İşçi Çıkarmaları ve Kapitalizm
Ülkemizde son yıllarda gelişen işçi sınıfı hareketi ile birlikte ortaya çıkan işçi çıkartmalar, hemen her dönemde güncel konuların başında gelmektedir. Başarılı bir grevin ardından ya da etkili bir toplu sözleşmeden sonra yaygın bir işçi çıkartma olaylarının baş göstermesi güncelliğini korurken, bunlara karşı mücadele sorunu da sürekli gündemde kalmaktadır. Son olarak DYP-SHP koalisyonunun işçi çıkartmalara karşı yeni düzenlemeler yapma girişimleri, konuyu yeniden ön plana çıkarmıştır.
SHP'li Çalışma Bakanı tarafından "tasarı" olarak ilan edilen yeni düzenleme yapma düşüncesi, işçi çıkartmaların belli bir düzene ve yasaya bağlanmasını hedeflemektedir. Bir yandan çıkartılacak işçilere bildirim süresi uzatılması düşünülerken, diğer yandan bunların belli bir iş sigortası kapsamına alınması düşünülmektedir. Hangi boyutta ele alınırsa alınsın, sosyal-demokratların genel "iyimserlik" leri ile içinde varoldukları sistemi, yani kapitalizmi kavrayamamalarının bir ürünü olan bu düşünceler, sonuçta tekelci burjuvazinin büyük bir tepkisini ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, Demirel'in TÜSİAD yemeğine katılımında "temayülere" uygun olmayan ve "TÜSİAD'in tarihinde hiç olmamış" bir tarzda bu konu gündeme getirilmek istenmiştir. Bu gelişme birçok yönden sonuçlar yaratmaktadır.
İlkin, tekelci burjuvazinin, bazılarının protokol kurallarına uyma istemleri dikkate alınmazsa, bir bütün olarak sosyal-demokratların iktidar ortağı olmasından önemli rahatsızlıklar duyduğu görülmektedir. Devrimci mücadeleye karşı düzenin bir cankurtaranı olarak ele alınan sosyal-demokratların böylesine "dayanılmaz" görülmesi, ülkemizdeki kapitalizmin niteliğinden çok, genel olarak kapitalizmin niteliğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak, işçi çıkartmalarının temelinde yatan artı-değeri artırma eyleminin kapitalizmin temel unsuru olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.
Üçüncü olarak, işçi sınıfının mutlak artı-değer artırma girişimleri ile yüzyüze olduğu görülmüştür. Dördüncü olarak, işçi çıkartmalara karşı mücadelenin, aynı zamanda düzene karşı mücadelenin en temel unsurlarından biri olduğu belirginleşmiştir. Dolayısıyla işçi çıkartmalara, yani artı-değerin mutlak biçimde artırılmasına yönelik mücadele, geleneksel mücadele tarzlarıyla sürdürülmesi artık eskimiştir.
Herşeyden önce, işçi çıkartmalar ile artı-değer ilişkisinin net biçimde ortaya konulması şarttır. Doğru bir mücadele biçiminin uygulanabilmesi için gerekli olan bu koşul, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin temeline yönelik bir bilinçlendirme faaliyetinin esasını oluşturur. Böylece işçi çıkartmalara yönelik mücadelenin, son tahlilde, kapitalizme yönelik mücadelenin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu görülecektir.
Bilindiği gibi, kapitalizm, artı-değer üretimine ve bu artı-değere kapitalist tarzda el konulmasına dayanır. Artı-değer ise, doğrudan üretici güç olan işçilerin emek-gücünün değerinin altında satın alınmasına ve satın alındıktan sonra da değerinin üstünde kullanılmasıyla ortaya çıkar.
Kapitalist bir yandan, işçi sınıfını asgari yaşam standardının altında yaşamaya zorlayarak, ücretleri alabildiğine düşük tutmaya çalışırken, diğer yandan işçinin emek-gücünü alabildiğine yoğun bir tarzda üretimde kullanarak "verimliliğini", dolayısıyla artı-değer üretmesini artırmaya çabalar.
İşçi sınıfının sendikal mücadelesi, işte bu noktada devreye girerek, bu ilişkinin mümkün olan sınırlar içinde işçiler lehine görece değiştirilmesine çalışır. Bu sınır, kapitalistin ortalama kâr oranı ile belirlenen bir sınırdır ve salt ulusal ölçekte değil, aynı zamanda uluslararası ölçekte belirlenir. Yani tekelci burjuvazi için sorun, ülkedeki ortalama kâr oranı değil uluslararası kâr oranı önemlidir.
İster işçilerin verimliliğini artırmaya yönelik faaliyetler olsun, isterse siyasal yönetimlerin sendikal mücadeleye müdaheleleri olsun, sonal olarak kapitalistin kâr oranını korumaya ve artırmaya yöneliktir. Ülkemizde son günlerde oligarşiyi bir bütün olarak "endişelendiren" konunun "ülkenin milleti ve devletiyle bir bütün" olmasından çok, işçilerin işten çıkartılmalarına karşı bazı yasal önlemlerin alınması ve işçilerin yaş sınırına bakılmaksızın belli sürede emekli olabilmelerine ilişkin tasarıların olması hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü bu konu onların varoluşlarına yönelik sonuçlar doğurabilecektir. Oysa diğer konu ya da konular, daha dolaylı bir etki içindedir.
Ülkede süregelen enflasyonist politikalarla birlikte süregelen yüksek işsizlik oranları oligarşi için olduğu kadar diğer sermaye kesimleri içind de önemli bir kâr kaynağı yaratmaktadır. Yüksek işsizlik yoluyla "verimsiz" emek-gücünün değiştirilerek verimli hale getirilmesi; gelişkin bir sendikal mücadele aracılığıyla yükselen işçi ücretlerini düşürülmesi sökonusu iken, gerek işçi çıkartmaların sınırlandırılması, gerekse "erken emeklilik" tasarıları bir bütün olarak kapitalistlere yeni "mali yükler" getirmektedir. kârlarının bir kısmından vazgeçmeleri anlamına gelen böyle bir isteğin "hoş görülmemesi" elbette ki kaçınılmazdır.
S. Sabancı tüm "haşmeti ve ağırlığıyla" ilkin erken emeklilik yasa tasarısına karşı çıkarken, T. Özal'ın ağzından ve makamından yükselen karşı hareketlerle birleşerek, kendisini aynı zamanda siyasal bir boyutta ortaya koymuştur. Yaş durumuna bakılmaksızın kadınların 20, erkeklerin 25 yıl fiili çalışmaları durumunda emekli olabilmelerini ön gören tasarının ilkin kararname düzeyinde hazırlanıp uygulamaya sokulması karşısında T. Özal düzeyinde engellenmesi, bu konuda oligarşinin ne denli "duyarlı" olduğunu göstermiştir. S. Sabancı'nın açıklamasına göre, bu tasarı uygulandığı takdirde, salt 1992 yılında ve sadece "özel sektörün" ek harcaması 40 trilyon lira olacaktır. 1992 yılında ödenecek dış borç ana para ve faizlerinin 30 trilyon; bütçeden yatırıma ayrılan payın 40 trilyon olduğu düşünülecek olursa, tekelci burjuvazinin bu konudaki tepkisinin boyutunun ne olabileceğini tasarlamak zor olmayacaktır.
Bunun yanında 1990-91 yıllarında işçi sınıfının sendikal mücadelesinin geldiği boyutla sağlanan ücret artışlarının, ANAP'ın enflasyon politikalarıyla dengelenmeye çalışıldığı bir dönem sonrasında, yeni hükümetin aynı politikaları izlemesinin olanaksız olduğu ortaya çıkmışken, bu yeni "mali yük"ün oligarşi için ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
İşte buna bağlı olarak ve bu sorunlara ek bir sorun olarak işçi çıkartmaların sınırlandırılmasını amaçlayan, dolayısıyla çıkartılan işçilerin kapitaliste maliyetini yükselten tasarı açık bir tepkiye dönüştürülmüştür.
Tüm bunlar, hemen hemen herkes tarafından görülebilen ve bilinebilen sorunlar ve gelişmelerdir. Ancak burada en önemli konu, bunlar karşısında gösterilecek tavır ve bunlara karşı nasıl mücadele edileceğidir. Özellikle çalışanların sendika kurma hakkının tanınmasının gündeme geldiği bir dönemde ve sendikal mücadelenin yeniden güçlenme dinamiklerine sahip olduğu bir evrede, bu mücadelenin ağırlıklı bir boyutunu sendikalar oluşturacağı da açıktır. Bu sendikal mücadelenin karşılaşabileceği en önemli sorun ise, işçi ücretlerinin artırılması yönündeki mücadele ve girişimlerin, diğer halk kesimleri tarafından tepkiyle karşılanmasıdır. "Ülkemizdeki sendikalı işçi sayısı 1. 800. 000'dir. Ben bunlara 'mutlu azınlık' diyorum" diyen Tansu Çiller bu gelişmenin kapısını aralamıştır. 7-8 milyon civarında işsiz bir kitlenin olduğu bir ülkede, çalışan işçilerin ücretlerinin artırılması yanında, bunların iş güvencelerinin sağlama alınmasının çeşitli çevrelerin demagojilerine yol açacağı ortadadır. Özellikle M. Yılmaz ve çevresi bu konuda dahil olmak üzere, pekçok düzeyde bu faaliyetin başını çekmeye aday durumundadır. Nitekim Kürt sorunu karşısında gösterdikleri tavır, işçi sınıfı gösterdikleri tavırla birleşerek yeni gelişmelere yönelmiştir.
Burada, gerek sınıf sendikalarının, gerekse devrimci örgütlerin görevi, bu demagojiye karşı çıkmak ve bunun niteliğini sergilemek olmalıdır. 12 Eylül'den günümüze kadar geçen onbir yıl boyunca sürdürülen "orta direk" edebiyatı bu açıdan önemli bir kamuoyu oluşturduğu unutulmamalıdır. (Her ne kadar "orta direk" deyimi yaygın bir biçimde eskisi gibi kullanılmıyorsa da, bu edebiyat belli oranda yerleşmiş ve kendine yeni deyimler bulmuştur. Toplumsal kesimlerin her türlü istemi karşısında "kaynağı nereden bulacağız" sorusunun sürekli gündeme getirilmesi;ücret artışı karşısında "ben işsizleri de düşünürüm" demagojisi;her şeyde mali hesapların ortaya çıkarılarak kâr-zarar bilançolarının yayınlanması bunun yeni görünümleridir.)
Zonguldak işçi eylemlerinde görüldüğü gibi, "büyük zarar içinde bulunan işletme" demagojisi ile birlikte buraların işçilere devredilmesi demagojisine başvurulmaktadır. Ve o gün görüldüğü gibi, bu demagoji karşısında hiçbir şey yapılamamıştır. Ve işçiler T. Özal'ın ağzından kendilerine, sınıf olarak, ilan edilen meydan okuma ve tehdit karşısında hiçbir şey yapamamışlardır. Sorun bizzat oligarşi tarafından ekonominin ve siyasal iktidarın yönetimi sorunu olarak ortaya konulmuşken etkisiz kalınması devrimci hareketin olduğu kadar, işçi sınıfının da bilinç düzeyinin düşüklüğünü bir kez daha göstermiştir. Ve göstermiştir ki, işçiler ve devrimciler, kendilerini, henüz ekonomik ve siyasal yönetimi üstlenecek olgunlukta görmemektedirler. Ama sorun bizzat oligarşı tarafından konulmuştur:Üreten ve yöneten olmak zorundasınız.
Bu sorunun konulduğu her yerde, işçi sınıfı ve devrimciler iktidar alternatifi sınıf ve güç olarak devreye girmek durumundadırlar. Ellerindeki devrim programlarıyla birleştirerek, bu tür meydan okumalar karşısında kendi somut programlarını ortaya koymalılar ve bunu en geniş kesimlere iletmelidirler.
Zonguldak kömüründe olduğu gibi, bunun ülke ekonomisi üzerindeki kısa vadeli ve mevcut enflasyonist politikalar içinde ne denli zararlı işletmeler olduğu demagojisi karşısında, bunun orta ve uzun vadede ne denli kârlı ve ülkenin siyasal bağımsızlığı ile sanayi üretiminin sürekliliği açısından ne denli önemli olduğu anlatılmalıdır. Ve bu yapılırken, işçi sınıfının her düzeyde yönetimin alternatifi olduğu gösterilmelidir.
Bugün, gerek emeklilik yaşı konusu, gerekse iş güvencesi konusu, işçi sınıfının, sınıf sendikalarının, sınıf sendikacılarının ve devrimcilerin önüne yeniden alternatif güç sorununu koymaktadır.
Bugün proletarya, hangi düzeyde olursa olsun, karşısına çıkan sorunları Marksizm-Leninizm perspektifinden çözebilecek güçtedir. Oligarşi isterse ekonomik düzeyde proletaryayı demagoji ile alt etmek için ileri sürmüş olsun, her durumda, ekonomik birimlerin yönetimini üstlenmekten kaçınılmaması lazımdır. Verimsiz olduğu, özellikle de işçi giderleri nedenyle zarar ettiği ilan edilen fabrikaların yönetiminin, bizzat işçiler tarafından, kendi aralarında kuracakları komiteler aracılığıyla, yada sınıf sendikacılığı temelinde faaliyet gösteren sendika aracılığıyla üstlenilmesinden kaçınılmamalıdır. Kamuoyuna açık seçik mesajlar vererek, sözkonusu olan fabrikaların tüm mali işlemlerinin öncelikle işçi komiteleri tarafından görevlendirilmiş mali uzmanlarca incelenmesini sağlayarak hükümetle pazarlığa oturulmalıdır. Hangi koşullarda ve mevcut borç ve zararın nasıl tasfiye edileceği belirlenerek fabrikaların yönetimine talip olunmalıdır.
Özellikle kömür madenleri, demir-çelik fabrikaları gibi temel sanayi kollarında böylesine bir işçi girişiminin ortaya çıkması, gerek ulusal, gerekse ulusalararası planda çeşitli desteklerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Aynı şekilde, kamuoyunun baskısıyla böyle bir yönetim üstlenilmesini kabul etmek durumunda kalacak oligarşinin de karşı hareketi gecikmeksizin gündeme gelecektir. Şüphesiz en önemli karşı hareket, bu fabrikaların ürünlerinin oligarşi tarafında satın alınmaması şeklinde olacaktır. Uluslararası piyasanın fiyatlarının daha düşük olduğunu gerekçe göstererek bu karşı hareketini meşrulaştırmak isteyen oligarşiye karşı, bir yandan bu sanayi kollarının stratejik ve ulusal bağımsızlık açısından yeri ortaya konularak, diğer yandan üretimde verimliliği artırıcı yöntemleri devreye sokarak maliyeteri düşürücü önlemleri alarak mücadele edilebilecektir.
Her durumda, işçilerin temel dayanağı kendi kararlılıkları ve halk kitlelerinin desteği olacaktır. Zarara uğratıldığı koşullarda bile, bunun oligarşinin engellemelerinin sonucu olduğu halka anlatabilecek geniş bir iletişim ağı kurulması, bu desteğin sürekliliğinin güvencesi olacaktır.
Bu sözcüğün gerçek anlamında sadece bir işçi sınıfı deneyimi olmak durumundadır. Sistem kendi varlığını sürdürdüğü sürece, bundan öteye geçmesi olanaksızdır. Ancak günümüzde proletaryanın böyle bir deneyime, her zamankinden daha fazla gereksinmesi bulunmaktadır. Bu noktada devrimciler, her durumda ortaya çıkabilecek yanılsamalara karşı işçileri uyarmak, onları bunlara karşı hazırlamak ve bilinçlendirmek göreviyle de yüz yüze olacaklardır. Son tahlilde oligarşi proletaryanın böyle bir girişimi başlatmasına izin vermeyecektir. Ancak her durumda proletarya böyle bir girişimi başlatmaya hazır olduğunu göstermek durumundadır ve buna hazırlamak da devrimcilerin görevidir.
Proletarya, aynı şekilde, KİT'lerin özelleştirilmesi karşısında da aynı tutumu takınmak zorundadır. Daha tam deyişle, proletarya özelleştirilecek KİT' lere bizzat talip olmalıdır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
6. Sayı - 1992