatik anlamda, bilim pratik ihtiyaçlarımız tarafından ve pratik ihtiyaçlarımız için yaratılmış olduğundan dolayı değil –ki bu durumda aklımız sadece yararlığı ile değer ve geçerlik kazanmaktadır– ; aklımız şeyleri tanıyıp bilmeyi öğrenirken bize bu şeyler üzerinde etkime araç ve olanaklarını verdiği içindir...
|
|
NB
NB
|
6. MATEMATİKÇİ POINCARÉ’NİN FİKİRLERİ
[75–76] Büyük matematik bilgini Poincaré özellikle matematik bilimlerin bu yalnız kendi kendisiyle sınırlı (indî) karakteri üzerinde durmuştur.
|
|
NB
|
Hiç şüphe yok, bizim matematik bilimlerimiz gerçekliğe tamamıyle denk düşmektedirler; şu anlamda ki, gerçek’in belirli bağlantılarını temsil etmeğe uyarlanmış durumdadırlar. Aslında matematik, deney tarafından telkin edilmiş değildir elbette; ama deney dolayısıyle ve sayesindedir ki zihin matematiği icat etmiştir. Ne var ki bizim matematiğimiz, anlatmak ihtiyacında olduğumun şeyleri rahatça dile getirebilmek için yavaş yavaş kurulduğu hali içinde, olası bir matematikler sonsuzluğu içinde tikel bir matematikten yada, daha çok, XIX. yüzyıl matematikçilerinin ulaşmağa çabalamış oldukları çok daha genel bir matematiğin tikel bir şıkkından başka bir şey değildir. Bunun farkına varıldığı andan itibaren şunun da farkına varılmıştır ki matematik, özünde ve doğası dolayısıyle, kendisinin deney içindeki kullanımından mutlak şekilde bağımsızdır ve bunun sonucu olarak deneyden de gene mutlak şekilde bağımsızdır. Zihnin kendi kendisiyle sınırlı (indî) yaratımıdır matematik, zihnin kendine özgü verimliliğin en parlak belirimidir.
Aksiyomlar, postulatlar, tanımlar, konvansiyonlar, aslında eşanlamlı terimlerdir. Şu halde, hayal edilebilecek matematiklerin her biri, elverişli bir konvansiyonlar sistemiyle uygun biçimde ifade edildikleri takdirde, gerçek’te tıpkısı tıpkısına aynı uygulamaları bulmamızı sağlayacak sonuçlara açılabilir... [sayfa 357]
|
|
Poin-
caré
|
[77–79] ...Mutlak akılcılığın ve hattâ Kant’ın sulandırılmış akılcılığının da iyi bir eliştirisidir bu teori. Zihnin, deneyimizi anlatmamıza bu denli uygun düşen matematik zorunluğu kurup geliştirmesi için önüne geçilmez bir zorunluk olmadığını gösterir bize; bir başka deyişle matematik, gerçek’in – gerçek hakkındaki anlayışımız Dekartçı, Kantçı yada başka türlü olsun -– (pek doğal ki, bize verildiği hali içinde gerçek’in) evrensel bir yasasının anlatımı değildir. Ama Poincaré bize bu sonucu pragmatizm’den bambaşka bir şekilde sunuyor.
Bazı pragmacılar ve hattâ okumak fırsatını bulduğum bütün Poincare” yorumcuları, sanırım, bu teori üzerinde hemen de tamamiyle yanılmaktadırlar, yorum yoluyle tahrifin güzel bir Örneği var burada. Poincaré’yi bu noktada – yanılgının daha da derin olduğu öbür noktalarda olduğu gibi – turfanda bir pragmatist kılığına sokuyorlar... Pragmatiste göre, salt temaşacı (contemplative) ve çıkargözetmez düşünce yoktur; saf akıl yoktur. Şeyleri etkilemek isteyen bir düşünce vardır sadece; ve bunun için de bu düşünce, işine elveriyorsa, şeyler hakkında edinmiş olduğu tasarımı değişikliğe uğratır. Bilim ve akıl, pratiğin hizmetlileridirler. Poincaré içinse, tam tersine, düşünceyi bir ölçüde sözcüğün Aristotelesçi anlamında almak gerekir. Kendi öz doyumu için düşünmektedir düşünce ve gene kendi öz doyumu için akıl, akılyürütmektedir; ama üstelik de sonradan öyle bir durum ortaya çıkmaktadır ki, bu aynı düşüncenin tükenmez verimliliğinin bazı sonuçları, sadece aklın doyumundan başka erekler için de bize yararlı olabilmektedirler.
|
|
Tamamiyle kabul edilmeyebilir Poincaré’nin teorisi; ama bu teoriyi, otoritesine sığınmak için tahrif etmek doğru de ğüdir. Bu teorinin Kantçılıkla olan bağları üzerinde yeterince durulmadı; (Euklidesçi) matematiğimizin dayandığı sentetik apriori yargılar akla uygun matematiğin biricik olanaklı ve zorunlu postulatları olarak göz önüne almmamak şartıyle (ve Kantçı akılcılık işte burada çok katı gözüküyor Poincaré’ye) Kant’ın sentetik apriori yargılar teorisini kabul eder bu teori...
|
Poincaré
ve Kant
|
§ 7. MATEMATİK BİLİMLERİN
ÖBÜR DOĞA BİLİMLERİYLE
BAĞINTISI
[80] ... Poincairé’nin teorisi, hak eder gözüktüğü payı veriyor mu deneye? Garip şeydir! Onu durmadan kendilerine çekmiş ve yaratıcısının adını da bir savaş makinası gibi kullanmış olan pragmatistlere gayet rahatça söyleyebilirim ki, bu teori hiç de pragmatist görünmemekte bana... [sayfa 358]
|
|
NB
|
§8. BİLİMSEL METODUN VE BİLGİLERİN
GENEL EVRİMİNE İLİŞKİN
ENDİKASYONLAR
[87] ...Ve eğer sonradan bilim, maddesel kullanışlılığı sayesinde gelişiyorsa, unutmamak gerekir ki aynı bilim, başlangıçta entelektüel kullanışlılığı sayesinde ve şeyleri bilmek isteyen akhn çıkargözetmez doyumu için kaba bir ampirizmden kurtulup hakikî bilim haline girmiştir. Gerçeklik üzerinde etkimemizi sağlamadan önce, ilkin gerçekliği tanıtıp bildirir bize bilim. Ve sonradan etkimemizi sağlayabilmek için de ilkin gerçekliği bildirmesi gerekmektedir...
|
))
|
§9. MACH’IN FİKİRLERİ,
AKIL VE DÜŞÜNCENİN UYARLANIŞI
[90–91] ... Mantıksal’ın ve ‘akla uygun’un –ki matematiklere bunların saf türümü olarak bakılmıştır daima– doğası ve önemi hakkında, ve hattâ belki de akim doğası ve önemi hakkında, paha biçilmez bir bilgi vermiyor mu bize? Sık sık turfanda bir pragmatist kılığına bürünen Mach’ın düşüncesinden pek uzakta değiliz.
|
|
NB
|
Bundan böyle kavranması gerekir gözüken şekliyle akılcılığa çok daha yakın gibi geliyor bize: geçici uygunluk ve olumşallıklarıyla aklın psikolojik bir tarihini hiç bir şekilde dışındalamayan ve hele deneyin rolünü katiyen küçültmeyen bir akılcılık: aynı zamanda hem evrimin o andaki durağını ve hem de insanın psikolojik yapısını hesaba katarak, aklı, derlenmiş deneyler bütünü olarak ve dolayısıyle de her türden deneylerin zorunlu ve evrensel kodu olarak alan bir akılcılık...
|
|
[93–96] ...O zaman anlaşılır ki akıl, düşünen varlığın bilincinde soyut olarak çözümlendiğinde, kendisinde keşfedilen ilkeler sayesinde ve bu ilkelerin düşüncedeki gelişimi sayesinde, ortamın yasalarına uymağa ve söz konusu yasaları dile getirmeğe elverişlidir. Gene anlaşılır ki, bizim ne olduğumuz ve ortamın ne olduğu belli olduğuna göre, akıl da kendi olduğundan farklı olamaz : öyleyse, akılcılığın iddia ettiği gibi, adiyle sanıyle zorunlu ve evrenseldir. Hattâ bir anlamda mutlaktır; ama bu sözcüğü, geleneksel akılcılığın aldığı anlamda almamak şartıyle mutlaktır. Geleneksel akılcılık için bu sözcük, şeylerin akıl tarafından kavrandıkları gibi varoldukları anlamına gelir. Bizim aldığımız anlamda ise, tam tersine, biz şeylerin kendi kendilerinde nasıl varolduklarını bilmemekteyizdir, ve işte bu ölçü içindedir ki Kantçı yada pozitivist görecilik (relativizm) varlık nedeni bulur. [sayfa 359]
[95–96] ... Sayı ve uzam, soyutluklarına rağmen, gerçeksin doğasından türemektedirler; çünkü bu gerçek, çokluktur ve uzamdır; çünkü mekândaki bağlantılar, şeylerin doğasından türeyen gerçek bağlantılardır...
Matematik, geometrik mekâna yükselmek için duyulur mekândan yavaş yavaş uzaklaşırken, gerçek mekândan, yani şeyler arasındaki hakikî bağlantılardan uzaklaşmaz. Daha çok, bunlara yaklaşmaktadır. Modern psikolojinin araştırmalarına göre her duyu, bize uzamı ve süreyi (yani gerçek’in belirli birtakım ilişki yada bağlantılarını) kendi tarzında bize verir gözüküyor. Algı, bireye yada türün yapısının ilineklerine bağımlı olan bu öznelliği, homogen ve bir tek mekân ve tekbiçimli bir süre kurarak elemeğe girişir; bu mekân ve bu süre, bütün duyulur ve çeşitli kavramların birleşimleridirler. Bilimsel araştırma, nesnelliğe doğru bu yürüyüşü niçin izlemeyecekmiş? Her hal ve kârda, bilimin kesinliği, doğruluğu, evrenselliği (yada zorunluğu, aynı şey), ulaştığı neticelerin nesnelliğine birer kanıttır. Demek ki sayı, takım, uzam, eleştirici ve özneci alışkanlıklarımıza rağmen, şeylerin özelikleri olarak, yani gerçek bağlantılar olarak, gözönüne alınabilirler; üstelik artık iyice gerçektir bu bağlantılar: çünkü bilim bunları, somut ve dolayımsız duyumlar içinde bize ilk verildikleri zamanki bireysel ve öznel biçim bozukluklarından sıyırıp arıtmış bulunmaktadır. Bütün bu soyutlamaların tortusu, ne bireye, ne yaşanılan ana ve ne de görüş açısına bağımlı olmadığı için, kendisini bütün türe aynı zorunlukla kabul ettiren gerçek ve sürekli hazine olarak görünmüyor mu bu durumda, ve bu görünüş haklı değil mi?...
|
|
!!
!!
NB
Bak.
93–94
NB
NB
|
§ 10. MATEMATİKLERİN
BİZE ÖĞRETTİĞİ
[97] ... Kendi yönünden psikoloji de bize öğretiyor ki, (deneyin dolayımsız ve son verileri olan) bütün duyumlarımızın) bir özeliği vardır: kaplamlılık yada uzam. Bu özelik, hele en duygusal duyumları göz önüne alacak olursak, geometrik uzama katiyen benzemez...
[98] ... Geometrik mekân, optik mekânın –bu optik mekanın içerdiği bağıntıları ve orantıları bireysel halden çıkarmağa, genelleştirmeğe ve zihin için daha kolay işlenir kılmağa dönük – soyut bir yorumunun sonucudur. Mach’ın düşüncesine biz de ekleyelim ki bu işlemin amacı o bağıntılara en sağın, en kesin anlatımlarını, evrensel ve zorunlu bir anlatımı, giderekten de nesnel anlatımlarını vermek olmuştu... [sayfa 360]
|
))
))
|
duyum =
son
veri
Mach+
Nesnellik
|
[100] ...Görüldüğü gibi, matematik bizlere, düzen, sayı ve uzam açısından şeyler arasındaki bağıntıları öğretmektedir.
Şeyler arasındaki gerçek bağıntıları çözümleye çözümleye zihnimiz, pek doğal olarak, benzetme yoluyle çağrışımlar sayesinde, bu bağıntıların benzerlerini kurma yetisini edinmektedir. Demek ki zihnimiz, gerçeklikte bulduğumuz birleşimlerden yola çıkarak, gerçeklikte bulamayacağımız birleşimleri icat edebilir. Gerçeğin kopyaları olan kavramları oluşturduktan sonra, Taine’in biraz farklı bir anlamda söylediği gibi, birer model olacak olan kavramları oluşturabiliriz.
|
|
!!!
|
§ 11. ÖZET VE VARGI
[103–105] ...Mutlak akılcılık, bir çeşit idealist bir gerçekçiliğe dayanarak, aklın yasalarının şeylerin yasaları ile düşümdeştiğini iddia etmekte bir hayli haklı görünmektedir. Ama bu akılcılık, akıl ile şeyleri biribirlerinden ayrı tutmakta ve aklın, şeyleri yöneten yasaların bilgisini sadece kendinde ve şahane bir yalnızlık içinde sadece kendinde bulup aldığına inanmakta bir o kadar haksız değil midir acaba?
Aklın çözümlenişi ile doğanın çözümlenişi, birlikte genişleyen hale girmiştir, evet. Evet, matematik birinci işleme başlamakla ikinci işleme de başlamış olmakta, yada bir başka deyişle, ikinci işlem için zorunlu Öğelerden birkaçını koymuş olmaktadır. Ama : bizim psikolojik etkinliğimiz, yavaş yavaş, içlerinde işleyeceği ortama ve pratik durum ve koşullara kendini uydurarak oluştuğu için bunun böyle olduğunu varsaymak daha basit bir iş değil midir?...
Nitekim işte bunun içindir ki, mutlak akılcılık ile köken ve tarih sorunu konusunda burada tasarlanan teori arasındaki farklar çok büyük olduğu halde, matematik bilimlerin değeri ve önemi konusunda, tam tersine, çok yakm sonuçlara varmaktayızdır: bu değer ve bu önem, insanî açı söz konusu olunca, mutlak’tırlar. Ama insanî açıyı aşan, deneyüstü bir açıdan konuşmak sözkonusu olursa, itiraf edeyim ki ben bunun sırrını henüz bilmemekteyim ve pek öyle umurumda da değil bunu bilip bilmemek. Şeylerin tüm insanî anlaşılabilirliğine sahip olma olanağı, şeylerin insan diline kusursuz ve tıpatıp çevirisi yetişir bana...
|
|
NB
NB
|
Yüzeysel ve alabildiğine sıradan bir vargı değil mi bu vargı? Pragmacılık, geleneksel akılcılığın düştüğü aşırılığın tam karşıtındaki bir aşırılığa düşmekte gibi geliyor bana. Geleneksel akılcılık, varış noktasmı çıkış noktası diye almış ve sondan kökenlere doğru vargıya yönelmişti, öbürü ise, tam tersine, varış noktasını çıkış noktasına yaklaştırıyor bu ikisini biribirleriyle karıştıracak kadar; ve sonu, [sayfa 361] kökenlere göre betimliyor. Oysa yararcı bir antropomorfizmden çıktıktan sonra, matematiğin bu ilk ufkun öznel çemberini yavaş yavaş kırmış olduğunu düşünmek daha akla uygun bir iş değil midir? Sürekli ilerlek bir çözümlemeyle, şeyler arasındaki gerçek, nesnel evrensel ve zorunlu bağıntıların bir kaçına ulaşmıştır matematik bilimler.
|
|
ikisinin
tam
ortası!!
|
[107] ... Tıpkı aklımız ve mantığımız gibi matematik bilimler de şeylerin doğasında bulurlar temellerini; zaten gerek matematik, gerekse aklımız ve mantığımız andırışlı biçimde oluşmuşlardır ve zaten matematik akıl ve mantığımızın tikel bir uygulamasından başka bir şey değildir.
Gittikçe biraz daha yakından tanıyıp en sonunda tüm çevresini dolanabiliyor isek, gerçekliğe hangi limandan yanaştığımızın önemi olamaz.
BÖLÜM III
MADDE SORUNU
§ 1. MADDE SORUNUNUN
TARİHÇESİ VE BUGÜNKÜ KONUMU
[109–110] ... İlkin, “fizikçi” filozofların uğradığı başarısızlıklardan sonra, büyük Yunan felsefe geleneği, Elealılar ve Platon ile doğrudan doğruya maddenin varlığından şüpheye yönelmektedir. Bir görüntüden başka bir şey değildir madde, yada en azından, varoluşun bir minima sınırıdır; maddesel şeylerin bilimi de bu durumda tamamıyle görecel bir bilimden başka bir şey olamaz ve ancak tine ait şeylerin bilimi hakikata uygun düşen bilimdir. Böylece madde sorunu, sorunun doğrudan doğruya ortadan kaldırılmasıyle çözülmeğe başlanmaktadır. Tinin belirlenemez bir sınırı olarak varolabilir ancak madde; ve maddeye ilişkin herşey alt düzeyde yer alır...
[111] ... Böylece, dış dünyanın gerçekliğini tartışmak, idealizm, tinselcilik, maddecüik, mekanikçilik, klasik felsefeye –bu deyime Taine’in verdiği: sınıfların kullanımı için yapılan felsefe, anlamını vererek– bırakılması gereken, gittikçe biraz daha modası geçen ve verimsizleşen bir oyun olarak görünüyor...
[113] ... Vulger maddecilik hem en sağlam yanmı, hem de en aşırı ve aykırı yanmı ondan (fizikten) almaktadır. Dinsel düşünce eğer fiziğin, üzerlerinde etkide bulunmamızı sağladığı şeyler hakkında hiç bir şey bilmediğini ve getirdiği açıklamaların birer açıklama olmadığını ispatlayabilirse, bu ne beklenmedik bir kazanç olur kendisi için! [sayfa 362]
|
))
|
NB
NB
NB
NB
|
§2. FİZİĞİN XIX. YÜZYIL
SONUNDA GEÇİRDİĞİ BUNALIM:
ENERJETİK FİZİK
Nitekim işte bu felsefî umut, bilgili ve samimi dindarların zihninde doğup büyürken, fizikte ne varsa bu umudu doğrulamak ve gerçekleştirmek için meydana gelmişti sanki...
[114] ... Yeni fizik, enerjetik fizik, bu geleneksel ve mekanikçi fiziğe karşıttır. “Karşıttır”: anlamına tastamam uygun mu acaba bu sözcük? Daha çok şöyle demeğe yönelmekte çoğu fizikçiler : (durumlara göre), mekanikçi metodla “ayırt etmeksizin kullanılmaktadır”.
[115 –116] Gerçekten de enerji, bir iş üretme yeteneğinden başka bir şey değildir; iş ise mekanik bir kavramdır ve daima mekanik olarak, yani hareketin yardımıyle hareket bilimiyle ölçülüp değerlendirilebilen bir kavramdır. Helmholtz, Gibbs ve daha bir çokları, mekaniğe, mekaniği fizik gerçekliklere uygulanma alanında genelleştiren yeni bölümü eklerken, mekanikçi gelenekten kopmuş olmuyorlardı katiyen. İnandıkları, istedikleri ve gerçekte de yaptıkları, Galilei’den ve Descartes’tan beri hep yapılagelmiş olduğu gibi, mekanikçiliği fiziğin ilerlemesi ölçüsünde yetkinleştirerek sürdürmekten başka bir şey değildi.
Şu halde “enerjetik” sözcüğünün bir ilk anlamı var ki, enerjetiği, tüm bilginler tarafından öğretilen şekliyle fizik biliminin bir parçası haline getiriyor. Ekleyelim ki Fransa’da bu parça, daha çok, termodinamik diye adlandırılmaktadır; ve kaynağı bakımmdan bu sözcük, içerdiği muhtevaya oranla pek kısıtlı bir anlam taşıdığı halde, “enerjetik” sözcüğünün öbür kullanımlarının doğurduğu bütün karışıklıklardan bizleri sakınmak gibi bir avantaja sahiptir.
Bu sözcüğün elimizdeki ikinci kullanımı, artık fiziğin bir kısmına bağlı değil, fizik bütünü içinde göz önüne alınmak koşuluyle bir genel fizik teorisi’ne uygun düşüyor...
|
))
|
NB
NB
NB
!
|
[117] ... Mekanikçiliğe aykırı değildi bu yasa. Enerjinin çeşitli belirlenimlerinin, aslında, aynı bir temel gerçeklik tarafından, hareket tarafından meydana konan çeşitli görüntülerden başka bir şey olmadıklarını ileri sürerken sağlam sebeplere dayanmaktaydı mekanikçilik...
[120–122] ...Bazı fizikçiler, fiziği, klasik mekaniğin sadece daha yüksek bir aşaması olarak görmeyi reddetmişlerdir. Geleneğin boyunduruğunu, her gerçek devrimci gibi, pek dar ve pek zorbaca bularak kırmak istemişlerdir bunlar. Mekaniğin temel ilkelerinin titiz bir eleştirisi, sonra da revizyonu, işte bu tavrın sonucunda gelmiştir. Yeni bir fizik anlayışı çıkacaktı bu çabadan; ve bu yeni anlayış [sayfa 363] –belki de eski anlayışa, bazan söylendiği kadar karşıt değildir– ama, her hal ve durumda, derinlemesine değişikliğe uğratmaktadır o eski anlayışı.
|
|
Genel bir şekilde söyleyebiliriz ki, klasik mekaniği fizik için yetersiz bir temel olarak gören fizik, artık, fiziksel fenomenlerde o güne kadar hep görülmüş olandan daha fazla bir şey görmemeğe sürüklenmiştir: yani artık sadece hareketin kipliklerini görmüştür ki, bunun da bilimi klasik mekaniktir zaten. O güne değin bir fiziksel fenomeni açıklamak, bir fizik fenomenin bilimini yapmak, o fenomeni: maddesel kütlelerin, atomların hareketleri –yada, evrensel bir iletici ortamın: esîr’in titreşimleri– gibi hareket formlarına indirgemektir. Böylece her türlü fiziksel açıklama, hareket geometrisinin yardımıyle şematik bir şekilde tasarlanabilmektedir.
Bu anlayışın yerine konmak üzere önerilen yeni anlayış, herşeyden önce, bir zamanlar fiziğin onlarsız olamadığı bütün bu betili (figüratif, şekilsel) tasarımların, İngilizlerin deyişiyle bu “mekanik modeller”in kesinlikle reddine dayanmaktaydı. Söz konusu tasarımları Mach, bir “mitoloji”den başka bir şey olmamakla suçluyor insafsızca. Her mitoloji gibi, bu mitoloji de çocuksudur. Şeylerin karşısına geçip de bakmayı bilmediğimiz sıralarda, elbette yardım etmişti bize; ama insan tek basma yürüyebiliyorsa, koltuk değneğini ne yapsın artık. Atomculuğun ve esîr kasırgalarının koltuk değneklerini fırlatıp atalım uzağa. Büyüyüp olgunlaşan fiziğin, işini görebilmek için kabasaba imgelere ihtiyacı yok. Deneyin sonuçlarını matematiğin soyut dili uygun şekilde dile getirebilir ancak. Var olan’ı, hiç bir şey ekleyip çıkartmaksızm, en kesin belginlikle o söyleyebilir ancak bize. Geometrik olarak değil, hele mekanik olarak hiç değil, salt cebirsel olarak tanımlanan büyüklükler; ve lokal bir başlangıç noktasına göre mekândaki yer değiştirmeler aracılığıyle ölçülen algılanır değişimler değil de itibarî bir ölçek yardımıyle ölçülen sayısal-numarasal değişimler: yeni fiziğin malzemesi işte bu büyüklükler ve bu değişimlerdir artık: mekanikçi yada figüratif fiziğe karşıt olarak, kavramsal fiziktir bu...
[123] ... 1855’te Rankine tarafından sezinlenmiş olan bu yeni genel fizik teorisi özellikle Mach, Ostwald ve Duhem tarafından işlenip geliştirildi. “Her bilimin ereği, deneyin yerine, mümkün olduğunca kısa zihinsel işlemler koyup yerleştirmektir”, diyor Mach; bilimsel Enerjetik’in epigrafi olabilir bu formül...
|
|
NB
NB
!!
NB
NB
|
§ 3. ENERJETİĞİN
FELSEFÎ YORUMU
[127] ... Belirli tikel dogmalara ve genellikle dinsel tavra karşı bilimden alınmış belgeleri susturma isteğinde olan felsefenin, bu kurnazca yorumdan çekip çıkarabileceği yarar hemen görülmektedir. Belirli birtakım kesin [sayfa 364] bilgiler, belirli birtakım inançlara mı karşıt konuluyor şimdi? Yeni fiziğin istediği de bir tek şey zaten: O eski büyük iman çağmm görüşlerine dönmek. Üç yüzyü süren bir haşarılık döneminden sonra fizik, bu yeni savurgan çocuk, en gelenekçi Tomizmin kucağında kendi öz yuvasına dönmüş oluyor böylece.
Bundan da tehlikeli ve ciddi olanı şudur: Çalışmalarının matematik kesinliği ve zerafetiyle tanınmış olan ve hele özellikle de yeni fizik için yaptığı etkin propagandayla, yeni fiziği Fransızlara özgü o hayranlık verici duruluk ve sadelik içinde açıklamış oluşuyle, o güzelim enerjetik mekanik genellemeleriyle tanınmış olan bir bilgin, bu felsefî yorumu yeni bilimsel teorilerden doğrudan doğruya kendisinin çıkarabileceği ve çıkarması gerektiği sanısına kapılmıştır. Söz konusu bilgin, Duhem’dir. Hiç şüphe yok ki Duhem, bilimsel görüşleri ile metafizik görüşleri arasındaki ayrılığı, kıskançça bir özenle tastamma ortaya koymaktan geri kalmamıştır...
[130] ... Bu görüş noktasını geliştirmek suretiyle yeni felsefe, fizik alanında girişilen çağdaş reformlardan bu fiziğin hiç bir şekilde açıklayıcı olmayan salt betimleyici karakterini hemen hemen dolayımsız bir şekilde çıkarıp ortaya koyabilirdi. Ve “fideizım” işte burada elverişli duruma geçiyor. Bilim, niteliklerin ötesine çıkma konusunda güçsüz kalmaktadır, demek ki betimleme ile yetinmesi gerekir. Mach’ın bir deyimiyle söyleyecek olursak: duyumların bir çözümlemesi olacaktır sadece bilim. (Hemen hatırlatalım ki) Mach’ın bu deyimini bizim yeni felsefemiz, tamamıyle “bilimci” nitelikteki gerçek anlamında kullanmaktan özenle sakınmaktadır.
[131–134] ... Çağdaş literatürde sık sık –açıklamanın yeterliği bakımından büyük çapta farklar bulunsa bile– şu tür düşüncelere raslamaktaydık: Maddenin bilimleri, gerçek hakkında hiç bir şey öğretmez bize; çünkü onların kavradıkları haliyle madde, yani sözcüğün vulger anlamında doğrudan doğruya madde, yoktur. Basit ortak algılama bile dış gerçekliği değiştirip bozmakta; bu dış gerçekliği, etkinliğimizin ihtiyaçlarına göre yeniden ve baştanbaşa yaratıp şekillendirmektedir. îşte bu ham ürünler üzerinde yeniden çalışır bilim. Bize madde adı altında sunduğu şey: ya, gerçeksin tüm canlı zenginliğini bilimsel yasaların ağından bırakıp kaçırmış olan kabasaba bir şemadır; yada, baştan sona icad edilmiş, kendince yalıtlanmış veya birleştirilmiş soyut öğelerden kurulu karmakarışık bir alışımdır. Bu durumda da, en mistik idealizmleri bile haklı çıkaracak yol açılmış olur...
Bu türden aşırı yanılmalar üzerinde takılıp kalmaksızın not edilebilir ki: en ciddi ve bilgili kafalarda bile, fizik bilimleri Poincaré’nin matematik bilimlere uyguladığını andıran bir eleştiriden –Poincaré’nin böyle bir eleştiriye kesinlikle karşıçıkışma rağmen– geçirme eğilimi vardır. Söz konusu eğilime göre fizik, tıpkı
vmatematik bilimler gibi, şeyleri özellikle pratikte daha kolay kullanılabilir, daha basit, daha açık, daha çabuk iletilebilir kılarak daha çabuk anlaşılır hale getirmeğe adanmış olan bir sembolik dildir. Bu eğilime [sayfa 365] göre, anlaşılır kılmak ancak şu anlama gelebilir : gerçekliğin bize dolayımsız olarak verdiği sezgileri, bu gerçekliği bize ihtiyaçlarımızın giderilmesi yolunda bize daha iyi hizmet eder duruma sokmak üzere, sistemli şekilde bozup değiştirmek.
Anlaşılırlık, akla uygunluk, şeylerin doğası ile ilişkili olamazlar hiç bir şekilde. Eylem araçlarıdır bunlar.
|
|
NB
!!
NB
NB
NB
NB
|
§ 4. FİZİĞİN BUGÜNKÜ ELEŞTİRİSİNİN
ELEŞTİRİSİ
Fizikçilerin ezici çoğunluğu tarafından tiksintiyle karşılanan ve üzerinde konuşulmağa bile değer bulunmayan bu yorum (fizik biliminin bu türlü yorumlanışı), felsefî eleştiri tarafından eleştirilmeğe değmez olarak görülemez. Bilginlerin: it ürür, kervan yürür... deme hakları vardır belki de; ama öğretilerin toplumsal ve eğitici değerini de göz Önüne almak zorunda olan felsefî eleştiri, burada duracaktır.
[136–138] ... Yeni felsefeyi tutanların çoğu, sadece ve sadece, enerjetik fizikten yana olan ve mekanist fiziğin kararlı hasımları olan bilginlerin tanıklığına başvurmuşlardır. Oysa fizikçiler arasında salt enerjetik fizik taraftarları, küçücük bir azınlıktır o kadar. Ordunun asıl büyük kısmı, mekanikçi kalmıştır; hiç şüphe yok ki bunlar, mekanikçiliği, yeni buluşlarla uyumlu hale getirmek için dönüşüme uğratmaktadırlar; çünkü artık skolastik anlayışlı değillerdir. Ama bu bilginler, gene hiç şüphe yok ki fizik fenomenleri, duyulabilen hareketler yardımıyle tasarlama ve açıklama çabasındadırlar.
|
|
NB
NB
|
Öte yandan şu noktayı da unutmamak gerekir ki enerjetiğin zarif teoriler ve açmlamalar getirmesine karşılık hemen hemen bütün büyük modern buluşlar mekanist fizikçiler tarafından yapılmıştır; ve bütün bu büyük buluşlar, fenomenlerin maddesel yapısını tasarımlama çabasına bağıntılıdırlar. Bu da üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir argümandır.
|
|
Enerjetik, teorik fiziğe geometrik bir sağlamlık verebilmek için, teorik fizikteki deneysel sonuçların en özlü ve en ekonomik açıklamasını yapmak istemiştir sadece ama fizik teorisi ekonomik bir açıklama aracı olmaktan başka hiç bir şey olmamağa indirgenebilir mi hiç? Daima varsayımın döllediği bir bilimden varsayımı sürüp çıkarabilir mi? Tıpkı mekanikçi teoriler gibi deneyin birer önceden-tasarlanışı ve gerçeği betilemek için birer çaba demek olan teorilerin yardımıyle, gerçeğin keşfine doğru yönelmekle görevli değil midir sürekli şekilde? [sayfa 366]
|
|
Ama o vakit de, fiziğin felsefesini yapmak için salt enerjetikçi fizikçilere başvurmak, bu felsefenin üzerinde kurulacağı temeli akıl almaz biçimde daraltmak olmayacak mıdır? İşin ucunda yeni felsefe, fikirlerinin onaylanmasını ancak kendisini tutanlardan istedi; bunlar da küçücük bir azınlıktan ibaret. Kullanışlı bir yol bu, ama yol gene de.
|
|
br> Kaldı ki o bilginler yeni felsefenin ileri sürdüğü kadar tutuyorlar mı acaba yeni felsefeyi?
Bundan ciddi şekilde şüphe edilmelidir. Pragmacılık tarafından yada adcılık diye adlandırlan akım tarafmdan suçlanmış olan bilginlerin hemen hepsi, başta Poincaré olmak üzere, ciddi ihtiyat kayıtları koymuşlardır bu noktaya. Onlara başvurmamız gerekiyor.
§ 5. ÇAĞDAŞ FİZİKÇİLER
NE DÜŞÜNÜYORLAR
[138–144] Bu bakımdan fizik, gerçeğin bir bilimidir; bu gerçeği “kullanışlı” bir biçimde dile getirmeğe çalışılır, kabul; ama dile getirdiği şey, gene de ve daima gerçektir. “Kullanışlılık” yalnız ve yalnız anlatım araçlarındadır. Ama işin ucunda bu anlatım araçlarının altında gizlenen şey – ki zihin, daima daha uygunlarını arayıp bularak çeşitlendirebilir bunları –, doğal yasaların “zorunluğu”dur. Ve zihin tarafmdan, keyfî bir kararname ile yürürlüğe girmez bu zorunluk. Tam tersine, zihni zorlayan, zihnin anlatım araçlarını dar sınırlar içinde hapseden, bu zorunluktur. Deneysel yaklaştırmalar, ve aynı bir yasayla yönetilen fizik fenomenlerin, hiç bir zaman özdeş olmayıp sadece çok benzer oldukları için kendi aralarında korudukları küçük farklar bir yana, doğal yasa bize dışardan ve şeyler tarafından empoze edilmektedir; şeyler arasındaki gerçek bir bağıntıyı dile getirir doğal yasa.
|
|
Fizikçinin deneyini, gerçeğin başka bir yere geçirilmek üzere çıkarılmış bir kopyası olarak almamak gerektiğini söyleyecektir ayrıca Duhem hem bize. Her fizik deneyi ölçülere dayanır; ölçülerse sayısız uylaşım ve teoriye başvururlar...
Bu hakikati fizik önermelere hiç bir zaman reddetmemiştir Duhem; fizik önermeler, gerçeğin betimlenmesidirler. Dahası var: Fizik teorisi, gerçeğin aslına uygun bir betimlemesi olmakla kalmaz sadece; aynı zamanda gerçeğin kusursuz düzenlenmiş bir betimlemesidir. Çünkü fizik teori, fizik fenomenlerin doğal bir sınıflamasına yönelmektedir aralıksız olarak: Doğal sınıflama, yani doğanın düzenini ayniyle veren sınıflama. Hiç bir dogmatik, Descartes, Newton yada Hegel, hiç bir vakit bundan daha fazlasını istememişlerdir... [sayfa 367]
|
|
ya ya!!
|
Kaldı ki bir nokta daha var: Duhem, bilimin yanında bir de metafiziğin zorunlusuna inandığı zaman, niçin ermiş Thomas’nm metafiziğine katılıyor? Çünkü ona öyle geliyor ki bu metafizik, fizik biliminin sonuçlarıyle daha iyi uyuşmaktadır...
|
|
Ostwald’in “bilimcilik”i, Viyanalı büyük mekanikçi Mach’ın bilimciliğine çok yakın düşer. Nitekim Mach bu bilimci yanından dolayı, kendisine filozof olarak bakılmasını bile reddetmektedir.
Duyum, mutlak’tır. Duyumlarımızla gerçekliği bilip tanırız biz. Oysa bilim, duyumlarımızın çözümlenmesidir. Duyumları çözümlemek demek, onların biribirleriyle olan ilişkilerini, tek sözcükle doğanın düzenini –doğa, duyumlarımızın düzeninden başka bir şey olmadığına göre, bu sözcüğe en nesnel anlamını vererek–, aslına uygun olarak yeniden bulmak demektir.
Akılcılar tarafından Mach’a yöneltilen eleştirilerde, Mach bazen pragmatizme eğilimli olduğu için kınandı. Şüpheci bir görecilikle suçladılar Mach’ı.
|
|
NB
NB
NB
|
İnsanîdir elbette duyum. Ama bununla birlikte mutlak’tır duyum; ve insanî hakikat da mutlak hakikattir; çünkü insanî hakikat, insan için tüm ve tek hakikattir, zorunlu hakikattir.
[147]. Bir gün bir ayıraç onları ortaya çıkarıncaya kadar, görmeksizin de varsayılabilir mikroplar. Maddenin, bir gün deney tarafından meydana çıkarılabilecek bir yapısı bulunduğunu varsaymak hakkımız niye yokmuş?
§ 6. ÇAĞDAŞ FİZİĞİN
IŞIĞINDA MADDE:
GENEL GÖRÜNÜŞ
[148–150] Peki ama o zaman, Brunetière tarafından başlatılmış olan ve dindar, şüphesiz samimi ama kendisine karşı düşen herşeyi silbastan edebilecek kadar gözü kara bir temsilci tarafından sürdürülen bu kampanyanın anlamı ne? Pragmacılığa değilse bile, belli bir pragmacılık anlayışına açılarak sona eren bu kampanyanın?
[149–150] ... Nasıl ki matematik bilimlerde düzen, sayı ve uzam terimleri ile, duyumlarımızın bağımlı bulunduğu belirli bağlantı gruplarını belirtiyorsak ve nasıl ki matematik biimlerin konusu bu bağlantılar ise, tıpkı bunun gibi, alabildiğine genel, bir terim olan madde terimiyle de gene duyumlarımızın bağımlı bulunduğu –çok daha karmaşık– çok sayıda bağlantıyı belirtmekteyiz. Fiziğin konusu da, işte bu bağlantılardır. Ve biz, fizik maddenin bilimidir derken bundan başka bir şey söylemek istemiyoruz... [sayfa 368]
|
|
NB
|
[152] Fiziğin bu bağlantıların içine girmeğe elverişli öğeler’i – bunlara gerçek bir muhteva vererek, ve, bunları bir çeşit doldurarak– konu edinmesi, bir çoklarına doğal gözükebilirdi. Bilimler sınıflamasında Spencer’in düşündüğü buydu örneğin. Ne var ki pek isabetli görünmüyor bu fikir. Gerçekliğin öğeleri doğrudan doğruya, dolayımsız olarak, zaten nasıl iseler öylece, başka türlü olamayacakları halleri içinde çıkarlar ortaya.
Onların varoluşlarını haklı çıkarmak diye bir şey söz konusu olamaz. Olduklarından başka da olabileceklerini düşünmenin de yeri yoktur. Böyle bir şeyi öne sürmek, metafiziğin kendinde şey dediği o eski putu, yani şu yada bu şekilde, o tenbel lâf ebeliğini yeni baştan yaratıp onurlandırmak olur. Kendi kendini yeterli görerek kabul etmek zorundadır deney. Kendi kendinin doğrulanmasıdır, haklı çıkartılmasıdır o; çünkü olumlu düşünenler için bilimsel alanda her türlü önermenin doğrulanışı, deneydir.
|
|
Rey’in bilinemez- ciliğinin özü
|
[154–155] Bilimin bilinemezci açıdan eleştirisi bir kez daha mı haklı çıkıyor? Ve bilimin ulaşamayacağı, ulaşmakta güçsüz kaldığı bir kendinde şey mi var? vs., vs. Metafiziğin ta kendisi işte bu; ve sözcükler üzerinde kurduğu kaçınılmaz oyunları! İşin doğrusunu ve açığını görmeğe çalışalım.
Görecel (yada izafî), bağlantılara dayanan anlamına geliyorsa eğer, fizik göreceldir. Ama görecel, şeylerin özüne ulaşamayan anlamına geliyorsa, bizim bildiğimiz anlamda fizik görecel değildir artık, mutlaktır. Çünkü şeylerin özü, yani çözümlemenin açıklamak üzere zorunlu biçimde yöneldiği yer, bağlantılardır, daha doğrusu: duyumlarımızın bağımlı bulunduğu bağlantılar sistemidir. Duyumların, verilmiş olan’ın, öznellik sinmiştir içlerine: Bir çeşit geçici parıltılardır bunlar; kendi kendini bir ihtimal artık bir daha aynı kesinlikle özdeş biçimde tasarımlamayacak olan, ve, göz önüne alman anda benim durumumu ve ortamın durumunu belirleyen bir bağlantılar sistemi onları ne yapıyorsa odurlar. Ama işte burada bilgin çıkıp gelecek; ve bu bireysel anın yapılı olduğu evrenseli, bu bireysel anın karmaşık anlatımı olduğu yasaları, bu bireysel anı ne ise o yapan bağlantıları meydana koyacaktır.
Tüm bilimsel yasalar, verilmiş olan’ın niçin ve nasıl öyle olduğunu, verilmiş olan’ı koşullandıranm ve yaratanın ne olduğunu söylerler bize en son kertede; çünki bilimsel yasalar, verilmiş olan’ın bağımlı bulunduğu bağlantıları çözümlemektedirler. Bu çözümleme eksiksiz hale ulaştığı an – günün birinde ulaşabilirse eğer –, mutlak insanî hakikat’ı (yada, insanın mutlak hakikatı’nı) vermiş olacaktır bize. [sayfa 369]
|
|
|
NB
ya yaa!!
|
§ 7. ÇAĞDAŞ FİZİĞİN
SOMUT OLARAK ÖĞRETTİKLERİ
[156–157] Enerji dönüşümlerinin ve düşüşlerinin, yayınma ve ayrılmalarının bağımlı bulunduğu bağıntıların tümü, enerjetik diye adlandırüan genel fizik teorisinde toplanmış bulunmaktadır.
Göz önüne alınan enerjilerin doğası hakkında, ve, giderekten de, fiziksel-kimyasal fenomenlerin doğası hakkmda hiç bir şey öğretmez bize bu teori. Sadece ve sadece, verilmiş bir cismin halinde meydana gelen fiziksel yada kimyasal bir değişkemenin neyin zararına olarak, nasıl ve hangi yönde oluştuğunu betimler.
Enerjetikçi fizikçilerin öne sürdüklerine göre daha ileri gitmek olanak dışıdır; enerjetik, maddesel fenomenlerin eksiksiz, zorunlu ve yeterli açıklamasını, yani bu fenomenlerin bağımlı bulundukları bağlantılar bütününü verebilir bize ancak. Hattâ bazıları, görüşlerine daha fazla nesnellik kazandırabilmek için, enerjiyi: bütün duyumlarımızın gerçek ve etkin nedeni olan, doğa hakkındaki tasarımımızı üzerine kurmamız gerekli tip olan, aslında hakikî maddesel tözden başka bir şey olmayan bir çeşit töz haline getirmektedirler.
|
|
NB
Çok şakacı
bir adam, bu
“pozitivist”
|
Enerji, burada, atom teorilerinin cisimciklerinin yerini almaktadır. Aynı rolü oynamaktadır burada, ve, aynı türden bir varoluş içindedir; şeylerin öz temelidir, nihaî, mutlak doğasıdır.
[158] ... Mekanik görüş taraftarları ise, tam tersine, daha ileri gidilebileceğini ileri sürmektedirler. Enerjetik, bir çeşit yüzeyinde kalmaktadır şeylerin; ama enerjetiğin yasaları ya daha derin başka yasalara dönüşmek, yada, böyle (daha derin) yasaların varlığını varsayarak bunları bütünlemek zorundadırlar.
Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi mekanikçi okul, fizikçilerin büyük çoğunluğunu ve bu arada özellikle de, fiziğin en son ilerlemelerini kendilerine borçlu bulunduğu deneyimcüeri kapsamaktadır.
|
|
Mekanistler
versus
enerjetik.
NB
Enerjetik’in maddeci tarzda yorumlanışından Plus loin (s. 157175)!
|
Mekanikçi okulu tutanlar, enerji kavramını eleştiriyorlar ilkin; ve bu kavramın, bazılarının yaptığı gibi, fizik yada metafizik bir cevher mertebesine yükseltilemiyeceğini gösteriyorlar.
Bir sistemin enerjisi, sadece, bir sistemin iş yeteneğini belirtir: belirli şekilde ölçülebilen bir iş üretmedikçe, potansiyel (gizil) haldedir bu enerji; karşıt durumda [sayfa 370] da, edimseldir yada kinetiktir. Dolayısıyle de enerji, iş kavramı ile korrelatif bir kavramdır; iş kavramı ise, mekanik bir kavramdır. Görüldüğü gibi deney açısından enerji, mekaniğe ve harekete başvurulmaksızın tasarlanamaz bir halde görünmektedir. Bu durumda enerjetiğin, fiziksel-kimyasal fenomenlere akla uygun bir açıklama getirebilmek için, mekanikle birleşmesi, kendisini mekanikle süreklilik halinde ortaya koyması ve dolayısıyle de mekanik tasarımlama anlayışıyle uzlaşması gerekmez miydi?...
Mekanik, fizik, kimya, geniş bir teorik sistem meydana getirebilirlerdi pekâlâ; ve mekanik, hareket nasıl fiziksel - kimyasal fenomenlerin en son temeli ise, bu sistemin en son temeli olabilirdi.
|
|
Hiç şüphe yok ki çağdaş mekanikçiler, ne bugünkü hali içinde mekaniğin ve ne de enerji dönüşümlerini düzenleyen yasaların kesin şekillerini aldıkları, yani bilimin kendi sarsılmaz temellerini bulduğu iddiasında değildirler. Çağdaş mekanikçiler bugün, enerjetik eleştirisinin itişi altında –ve modern fiziğin enerjetiğe borçlu olduğu ilerlemelerden biri de hiç şüphe yok ki bu yoldur– eski mekanikçiliğin ve eski atomculuğun o biraz dar dogmatizmini terketmiş bulunmaktadırlar. İnanmaktadırlar ki yeni buluşlar, bilimsel ufku kaçınılmaz biçimde genişletecek ve maddesel dünyanın tasarımında kesiksiz değişikliklere yolaçacaklardır. Elli yıldan beridir klasik mekaniğin bir yeni baştan elden geçiriliğine, hattâ hemen hemen bir altüst edilişine tanıklık etmiyor muyuz? Enerjinin sakinimi (Helmholtz) ile Carnot’nun ilkesi kırıp patlattı ilkin eski çerçeveleri. Radyoaktivite fenomenleri ise bizi atomun doğasını daha derinleştirmeğe sürükleyerek, maddenin elektriksel bir yapılışı olabileceği ve klasik mekaniğin ilkelerini elektromagnetizmanın ilkeleriyle bütünlemek gerektiği sezgisine getirdiler.
|
))
|
NB
|
Nitekim işte bunun içindir ki bugün mekanikçilik, elektronik teori diye adlandırılan biçime girmeğe yönelmektedir. Her türden fizik gerçekliğin en son öğeleridir elektronlar. Bir noktanın çevresinde simetrik şekilde dağılan basit elektrik yükler (şarj’lar) yada esîr’in uğradığı değişkemeler olarak elektronlar, elektromagnetik alanın yasaları uyarınca, maddenin temel özeliği demek olan süredurumu kusursuz bir biçimde temsil etmektedirler. Demek ki madde, bir elektronlar sisteminden başka bir şey değildir. Esirdeki değişkemelerin yönüne göre (ki bu değişkemeler henüz bilinir değildir) elektronlar, pozitif yada negatiftirler: maddesel bir atom, eşit sayıdaki bu iki cins elektrondan oluşmakta yada, en azından, eşit sayıda pozitif ve negatif şarjlara sahip bulunmaktadır; ve pozitif şarj, sistemin merkezini [sayfa 371] kaplar gözükmektedir. Negatif elektronlar yada bunların sadece bir kısmı, tıpkı güneşin çevresinde gezegenler gibi, geri kalan kısmın çevresinde hareket halindedir. Moleküler ve atomik kuvvetler, elektronların hareketinin birer beliriminden başka bir şey değil gibidirler bu durumda; enerjinin (ışık, elektrik, ısı gibi) çeşitli kiplikleri için de durum aynıdır.
|
|
Elektronik
teorisi =
“mekanikçilik”
|
Küçümsenmemesi gereken bir vargı: Kütlenin (yada, maddenin niceliğinin) sakinimi kavramı –ki, süredurum kavramıyle birlikte, mekaniğin temelinde yer almaktaydı–, elektromagnetikte artık geçerliğini koruyamaz gibi gözükmektedir; ağırlıklı kütle ancak, ışık hızının 1/10’undan düşük olan ortalama hızlarda duruşkan (sabit) kalıyor görünmekte bu durumda; ama bu ağırlıklı kütle, hızın fonksiyonu olduğu için, ışık hızına yaklaştığımız oranda, ışık hızıyle birlikte gittikçe biraz daha hızlı artmakta gibidir. Demek ki bu varsasayım, son kertede, ya çeşitli adlar altında elektrik şarjları ve esîr’i; yada, elektron esir’in bir değişkesinden başka bir şey olmamak üzere, sadece esîr’i varsaymaktadır.
En son olarak da bugün, uzman Le Bon’un ve bazı İngiliz fizikçilerinin çalışmaları, şu vargıya götürür gibidir bizi: Ne maddenin niceliği, ve hattâ ne de enerjinin niceliği, değişmez (sabit) değillerdir. Her ikisi de esîr’in ve esîr’in hareketinin durumuna bağımlı bulunan bağlantılardan başka bir şey olmayabilirler.
[163–171] Bu anlayıştan hiç bir şey kalmamıştır ortada bugün ve hiç bir şey kalmaması da gereklidir. Tam karşıt anlayışlardayız bugün. Yeni deneylerin zorunlu gerekçeleri ortaya koyduğu her seferinde bütün fizikçiler, bilimin temel ilkelerini yeni baştan gözden geçirmeğe, yada uygulamalarını sınırlandırmağa hazır bulunmaktadırlar.
Ama bundan, işte bu durum dolayısıyle fizikçilerin, verilmiş olan’ın her gün biraz daha geniş bir kısmını açıklamağa ve anlamağa yarayacak temel ilkelere ve gittikçe daha derin öğelere ulaşma umudunu yitirdikleri sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Eski mekanikçilerin düştüğü yanılgıya karşıt olmakla birlikte bu yargı, enaz onlarınki kadar tehlikeli bir yanılgı olurdu. Fiziksel-kimyasal bilimlerin bugünkü ruhu, modern bilim ruhu, bilinmeyen’in önünde gerilemeyi bilmez.
|
|
|
Kütlenin yada ağırlıklı maddenin sakınımı ilkelerinden şüphelenmek, görmüş olduğumuz gibi, öncü fizikçileri ürkütmemekte artık. [sayfa 372]
|
|
Hakikat, yapılıp bitmiş değildir; her gün biraz daha yapılmaktadır. Durmaksızın tekrarlanması gereken yargı, budur işte. Bilimsel çalışma sayesinde zihnimiz, kendisini konusuna daha sıkı bir şekilde uyarlamakta ve konusunu daha derinlemesine kavramaktadır. Matematik bilimlerin incelemesini bitirirken ortaya attığımız –ve ortaya atmakta haklı olduğumuzu sandığımız– iddialar, burada da hemen hemen zorunlu ve hiç değilse doğal bir şekilde geçerlik kazanıyor. Bilimin ilerlemesi, şeylerle bizim aramızda her an biraz daha sıkı ve bir az daha derin bir uygu yaratmaktadır. Bu sayede daha iyi ve daha çok kavramaktayız.
|
|
Bilinmezcilik =
utangaç
maddecilik176
|
Enerjetikçilerle mekanikçiler arasındaki tartışma, özellikle enerjetikçiler yönünden büyük bir hararetle sürdürülen bu tartışma, dikkat edildiği takdirde hemen anlaşılır ki, fiziksel-kimyasal bilimlerin ilerlemesinde bir duraktan ve zorunlu bir duraktan başka bir şey değildir.
Mekanik modellerin yolaçtığı belirli bazı aşırılıklara ve kötüye kullanımlara karşı, bu modelleri birer nesnel gerçeklik olarak kabul etme eğilimine karşı uyarmalarda bulunmuştu ilkin enerjetik. Sonra da termodinamik’! derinleştirdi; ve termodinamik’in temel yasalarının ısıya ilişkin incelemelerle sınırlı kalmayıp fiziksel-kimyasal bilimlerin bütün alanlarında meşru ve zorunlu bir uygulama olanağı bulduklarını ortaya koyarak söz konusu yasaların evrensel geçerliğini ve önemini ispatladı. Bu yasaların geçerlik ve önemini genişletirken, formüllerin kesinlik kazanmasına da büyük çapta katkıda bulunmuştur enerjetik. Dahası: Enerjetik, buluş bakımından mekanikçiliğe oranla daha az verimli olmasına rağmen gene de daima yalın, zarif ve mantıklı bir açıklama aleti olmuştur. Ve en son olarak da belirtelim ki – bu özellikle Vant Hoff, Van der Waals ve Nernst gibi kimyacılarda besbellidir ama fizikçiler arasında da gittikçe biraz daha yaygınlaşmaktadır – her iki teori de seve seve kabul edilmekte Ve her belirli duruma göre en uygun düşeni seçilip kullanılmaktadır. Yarışmalı bir şekilde içice kullanılmaktadır bu iki teori: izlenen yolun daha basit yada daha isabetli görünüşüne göre, mekaniğin genel denklemlerinden yada termodinamiğin genel denklemlerinden hareket edilmektedir. Çünkü fizik teorileri, özleri bakımından birer varsayım, birer araştırma, açıklama yada düzenleme aletidirler; deneyin sonuçlarıyle dolmayı bekleyen birer biçim, birer çerçevedirler. Ve fizik bilimlerin en belirgin, en gerçek muhtevasını meydana getiren, sadece ve sadece deneyin sonuçlarıdır.
Bütün fizikçilerin üzerinde uzlaştıkları, işte bu deney sonuçlarıdır; ve bunların gittikçe artan, gittikçe uyum kazanan niceliğidir ki fiziğin ilerlemelerini, birliğini ve sürekliliğini belirlemektedir. Kendilerinin keşfedilmesine yaramış olan ve, aralarındaki gerçek ilgileri zedelemeksizin, doğanın düzenini mümkün olduğunca yakından yeniden kurup yansıtarak onları düzenlemeğe çabalayan teorilerin, varsayımların denek taşlarıdır bu deney sonuçları. Ve bu teoriler, daima varsayımlı olmalarına ye dolayısıyle de deney bize yeni yeni buluşlar getirdikçe daima birşeyler [sayfa 373] –ve bazan da çok şey– yitirmelerine rağmen, hiç bir zaman tamamıyle ölmezler. Dönüşüme uğrar ve daha kapsamlı, daha upuygun yeni teorilerle bütünleşirler.
|
|
“... Atomistik’in elektrik bilimine aktarılmasını kinetik teorinin ileri bir sonucu olarak göz önüne almamız gerekir... Atomistik, ufkunun bu olağanüstü genişlemesi sayesinde, sayısız fizik ve kimya sürecini yepyeni bir ışığın altına getirmiştir...”
|
|
NB
|
§8. ÖZET VE VARGILAR
Bilinmeyen uçsuz bucaksız olsa bile, bu bilinmeyen’i bir kaç yıl öncesine değin sık sık yapıldığı gibi, bir bilinemez olarak adlandırmak, demek ki, yanlış olacaktır.
Metafizik girişimlerin ardarda ve çaresiz başarısızlıklara uğrayışı, fiziği, madde sorununu kesinlikle eleyip bir yana bırakarak, bilim haline gelmeğe sürüklemişti. Tikel fenomenlerin yasalarını aradı artık sadece fizik. “Maddesiz bir fizik” oldu.
|
?
|
İnsan zihni tarafından, şeyleri tanıyıp bilmeğe çabaladığından beri bıkıp usanmaksızm tekrarlanan hikâyeye uygun olarak, metafizik kuruntular dünyasından yeni bir inceleme konusu daha koparıp almış oluyor bilim. Maddenin doğası metafizik bir sorun değildir artık; çünkü deneysel ve pozitif nitelikte bir sorun haline girmektedir. Hiç şüphe yok ki bu sorun, bilimsel bakımdan çözülmüş değildir henüz; ve daha sayısız sürprize yolaçabilir. Ama bir nokta daha şimdiden kesinlik kazanmış görünmektedir: Bu sorunu, metafizik değil, bilim çözecektir.
Ayrıca, bir başka yerde de göstermeğe çalıştığım gibi, öyle sanıyorum ki kinetik tasarımlar, fiziğin ilerlemesine daima sıkı sıkıya bağlı kalacaklardır; çünkü kinetik tasarımlar keşif için, vaz geçilmez değilseler bile alabildiğine yararlı bir alet meydana getirmektedirler ve çünkü bizim bilgimizin koşullarına daha iyi uyarlanmış durumdadırlar. İşte bunun içindir ki ben fiziğin geleceğini, mekanikçi teorilerin sürüşünde görmekteyimdir. Ve gene işte bunun içindir ki biraz önce, tıpkı eski mekanikçilik gibi enerjetik teorinin de, varsayımın kabulü açısından daha esnek ve daha sert bir kinetizm içinde eriyeceğini söylemişimdir.
|
|
NB
NB
|
BÖLÜM IV
HAYAT SORUNU
§ 1. TARİHÇELİ GİRİŞ
[173–174] Hayat sorunu ile, felsefeyi bilimden ayırabilecek olan en temel ayrımlara gelmiş oluyoruz. Buraya kadar, denebilir ki tartışma özellikle teorikti. Sıfatını hak eden filozofların çoğu, pratik olarak, [sayfa 374] bilimsel sonuçların madde için geçerli olduğunu kabul etmektedirler. Spekülatif açıdan bu geçerliğe karşı bazı itirazlar ileri sürebilmiş olsalar bile, şunu kabul etmektedirler ki, durum, bilimin vargıları hukuken olmasa bile fiilen maddesel gerçekliğe uygulanabilir sonucuna götüren bir durumdur. Yani bir başka deyişle, maddesel gerçeklik, matematik, mekanik ve fiziksel-kimyasal bağlantılarla dile gelmeğe elverişlidir...
[177] Barthez ve Montpellier okulu, hayat fenomenlerinin ancak özel bir nedenden ileri gelebileceğine inanmağa devam etmekle birlikte bu fenomenleri, hem maddesel kuvvetlerden, hem de ruhtan ayrı dirimsel bir kuvvete bağlamaktalar : Bu teoriye verilen dirimselcilik (vitalizm) adı, işte buradan geliyor...
|
|
NB
|
§ 3. MEKANİKÇİLİK VE
YENİ-VİTALİZM ARASINDAKİ
SINIR ÇİZGİSİ
[189–190] Yeni-vitalizm’i, bilgin yada filozof, bellibaşlı temsilcileri ile sentezleştirmeyi deneyecek olursak, şuraya varır gibiyizdir: Yeni-vitalistler tarafından biyolojik mekanikçiliğe yöneltilen eleştiri, pragmacı, karşı-anlıkçı yada bilinmezci felsefeler tarafından matematik bilimlere ve fiziksel-kimyasal bilimlere yöneltilmiş olan eleştiriye sıkı sıkıya bağlanmaktadır. Maddeden hayata geçmekle, sorun değiştirdiğimizi sanmaktayızdır. Oysa işin aslında, başlangıçta da sezdirdiğimiz gibi, aynı temel sorunlarla karşı karşıya bulunuyoruz; ve bu temel sorun da, bilimin, bilme olarak değeri sorunudur. Sorunun ortaya konduğu tikel terimler değişmektedir sadece, o kadar.
Gerçekten de matematik yada fiziksel-kimyasal bilimler niçin kınanmaktaydı yeni felsefede? Birer bilgi yetisi olmayıp eylem yetileri olan zekâmızın, aklımızın pratik ihtiyaçları için yaratılmış, kendileyin (indî) ve yararcı bir sembolizm olmakla. Oysa fiziksel-kimyasal metodu biyolojik olgulara aktardığımız vakit, aynı zamanda ve doğal olarak, bu metod sayesinde elde ettiğimiz sonuçlara, bu metodun söz konusu sonuçların değerine ilişkin olarak içerdiği vargıları da aktarmaktayızdır. Demek ki fiziksel-kimyasal mekanikçilik, bize hayatın şeyleri üzerinde pratik bir tutma kolaylığı sağlamak bakımından eşsiz bir formül olacak; (ama) bize bizzat hayatın ne olduğunu öğretmek bakımından tamamıyle güçsüz kalacaktır. Madde alanında fiziksel-kimyasal bilimler gibi, hayat alanında fiziksel-kimyasal mekanikçilik de eylemde bulunmamızı sağlayacak, ama bilmemizi katiyen sağlayamayacaktır...
|
|
NB
NB
|
[192–194] Kuvveti, soluğu, arzuyu maddenin içine yerleştiriyor yeniden yeni-tomistler; Yunanlıların ve özellikle de Aristotales’in hiç bir zaman tamamıyle [sayfa 375] vaz geçemedikleri hilozoizmin payen ruhuyle yeniden canlandırıyorlar maddeyi. Yunan öğretisini de tahrif etmekteler ayrıca. Onların gözünde maddenin tüm etkinliği, yaratıcının maddeye koymuş, olduğu kuvvetten ibarettir; yani yaratılmış olmanın anısı ve bunun silinmez izidir, bir çeşit, bu etkinlik.
|
|
Nitekim işte bundan dolayıdır ki, bu yeni-skolastik hareketle yakından ilişkili olan adcılar ve bu inanç felsefeleriyle (ki söz konusu felsefeler, mümin felsefeleri diye tanımlanabilir çoğu zaman) düzenli ülfet halinde bulunan pragmacılar, madde bilimlerinin onların konularının muhtevasını tüketmediğini söylemek hakkına sahip olduklarını sanmışlardır. Onlara göre hakikaten bilmek için, “daha öteye geçmek” gerekmektedir.
Bir vitalist için hayat, yaratıcı kuvvet rolünü oynamaktadır; ama işte doğrudan doğruya bundan ötürü hayat, ayrıca maddesel koşullara bağımlı olduğu kadar, bir de kesinlikle ex nihilo yaratım değildir. İşleminin sonucunda yeni ve Önceden görülemeyen birşeyler verecektir elbette; ama o noktaya gelebilmek için de daha önceden varolan öğeler üzerinde iş görmesi, bunları düzenleyip bileştirmiş olması; ve özellikle de üzerlerine eklentilerde bulunacağı önceden varolan öğelerden yola çıkmış olması gerekmektedir. Botanik bilgini De Vries tarafından gözlemlenen değişinimler (ki De Vries mekanikçi olduğu için bu değişinimleri bambaşka bir şekilde yorumlamaktadır), söz konusu görüşe göre, bu yaratıcı eklentilerin belirimini ve ispatını ortaya koymaktadırlar.
|
|
NB
|
§ 4. YENİ-VİTALİZM VE MEKANİKÇİLİK
SADECE, BİLİME FAZLADAN KATTIKLARI
VARSAYIMLARDA BİRİBİRLERİNDEN
AYRILMAKTADIRLAR
[204] Ama vitalist metodda entelekyaların ve dominantların, figüre öğelerle hiç bir ortak yanı yoktur: figürleşmez erekler, çünkü maddesel olarak varolmamaktadırlar, – hiç değilse henüz varolmamaktadırlar, çünkü ilerlek bir gerçekleşmenin oluşu içindedirler. [sayfa 376]
|
|
ele
veriyor
kendini!
|
§ 6. MEKANİKÇİLİK DE BİR VARSAYIMDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR
[216–218] Ama hayat fenomenlerinde herşeyin fiziksel-kimyasal yasalara indirgenebileceğine ve mekanikçiliğin de tüm kapsamı içinde deneysel bakımdan ispatlanmış olduğunu ileri sürmek, deneyin bizlere bütün öğrettiklerine aykırı düşecektir. Tam tersine, hayat hakkında pek az şey biliyoruz ancak...
Öyleyse niye tutup da mekanikçi teorileri başımıza doluyoruz? diye düşünülebilir burada. Doğrulanmaları bilimin yetkinliğe ermesini varsayan bu çok genel varsayımları bilim alanından sürüp çıkarmak gerekmiyor mu? Belirli fizikçiler tarafından fizik konusunda ve özellikle de fizikteki mekanikçi teoriler konusunda savunulduğunu görmüş olduğumuz bir kanı ile karşılaşıyoruz burada yeniden. Hatırlayalım ki bazı enerjetikçiler de mekanikçi varsayımları gerçeklenemez, yararsız ve hattâ tehlikeli genellemelerdir diyerek fizik alanından sürüp çıkarmak istemişlerdi. Nitekim işte biyoloji bilginleri arasında da aynı tavrı benimsemiş olan ve bu bakımdan da doğrudan doğruya bu enerjetikçi fizikçilere bağlanan bir kaç bilgine raslamaktayız.
|
|
NB
|
NB
|
|
Biyolojideki enerjetikçi okul mekanikçi okuldan, fizik alanındakine oranla, daha az belirgin bir şekilde ayrılır. Mekanikçiliğin ürkek bir yanıdır daha çok bu okul; çünkü erekçiliğe karşıçıkar ve hayat fenomenleriyle inorganik fenomenler arasında bir uygunluk olduğunu varsayar.
|
|
ürkek
bir yanı
du mécanisme
|
§ 7. GENEL VARGILAR:
BİYOLOJİNİN ÖĞRETTİKLERİ
[223–224] Canlı madde, alışkanlık ve soyaçekim tarafından apaçık bir biçimde koşullanmıştır: daha önce geçtiği bütün halleri anımsamaktadır sanki canlı madde. Oysa, denmektedir ki, işlenmemiş madde hiç bir zaman bu özeliği göstermez. Hattâ böyle bir şeyi tasarlamak bile aykırılık olur. Bütün maddesel fenomenler tersinir’dirler. Bütün biyolojik fenomenler, tersinmez’dirler.
Bu koşullar içinde unutulmaktadır ki termodinamiğin ikinci ilkesi, evrim yada soyaçekim ilkesi diye adlandırılabilmiştir...
[227] Kendileri için tikel bilimlere bölünmüş olduğu çeşitli olgu sınıflarını kesinlikle ve daima biribirlerinden ayrı şeyler olarak göz önüne alamaz bilim. Tamamıyle öznel ve antropomorfik nedenleri vardır bu bölünmenin. Genele ulaşmak üzere tikelden başlayarak soruları [sayfa 377] sıralamayı, her birine ayrıca dikkat yöneltmeyi gerektiren zorunlukların sonucudur sadece bu bölünme. Kendi kendinde doğa, bir bütündür.
|
|
Diyalektik
maddeciliğe
yaklaşıyoruz
NB
|
BÖLÜM V
ZİHİN (L’ESPRİT) SORUNU
§ 2. ESKİ AMPİRİZM
VE METAFİZİĞE KARŞIÇIKAN
ESKİ GÖRÜŞLER:
PSİKOFİZYOLOJİK PARALELİZM
[242–246] Büyük felsefe geleneğini metafizik akılcılık kurmuş olduğu halde, bu okulun eski apriori olumlamaları kritisist anlayıştakilerin itirazlarını çekmeden edemezdi. Nitekim bütün çağlarda, akılcı ve metafizik akımlara karşı direnç gösteren filozoflarla karşılaşıyoruz. Bunların en başında duyumcularla maddeciler, sonra da çağrışımcılarla fenomenciler gelmektedir. Genellikle hepsini, ampirikler diye adlandırabiliriz.
|
|
Bu düşünürler, zihni, doğaya karşıt tutmak yerine yeniden doğanın içine yerleştirme çabasındadırlar. Ne var ki onlar da zihni, tıpkı mücadele ettikleri düşünürler gibi dar ve entelektüalist bir tarzda göz önüne almağa devam etmektedirler.
Ampirik teori zihni, hemen hemen atomculuğun maddeyi tasarladığı gibi tasarlıyordu. Atomların yerlerini bilinç hallerine bıraktığı psikolojik bir atomculuktu bu. Söz konusu bilinç halleri de duyumlar, fikirler, duygular, heyecanlar, haz ve acı duygulanımları, hareketler, istemler, vs. idi.
Bu durumda bizim psikolojik hallerimiz, sinir merkezlerimizi meydana getiren atomlarda denk düşen öğesel bilinçlerin bütününden başka bir şey değildi. Zihin maddeye paraleldir : Kendine özgü bir biçim içinde ve kendi dilinde, maddenin de kendine özgü bir biçim içinde ve bir başka dilde anlatmakta olduğu şeyi anlatmaktadır. Bir yanda zihin, öbür yanda madde, aynı bir metnin karşılıklı iki çevirişidirler.
İdealistler için ilk metin, zihindir; maddeciler için, maddedir; ikici tinselciler için, her iki metin de bir o kadar ilktir ve doğa, her iki dilde birden yazılmıştır; salt birciler içinse, aslına eremediğimiz bir ilk metnin iki ayrı çevirisini yapma durumundayızdır...
|
|
§3. PARALELİZMİN MODERN ELEŞTİRİSİ
[248–249] Bilinç birdir ve süreklidir dendiği vakit, eski akılcılığın temel taşlarından biri olan “ben”in birliği ve özdeşliği teorisinin ihya edilmek istendiğini sanmak gerek. Bilinç bir’dir, ama hiç bir zaman kendine özdeş kalmaz, bütün canlı varlıklar da böyledir ayrıca. Sürekli olarak değişir bilinç; ama kesin ve belirli [sayfa 378] olarak yaratılmış ve ne ise o olarak kalan bir şey gibi değil, kendi kendini durmaksızın yaratan bir varlık gibi: Evrim yaratıcıdır, özdeşlik ve süreklilik kavramına, gerçek görüntüleri yeniden bulmak için, bu görüntülerin altında keşfettiğimizi sandığımız sayısız hali bir sentez ve birlik bağıyle bağlamak gerektiğinde ihtiyaç vardı ancak. Ama gerçekliğin öz bakımından sürekli ve kesiksiz olduğu ve gerçeklikte raslanan kopuklukların yüzeysel olduğu varsayıldığında, bir birlik ve süreklilik ilkesine başvurma ihtiyacı ortadan kalkacaktır.
İngiliz-Amerikan pragma teorileri, bunlara alabildiğine yakın düşmektedirler. Son derece çeşitlidir bu teoriler; özellikle de, ahlâk ve mantık alanındaki uygulamalar için kendilerinden çekilip çıkarılmak istenen vargılar bakımından. Ama bu teorilerin birliğini yapan ve bunları bir grup halinde toplamamızı sağlayan, doğrudan doğruya, bilinç sorununa getirdikleri çözümün genel çizgileridir. Pragmacı görüşün büyük psikologu W. James, en açık ve en tam şeklini vermiştir bu çözüme James’in görüşü, aynı zamanda ve aşağı yukarı aynı nedenlerden ötürü, hem metafizik akılcılığa, hem ampirizme karşıdır...
|
|
[251–252] Bir iddiası daha var W. James’in: Bu teoriye gelmek için, deneyin öğrettiklerini şaşmaz bir kesinlikle izlemekten başka bir şey yapmamış olduğunu ileri sürüyor: Bunun için de radikal ampirizmin” yada “saf deneyin teorisi” diye adlandırıyor görüşünü. Düşünüre göre James’in “deney teorisi”eski ampirizm, metafizik ve akılcı yanılsamaya bulaşmış olarak duruyordu. Ve kendisi, ampirizmi işte bu yanılsamadan tamamıyle kurtarmayı denemiştir.
Bilinç konusundaki bu yeni teorilerin çok kısa bir zamanda çok büyük bir rağbet kazanmış oldukları, tartışma götürmez: İngiltere’de Schliler ve Peirce, Amerika’da Dewey ve Royce, Fransa ve Almanya’da Poincaré, Hertz, Mach, Ostwald gibi bilginler ve bunların yanı sıra, Katolikliği Katolikliğe sadık kılarak yenileştirmek isteyenlerin hemen hepsi, en sistematik görüşleri Bergson ve James tarafından getirilmiş olan bu fikir akımına bağlanabilirler. Tartışma götürmeyen bir başka husus da, bu rağbetin büyük ölçüde hak edilmiş gözüktüğüdür...
|
|
James’ın
“deney
teorisi”
NB
James, Mach
ve papazlar
|
[254–255] Bilgi ve hakikat sorunu dolayısıyle göreceğiz ki gerçekten de pragmatizm, çoğu zaman, şüpheci vargılara sürüklenmiştir; ama bu vargılar, zorunlu olmaktan uzaktırlar. Kimi zaman şüpheci bir akıldışıcılığa pek yakın görünen James bile belirtilmişti ki, deneyin doğru bir yorumunda, deneyi sadece bize tek tek olguların kavramını veren olarak değil, ama aynı zamanda ve özellikle, bize olgular arasında varolan bağlantıların kavramını veren olarak göz önüne almak gerekir.
Böylece görülüyor ki felsefede beliren ve pragmacılık adını alan yeni yönelim, zihin konusundaki bilimsel ve felsefî görüşler alanında tartışma götürmez bir ilerleme meydana getirmektedir. [sayfa 379]
|
|
§ 4. PSİKOLOJİK ETKİNLİK KONUSUNDAKİ
GENEL GÖRÜŞ
[256–261] Psikolojik dünyayı oluşturan bağlantıların nelerden ibaret bulunduğu ve bunların, doğanın ve deneyin geri kalan kısmını meydana getiren bağlantılardan nasıl farklılaştığı söz konusu edilebilir şimdi. Bu konudaki en açık endikasyonları belki de Viyanalı fizikçi Mach vermiş bulunuyor. Her deneyde, verilmiş olan, ilkin iki gruba bölünen bir bağlantılar yığınına bağlıdır: Dış bakımdan bizimkini andıran bütün organizmalar tarafından, yani bütün tanıklar tarafından özdeş şekilde gerçeklenebilen bağlantılar, ve, tanığa göre başkalaşan bağlantılar. Psikolojinin konusu, işte bu sonunculardır; ve bunların bütünü de, psikolojik etkinlik dediğimiz şeyi meydana getirmektedir. Daha kesin bir söyleyişle: ilk gruba giren bağlantılar, bizim organizmamızdan ve biyolojik etkinlikten bağımsızdırlar. İkinci gruptakilerse, hem organizmamıza ve hem de biyolojik etkinliğe sıkı ve zorunlu tarzda bağımlıdırlar.
Matematik, mekanik, fizik, kimya, biyoloji: verilmiş olan’ın içerdiği bağlantılar bütünü içinden her biri bizim organizasyonumuzdan bağımsız olan ve bağımsız olarak göz önüne alınması gereken bir bağlantı grubunu bölüp alan bilimlerdir bunlar. Bunlar nesnel bağlantılardır; ideali, verilmiş olan’dan bu verilmiş olan’ı bizim organizmamıza bağımlı kılan tüm bağlantıları eleyip atmak olan doğa bilimlerinin konuşudurlar...
Biyolojik olan’la psikolojik olan’ın karşılıklı bir etki içinde bulunduklarını, kendi aralarında bir bağlantılar sistemi kurmuş olduklarını gösteriyor deney bize. Bu iki olgu takımından her biri niçin, tıpkı bütün doğal olgu takımları gibi, örneğin kalorik, elektrik, optik, şimik vs. fenomenler gibi biribirleri üzerinde etkiyen ve tepkiyen iki doğal olgular takımı olarak göz önüne alınmayacakmış? Bütün bu takımlar arasındaki fark, biyolojik takımla psikolojik takım arasındaki farktan ne daha çok, ne de daha azdır. Bütün fenomenlerin aynı planda ve birbirlerini koşullandırabilen şeyler olarak göz önüne alınmaları gerekir.
|
|
Deneyin ve bu deneyin bir organizma tarafından edinilen bilgisinin niçin var olduklarını açıklamıyor gerekçesiyle itiraz edilecektir bu görüşe şüphesiz. Ama öyle gözüküyor ki buna, böyle bir sorunun kötü konmuş ve aslında varolmayan bir soru olduğu belirtilerek cevap verilebilir ve bu cevap da verilmelidir. Zihni evrene daima karşıt tutmuş olan antropomorfik bir yanılsamadan (illusion) ileri gelmektedir böyle bir soru. Deneyin niçin var olduğunu sormak yersizdir, çünkü bir olgudur deney; ve bir olgu sıfatıyle kendisini ister istemez kabul ettirir.
|
|
“deney bir
olgudur”
|
Deney, yada, daha az ikircikli bir terim kullanmış olmak için, verilmiş olan, matematik, mekanik, fizik, vs. bağlantılara bağımlı gibi gözüktü bize şu ana [sayfa 380] değin. Koşullarının çözümlemesini sürdürdüğümüzde ayrıca gözükecektir ki bu verilmiş olan, başka birtakım bağlantılara da bağlıdır; ve söz konusu bağlantılar, verilmiş olan’ı, verilmiş olduğu bireyin haline göre deforme eden bağlantılardır: işte bu değişikliğe uğratmalar, tahrifler de öznel’i, psikolojik olan’ı meydana getirirler. Bu yeni bağlantıların, bu değişikliğe uğratmaların genel imlemini, yani içerdikleri en genel bağlantıların (ilkelerin) yüzyıllar boyunca ilerleyecek bilimsel çözümleme tarafından bulunacak anlamını –kabataslak bir şekilde ve yaklaştırma olarak elbette– belirleyebilir miyiz?
Başka terimlerle. söyleyecek olursak : verilmiş olan niçin, tüm bireyler için özdeş olmak yerine, kendisi hakkında edinilen bilgi ile aynı bir şeyi meydana getiren bir işlenmemiş ‘verilmiş olan’ olmak yerine, öznel biçimde değişikliğe uğramaktadır? Üstelik o derecede değişikliğe uğramaktadır ki bir çok filozof ve ortak anlayış, en sonunda deneyin birliğini görmez hale girmiş ve şeylerle zihnin indirgenmez bir ikicilik içinde bulunduğu düşüncesine gelip saplanmıştır. Bu ikicilik, aslında, bütün herkesteki hali içinde –ve bilimler tarafından düzeltildiği ölçüde– deney ile, tikel bir bilinçte değişikliğe uğradığı hali içinde deney arasındaki ikiciliktir...
|
|
toplumsal olarak organize bireylerin
deneyi
|
[271–272] İmgeler, öznelciliğin iddia etmiş olduğu gibi, duyumlara özdeş değildir; imleminin genişliği dolayısıyle ikircikli kalan bu duyum sözcüğünü, dolayımsız deney anlamında kullanıyoruz. Bergson’un çözümlemesi, bu noktada, verimsiz olmaktan uzaktır. Dolayımsız deneyde, yani duyumda zaten içerilmiş halde bulunan belirli birtakım bağlantıların sonucudur imge. Ne var ki duyum, bir çok başka bağlantıyı daha içermektedir. Sadece “imge” sistemini (duyumun ve dolayımsız deneyin bütünsel sistemiyle karşılaştırıldığında, kısmî sistemdir bu) meydana getiren bağlantılar verilmiş olduğunda, –daha belginleştirmek üzere diyelim ki– bütünsel sistemin bağlantıları içinden sadece, verilmiş olan’ın organizmaya bağımlılığını yaratan bağlantılar verilmiş olduğunda ortaya çıkan imgedir, anıdır.
Anıyı böyle tanımlamakla, deneysel psikolojinin en son sonuçlarını olduğu gibi ortak anlayışın en eski düşüncelerini de dile getirmiş olmaktayız: Anı, organik bir alışkanlıktır. Anının ilkel duyumla ortak yanı, organik koşullardır sadece. Dış diye adlandırdığımız şey ile olan ekstra-organik bağlantıların (ki duyum, bu bağlantıları da içermektedir) tümünden birden yoksundur anı.
Organik koşullara imgenin bu tam, duyumun da bu kısmî bağımlılığı, yanılsamayı, duyuların yanılmasını, düşü ve sanrıyı da anlamamızı sağlamaktadır aynı zamanda: Dışla olan bağlantılar bir çeşit anormal bir şekilde kesildiğinde, bir birey için deney artık sadece kendi orgnizmasında olup bitenlere, yani organizmaya bağımlı bağlantılara, dolayısıyle de salt psikolojik olan’a, saf öznel’e indirgenmektedir... [sayfa 381]
|
))
))
))
|
NB
NB
|
§ 5. BİLİNÇDIŞI SORUNU
[280] Tam bilinçli hayatımız, psikolojik etkinliğimizin bütününün çok sınırlı bir parçasıdır ancak. Tüm çevresinde gitgide mutlak karanlığa ulaşan çok geniş bir yarıgölge bölgesinin bulunduğu ışıklı bir izdüşümün merkezi gibidir bu tam bilinçli hayat. İşte eski psikolojinin büyük kusuru, psikolojik etkinlik olarak sadece bu daracık tam bilinçli etkinliği göz önüne almasıydı.
Bilinçdışının organizasyonumuzda kapladığı yeri ne denli büyültsek haksız sayılmayız; ama buna karşılık, belli bir pragmacı psikolojinin pek sık yapmış olduğu gibi, aynı bilinçdışının nitel önemini de gereğinden fazla abartmamak gerekir.
Kimi pragmacılara göre duru bilinç, entellektüel ve akla uygun bilinç, psikolojik etkinliğimizin en yüzeysel ve en önemsenmez parçasıdır...
|
|
§ 6. PSİKOLOJİ
VE EREKLİK (FİNALİTÉ) KAVRAMI
[285–286] Demek ki üst psikolojik hayat, dolayımsız ve yüzeysel bir gözlem karşısında, baştanbaşa ereksellikle damgalı gözükmektedir. Alışılmış bir usulle bilinenden bilinmeyene doğru genelleştirdiğimizde görürüz ki, bütün alt psikolojik hayat da gene erekçi bir tarzda yorumlanmış bulunmaktadır. Çok parlak bir ışık gelince göz kapağının kırpılması gibi en ilksel bir refleks hareketi, ilkel heyecanlar, en basit fizik hazlar ve acılar, kısaca bütün bu olgular hep türün korunması ve ilerlemesi yada bireyin korunması ve ilerlemesi tarafından yönetilmektedir gibi görünmüyor mu? En basit bir protoplâzma pıhtısı olan ve bazı belirli ışınımları arayıp bazılarından sakınmağa çabalayan amipten itibaren, bilinçli diye nitelenebileceğine inandığımız bütün etkinlik, yönseme türünden bir etkinlik değil midir daima? Ve bir yönseme, edim haline geçmiş bir ereklikten başka nedir ki?
Dolayısıyle de W. James’in, Tarde’ın ve daha bir çok düşünürün,bu olguları göz önüne alarak, psikolojik yasaların öbür doğal yasalardan mutlak şekilde farklı doğalı yasalar olduğu vargısına gelmelerine şaşmamak gerekiyor. Söz konusu düşünürlerin gözünde psikolojik yasalar, ereksel (teleolojik) yasalardır.
Ereksel psikolojik yasa görüşü, yönsemeyi, yaşama isteğini, içgüdüyü, iradeyi ve eylemi varolan bütün herşeyin temeli olarak sunan metafizik görüşlerin üzerine geçirilmiş bilimsel bir kılıftan başka bir şey değildir aslında. Nitekim işte bunun içindir ki bu görüş, eylemin başmanlığından yana olan pragmacılarca benimsenecek, işlenecek ve geliştirilecektir. Bunların gözünde, vücut görevlerini inceleyen psikoloji ile erekçi psikoloji eşanlamlı terimlerdir... [sayfa 382]
|
|
NB
NB
|
§ 7. KALIM SORUNU
[294–296] Çözümlenemez etkinlik ve gerçeklik antitezi bir yandan, bağlantının antitezi öte yandan, gitgide yitip ortadan kalkmaktadırlar. Nitekim işte bunun iğindir ki bunları artık, zihni ilgilendiren yanıyle olduğu gibi maddeyi ilgilendiren yanıyle de, eskimiş bir metafiziğin elden düşme eşyaları arasına atmak gerekiyor. Ancak bir sentezdir, verilmiş olan; ve bilim bu ‘verilmiş olan’ı çözümlemeğe devam ederek, ilkin koşulları içine yeniden yerleştirmekte, sonra da bağlantılara ayrıştırmaktadır.
Peki ama bu durumda zihnin ölümsüzlüğü ne oluyor? Özellikle de kişisel ölümsüzlüğü zihnin; çünkü iki bin yıldır herşeyden çok buna sarılmış durumdayız sımsıkı? Şeylerin yasasını izlememek, tüm canlıların yasasını izlememek, yitmemek, başka şey haline gelip yok olmamak! İnsan denen beceriksiz kumarbazın, en büyük mizayı kazanmak isteyip de iş işten geçtikten sonra zar tutmasına benziyor bu!
Besbellidir ki bir bağlantılar sisteminin ebedî yada ölümsüz görünmesi son derece güçtür. Ama bunda mutlak şekilde olanaksız hiç bir yan da yoktur. Olasılık dışı, evet! Olanak dışı, hayır! Yalnız ne var ki buradan, bizim kendimizi yerleştirdiğimiz alandan bakınca, böyle bir şey için deneyin olasılıksızlığı (yada, belkisizliği) ortadan kaldırması, yada en azından, olasılığa dönüştürmesi gerekirdi.
Böyle bir şey için deney, öznel’in ardında, organizma ortadan yok olduktan sonra da sürüp giden koşulların ve öznel’i kısmen de olsa bu organizmadan daha başka bir şeye bağımlı kılan bağlantıların varlığını keşfettirmeliydi bize. Deneydir kararı verecek olan; şüpheleri yalnız deney kaldırabilecektir. Verilmiş olan’ın bir parçasının, örneğin bilincin –kısmen de olsa– yok edilemezliğini sağlayacak belirli birtakım koşulların, belirli birtakım bağlantıların bulunup ortaya konmasına apriori olarak karşıçıkan hiç bir şey yoktur.
Ama söylemeğe bile gerek yok ki bugüne değin buna benzer hiç bir şey sunmamış bulunuyor bizlere deney. Ispritizmacıların tam tersi İddiada olduklarını bilmez değilim. Ama bu, bir iddiadan ibarettir. Bu kimseler tarafından girişilen deneyler –hiç değilse bu deneylerin hileli ve aldatıcı olmayanları (yani galiba küçücük bir kısmı?)–, işlerin bugünkü durumunda, bizleri en fazlasından şunu düşünmeğe sürükleyebilir : Belirlenimlerini iyi bilmediğimiz ve hele koşulları ile yasalarını hemen hiç bilmediğimiz birtakım doğal kuvvetler, birtakım mekanik hareketler vardır. Bu kuvvet ve hareketlerin insan organizmasına bağımlı olmaları ve sadece psikolojik bilinçdışı ile biyolojik etkinliğe bağlı bulunmaları da, pekala olasıdır.
|
|
Dolayısıyle de, kalım konusundaki deneysel gerçeklemelerinin acınacak hali karşısında ruhun ölümsüzlüğü teorisi, kendisine taa Sokrates ve Platon tarafından verilmiş olan biçimini koruyabilir bugün de ancak: İnsanın dilerse yüklenebileceği bir risktir bu, – bilinmeyen’e bir çağrıdır. Bilindiği kadarıyle bugüne değin henüz herhangi bir cevap almamış olan bir çağrı... [sayfa 383]
|
|
Ölümsüzlük
ve
Rey’nin
bilinemezciliği
|
BÖLÜM VI
AHLAK SORUNU
§ 1. AKILDIŞI AHLÂK:
MİSTİSİZM YADA GELENEKÇİLİK
[301–306] Demek ki yeni felsefeler, herşeyden önce ahlâk öğretileridir. Ve öyle gözüküyor ki şu şekilde tanımlanabilir bu öğretiler : bir eylem mistisizmi. Yeni değildir bu tavır. Sofistlerin tavrı buydu örneğin: Hakikat diye bir şey yoktu onlar için de, yanılgı yoktu; başarı vardı sadece. Daha sonra sırasıyle, Aristoteles’i izleyen olasıcılar ve şüpheciler benimsedi bu tavrı; skolastiğin egemen döneminde kimi nominalistler, XVIII. yüzyılda öznelciler ve bu arada özellikle Berkeley benimsedi.
|
|
NB
NB
|
Stirner ve Nietzsche gibi entellektüel anarşistlerin öğretileri de gene aynı öncüllere dayanmaktadır.
Görüldüğü gibi, çağdaş nominalizmin ve pragmacılığın iddianamesinde sözcükler şeylerden daha yenidir...
Le Roy gibi bazı modernistler, pragmacılıktan, Katolik dininin bir savunmasını çekip çıkardıklarında, bu felsefenin bazı kurucu filozoflarının çıkarmak istedikleri şeyi çıkarmış olmuyorlardı. Nitekim W. James ve Chicago okulu filozofları gibi pragmacılar da hemen hemen yaklaşık sonuçlar çıkarmışlardı. Hattâ daha fazlasını da ileri sürebilirim, sanıyorum: Sanıyorum ki Le Roy, bu düşünce tarzından, meşru olarak çekip çıkarılması gereken biricik vargıları çıkarmaktadır...
Pragmacılığa karakterini veren şudur: Başarı kazanan ve bilim, din, ahlâk, gelenek, kullanım, görenek (gibi) şu yada bu biçimde yaşanılan ana uygun düşen herşey, hakikîdir. Herşey ciddiye alınmalıdır; ayrıca, bir ereği gerçekleştiren ve , eylemde bulunmamızı sağlayan herşey de ciddiye alınmalıdır...
|
|
Şu ana kadar, gelenekler ve dogmalar neden dolayı iflas ettiler? Bilimden yada, üründen çok ürünü yapan alet göz önüne alınırsa, akıldan dolayı. Hürriyetle yaşar bilim; akıl da, en sonunda, yorumlama özgürlüğünden başka bir şey değildir. Nitekim işte bunun içindir ki bilim ve akıl evvelilkin devrimcidirler; ve bunlar üzerine kurulmuş bulunan Eski Yunan-Batı uygarlığı da (nitekim işte bunun içindir ki) bir isyancılar uygarlığı idi, bir isyancılar uygarlığıdır ve bir isyancılar uygarlığı kalacaktır. Bugüne kadarki biricik özgürleşme aracımız olmuştur isyan; içinde hürriyeti bulup tanıyabildiğimiz biricik form da gene isyan olmuştur. İsyan derken, kendi kendine egemen bir aklın tinsel isyanını kastediyorum; yoksa bu birincinin –ki değerli madendir– çoğu zaman yararlı, kimi zaman da zorunlu kılıfından başka bir şey olmamış olan ham isyanı değil.
Demek ki bugün geleneğe, yada bugün pek rağbet gören terimle, eski ahlâkî değerler’in korunup sürdürülmesine yapılabilecek olan bellibaşlı ilk yardım, bilimin değersizlendirilmesidir. İşte bunun içindir ki [sayfa 384] pragmacılık, adcılık –bu akımlara katılmış olanların çoğunun haklı ve yerinde olarak pek güzel görmüş oldukları gibi– belirli birtakım dinsel, duygusal, içgüdüsel, geleneksel (türünden) eylem güdü’lerinin gerekçelendirilmesini mantıksal sonuç olarak getirmektedir. Bilimsel bilgiden alınma eylem güdüleriyle aynı planda, yada, daha mantıksal olarak, daha üst bir planda –üst, çünkü bilim sadece sınaî eylemi amaçlar– yeni felsefenin, (örneğin) gönül atılımı yada otoriteye boyun eğme, mistisizm yada gelenekçilik gibi akla aykırı bir ahlâki haklı göstermeğe varması gerekirdi. Hattâ gelenekçilik bazan o kadar ileriye gidiyor ki, bazıları (örneğin W. James), akılcı ahlâkların mutlak’ına geri dönmekten bile çekinmiyorlar...
|
|
NB
|
§ 4. TÖRELER BİLİMİ
[314] ...Bu ahlâk anlayışının, yani akla uygun sanat olarak ahlâk anlayışının olanak kazanabilmesi için, elbette ki bir töreler biliminin de olanaklı olması gerekir, işte metafizik, burada yeniden umut buluyor. Gerçekten de, sosyoloji – ki bu töreler bilimi, sosyolojinin bölümlerinden birdir ancak – henüz doğmuştur. Tıpkı psikoloji gibi, ama psikolojiye oranla çok daha az ilerlemiş olarak, sosyoloji de, metafizikçilere karşı bilimin metodunu, konusunu ve hayat hakkını tartışmak gereken dönemdedir henüz. Bununla birlikte öyle görünüyor ki orada olduğu gibi burada da sorun, bilimsel çabaların lehinde sonuçlanacaktır. Metafizikçilerin gevezeliğine engel olunamaz; yapılması gereken, onları konuşmağa bırakmak ve iş görmektir. Nitekim işte sosyoloji de, Durkheim ve okulunun araştırmaları sayesinde, çalışmış ve iş görmüştür...
|
|
|
BÖLÜM VII
BİLGİ VE HAKİKAT SORUNU
§ 1. GELENEKSEL ÇÖZÜM
[325–326] Salt bilgin kalmış olan bilginler, doğrusu istenirse, bu hakikat sorununa pek öyle ilgi göstermiyorlar. Evrensel onayı toplayan ve bundan dolayı da zorunlu gözüken olumlamalara varmak yetiyor onlara. Onlarca, metodlu şekilde yürütülen ve gereğince kontrol edilen her deney, hakikîdir. Deneysel gerçekleme: işte, onlara göre, hakikatin ölçütü. Ve tamamıyle haklıdır da bilginler; çünkü pratik, bu tavrı doğrulamıştır hep. Bundan böyle de daima doğrulamayabileceğini varsaymak, saçmayı hayal etmek, sırf şüphe etmiş olmak için şüphe etmek olur... [sayfa 385]
[328–332] Pragmacılık, akılcıların aklının işin ucunda zihnimize gerçekliğin sadık kopya’sını garantilemek sonucuna ulaştığını ileri sürdüğünde, modern akılcılar bu saldırılar karşısında şiddetle savundular kendilerini. Gerçekten de pragmacılık, sununla suçlamaktaydı akılcılığı: bilgiyi, nesneler yada kendinde şeyler ve zihnin bunlar hakkındaki tasarımları olarak iki eşinzamanlı parça halinde çiftleştirme...
|
|
NB
NB
|
§ 2. PRAGMACI ELEŞTİRİ
... “James, deney yoluyle gerçeklenen herşeyin, ve bazan da, etkinliğimizi herhangi bir şekilde başarıya ulaştıran herşeyin hakikî olduğunu öne sürüyor. Ve, bu son önerme benimsendiği takdirde hemen hemen zorunluk kazanan vargı, ortada artık hakikat diye bir şey olmadığıdır. Çünkü bugün başarıya ulaşan, yarın başarıya ulaşmayabilir : Yasalarda ve hukuktaki, ahlâk kurallarında ve dinsel inançlardaki, bilimsel kanı ve oylardaki değişkenlerin de ispatlandığı gibi, pratikte pek sık raslanan bir durumdur bu. Bugünün hakikati, yarının yanılgısı: Pirene’lerin bu yanında hakikat, öbür yanında yanılgı. En sıradan bir sokak temasıdır bu. Ve pragmacılığın kurucusu Pierce’in kesinlikle eleyip attığı bu vargılar (büyük pragma felsefesinin ve özellikle de James’in en kurnazca dolambaçlara başvurarak sıyrılmayı denediği bu vargılar), epigonlar tarafından en kabasaba şekilde benimsenen vargılardır. Nitekim işte bunun içindir ki pragmacılık, ahlâk yada inanç konusunda nasıl akla aykırı gelenekçilikle eşanlama geliyorsa, hakikat sorunu konusunda da şüphecilikle eşanlama gelmektedir.
Ve bununla birlikte, bütün eleştirilerde olduğu gibi, pragmacılığın akılcılığa yönelttiği eleştiride de bir hakikat payı elbette ki vardır. Eleştirisel teoriler hakkında çoğu zaman söylenen şey, onun hakkında da rahatça söylenebilir: yıkıcı yanı kusursuzdur gerçekten, ama yapıcı yanı daha bir hayli işlenmek ister. Besbelli ki, şeylerin aynası olan zihin ve hakikat-kopya teorisi kabaca yüzeyseldir. Bilimin yolunda serpili bütün yanılgılardan geçe geçe evrilen bilimsel hakikatlar, bunu göstermek için karşımızdadır.
|
|
sic!
ya ya!
|
Öte yandan da biz kendi kendimizi evrenin ortasında eylemde bulunan organizma olarak göz önüne alacak olursak, pratiğin alanını hakikatin alanından ayıramayacağımız bellidir; çünkü, şimdiye kadar söyleyegeldiklerimize göre ve bilimlerin bize öğrettiklerine göre, hakikati deneysel gerçeklemeden ayıramayız. Başarı kazanan görüşler hakikîdir sadece. Ama bir şeyi bilmek kalıyor geriye: Bu görüşler, başarı kazandıkları için mi hakikîdirler; yoksa hakikî oldukları için mi başarı kazanmaktadırlar. Pragmacılık daima birinci doğrultuda çözmeğe yöneliyor bu almaşı. Sağduyu ise, ancak ve ancak ikinci doğrultuda çözebilir görünüyor... [sayfa 386]
|
|
§ 3. HAKİKAT SORUNUNUN
BİR ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN OLARAK BELİRTME
[333–334] Deneyin bize verdiği bütün bilgiler biribirlerine bağlıdırlar ve sistemleşirler. Ama akılcılıktaki gibi, onlardan üstün olan ve gelip onlara kendi formlarını zorla kabul ettiren bir etkinliğin sonucunda sistemleşmez bu bilgiler. Bu görüş, bilimin sağlamlığını güven altına almak isterken, tam tersine, şüpheciliğe açılmaktadır: Bilgiyi, zihnin ürünü haline getirmektedir çünkü; ve çünkü bu ikicilik, zihnin ürünü olan bilginin ‘verilmiş olan’ı tahrif edip etmediği sorununu ortaya koymaktadır kaçınılmaz biçimde. Burada, tam tersine, tıpkı kendilerini verdikleri tarzda sistemleşir bilgilerimiz; ve ‘verilmiş olan’ın bağlantıları da ‘verilmiş olan’ kadar değerlidirler, doğrudan doğruya. İşin aslında, dolayımsız verilmiş ile bunun içerdiği bağlantılar bir tektirler ve bölünemezler. Bilginin bütün edimleri, aynı yapıda ve aynı değerdedirler...
|
|
§ 4. YANILGI SORUNU
[336–347] Şu ana değin içinde dolandığımız mutlaın gerçeklik te, öyle gözüküyor ki, yanılgıya yer yoktur. Yalnız hatırlayalım ki biz, deney ile bilgiyi ancak çıkışnoktasında özdeş tuttuk biribirlerine. Bu kısıtlamanın neyi içerdiğini gösterme zamanı gelmiş bulunuyor.
|
|
réalisme
absolu(= tarihsel
maddecilik)
|
Deneyin bize getirdiği olgulardan biri de odur ki, ayrı ayrı bireylerin bilgileri biribirlerinin tıpatıp aynısı değildirler. Bu, iki tarzda açıklanabilir: Ya, ne kadar birey varsa o kadar biribirinden farklı gerçeklik vardır (ki saçmadır bu; çünkü o zaman öznelciliğe düşeriz) – yada, ve biz kendimizi ister istemez bu seçeneğe yerleştirmek zorundayızdır, ‘verilmiş olan’ herkes için bir ve aynı olduğuna göre,
bireylerin bu (herkes için bir ve aynı) ‘verilmiş olan’ hakkında edindikleri bilgiler arasındaki farklar, bireylerin içinde bulundukları koşullardan, yani o bireylerle o ‘verilmiş olan’ arasında varolan ve bilimsel çözümleme tarafından daima ortaya konulabilen bireysel bağlantılardan ileri gelmektedirler. Bilinç sorununda bambaşka düşüncelerle ulaşmış olduğumuz vargıdır bu. Gördük ki ‘verilmiş olan’, bilen bireyden bağımsız bağlantılar –nesnel bağlantılar– ile kendisini bilen organizmaya bağlı kılan bağıntıları –öznel bağlantılar– içermektedir.
Bu böylece kabul edildiğinde görüyoruz ki, deneyde, ama artık başlangıç noktasında değil de deneyi çözümledikçe, bilginin etkeni ile bilginin konusu arasında bir çiftleşme olagelmektedir. Bu bağlantı, şu söyleyegeldiklerimizin ışığında, ‘verilmiş olan’la aynı değerdedir. ‘Verilmiş olan’la aynı sıfatta çıkar karşımıza ve kendini de öyle kabul ettirir; [sayfa 387] bundan şu sonuç çıkar: Zihin ile obje (yada, konu) arasındaki ayrılık başlangıçtaki bir fark olarak değil de, çözümlemenin bir ürünü olarak, çözümlemenin ‘verilmiş olan’da keşfettiği çok genel iki bağlantı olarak konulmalıdır (N. James); ve bu ayrılık da olanca değerini, blok halinde yani bir ve bölünmez olarak alman deneye daha başlangıçtan beri verilmiş olan değerden çekip alır...
|
|
!
NB
|
Hakikat, ‘nesnel olan’dır. ‘Nesnel’ ise, gözlemciden bağımsız olan bağlantıların bütünüdür. Pratikte, herkes tarafından kabul edilmiş olandır bu, evrensel deney konusu olandır, –bu sözcüklere bilimsel bir anlam vererek– evrensel onay konusu olandır. Bu evrensel onayın koşullarının çözümlemesini sürdürürsek, bu olgunun aslında kapladığı hukuk’u yani bu olguyu temellendiren nedeni aramağa devam edersek, şu vargıya geliriz: bilimsel çalışmanın ereği, deneyi, metodlu biçimde uzatıp sürdürerek “öznellikten çıkarmak”, bireysel olmaktan kurtarmaktır. Demek ki bilimsel deney, ham deneyin sürüşüdür; ve bilimsel olgu ile ham olgu arasında doğa farkı yoktur.
Bilimsel hakikatin bir soyutlamadan başka bir şey olmadığı söylenmiştir kimi zaman. Elbette ki ham deney göz önüne alınacak olursa, yani öznel ve bireysel deney göz önüne alınacak olursa, bir soyutlamadan başka bir şey değildir bilimsel hakikat; çünkü bu deneyden, deneyi bilen bireye bağımlı ne varsa eleyip atar. Ama bu soyutlamanın ereği, tam tersine, ‘verilmiş olan’ı verilmiş olduğu hal içinde yani onu değişikliğe uğratan bireylerden ve olumsallıklardan bağımsız bir şekilde yeniden bulmaktır; gerçek olan’ı, sözcüğün tam ve kesin anlamıyle somut’u, nesnel’i keşfetmektir.
|
|
|
bilgi
teorisi
= utangaç
maddecilik
NB
|
Bir kaç ünlü yanılgının çözümlenmesiyle bu genel teorinin gerçeklemesini araştırmak, doğrusu, ilginç olurdu, örneğin Ptolemaios sistemi, astronomik gözlemlemenin yersel koşullarına bağlı olan bireysel tasarımlarla alabildiğine dolu bir deney koyuyor önümüze: yeryüzünden görünen haliyle yıldızlar sistemidir bu. Kopernik-Galilei sistemi çok daha nesneldir; çünkü gözlemcinin yeryüzünde bulunuşundan ileri gelen koşulları ortadan kaldırmaktadır. Daha genel bir tarzda, mekanikte –Rönesans bilminde ve bugünün bilimlerinde– nedenselliğin, bir fenomenin mekân ve zamanda bağımsız belirim koşullarını içerdiğini göstermişti Painleve. Ama mekânda ve zamanda konum koşullarının, özellikle mekanikte, öznel koşulların hemen hemen tümünü –ki bunlar kabataslak bir düşünceyle elenecek kadar sıradan şeyler değillerdir artık– kapsamasından İleri gelmektedir bu. [sayfa 388]
(
(
|
Önemli vargı : Hakikatin mutlak antitezi değildir yanılgı. Büyük sayıda filozofun da savunmuş olduğu gibi, olumlu değildir yanılgı; tam tersine, olumsuz ve kısmîdir, daha küçük çapta bir hakikattir bir çeşit. Yanılgıyı içermekte olduğu öznel’den deney sayesinde arıtarak, ilerleyerek hakikata geliriz. Ve hakikat, ulaşıldığı andan itibaren, sözcüğün tüm gücüyle, bir mutlak ve bir bitim’dir; çünkü nesnel, zorunlu ve evrensel olan’dır hakikat. Ne var ki hemen hemen bütün durumlarda bitim (yada, son, uç), bizden uzaktadır. Gittikçe biraz daha yaklaşılan ama hiç bir zaman ulaşılmayan bir matematik sınır olarak görünür bize hemen hemen. Nitekim işte bunun içindir ki bilim tarihi, bize hakikati bir evremin oluş’u içinde sunar: Yapılıp bitmiş değildir hakikat, kendi kendini yapmaktadır durmadan, üretmektedir. | Belki de | hiç bir zaman yapılıp bitmiş olamayacaktır, ama gittikçe biraz daha yapacaktır kendi kendini. Üretecektir.
‘Olan’ vardır demek yerine, şeylerin niçin olduklarını araştırmağa dayanan o eski metafizik yanılsamaya kapılıp son bir soru daha sorulabilir belki: Deneyin öznel koşulları olması nedendir? Ve neden, deneyin verdiği bilgi dolayımsız olarak herkes için bir ve özdeş değildir? Bu soruya cevap vermeyi reddetme hakkımız vardır; ama öyle görünüyor ki, psikoloji sayesinde, olumlu bir endikasyona varılabilir. Bütünsel deney, öyle bir durum olup da bir çeşit kendi kendisi hakkında bilgi sahibi olabilseydi –panteistlerin tanrısı gibi hani– işte o bilgi dolayımsız şekilde bir ve özdeş olurdu. Ama, bizim önümüze geldiği haliyle deneyde, deneyin bilgisi kırıntılı bir tarzda verilmektedir.
Biyoloji ve psikoloji bize öğretiyor ki biz, ortama uyarlanma ile, ortamla sürekli bir denge ile gelmişizdir meydana, yada daha doğrusu, meydana getirilmişizdir. Bundan da, yaklaşık olarak, bilgimizin herşeyden önce organik hayatın-zorunluklarına cevap vermesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim işte bunun içindir ki bilgimiz, kökende kısıtlı, bulanık, alabildiğine özneldir – içgüdüsel hayatta olduğu gibi tıpkı. Ama bilinç, evrensel enerjiler sahnesinde boy gösterir göstermez, pratik yararlığı sayesinde, her an biraz daha güçlenerek sürüp gidecektir. Gittikçe biraz daha karmaşık varlıklar evrilmekte ve gelişmektedir. Gittikçe biraz [sayfa 389] daha şaşmaz hale gelmekte, biraz daha kesinleşmektedir bilinç. Zekâ ve akıl haline girmektedir. Aynı zamanda da deneye uyarlanma, upuygunluk biraz daha bütünleşmekte, tamamlanmaktadır. Bilim, işte bu sürecin en yüksek formundan başka bir şey değildir. ‘Verilmiş olan’la artık tamamıyle bir tek ve tıpatıp aynı şeyden başka bir şey olmayan, nesneye kesinlikle ve tıpatıp upuygun düşen, yani nesnel, zorunlu ve evrensel bir bilgiyi –böyle bir bilgiye hiç bir zaman ulaşamayacak olsa bile– umma hakiki vardır bilimin. Teorik açıdan doğrulanmış bulunmaktadır bilimin iddiası; çünkü bilim, bugüne değinki evrimin doğrultusundadır. Ama pratik açıdan bu iddia, öyle gözükmektedir ki hiç bir vakit karşılanmayacaktır; evrimin sonu demektir çünkü bu iddianın gerçekleşmesi; ve o noktaya ulaşmak için, evrenin şu anki halinden mutlak şekilde farklı bir halde olması ve çevrenle bilimin edinci arasında bir çeşit özdeşlik bulunması gereklidir.
|
)
)
|
hakikat
ve yanılgı
(diyalektik
maddeciliğe
yaklaşılmakta)
?
"deney"
üzerine
tatsız
lâfazanlık
“deney”
deney
=le milieu?
|
Soyutlamalar içinde en yüzeysel olanı, akla-uygun çalışmanın sonuçlarını ve evrimin ilerlemelerini deneyden eleyen soyutlamadır.
Besbelli bir biçimde pratik tarafından ve pratiğe doğru yöneltilmiştir bu devrim; besbelli bir biçimde, çünkü söz konusu evrim, varlığın kendi ortamına sürekli olarak kendini uyarlaması sayesinde gerçekleşmekte ve bu uyarlama ile dile gelmektedir. Kim bugün bunu inkâr edebilir ki? Pragmacılığın, artık çoktan fosilleşmiş bir akılcılık karşısındaki en kesin zaferlerinden biridir bu. Ama bu zafer, hakikî olan’ın, yararlı ve başarılı olan’ın bir işlevi olarak tanımlanmasını gerektirmez katiyen. Tam tersine bu zafer, yararlı olan’ın ve başarının, hakikata sahip olmanın bir sonucu oldukları anlamına gelir...
|
|
Demek ki, pratik ile hakikat arasındaki bağıntıları akla uygun ve dosdoğru bir biçimde dile getirmek istiyorsak: başarı kazanan, hakikîdir... demeyeceğiz; hakikî olan başarı kazanır... yani, girişilen eyleme ilişkin olarak, gerçeğe uygun düşen başarı kazanır... diyeceğiz. Doğru eylem, ortasında oluştuğu gerçekliklerin tam ve kesin bir bilgisinin sonucudur ancak. Doğru bildiği ölçüde iyi ve gereğince eyler insan.
|
|
utangaç
maddecilik
|
§ 5. BİLGİ TEORİSİ
Bilgi edimi içinde her bireyde raslanan bireysel katsayıya bağlı kalmayan şeyi hakikî ve nesnel olarak olumladığımızı, sanırım ki herkes kabul edebilir. Ama [sayfa 390] bireysel katsayının hangi anda ortadan kalktığı konusunda görüş ayrılıkları çıkacaktır. Herhangi bir deneysel saptama karşısında, evrensel olarak saptanan ile salt benim tarafımdan saptanan payları kesinlikle ayırabilir miyim biribirlerinden?
Dedik ki genellikle bilimsel çaba, bütün durumlarda işte bu ayırımı yapmayı amaçlamaktadır. İşin ucunda, başka bir ereği de yoktur bilimin. Ve bilim, bu karakteriyle bile tanımlanabilir. Demek ki pratik bakımdan elimizde, hakikî ve nesnel olanı öznel ve yanılsamalı olandan seçip ayırdetmeğe yarayacak bir ilk araç var daha şimdiden. Eksiksiz ve kesin bir şekilde uygulanan bilimsel metodların yardımıyle elde edilen şey, hakikî olacaktır. Bu metodları hazırlayıp geliştirmekle, kesinleştirmekle ve tanımlayıp belirlemekle bilgiler yükümlüdürler. Bu ilk ölçüt, şu ana değin veregeldiğimiz ‘evrensel onay’ olarak nitelediğimiz pek bulanık kurala oranla çok daha kesin ve belirlidir. Çünkü evrensel onay, evrensel bir önyargıdan başka hiç bir şey olmayabilir.
|
|
karma-
karışık
|
Şunu kabul etmek gerekiyor ister istemez: İnsanın ulaşabileceği hakikat, insanî (insana özgü) bir hakikattir. Bunu söylerken, sözcüğün şüpheci anlamında görecel olduğunu söylemek istemiyorum bu hakikatin; insan türünün yapısına bağlı olduğunu ve ancak bu tür için geçerli olduğunu söylemek istiyoruz.
|
|
şüpheci
anlamda
görecel!!!
|
Zaten belirli birtakım sofizmlerin de hesabını görmek gerekiyor kesinlikle: Bütün insan türü için geçerli bir hakikat, insanî hakikat, insan için mutlak bir hakikattir; çünkü, insan ötesi bir mutlak’ın yandaşları gibi, gerçeğin bir kopyası olmadığını varsayarsak bu hakikatın, hiç değilse insan için, gerçeğin eksiksiz ve kesin ve biricik olanaklı çevirisi, mutlak eşdeğeri olduğunu söylemekteyizdir...
|
)
|
yaa!
|
[351–352] Çağdaş bir bilgin, Poincaré fiziğin hiç bir zaman özdeş olgularla uğraşmadığını, sadece biribirlerine çok benzer olguları konu edindiğini ileri sürüyordu. Bu durumda bilim, mutlak şekilde kesin olmak istediği takdirde her yeni olgu yeni yasa gerektireceğine göre, ne işimize yarayacaktır?
Bu itiraz, şu itirazla aynı cinstendir: Her olgu, sonsuz’u kapsamaktadır. Demek ki bu durumda, en küçük bir nesne hakkında en basit sağlam bilgiye sahip olabilmemiz için, bütünleşmiş haliyle bilim gerekecektir bize. Tıpkı bu itiraz gibi ve hemen hemen kendiliğinden çözülmektedir o itiraz da...
Özetle ‘verilmiş olan’ bilim konusudur; çünkü çözümlenebilir bu ‘verilmiş olan’ ve çünkü bu çözümleme bile onun varoluş koşullarını açımlar. Bilim kesin ve pekindir; çünkü giriştiği her çözümleme, ‘verilmiş olan’la aynı değerde olan deneysel sezgilere götürmektedir bizi yavaş yavaş. Öyle ki bilim, açıkladığı evrenin varoluşu ile ve benim kendi [sayfa 391] varoluşum ile –ki benim kendi varoluşum da bana gene bir deneysel sezgi ile bildirilmektedir– aynı pekinlik ve kesinlik derecesine sahiptir.
|
))
|
bitiş =
utangaç
maddecilik
|
BÖLÜM VIII
GENEL VARGI: DENEY FELSEFESİ
[354–357] Eski Yunan felsefî düşüncesinin başlangıçlarından beri, metafizik anlayışın iki yada üç aynı genel yönelimini bulmaktayızdır hep. Bütün felsefe elkitapları işte genellikle bu yönelimlere uyarak, felsefe sistemlerini maddecilik, tinselcilik ve idealizm adları altında sınıflarlar.
Aslında –duruma burada kendimizi yerleştirdiğimiz çok genel görüş açısından, yani bu yönelimlerin her biri tarafından bize sunulan “tikel değerler aşamalanması” açısından bakacak olursak– tinselcilikle idealizm çoğu zaman en yakın andırışlar içinde olduklarından, diyebiliriz ki metafizik bizi daima şu iki büyük değer aşamalanmasıyle karşı karşıya bırakmıştır: maddeci aşamalanma ve idealist tinselci aşamalanma. Biribirlerine karşıt olan bu iki aşamalanma, biribirlerinin hemen hemen tersine dönmüş imgeleridirler.
|
|
NB
|
İdealist ve tinselci aşamalanmada, dorukta zihin vardır; geri,kalan herşeye anlamını ve değerini bu zihin verir: Ya, idealizmde olduğu, gibi, biricik gerçekliği temsil eder zihin, ve maddesel görüntüler zihin tarafından yaratılmışlardır yada ancak zihinle varolurlar; yada, tinselcilikte olduğu gibi, maddesel gerçekliğin üzerinde yer alan ve doğanın kendisinde tamamlandığı ve kendisini onunla açıkladığı üstün gerçekliktir zihin, ve maddesel gerçeklik bu üstün gerçekliğin desteğidir yada çevresidir ancak. – Maddeci aşamalanmada ise, tam tersine, her şey maddeden başlar ve maddeye döner. Hayat ve bilinç olayları da dahil evrenin tüm olaylarının ebedî ve değişmez yaratıcısıdır madde. Kökendeki maddeden kör tesadüfün fışkırtıp ortaya çıkardığı sonsuz birleşim ve düzenlenim türlerinden tikel bir tanesidir sadece hayat. Bilinç ve düşünce, birer hayat fenomeninden başka bir şey değildirler; beyin bunları, karaciğer öd salgıları gibi salgılar... [sayfa 392]
Demek ki düşünce –yada hiç değilse, maddeselolmayan ve hür zihin planında yer alan bir şey– hem en üstün açıklama ilkesi olarak, hem de varoluşun ve yaratımın temel ilkesi olarak zorunludur. Zihni koyun, doğada herşey aydınlanacaktır. Zihni kaldırın, doğa anlaşılmaz olacak, hiçlik içinde yitip gidecektir.
Maddecilikse, tam tersine –aynı kısa yolu kullanmama izin verirse–, bize bir psikolojik olguyu açıklayan her deneyin bu olguyu organik olgulara indirgediğini öne sürmektedir. Organik madde ise, giderek, inorganik maddeye döner gelir. Çarpışmanın doğurduğu itkiden başka bir şey değildir kuvvet, bir başka hareketle bileşen bir harekettir. Demek ki şeylerin temelinde bulduğumuz, ham ve kör hareketten başka bir şey değildir.
Ve işte neredeyse üç bin yıldır bu değer sistemleri her kuşakta yeniden ele alınıp işlenmekte, geliştirilmekte; yenildiğini bir türlü kabul etmek istemeyen bir düşünce, sayısız incelik ve kurnazlıklarla bunları bazan kesinleştirmekte, çoğu zaman da büsbütün bulandırıp karartmaktadır. Ve hemen hemen başlangıçtaki kadar yol almış durumdayızdır bu alanda bugün.
Peki ama bu durumda belki de bu karşıt sistemler tarafından tartışılan sorunların boş ve yanlış konulmuş olduklarını düşünmek gerekir? Şeyler arasında bir hiyerarşi kurmak istemek de bir o kadar antropomorfik bir önyargı olamaz mı yani? Ve bu önyargı da, akla dayalı bir tartışmadan çok bireysel duygunun özlemlerine değgin olamaz mı? İşin ucunda bu sistemler, nesnel bilgiyle hiç bir ilişkisi bulunmayan birtakım erekler için, hakikatin tarafsızca aranmasına tamamıyle yabancı birtakım kaygılar için konmakta ve biribirlerine karşıt durmaktadırlar. Olumlu bir tartışmaya değgin olmadıklarına göre de, bunları artık tartışmamak gerekir.
Ya baştan sona aldanmaktayım; yada çağdaş felsefe, canlı ve güçlü akımları olan pozitivizm ve pragmacılıkta, bu vargıya doğru yönelmektedir... [sayfa 393]
|
))
|
idealizm ve
maddecilik
üzerine
yargılama
bir alay
budalalık!
idealizmin
ve
maddeciliğin
3000 yılı
yaa !!
|
[385–362] Eğer felsefe derken, deneyin ötesinde yada hattâ berisinde kalarak, şeylerin kökenini, ereğini ve doğasını, bilimin yada eylemin yararsız temellerini arayan –ve bütün bunları ararken de bilinen herşeyi, bu bilinen’i doğrulamakla yükümlü bir bilinemez’le ikileştiren– bu spekülasyonlar kastediliyordu; eğer tek kelimeyle, akılcı yada şüpheci, idealist yada maddeci, bireyci yada panteist, ne olursa olsunlar o eski diyalektikler kastediliyorsa, o zaman bu bilginler basbayağı haklı görünmektedirler. Bütün bu metafizikler, estetik açıdan ilginç olmaktadırlar artık sadece; ayrıca bu estetik ilgi çekicilik de, söz konusu metafiziklerden tad alanlar için, son derece tutkulandırıcı olabilir: Pratik olmaktan uzak ve yüksek zihinlerin bireysel hayalleridir bunlar.
|
|
Bilimler, hem bir kesin ve pekin deneysel sonuçlar bütününden, hem de bir yanıyle daima varsayım niteliğinde olan bütüncül teorilerden meydana gelmektedir. Ama bu varsayımlar, bilim için vaz geçilmez şeylerdir; çünkü gelecek deney hakkında ve bilinmeyen hakkında öngörülerde bulunarak bilimin ilerlemesini sağlarlar. Bütün bilineni, ışığını bilinmeyen’in üzerine yansıtacak tarzda sistemleştirir bu varsayımlar. Neden felsefe de tıpkı bu şekilde tüm bilimsel bilgilerin bir genel sentezi; bilinmeyen’in keşfine ve bilimsel anlayışın kendi gerçek yönelimi içinde kalmasına yardım etmek üzere, bilinmeyen’i bilinen aracılığıyle tasarımlamak için bir çaba olmasın? O durumda felsefe, varsayımın daha büyük genelliği ile ayrılırdı bilimden; felsefe teorisi de, bir iyice sınırlandırılmış tek tek olgular grubunun teorisi olmak yerine, doğa tarafından bize sunulan olgular bütününün teorisi, XVIII. yüzyıldaki deyimiyle, doğa sistemi olabilirdi, yada hiç değilse bu tür bir teoriye doğrudan bir katkı meydana getirirdi.
Bilimsel görüş açısına karşıt durmaz felsefî görüş açısı, onunla yanyana konmuş durur. Bilgin, olumluluğa ulaşmak için tüm çabasını harcadığı zaman bile filozoftur, çünkü olumluluğun kendisi doğrudan doğruya bir felsefedir...
Bilim felsefeden ne konu bakımından (her İkisinin de konusu aynıdır : deney hakkında bilgi vermek), ne de metod bakımından (bilimsel yol zekâmızı doyurabilecek biricik yol olduğuna göre –ki tanım olarak böyledir bu– her ikisinin metodu da aynı olmak gerekir) farklı olmamak gerekir. Sadece bir görüş açısı farkı vardır ikisi anısında; ve bilimsel görüş açısını felsefî görüş açısından farklı kılan, farklı kılması gereken biricik şey, felsefî görüş ayısının ötekine oranla çok daha genel oluşu ve daima biraz bir macera gibi ortaya çıkışıdır...
[364–369] Tarih bize gösteriyor ki bilim, çoğu felsefî sorunların temelini oluşturan en genel insani zihin [sayfa 394] uğraşlarından gereğinden fazla uzaklaştığında, bu zihin uğraşılarını cevaplandırmayı, zor altında kalarak yada aşırı temkin sonucu, başka spekülasyonlara yada geleneksel inançlara bıraktığında, bitkisel hayata girmekte ve tehlikeye düşmektedir. Demek ki bilimin edinçlerinin ve bilim anlayışının, haklarını aştıklarında, gerekirse kendi kendilerine karşı, yeterinden fazla kendini beğenmişlik ve macera tehlikesine karşı mutlaka savunulmaları gerekmektedir. Çünkü –bir örneğini bazı maddeci genellemelerde gördüğümüz– aşırı ataklık, sağlıklı ve dürüst düşünenler katında bilim için, aynı bilimin sıradan sokak adamı karşısındaki ürkekliği ve pısırıklığı kadar tehlikelidir en az. Demek ki felsefenin en temel ödevlerinden biri de bilimin gelişmesi, bilim anlayışının normal biçimde sürüşü ve yayılışı için zorunlu olan genel havayı koruyup sürdürmektir...
|
|
katırcı
seni!
kazlığın bu
kadarı da
fazla doğrusu!
lâf ola beri gele!
of!
maddeciliğe
karşı
savunma
|
Ama hiç şüphe yok ki felsefe, bizce adanmış olduğu çifte misyonu: bir yandan bilginlerin çabalarını koordine etmek ve esin verici varsayımlar aracılığıyle yeni buluşlara yolaçmak; öte yandan da, bilimin ilerlemesi için zorunlu atmosferi yaratmak misyonlarını – ancak ve ancak bilimlerin, ama bilginlerin gördüğü ve anladığı gibi görülüp anlaşılmak koşuluyle bilimlerin tek kelimeyle bilimsel bir anlayış içinde gerçekleştirilmiş örgütleyici sentezi olmağa yönelerek yerine getirilebilir.
Ve işte bu bakımdan da, bugünkü felsefî araştırmaların –pragmacılıkta hiç şüphesiz daha düşük bir düzeyde, ama gene de genellikle çok yüksek bir düzeyde– bir önceki dönemin metafizik yanılmalarına artık hiç bir şekilde düşmeksizin, büyük bir özenle bilimsel çalışmalardan haberli olarak, bilimsel çalışmaların sonuçlarıyle uzlaşmağa çabalayarak ve bilimsel çalışmalardan esinlenerek yürütülmesi, gerçekten avunç ve umut vericidir.
Alabildiğine canlı ve duru bir bilim duygusu, tartışma, götürmez bir biçimde oluşmaktadır bugün. Kimilerinde din yada ahlâk duygusuna paralel olarak ve adetâ çatışmaya olanak tanımayan farklı bir planda gibi gelişmekte olan bu duygu, kimilerinde de o din duygusunun yerini almıştır ve bu kimselerin bütün ihtiyaçlarını tam olarak doyurmağa yetmektedir. Bu sonunculara bilim, Renan’ın güzel deyişiyle, bir simge ve bir yasa vermiş bulunmaktadır. Bir yandan eski akılcılığın insan aklına sarsılmaz imanını koruyup sürdürürken bir yandan da deneysel metodun kesin zaferinden şu kesin sonucu: aklın, zihnin kendini deneye uyarlamak ve deneyi daima biraz daha derinden tanımak için gösterdiği sürekli çabadan, nesnel gerçeklikle öznel düşüncenin karşılıklı olarak iç içe geçişinden başka bir şey değildir... sonucunu çıkarıp benimseyen gerçekten olumlu bir tavır almıştır bunlar.
|
)
)
|
Öyle sanıyorum ki felsefenin geleceği bu yandadır, çünkü hakikat bu yandadır. Bütün kehanetler gibi bu da, bir inanç işinden başka bir şey değildir. Zaman söyleyecektir haklı olup olmadığını. Ve ben inancım ortaya koyan bir kimse olarak, bütün bunları meşru bulurum. Bir tek koşulla: Böyle davrananların da bana karşı [sayfa 395] aynı şekilde davranmaları koşuluyle. Hattâ bence bir fikir akımının, karşısında karşıt fikir akımları bulması mutlu bir olaydır; hasımların eleştirisiyle arınıp incelir, gelişip düzelir ve kesinleşir bir akım.
Şu kısa incelemeler boyunca ilk taslağı verilen felsefî tavrı, akılcı pozitivizm, mutlak pozitivizm yada bilimcilik olarak adlandırabiliriz. İkili anlamlardan kaçınmak için, bu tavrı deneyselcilik diye adlandırmak belki de daha isabetli olacaktır. Şu iki şeyi birden belirtmeğe yarayacaktır bu ad: Söz konusu tavrın, hem baştanbaşa deneye dayandığını – ama eski ampirizmin tersine, bilimsel deneyimin ürünü olan kontrollü deneye dayandığını; ve hem de, mutlak gerçekçiliği ve deneysel birciliği içinde, deneyin ötesine gitmeyi kesinlikle reddettiğini.
Deney, ilkin ve dolayımsız olarak, duyumlarımızın bütünüdür; fenomenler dediğimiz şeydir. Ama dikkat ve düşünce fenomenler üzerinde yoğunlaştığı andan itibaren deney, kendiliğinden kendi kendini çözümlemeğe başlar; çünkü bu duyumlar bütünü, ‘verilmiş olan’ın kabasaba ve alabildiğine yüzeysel bir görünüşten başka bir şey değildir. Hemen ardından bu bütünde ve bu bütünün altında, içerdiği ve kendi hakikî temelini oluşturan bağlantılardan bir kaçı belirip açığa çıkar, işte bilim, ‘verilmiş olan’ın doğasına daima biraz daha derinden nüfuz eden bu çözümlemeyi aralıksız sürdürmeyi yükümlenmiş bulunmaktadır. Dolayımsız verilmiş olan’ı bir nokta ile tasarlayacak olursak, ‘gerçek verilmiş olan’ın bir imgesini edinebilmek için, bu noktanın, kendi ardında devam eden bir doğrunun izdüşümünden başka bir şey olmadığını düşünmek gerekiyor. Bir çok parçaya ayrılabilir bu doğru: ve parçalar arasında gemi bölmesi gibi kesin bir ilintisizlik olmaksızın, bu parçaların her biri ‘dolayımsız verilmiş’in bağımlı bulunduğu bağlantı familyalarını içine alacaktır. Ve bu familyaların her biri, o bağlantıları biribirlerine birleştiren doğal kaynaşma anıklıklarına dayanan bir tanım gereğince meydana gelecektir. Sayı ve konum bağlantıları olacaktır bunlar; mekanik, fizik, vs. bağlantılar olacaktır; ve en son olarak da, organizmaya bağlılıklarıyle –ki ‘verilmiş olan’da organizmaya göreceldir– tanımlanan psikolojik bağlantılar olacaktır. Ve ne kadar biribirlerine benzer bağlantılar grubu varsa, o kadar tikel bilim olacaktır.
Felsefe ise, tam tersine olarak doğru’yu olanca uzunluğu ve sürekliliği içinde tasarlama çabasındadır. Ama [sayfa 396] bütünüyle çizgi kadar bu çizginin kendi kendini izdüşürdüğü nokta da –yani ‘dolayımsız verilmiş’le çözümlemeyi yürüttükçe bu ‘dolayımsız verilmiş’i bütünleyen bağlantılar da– aynı doğaya sahiptirler.
|
|
!!
pozitivizm,
deneyselcilik,
gerçekçilik =
“akılcı yada
mutlak
pozitivizm”
deney =
duyumların Σ’ı
“chose en
soi”?
|
Deneyin verileridir bunlar. Ve bütünleri, bir tek ve aynı deneyi: insanın deneyini meydana getirmektedir. Algının dünyasını bilimin evreninden ayıran, şeylerin doğası değil, bizim psikolojik yapımızdır; ve bu ayrılık da anlık ve olumsaldır.
Demek ki sadece açıklanmağa ihtiyacı vardır deneyin. Deneyi açıklamasa, deneyin içerdiği ve –öğrettiklerini kabul etmeyi becerebiliyorsak– bilgimize kendiliğinden sunduğu bağlantıları anlatıma kavuşturmaktır sadece. Bilimin yüklendiği de budur. Ama, tüm gerçeklik olduğu için, deneyin doğrulanmağa ihtiyacı yoktur: Deney vardır, o kadar.
|
|
Son
MUHTEVA
. . . . . . . . . . .
– § 6. Matematikçi Poincaré’nin fikirleri. Poincaré.
. . . . . . . . . . .
|