1991'in Bazı Sorunları Üzerine
20 Ekim genel seçimleri öncesinde başlayan ve seçim sonuçlarının alınmasıyla birlikte yoğunlaşan politik gelişmeler ülkemizde pekçok kişinin yeni "umutlar" beslemelerine ve ülkenin geleceğine yönelik tasarılar ve beklentiler seslendirmeye başlamalarına neden olmuştur. Böyle bir gelişmeyi 12 Eylül askeri darbesinden sonra gerçek bir gelişme olarak tanımlayanlar bile bulunmaktadır. Kimileri ise, seçim sonuçlarının ve oluşan DYP-SHP koalisyonunun 12 Eylül askeri darbesinin sonuçlarını ortadan kaldırıcı ve ülkede demokrasinin geliştirilmesi için önemli bir olanak olduğun ileri sürmektedirler. Hemen hemen toplumun her kesiminden yeni yeni istemler ileri sürülmekte ve buğüne kadar ileri sürülmüş kimi istemlerin gerçekleştirilmesi beklenilmektedir. Yeni hükümetin kurulması hazırlıklarıyla birlikte başlayan yeni beklentiler dönemi, işsizin iş bulma beklentisinden tüm çalışanların yaşam düzeyini yükseltici ücret artışlarına kadar uzanmakla birlikte, en yoğun beklentiler "demokratikleşme" noktasında ortaya çıkmaktadır. Yeni bir askeri darbe beklentisinin belli belirsiz geri planlara atıldığı bir dönemde böylesine bir beklentiler zincirinin oluşması, toplumun artan oranda dinamikleşeceği ve giderek politize olacağı şeklinde öngörüler oluşturmayı da olanaklı kılmaktadır.
Burada geleceğe dönük kimi tahminlerde bulunarak, ülkedeki siyasal gelişmelerin neler olabileceği hakkında hükümler beyan etmek, yukarda ortaya koyduğumuz "hava" içersinde pekala olanaklıdır. Ve pekala bu beyanların bir kısmının da gerçekleşmesi sözkonusu olabilecektir. Ama devrimci mücadele açısından, sorun salt ülkedeki mevcut ortamın nasıl olduğu değil, bu ortam karşısında nasıl bir yol izleneceğinin belirlenmesidir. Daha tam deyişle, kitlelerin devrimci bir politika önderliğinde yükselen bir mücadelesiyle değil, kendiliğinden gelme tepkilerinin yarattığı seçim sonuçlarına yansıyan bir gelişmenin bulunduğu bir dönemde, devrimci politika, bu gelişme karşısında ve bu gelişme içersinde nelerin yapılması gerektiğini belirlemek durumundadır. Yukardan aşağıya demokratikleşmenin bir kez daha gündeme getirildiği bir dönemde, devrimci politikanın yeri özel bir öneme de sahip olacaktır. Kazanılmış kimi demokratik hakların pekiştirilmesinden, yeni kazanımların ortaya çıkarılmasına kadar pekçok değişik görevler bu dönemde gündeme gelecekir.
Özellikle Demirel'in siyasal temsilciliğini yaptığı tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin, "sol" söylemlerle, tekelci burjuvaziyle yeni bir uzlaşma arayışına yöneldiği bir dönemde "sosyal-demokrat" kesimlerin hükümete ortak edilmiş olması günümüzdeki gelişmelerin en temel öznesini oluşturmaktadır. Demirel'in şahsında "demokrasi savunucusu" durumuna gelen tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin "demokrasi" istemlerinin ne anlama geldiği açıktır. Onlar 24 Ocak Kararları'ndan sonra yönetimin oligarşi tarafından askerileştirilmesini her açıdan desteklemişlerdir. Ancak tekelci burjuvazinin devlet aygıtını her yönden denetime aldığı koşullarda tüm ekonomik gelişmelerin kendi aleyhlerine olduğunu gördükten sonradır ki, askeri yönetimin en önemli karşıtları haline gelmişlerdir. Böylece yeniden eski siyasal kadrolarına gereksinme duymuşlar ve siyasal kadrolarının askeri darbe koşulları altında tecrit edilmelerinin kendilerine ne kadar pahalıya mal olduğunu anlamışlardır. 1985'lerde Demirel'in ağzından ifade edilen "demokrat Türkiye", tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin yeni siyasal sloganı haline gelmiştir.
20 Ekim seçim propagandaları sırasında DYP' nin kullandığı "hesap soracağız" beyanlarının kitleler tarafından önemli ölçüde benimsendiği de görülmüştür. Böylece kurulan koalisyon hükümetinden "hesap sorması" beklenilmektedir. Ancak bunun salt bir söylem düzeyinde kalacağı da ortadadır. Çünkü böyle bir "hesap sorma"nın boyutları önceden tahmin edilemiyecek düzeye çıkabileceği gibi, tüm sömürücü sınıfları da kapsayacak genişliğe ulaşabilecektir. Zaten Demirel'in dile getirdiği "hesap sorma", kendi içinde "yolsuzlukların" hesabının sorulması ile sınırlandırılmıştır. Ancak bu sınırlandırılmış boyutuyla bile, tüm 12 Eylül dönemini kapsamına alan bir genişliğe ulaşabilecek potansiyele sahip olduğunu Demirel'de bilmektedir. En bilinen örnekleriyle 12 Eylül generallerinden Tahsin Şahinkaya'nın elde ettiği zenginliğin soruşturulması bile, tüm 12 Eylül döneminin soruşturulması anlamına gelebilecektir. Ve bu çapta bir gelişme herşeyden önce tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisini korkutacaktır.
Bununla birlikte, "hesap sorma", tüm dönemlerin hesabının sorulması için de yeni bir zemin oluşturabilecektir. Örneğin Maraş katliamının baş sorumlularından olan Ökkeş Kenger'in RP listelerinden MÇP'li olarak TBMM'ye girmiş bulunması böyle bir gelişme için uygun bir zemin oluşturmaktadır.
İşte bu ortam içinde devrimci politika, "hesap sorma" temasını esas alarak, başta işkenceciler ve faşist katiller olmak üzere, tüm yolsuzlukların, suistamallerin, rüşvetlerin üzerine gidilmesine yönelmelidir. Esas olarak "faşist katliamların, işkencelerin ve yolsuzlukların hesabı sorulmalıdır".
Devrimci politika açısından, en az birincisi kadar önemli olan diğer yönde "demokrasi" ve "demokratikleşme" konusudur. Özellikle belirsiz bir "demokrasi" kavramının giderek soyutlandığı bir ortamda, bunu somut politikalar halinde sunmak ve bununla devrim arasındaki bağlantının gösterilmesi zorunludur.
Burjuva anlamda demokrasinin kurulması ve yerleşmesi, bir yandan kitlelerin etkin bir katılımını gerektirirken, diğer yandan da ekonomik alt yapıda önemli değişikliklerin olmasını gerektirir. Burjuvazinin devrimci olduğu çağda, burjuva demokrasisi, yani burjuvazinin siyasal yönetiminin bu biçimi, öz olarak feodaliteni yıkılmasına, yani feodal üretim ilişkilerinin tasfiyesine dayanmıştır. Üretim ilişkileri alanında meydana gelmiyecek gelişmeler mevcutken burjuva demokrasinin yaratılması ve geliştirilmesi olanaksızdır.
Emperyalist dönemde geri-bıraktırılmış ülkeler açısından demokrasinin kurulması ve gelişmesi, emperyalizmle olan ilişkilerle biçimlenmiştir. Gerçek bir burjuva demokrasisinin bu çağda kurulması ve geliştirilmesi, bizzat emperyalizmin niteliği gereği olanaksızdır. Çünkü emperyalizm demokratik yönetim yerine oligarşik yönetimi ikame etmiştir. Dönemsel olarak, özellikle Amerikan emperyalizminin geri-bıraktırılmış ülkelerde "demokrasi"nin kurulmasından söz etmesi, salt emperyalist sömürü mekanizmasının işleyişine ilişkindir ve bu mekanizmanın bunalımlarının derinleşmesiyle paralellik arz eder.
Evet, emperyalist aşamada, empeyalizme bağımlı bir ülkede demokrasinin (burjuva anlamda) kurulabilinmesinin yolu, emperyalizmle her türden ilişkinin kesilmesini gerektirmektedir. Artık 19. yüzyılda olduğu gibi, demokrasinin kurulması ve geliştirilmesinde tasfiye edilmesi gereken feodal üretim ilişkileri değil, bizzat emperyalizmin yarattığı çarpık üretim ilişkileridir. Daha tam deyişme, tasfiye edilmesi gereken emperyalist üretim ilişkileridir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri ile emperyalist üretim ilişkileri arasıdaki çizginin belirsizliği ve iç dinamikle gelişen bir kapitalizmin emperyalist aşamada demokratik bir yönetim yaratabilmesinin olanaksızlığı, bu tasfiye hareketinin devrimci bir tarzda gerçekleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Böylece burjuva demokratik gelişme yerine halk demokrasisinin gelişmesi gerekmektedir. Aynı şekilde, halk demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasındaki sınır çizgileri de bıçakla kesilmiş gibi birbirinden kesin olarak ayrılamaz. Dolayısıyla, sosyalist demokrasi ile halk demokrasisi uygulamalarında yer yer karışıklıklar ya da karışmalar kaçınılmaz olmaktadır. Üretim ilişkilerinin kesin bir tarzda sosyalist niteliğe ulaşmadığı bir evrede, böyle bir karıştırma ya da içiçe geçmeler, orta ve uzun dönemde önemli sorunlar yarattığı ve giderek revizyonizmin gelişmesine yol açtığı da tarihsel olarak görülmüştür.
Her durumda, demokratik halk devrimi programı çerçevesinde ülkenin demokratikleştirilmesi zorunludur. Bu zorunluluk devrim dışı yollarla gerçekleştirilemiyecektir. Günümüzde bu belirlemenin özel bir önemi bulunmaktadır. SSCB'nin dağılması ve sosyalist ülkelerin fiilen etkinliklerini yitirmeleri koşullarında, emperyalist ülkelerin yoğun bir "demokrasi" propagandasına yöneldikleri bir dönem yaşanmaktadır. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik olan bu propaganda, geçmiş dönemlerde, bizzat Amerikan emperyalizminin tezgahladığı askeri darbeler sonrasında gündeme gelmiştir. 1980 ortalarında Latin-Amerika'da başlayan "demokratik açılım" programları, hemen her gün emperyalist basın ve yayın araçlarıyla işlenmektedir. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerdeki geriliğin, demokrasinin yaşamamasının ve her türden baskının gerçek nedeni olan emperyalizm propaganda yoluyla unutturulmak istenmektedir.
Dün olduğu gibi, günümüzde de tek bir gerçek vardır: Geri-bıraktırılmış ülkelerin yoksulluğunun, ezilmişliğinin ve demokratik haklardan yoksun kitlelerle yaşatılmasının tek sorumlusu emperyalizmdir ve bunun değişmesinin de tek engeli, gene emperyalizmdir.
Emperyalizm, değişik nedenlerle ve değişik dönemlerde "demokrasi"nin ve "insan hakları"nın savunucusu görünümüne girmiştir. Ünlü Wilson doktrini ve onun "12 Prensibi", Amerikan emperyalizminin diğer emperyalist ülkelerle (özellikle İngiltere ile) girdiği rekabet ortamının bir ürünü olup, İngiliz emperyalizminin pazarlarını ele geçirmeye yönelikti. Aynı şekilde, II. yeniden paylaşım savaşı sonrasına ilişkin yapılan düzenlemelerde Amerikan emperyalizminin özellikle Doğu-Avrupa ülkelerine ilişkin tutumu, aynı çelişkinin bir ürünüydü.
Emperyalizmin III. bunalım döneminde ise, Amerikan emperyalizmi, dünyanın her yerinde askeri darbeleri düzenleyen ve pek çok geri-bıraktırılmış ülkeye askeri müdahelede bulunan bir ülke konumunda uzun yıllar bulunmuştur. Ancak yer yer "demokrasi"den söz etmekten de geri kalmamıştır. Ekonomik buhranın derinleştiği dönemlerde Amerikan emperyalizminin tutumu kesinkes geri-bıraktırılmış ülkelerde yönetimin askerileştirilmesi olmuştur. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerin ekonomik buhran dönemlerinde emperyalist ekonomiye yapacakları "desteği" artırmayıbaşarmışlardır. Daha tam deyişle, Amerikan emperyalizmi, geri-bıraktırılmış ülkelerde yönetimi askerileştirerek, kendi ülkesinde yönetimini korumayı başarmıştır. Soğuk savaş demagojileri ile kitlelerin koşullandırılması, aynı zamanda, askeri yönetimlerin aynı kitleler tarafından "hoşgörülmesi"ni getirmiştir.
Emperyalizm varoluğu sürece varlığını sürdürecek bu ilişki, 1985 sonrasında sanki farklılaşmış gibi görünmüştür. Yani Amerikan emperyalizmi, neredeyse tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde "demokrasi" savunucusu görünümüne girmiştir. Özellikle 1988-89 döneminde Amerikan emperyalizminin dünya çapında büyük bir "demokrasi" propagandasına yöneldiği görülmüştür. SSCB'nin dağılmasıyla birlikte bu propaganda daha da yoğunlaşmıştır. Bu da özellikle geri-bıraktırılmış ülkelerde faaliyet gösteren sosyal-demokrat partiler tarafından büyük bir destek görmüştür. Bugüne kadar askeri yönetimlerin baş yaratıcısı ve koruyucusu olan Amerikan emperyalizminin "demokrasi"yi savunmasına bu kesimlerin büyük bir çoşku duymalarıda yadırganacak hiçbir şey yoktur. Ama tarihsel gerçekleri ve ülkenin emperyalizme olan bağımlılığıın devam etmesi gerçeğini kitlelere de unutturmada önemli bir rol üstlenmeleri, kaçınılmaz olarak bu kesimlerin yeniden tanımlanmasını getirmiştir. Gerçekte geri-bıraktırılmış ülkelerin sosyal-demokrat partilerinin tarihsel işlevleri asıl olarak budur ve bunu ancak bugün gerçek anlamda oynayabilme olanağına ulaşmışlardır. [*]
Ülkemizde 1977 yılında olduğu gibi, bugünde sosyal-demokrat partiler, emperyalizm ve oligarşi için yeni bir araç ve olanak ortaya çıkarmaktadır. Demirel'in son dönemde gösterdiği "sosyal-demokrat" dönüşüm de bu olanağı ortaya koymaktadır.
Amerikan emperyalizminin, günümüzde geri-bıraktırılmış ülkelerde "demokrasi"yi savunmasının temelinde dünya çapında meydana gelen gelişmeler ve değişmeler yatmaktadır. 1991 Ekim sonunda düzenlenen NATO zirvesinde belirtildiği gibi, günümüzde emperyalizm açısından "belirsizlikler" bulunmaktadır. (NATO kendi varlığını bu belirsizlikten doğan "tehditlere" bağladığı da unutulmamalıdır. )Yoğun emperyalist propagandanın nesnesi olan Doğu-Avrupa ülkeleri ve SSCB federal devletleri, ister istemez emperyalist ülkelerden içinde bulundukları sorunlara "yardım" talep etmektedirler. Öte yandan, emperyalist ülkelerin "soğuk savaş" döneminde ellerinde tuttukları sömürü alanlarındaki ülkeler bulunmaktadır. Bunlarda aynı yönde talepte bulunurken, kendilerinin "eski" konumlarından doğan "haklarından" sözetmektedirler.
İşte bu koşullar altında emperyalizmin, özellikle Amerikan emperyalizminin yapabileceği tek şey, tüm ülkelere ve kitlelere, kendi kaderleriyle başbaşa kalmaları olduğunu söylemektir. Çünkü emperyalizmin bugün içinde bulunduğu belirsizlik, herhangi bir yöne eğilim göstermeyi engellemektedir. Bunu yapamıyacak olan empeyalizm, en kolay yolun "demokrasi" olduğunda karar kılmıştır. Tüm ülkeler, her açıdan kendi içlerine yönelerek "demokrasi" kurma çabaları içinde zamanlarını geçireceklerdir. Bu da, emperyalizm açısından "belirsizliğin" aşılması için gerekli zamanı kazandıracaktır. "Belirsizlik" sonrasında ise sanıldığı gibi "yeni bir dünya düzeni" olarak tanımlanan "belirlenmiş" bir "düzen" bulunmamaktadır. "Belirsizlik" sonrası, dünyanın emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşımına bağlıdır ve paylaşımın gerçekleşme tarzıyla biçimlenecektir.
Burada hemen emperyalizmin III. bunalım dönemine ilişkin bazı belirlemelerin de yapılması gerekecektir. Şüphesiz III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerinin, bugün için ulaştığı düzey, çeşitli spekülasyonların yapılması için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu spekülasyonları (kurguları) hemen her düzeyde geliştirmek ve bunlara belirli olgularla desteklemek elbette olanaklıdır. Örneğin alternatif ve potansiyel güçler ile emperyalist güçler arasındaki ilişki, hemen hemen tümüyle altüst olmuştur. Alternatif güçler olarak sosyalist ülkeler hemen hemen dünya çapındaki ilişki ve çelişkiler üzerindeki eski etkinliklerini yitirmişler ve 1917'den beri süregelen etkileme dinamiklerini yitirmişlerdir. "Soğuk savaş"ın sona ermesiyle, emperyalizm dünya çapındaki hegemonyasını ilan etmiş görünmekte ve emperyalizmin ideolojik üstünlüğü hemen her alanda kendini göstermektedir.
Ancak "belirsizlikler" emperyalist sistemin temel unsurlarından olan emperyalistler arası çelişkinin durumunda ve emperyalist sömürünün sürdürülüş biçiminde sürmektedir. Yeni-sömürgecilik yöntemleri etkinliğini hala sürdürmektedir. Yer yer görülen eski tarz emperyalist sömürgeciliğe yönelik belirtiler ise sadece belirsizliğin getirdiği yansımalar olarak görünmektedir.
Aynı şekilde, emperyalistlerin sürekli ve resmi örgütlenmeleri, bu bağlamda kendini gösteren entegrasyon, herhangi bir emperyalist ülkenin kolayca kırabileceği bir olgu durumuna henüz gelmemiştir. Alman emperyalizminin bu yöndeki bazı faaliyetleri ise, emperyalist ülkeler arasında yeni bir bloklaşmanın belirtileri olarak görülse bile, henüz ne yönde gelişeceği bilinmemektedir.
Herşeye rağmen belli olan tek şey, emperyalist ülkelerin gönüllü olarak bir araya gelerek, dünyayı ultra-emperyalizm teorilerine uygun olarak sömürmelerinin olanaksız olduğudur. Bu bağlamda gerek Kautsky'nin, gerekse II. Enternasyonalin savlarının gerçekleşme olasılığı bulunmamaktadır.
Öte yandan, sosyalist sistemin varlığından güç alan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, eskisi kadar önemli bir dinamiğe sahip olamıyacakları, dolayısıyla emperyalizmin üretici güçlerin gelişimi önünde temel engel olmaya devam edeceği görülmektedir.
Herşey emperyalist ülkelerin dünyayı toprak olarak ve nüfuz alanları olarak yeniden paylaşımlarının nasıl gerçekleşeceğine bağlıdır. Bu durum ortaya çıkana kadar, gerek "belirsizlikler", gerekse III. bunalım döneminin temel özellikleri varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Her koşul altında, değişmeden kalacak tek şey emperyalizmin varlığı ve onun sosyalizmin arifesi olduğudur. Çağımızın sosyalist devrimler çağı olma niteliği, bu nedenle varlığını sürdürmektedir. Emperyalist ideologların iddia ettiği gibi, kapitalizmin yeniden yükseldiği bir çağa girilmemiştir ve girilmesi de olanaksızıdır. Yakın dönemde en yoğun olarak görülecek gelişmeler içinde en önemli ve belirgin olanı, değişik emperyalist ülkelerin kendi sömürgelerini, pazarlarını güçlendirme yönünde hareket edecekleri ve mümkün olan her yolu deneyerek kendi nüfuz alanlarını artırmaya çalışacaklarıdır. Bu da dünya politikasında geri-bıraktırılmış ülkelerin ve yeniden sömürgeleştirilmeye çalışılacak ülkelerin ağırlıklı bir yere sahip olmaya devam edecekleri demektir. Pekçok ülkede, bu durum, geri-bıraktırılmış ülkelerde, emperyalizmin nisbi azalan müdahelesi koşullarında "demokratik yaşam"ın görece kalıcılaşması anlamına gelmeyeceği de görülecektir. Özetlersek, günümüzdeki gelişmeler, geri-bıraktırılmış ülkeler ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin daha da şiddetlenmesine yol açma eğilimindedir. Yeniden paylaşımın biçimleriyle belirlenecek olsa da, geri-bıraktırılmış ülkelerin değişik emperyalist ülkeler arasında açıktan paylaşımı ya da nüfuz bölgeleri olarak ayrıştırılması günümüzün gelişen olgularından birisidir.
Ülkemiz açısından, yeni koalisyon hükümetinin "reformist" programı ve bu programın "sosyal-demokrat" parti tarafından desteklenmesi, pekçok alanda farklı sonuçlar yaratabilecektir. Ekonomik alandaki sorunların giderek büyüme eğilimi, yani ekonomik buhranın derinleşmesi yanında bazı demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönündeki hareketler sosyal ve siyasal bunalım üzerinde görece etkileri olacağı da açıktır. Bu nedenle, demokrasi ile devrimin, demokratik hakların ortadan kaldırılması ile emperyalizmin ve oligarşinin bağlantıları ortaya konulmak zorundadır.
Günümüzün diğer önemli sorunu da sol hareketin içinde bulunduğu durum ve kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyidir.
Şüphesiz sol hareket açısından sorunlar tek boyutlu değildir. 12 Eylül döneminin getirmiş olduğu yaygın kadro pasifikasyonundan kitlelerin depolitizasyonuna kadar bir dizi temel sorun bulunmaktadır. Bunun yanında, Kürt sorunun gelmiş olduğu düzey ve Kürt silahlı hareketinin yönelimleri sorunları daha da karmaşıklaştırmış ve hatta yer yer karmakarışık hale getirmiştir. Bir de buna silahlı mücadele adı altında gereçekleştirilen bir dizi hatalı ve kitlelere yönelik eylemlerin yaratmış olduğu ikilemleri de eklemek gerekir.
Bugün sol hareketin, eski dönemin oportünist ve revizyonist etkilerin bedelini ödediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Geniş ölçüde legal faaliyetlerde bulunmuş bu kesimler, 12 Eylül'ün getirmiş olduğu sınırlamalar ve depolitizasyon ortamında hiçbir etkinlik gösterememektedirler. Ama onların bu hareketsizliği, pekçok durumda legal olanaklardan yararlanmayı da engeller sonuçlar doğurmaktadır. Kurulan demokratik kitle örgütleri ya gelişememekte ya da polis operasyonlarının hedefi olmaktadır. Böylece geçmiş dönemlerde revizyonist ve oportünist kesimlerin belirlediği çerçevede demokratik kitle mücadelesini bir çıkar yol olarak gören sol hareket, onların pasifize olmuşlukları ve büyük ölçüde düzene uyumlanmaları sonucu kendi politikalarını yürütememektedir.
Diğer taraftan, özellikle silahlı mücadeleyi savunan örgütler üzerinde 12 Eylül terörü etkisini sürdürmektedir. Gerçekleştirilen silahlı eylemlerin artan oranda bir "hesaplaşma"ya dönüşme eğilimi taşıması bu etkinin ürünüdür. Bireysel suikast eylemlerinin çok özel koşullar öngerektirdiği ve devrimci hareket için çok dikkatle kullanılması gereken niteliklere sahip olması, bu etki nedeniyle bir yana itilmiştir. Ortalıkta dolaşan "ölüm listeleri", aynı zamanda, solun bir zaafını sergilemektedir.
Devrimci mücadeleler açısından sorun hiçbir zaman belli bireylerin ortadan kaldırılmasıyla çözümlenebilir olmamıştır. Pekçok durumda devrimci iktidarlar bile ele geçirdikleri halk düşmanlarını öldürmek yerine uzun süreli hapisle cezalandırmayı yeğlemişlerdir. Aynı şekilde iktidarın ele geçirildiği koşullarda, ülke dışına kaçan halk düşmanları için özel "vurucu timler" görevlendirilmemiştir. Ülkemiz solundaki bu eğilim, sadece 12 Eylül terörünün eşi görülmedik düzeyde sürdürülmesine de bağlanamaz. Her devrim mücadelesi, egemen sınıflar tarafından aynı şiddet ve terörle, eşi görülmedik işkencelerle birlikte yürütülmüştür.
Ülkemizde böyle bir eğilimin ortaya çıkması, başlangıç itibariyle 12 Eylül terörüne bir yanıt niteliğinde olsa bile, zaman içinde, değişik etkileşimlerle yön değiştirmiştir. Özellikle Orta-Doğu düzeyinden gelen askeri eğitimler, kaçınılmaz olarak böyle bir eğilimi, özellikle de bireysel suikast ve kitleleri gözardı eden eylem biçimini ülkemize taşımıştır. Filistinlilerin İsrail'e karşı eylemlerinin hedef gözetmeksizin tüm yahudileri hedef alması ve bu hedef için her türlü biçimin gündeme getirilmesi bilinen gerçeklerdir. Ama İran'da mollaların iktidarı ele geçirmesinden sonra, bu ülke dışındaki şeriatçı hareketlerin eylemleri, özel olarak da Lübnan'da gerçekleştirilen "intihar eylemleri", Filistin hareketinin hedef gözetmeksizliğini bile aşmıştır.
Kitlelerin toplu olarak bulunduğu yerlere yönelik eylemlerin hiçbir gerekçesi bulunamıyacağı açıktır. Bulunduğu iddia edilecek tek şey ise, İslamın şeriat yasalarından çıkartılabilir.
Bizler kitlelere doğrudan ya da dolaylı olarak yönelmiş, onlara zarar veren, onların yaşamlarını tehlikeye düşüren her türlü silahlı eylemin devrimci mücadeleyle bağdaşmadığını söylüyor ve bu tür eylemlerin gerçekleştirilmesinin sadece devrimci mücadeleye zararı dokunacağını herkesin bilmesini istiyoruz. Bu tür eylemler, ulusal ve halk kurtuluş hareketleri açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilecektir. Hiçbir ulusal ve halk kurtuluş hareketi, kendisini yalın bir ırkçı-milliyetçi temele oturtmadığı sürece, bu tür eylemlerin sahibi ve destekcisi olamaz.
Aynı şekilde, bu tür eylemlerin bireylerin ya da birey gruplarının, oligarşinin terörüne karşı duydukları tepkinin kendiliğinden dışa vurumu olarak açıklamak da, devrimci mücadelede devrimci öncünün rolünü yadsımakla özdeştir. Burada önemli olan kendiliğinden tepki olarak açıklanmaya çalışılan eylem biçimleri karşısında öncünün nasıl bir tutum takınacağıdır. Oligarşinin "ölüm mangaları"nın faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir dönemde, yapılması gereken, devlet terörüne karşı kitleleri örgütlü bir hale getirmek ve kendini koruma birlikleri şeklinde örgütlemektir.
Tüm bunlarla birlikte, devrimci silahlı mücadele açısından, oligarşinin "terör" demagojisiyle sürekli olarak çarptırılan devrimci şiddet ile sözcüğün tam anlamıyla terörün birbirinden ayrılması sorunu devrimci mücadelenin önüne konmuş bulunmaktadır. Bu öylesine bir sorun haline gelmiştir ki, devrimci silahlı eylemlerin hedeflerini çarpıtmakta, onları kitleler açısından anlamsız hale getirmektedir. Geçmiş dönemde kimi revizyonist ve oportünist grupların silahlı mücadelenin prestij kazanması karşısında yaptıkları birkaç silahlı eylemin, devrimci silahlı mücadelenin önünde nasıl bir engel oluşturduğu görülmüştür. Öncü savaşını, "bir avuç adamın oligarşiyle düellosu" olarak tanımlayanların, yapmaya kalkıştıkları silahlı eylemlerde bu şekilde davranmaları 12 Eylül öncesinde sıkca görülmüştür.
Öncü savaşı, ne bir intikam mücadelesidir, ne de oligarşiyi askeri olarak yenmeyi hedefleyen bir savaştır. Öncü savaşı, halk savaşını başlatmanın bir aracı ve devrim mücadelesinin stratejik bir aşamasıdır. Bu savaşta, silahlı propaganda temel mücadele biçimi olarak sürdürülürken, amaç, halk kitlelerine siyasi gerçekleri açıklamak, onları bilinçlendirmek ve örgütlemektir. Bu da, halk kitlelerini kendi iktidarlarını kurma yönünde seferber etmek demektir. Bu nedenle, öncü savaşı ve halk savaşı, öznel ve nesnel koşulların kendi somutluğu içinde değerlendirilmesini gerektirir. Emperyalist sistemdeki gelişmelerin, bunların ülkemize yansımasının, oligarşinin kendi çelişkilerinin ve oligarşi ile halk kitleleri arasında kurulmuş olan suni dengenin doğru bir tahlili yapılmaksızın bu gerek yerine getirilemez.
Öncü savaşının amacı, suni dengeyi bozmak ve halk savaşını başlatmaktır. Böyle bir amaç için yürütülen mücadele, kaçınılmaz olarak, suni dengenin sürdürülüş araçlarına ve bu araçların somut kullanımlarına uygun olarak yürütülür.
Bu genel gerçekler ülke somutunda biçimlenirken, aynı zamanda, Kürt ulusal hareketinin gelişme düzeyinden etkilenmektedir. Ancak Kürt ulusal hareketinin yoğunlaştığı ajitasyon düzeyinde kendisini yalın bir biçimde ulusal haklarla sınırlaması -ki ayrı örgütlenmenin kaçınılmaz ürünüdür- halk kitlelerinin içinde bulunduğu depolitizasyon ve pasifikasyon ortamında farklı sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Büyük kentlerde sürdürülen kimi şiddet eylemlerinin olmadığı koşullarda, kitlelerin büyük bir çoğunluğu kendi yaşam koşularının kötüleşmesi yönünde faaliyet gösterdikleri açık gerçeklerdendir. Özellikle kendisini enflasyon sözcüğü ile özdeşleştiren ekonomik ve sosyal bunalım karşısında kitlelerin gösterdiği tepkiler ve devlet yönetiminde ortaya çıkan yozlaşmalar karşısında iktidar sorununu önemli ölçüde öne çıkarmaları, aynı zamanda, Kürt ulusal sorunu karşısında olumlu yaklaşımların yaygınlaşmasına neden olmaktadır.
Ülkemizdeki gelişmeler göstermektedir ki, kitlerin tepki ve yönelimlerinde, Kürt ulusal hareketinin kır gerilla eylemlerinden çok, şehirlerde sürdürülen gerilla eylemleri ile kimi şiddet eylemleri(olumlu ya da olumsuz olarak) belirleyici olmaktadır.
Devrimci mücadele, bu ve diğer nedenlerle, kitlelerin içinde bulundukları ekonomik, sosyal ve siyasal durumu açıklayan ve bu bağlamda sorunun özünün iktidar sorunu olduğunu gösteren hedeflere yönelmek zorundadır. Büyük iddialarla hükümet olan DYP-SHP koalisyonunun bulduğu birkaç yolsuzluğun bile kitleler üzerindeki etkileri ortadadır. Aynı şekilde, koalisyon hükümetinin nasıl çaba gösterirse göstersin, devletteki çürümeyi durduramıyacakları da gün be gün görülmektedir. "Ahlâki bozulma" konusunda RP'nin propagandasının "adil düzen" ile birleştirilerek sürdürülüşünün etkileri de bunu kanıtlamaktadır.
Sosyalist ülkelerin içinde bulundukları durum ve SSCB'nin ortadan kalkmasıyla birlikte burjuvazinin sağlamış olduğu ideolojik üstünlük koşullarında demokratik halk devrimi ve sosyalist devrim mücadelesi, aynı zamanada, yoğun bir ideolojik mücadeleyi de gerektirmektedir. İster her türden burjuva ideolojisine karşı olsun, isterse şeriatçı-feodal ideolojilere karşı olsun devrimci mücadele amansız bir ideolojik mücadeleye sahne olacaktır. Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya bulunduğu kimi politik ve pratik sorunlar karşısında Marksizm-Leninizmin etkisini önemli ölçüde yitirmiş olması da bu mücadelenin gereğini ve önemini artırmaktadır. Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkının tanınmasının sorunun özü olduğundan daha az sözedilir olması bunun bir yansımasıdır. Böylece sorunun emperyalist bir çözümü artan oranda öne geçmektedir.
İşte bu koşullar ve sorunlar ortamında, devrimci mücadele, stratejik hedeflerine stratejik rotaya uygun olarak kimi özgün taktiklerle sürdürülmek durumundadır. Bu mücadele, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak kadar karmaşık ve zorlu olacaktır. Ama zafer, dünya çapında sonuçlar doğuracak niteliktedir. Ve herşey bu zafer için kullanılacaktır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
6. Sayı - 1992
Dipnot
* Ülkemiz solunda da görüleceği gibi, son dönemde, özellikle genel seçim öncesinde sosyal-demokrat olduğunu ilan eden partilere, özellikle de SHP'ye karşı yoğun bir propaganda yapılmıştır. Hemen hemen her dönemde yayınlanan benzeri yazılar, dergilerde yeniden boy göstermiştir. Bu yazılarda sürekli olarak sosyal-demokrasinin tarihsel misyonu, ülkemizde yaptıkları işlenmektedir. Ancak hiçbirinin, gerçek anlamda geri-bıraktırılmış ülkelerde bu partilerin tarihsel misyonunu kavrayamadıkları da açıktır.