Milli Krizin Gelişme Dinamikleri
Milli kriz en genel tanımıyla, ezeni ve ezileni etkileyen, ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımların derinleşerek had safhaya ulaşması ve birleşmesidir. [1*] Ancak ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımların derinleşerek had safhaya ulaşması, yeni durumlar ortaya çıkarmayan, dolayısıyla sürecin her zamanki gelişiminin doğal bir uzantısı olarak değerlendirmek yanlıştır.
Milli kriz, olgunlaştığı andan itibaren yeni durumlar ve ilişkiler yaratarak kendi iç sürecinin gelişimine bağlı olarak gelişir. Milli krizin olgunlaşmasının bu iç evriminin getirdiği en temel unsur, mevcut tüm kurumsal güçlerin, kurumsal ve yasal etkinliklerini kaybetmeleridir. Bir başka deyişle, egemen sınıfların devlet aygıtı ve onun otoritesi tam anlamıyla etkisizleşir;kendisinin dayandığı yasallık ve yasalar, başta bizzat devletin kendisi olmak üzere, hiç kimse tarafından kabul edilmez ve edilmesi de beklenilmez. Devlet kendi yasal çerçevesi içinde hareket etme olanağını yitirir ve kendisinin sınıfsal niteliği her yönden sergilenir. Devlete egemen olan sınıf ya da sınıfların faaliyeti olağanüstü artar. Egemen sınıfların bu faaliyetinde herhangi bir yasallık olmadığı gibi, tüm faaliyetine egemen olan dinamik mevcut düzenin varolup olamıyacağı, daha tam deyişle, mevcut düzenin korunup korunamıyacağıdır.
Milli kriz koşullarında egemen sınıfların bu faaliyetlerinin kavranılması, devrimci mücadele açısından büyük bir öneme sahiptir. Eğer devlet gücü, toplumsal ilişkilerde dayandığı yasal çerçevesine göre hareket edemiyor ve faaliyetleri kitleler tarafından kabul edilmiyorsa burada milli krizin olgunlaştığından sözetmek daha doğru olacaktır. Ancak bu olgu, devlet gücünün etkisileştirildiği anlamına gelmemektedir. Devlet, kendi yasal gücünden soyundurulmuş olmakla birlikte, dayandığı askeri gücü ve askeri olanaklarıyla hala bir maddi güç durumundadır. İşte milli krizin derinleştiği koşullarda egemen sınıfların bu maddi gücünün hareketi öne geçer ve hedefi karşı gücü, yani devrimci mücadeleyi yok etmektir. Devletin kendi yasallığını yitirdiği ve egemen sınıflar tarafından açıkca ilan edilmiş herhangi bir yasallığa bağlı olmaksızın kullanıldığı bir ortamda, yasal bir hareketin devlet tarafından gerçekleştirilmesi beklenemez ve böyle bir yasal faaliyetin gerçekleştirilmesi için egemen sınıflardan talepte bulunulamaz. Çünkü, böyle bir durumun ortaya çıkması, ancak egemen sınıfların kendi somut hedeflerine ulaşmalarından sonra mümkündür ve bu da devrimci mücadelenin yenilgisiyle olanaklıdır. Dolayısıyla, böyle bir politika, devrimci mücadelenin yenilgisini beklemek durumundadır, dolayısıyla revizyonizmdir, teslimiyetçiliktir.
Milli krizin olgunlaştığı bir dönemde, savaş, gerçek anlamda sınıfsal-kitlesel bir savaştır ve sonuç, böyle bir savaşın kazanılmasıyla belirlenir. Lenin'in ayaklanma anına ilişkin belirlemeleri bu açıdan önemlidir. Devrimci mücadele açısından, ayaklanmanın kendisinin gerektirdiği dinamikler ortaya çıkmamışken ve ayaklanmanın temel güçleri uzun ve nihai bir savaş içine girmemişken, milli krizin derinleşmesi ve bunun belirtileri olan olguların ortaya çıkması fazlaca önemli değildir. Varolan durumun yaratacağı tek önemli şey, özellikle kentlerdeki demokratik kitle hareketinin, devletin kendi yasallığından sıyrılması nedeniyle açıkta kalmalarıdır. Özellikle devrimci mücadelenin tek ve birleşik bir örgütlenmeye sahip olmadığı ve demokratik kitle hareketinin revizyonist tarzda yönlendirildiği ülkelerde, böyle bir durum, kitlelerin katledilmelerine neden olmasa bile, tam bir teslimiyetçilik ortamı yaratır. Dolayısıyla, devrimci mücadele açısıdan, bu hareketin denetiminin ve yönetiminin ele geçirilmesi başlı başına bir görev olarak ortaya çıkar. Bir bakıma, savaşan devrim cephesinin, bu koşullar altında yeni taktikler geliştirmek ve taktik ittifaklar kurmak zorundadır.
Milli krizin derinleşmesi ve olgunlaşmasının kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkeler ile geri-bıraktırılmış ülkelerdeki farklılıkları da irdelenmek zorunludur. Özellikle halk savaşının devrimde zorunlu bir durak olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde, milli krizin olgunlaşmasıyla birleşen sovyetik ayaklanmanın yeri ve anlamı kavranılmadığı sürece, doğru bir devrimci mücadelenin sürdürülmesi olanaksızdır. Halk savaşında, milli krizin derileştirilmesi temel-stratejik devrimci görevlerdendir, dolayısıyla derinleşme koşullarında halk savaşının geliştirilmesi ve nihai zafere ulaştırılması açısından durumun değerlendirilmesi gerekir. Ancak bu hiçbir biçimde halk savaşının mevcut (o anki) öznel ve nesnel durumuna bakılmaksızın, kentlerde düzenlenecek bir ayaklanma ile iktidarın derhal ele geçirilmesi şeklinde olmamak zorundadır.
Bu son nokta ülkemiz açısından oldukca önemlidir. Ülkemizde gelişen ve yayılan bir halk savaşı süreci bulunmazken (bulunmadığı bir evrede), kentlerde gelişen kitle hareketleri, devlet gücünün kendi yasallığından uzaklaşması ve askeri gücüyle hareket eder duruma gelmesi koşullarında, çoğu zaman ayaklanma koşullarında yapılması gerekenler bağlamında ele alınmakta, ancak ayaklanmanın gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğu bir ortam bulunduğundan hiçbir şey yapılamamaktadır.
Gerek 12 Eylül günü, gerekse 12 Eylül öncesinde faşist milis güçlerin kitlelere ve özellikle aydın kesime yöneldiği bir ortamda görülen bu durum, devrimci örgütlerin en zayıf oldukları anı ifade etmektedir. Bu durumu tam olarak kavrayabilmek için, konuyu kendi somut-tarihsel gerçekliği içinde ele almakta yarar vardır.
Türkiye tarihinde, esas olarak da devrimci mücadelenin tarihinde ortaya çıkan üç an özel bir yere sahiptir.
Birinci an, 1969-70 yıllarında, faşist ve şeriatçı güçlerin devrimci güçlere ve demokrat kitlelere karşı saldırılarının yoğunlaştırdıkları, yani o güne kadar izledikleri geleneksel politikalarından uzaklaştıkları andır.
1969'un Kanlı Pazarı ve İmren Öktem'in cenaze töreninde ortaya çıkan olaylar, bu değişimin iki önemli görüngüsüdür. Burada hedef kitle küçük-burjuva demokrat-aydın kesimlerdir. Bu kesim, birkaç hukukçu ya da aydın olarak değil, aydınlar temelinde politikayla ilgilenen küçük-burjuvaziyi ifade eder. Bir başka deyişle, politize olmuş, dolayısıyla politik tutum alan küçük-burjuva kitle sözkonusudur. Bu kitle devletten yasal görevlerini yerine getirmesini isterken, aynı zamanda kendisinin içinde bulunduğu acizliğini dışa vurur. Kendilerinin bulabildikleri tek çözüm, hükümet olarak iktidarın değiştirilmesidir. Parlementonun sınırları içinde meydana gelebilecek bir hükümet değişikliğinin sorunlarını çözeceği umuduyla "hükümet değişikliği"ni sürekli olarak gündemde tutar ve talep eder. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceğini de bilemezler. Çünkü bir hükümet değişikliği, ya genel bir seçim sonucunda ya da parlemento içinde milletvekili "transferi" ile olanaklıdır. Birincisi, belli bir süre beklemeyi ve genel seçim sonucunun sandıktan nasıl çıkacağının bilinmemesinin getirdiği kuşkuyu getirir. kincisi ise, kendilerinin ortaya değişmesini istedikleri hükümetin milletvekillerine "umut" bağlamayı gerektirir ki, bu da kendilerinin kolayca içlerine "sindirebilecekleri" bir durum değildir. Öte yandan, yeni hükümetin kurulması durumunda nelerin değişeceğini de bilmemektedirler. Sivil politik kadrolar aracılığıyla bu sorunların çözümleneceği beklentisi ile günler geçer ve hiçbir değişim ortaya çıkmaz. Bu durumda, devletin silahlı güçlerinin yönetime gelmesi, onlar için son seçenektir ve buna ilke olarak karşı değillerdir. Devletin silahlı güçlerinin, yani ordunun, kendi yasal çerçevesini bir yana bırakarak harekete geçmesini isterler, ama bu hareket sırasında kendilerine dokunulmasından da şüphe duyarlar. Bu açıdan oligarşinin bizzat kendisinin yönetimini askerileştirmesi karşısında ikirciklidirler. Kendilerine dokunulmayacağı sözü verilse bile, her türlü yasallıktan sıyrılmış bir askeri gücün neler yapabileceğini iyi bilmektedirler. Bu bağlamda belli bir tarih bilincine de sahiptirler.
1971 öncesinde böylesine ikirciklik durumda olan küçük-burjuvazinin politik kesimleri, kendilerine bağlı askeri güçlerin bu işi yapabileceğini düşünerek "sol" darbe girişimlerinin içinde de yer almışlardır. Ancak gerek darbenin gerçekleştirilememesi, gerekse 12 Mart arifesinde oligarşinin ordu içindeki küçük-burjuva devrimci-milliyetçileri tasfiye etmesi, daha ilerki yıllarda böyle bir çözümün küçük-burjuvazi için tümüyle ortadan kalkmasını getirmiştir. Artık nasıl olacağını bilmemekle birlikte, parlementonun varlığını sürdürmesi ve varolması dışında hiçbir düşünceleri bulunmamaktadır ve giderek kaderciliğe yönelmektedirler. "Başa gelen çekilir" örneği sürekli olarak olayların seyircisi durumuna gelmelerine neden olmuştur.
Küçük-burjuvazinin aydın ve politik unsurlarının içine düştükleri bu durum, yani kararsızlık ve kadercilik, beraberinde devrimci silahlı eylemlere karşı tavır alışı getirmiştir. Onlara göre "meşru müdafaa" durumunda silaha başvurmak anlaşılabilir birşeydir, ancak iktidarın ele geçirilmesinin bir aracı olarak silaha başvurmak, karşı durulması gereken bir durumdur ve bunda hiçbir sakınca görmezler. Çünkü silahlı devrimci eylemler, onlara göre, oligarşinin kendilerine verdiği güvenceyi ortadan kaldıracaktır. Bu yolla, aynı zamanda, yönetimin askerileştirildiği koşullarda, askeri güçlerin terörü karşısında kendilerine uygun bir "kalkan" bulacaklarını sanmaktadırlar.
Küçük-burjuvazinin 1971 öncesinin sol ve orta kesimlerinin "eski tarzda" radikalizmden uzaklaşmaları, aynı zamanda, onları devrimci mücadele açısından bir engel haline de getirmiştir. 1971 yılında gerek THKO'nun, gerekse THKP-C'nin silahlı eylemlerine belli bir "meşruiyet" sağlayan bu kesimlerin bu değişimleri, 1980 sonrasında yeni biçimler kazanarak sürmüştür. Son olarak da Doğu-Avrupa' da ve SSCB'de ortaya çıkan gelişmeler, bu kesimleri daha da parlementerizme yöneltmiştir.
Ancak burada önemli olan, milli krizin derinleşmeye yöneldiği ve derinleşme eğiliminin sürdüğü koşullarda, küçük-burjuvazinin takındığı, daha doğrusu takınamadığı tutum, aynı zamanda derinleşme eğiliminin sürmesini de sağlamaktadır. Derinleşen milli kriz koşullarında devrimci güçlerin maddi bir güç olarak ortaya çıkamaması durumunda bu küçük-burjuva unsurlar (ve bütün olarak da küçük-burjuvazinin orta ve sol kesimleri) proletaryayı yanlız bırakmaktadırlar. Bu da proletaryanın küçük-burjuvazinin kararsızlığından etkilenmesine neden olmaktadır. Sonuç ise, sosyalist siyasal bilince tam olarak sahip olamamış proletaryanın, derinleşen milli kriz koşullarında küçük-burjuvazi gibi kararsız ve ikircikli bir tutum takınarak kendi öncülerini yanlız bırakmaları ve öncünün egemen sınıfın baskı aygıtının tüm gücüyle karşı karşıya kalmasıdır.
Gerek küçük-burjuvazinin kararsızlığı, gerekse bundan etkilenen proletaryanın ikircikliği, ister istemez, milli kriz koşullarında karşı-devrim cephesinin başarılı olmasını ve kendi yönetimini korumasını, pekiştirmesini getirmektedir. Ama unutulmaması gereken nokta, ikircikli ve kararsız da olsa, kitleler kesin kes karşı-devrimin kitlesi durumunda değillerdir ve hiçbir biçimde olmamaktadırlar. Sadece yenmeyi göze alamamışlardır ve kendilerinde yenecek gücü görmemektedirler. Bu, aynı zamanda, oligarşinin kriz koşullarında ve yönetimi askerileştirdiği durumlarda, sürekli ve kalıcı değişiklikler yapamamasının da nedenidir.
Ancak devrimci mücadelenin en önemli sorunları, milli krizin derinleştiği koşullarda değil, derinleşme eğilimi içindeyken ya da bunun arifesindeyken ortaya çıkmaktadır. Devrimin öznel koşullarının geliştirilememesi, ama öte yandan nesnel koşulların, gerek devrimci öncünün mücadelesiyle, gerekse egemen sınıfların kendi eylemleriyle olgunlaşması durumunda, bundan yararlanmak olanaksız olmaktadır. Böylece "sol" sapmanın kendi içinde taşıdığı pasifizm ortaya çıkmaktadır.
"Olayların görüntüsünde kalan vulgar tahlillere dayanarak alınacak tavır, olguların iç dinamiğini kavrayamadığından olayların gerisinde kalmaya mahkumdur. Olayların ardından gelecek aktivist tavır ise, gerçek bir aktivizmi (doğru ve çözücü olan) değil, sahte 'sol'a açık ve özde sağ bir görüşü ifade eder. Sonuç, sözkonusu olan politik pasifizme varıştır." [2*]
Aynı gerçeği bir başka yerde şöyle anlatmıştık:
"Sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin, oligarşik devlet aygıtıyla kitlelerin tepkileri arasındaki dengeye indirgenmesi, mekanik bir yorumla 'etki-tepki' olarak ele alınırsa, iktisadi ve sosyal muhtevası kavranamazsa, aynı 'etki-tepki' mekanizmi içindeki düz mantık, toplumu bir fiskeyle yıkabilecek bir yapı olarak ele alır. Bu takdirde, sol foko anlayışın temellerine varmış oluruz." [3*]
Ancak burada ortaya çıkan sorun, teorik plandaki "fokoculuk", yani "sol" sapma değildir. Sorunun kendisi, öznel koşullar yetersizken, nesnel koşulların olgunlaşması ya da olgunlaşmaya yönelmesi durumunda, öznel koşulların aynı düzeyde geliştirilmesi için uygun taktikleri bulmak ve uygulamaktır.
"Örgütlenmenin canlı bir organizmaya yükseltilebilmesi için taktik meselelerin baş meselesi politik hedeflerde dinamizmini bulmak gerekir. Somut hedefler olmadan, taktikler lafazanlıktan öteye geçemez.
Doğru politik hedefler, örgütlenmeyi ve ittifakları kurar, genişletir. Taktik tavır ve şiarlar, doğru tesbit edilmiş politik hedeflerden çıkar." [4*]
Doğru taktik hedeflerin tesbit edilmesi, aynı zamanda, stratejik hedefe uygun ve stratejik rotaya bağlı olmayı gerektirir. Stratejiden bağımsız taktik düşünülemiyeceği gibi, stratejik rotaya aykırı bir taktik çizgi de izlenemez. [5*] Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi açısından, salt politik hedeflerden sözetmek yeterli değildir. Aynı zamanda kendisini stratejik rotada ortaya koyan doğru bir askeri tırmanma politikasına da sahip olmak gerekir. Şüphesiz doğru bir askeri tırmanma politikası, doğru bir politik stratejiden çıkar ve ara evreleri politik taktiklerle birlikte düzenlenir. İşte Mahir yoldaşın "Kesintisiz Devrim II-III"de ortaya koyduğu dört aşamalı formülasyon, bu bağlamda doğru askeri tırmanma politikasını ifade eder. Ama her zaman olduğu gibi, bu rota, kendisini strateji ve taktik düzeylerde tanımlamak durumundadır ve bunlara uygun olarak somutlaşır. Bu, milli krizin derinleşmesine ilişkin durum tahlilleriyle birlikte sürekli olarak denetlenir ve düzenlenir. Eğer devrimci mücadele, salt devrimci örgütlerin özsel faaliyetiyle sınırlı dinamiklerle yürütülüyor olsaydı, zaferin doğrusal bir çizgisi şüphesiz bulunabilirdi. Ancak, "somut hiçbir zaman bizim keyfi niyetlerimize göre şekillenmez. Biz istesek de, istemesek de, olaylar kendi objektif gelişmesinin (özellikle karşı-devrimin taktikleriyle) yaşamaktadır". Bu nedenle, salt öncünün kendi mücadelesinin kendi öznelliği ile ortaya çıkardığı olumlu yanı, yani planlanmış ve beklenen durumları değil, aynı zamanda, oligarşinin bunun karşısında geliştiridiği ya da geliştirebileceği taktikleri ve politikaları da hesaba katmak gerekir. Gene de bu "hesaba katma" durumu, herşeyin önüne geçirildiği zaman sağ-pasifizm kaçınılmaz olarak ortaya çıkar ve oligarşinin "masum" politikalarının izlenmesini ve sonuçlarının beklenmesini öngörür. "Aman uslu durun, silahlı eylemlerden vazgeçin" türünden ifadeler, bunun tipik dışavurumlarıdır.
Buraya kadar ortaya koyduklarımız, ülkedeki politik durumu ve politik güçler dengesini açıklamak için yeterli değildir. Çünkü ülkede yalın olarak, devrimci güçler ile oligarşik güçler arasında bir mücadele söz konusu değildir. Daha tam deyişle, birleşik devrimci güçler ile bunun eylemiyle birleşmiş bir karşı-devrim güçleri arasında bir mücadele gündemde değildir. Devrim güçlerinin bölünmüşlüğü ve aralarındaki rekabet durumu, doğru bir taktik çizginin izlenmesini de engellemektedir. Bu durum, aynı zamanda, stratejik plana da yansımakta ve devrim güçlerinin stratejik planda birbirini dışlayan değişik faaliyetlerde bulunmalarına neden olmaktadır. Bu nedenlerden, milli krizin örgütlü mücadeleyle derinleştirilmesi durumu, örgütsüz örgütlerin eylemlerinin oligarşinin taktikleriyle birleşerek süreç üzerinde etkide bulunduğunu da hesaba katmak zorundadır. Aksi halde (ki genel de durum böyledir), olaylar hızla gelişmekte ve devrimci örgütler bu gelişik karşısında geride kalmakta ve sonuç olarak, oligarşinin belirlediği kurallar egemen olmaktadır.
12 Eylül öncesinde gelişen olayların gösterdiği en temel olgulardan birisi, devrimci öncünün, tüm süreci denetleyemediği ve denetlemesinin en önemli engelinin oligarşinin karşı hareketinin olmadığıdır. Genel olarak solun, özel olarak devrimci güçlerin birleşik faaliyetinin bulunmaması temel neden olarak belirginleşmiştir. 12 Eylül terörünün yaratmış olduğu panik, pasifizm, korku, yılgı, kararsızlık, şüphecilik vb. koşullarında bu olgu özel bir yere sahip olmaktadır. Ancak bu solun "birleştirilmesi" ya da "birleşik sol hareket" yaratılması anlamına gelmemektedir. Sorunun özü kesinkes solda ve devrimci güçler arasında bir birliğin sağlanmasından çok, genel devrimci hedeflere yönelik olarak benzer (aynı değil) taktikler yürütmek ve buna bağlı olarak oligarşinin karşı taktiklerini boşa çıkarmaktır. Bu gerçekleştiği oranda, süreç içinde devrimci güçlerin birliği ortaya çıkabilecektir. Bunun dışındaki her çaba yapay olacak ve sonuçsuz kalacaktır.
Bu noktada, gerek kitleleri oligarşinin terörüne karşı bilinçlendirmek ve örgütlemek, gerekse oligarşinin kadro pasifikasyonuna [6*] karşı durmak, her koşulda temel görev olarak belirginleşmektedir. ster milli krizin derinleşme eğilimi içinde bulunulsun, isterse suni dengenin güçlendirildiği koşullarda bulunulsun, yukarda ortaya koyduğumuz görevler esastır. Bir bakıma bu görevler, her zaman geçerli stratejik görevler olarak ortaya çıkarlar.
Yukarda belirttiğimiz gibi, hatalı anlayış, sorunun doğru çözümü yerine, somut durumun öne çıkardığı öznel etkileri gözönüne alarak kısmi ve geçici çözümleri genelleştirmek ve bir çizgi haline getirmektir. İşte özerk silahlı örgütlenmeler anlayışı (klasik tanımıyla "şok grupları" ya da "vurucu timler" anlayışı), bu çizgileştirmenin ifadeleridir.
İlk bakışta mantıki görünen ve çoğu durumda gizlilik koşullarıyla birleşerek kadroların şikayet ve eleştirilerilerine neden olan sorunların çözümü gibi gözüken bu anlayışlar, aynı zamanda, silahlı propagandayı politik kitle mücadelesi olmaktan çıkarmakta ve askeri bir mücüdele biçimine dönüştürmektedir. İster istemez, bu hatalı anlayışın sürdüğü koşullarda, halk kitleleri, silahlı mücadelenin eğitilmiş ve profesyonelleşmiş kadroların sürdürdüğü bir mücadele olarak kavramaktadır.
Silahlı propagandanın ve öncü savaşının Marksizm-Leninizmde bulunmadığını ileri süren revizyonistlere karşı Mahir yoldaşın belirttiği gerçekler ortada olmasına rağmen, günümüzde, hala silahlı propagandayı (ama genelleştirerek "silahlı mücadele" adıyla) Lenin'e bağlayarak açıklamaya çalışan çevreler bulunmaktadır. Lenin, daha 1902'lerde özel silahlı grupların kurulmasından ve bunların geleceğe dönük olarak nasıl örgütleneceğinden söz etmiştir. Lenin, özerk ve özel silahlı grupları, kısa dönemde özel görevler için (ajanların öldürülmesi, cezaevlerinden devrimcilerin kurtarılması gibi) ele alırken, uzun dönemde ayaklanmanın doğru tarzda örgütlenmesi ve yürütülmesi için gerekli askeri yönetici personelin eğitimi olara ele alır. Bu örgütlenme anlayışının, uzun halk savaşı çizgisi ile birleştirilmesi ise, Marksizm-Leninizmin yeni koşullar altında yaratıcı bir tarzda uygulanması ile olanaklıdır ve bu da Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi olarak belirginleşir. Bu stratejik çizgiye, revizyonizimin her dönemde yeniden piyasaya sürdüğü iddiaları ciddiye olarak ekler yapmak bu çizgiden sapmakla eşdeğerdir.
Bu sapmanın ortaya çıkmasında daha büyük etkiye sahip olan olgu ise, 12 Eylül sonrasında kitlelerin içine sokulduğu depolitizasyon ve oligarşinin zor güçlerinin hareket ettikleri yasal çerçevenin olağanüstü esnek olmasıdır. Bu durum şehirlerde daha da belirginleşmektedir. "Polisin ve MİT'in geçmişten dersler çıkardığı" ve "buna bağlı olarak daha profesyonelce çalıştıkları" imajı ile birleşen olumsuzluklar, ister istemez, silahlı eylem gruplarının özerkleşmesine ve giderek ayrı ve bağımsız bir örgütmüşcesine hareket etmesine neden olmaktadır. Bu ise, bu birimlerin, ülkedeki politik, sosyal ve ekonomik gelişmelerden bağımsız olarak ve bunları hesaba katmaksızın, kendi subjektif olanaklarını esas alarak hareket etmelerine neden olmaktadır. Suni dengenin 12 Eylül sonrasında güçlendirilmesi -ki askeri yönetimin temel göreviydi- ister istemez halk kitlelerinin politik faaliyetlerini en aza indirmiştir. Bu da devrimci örgütlerin ve kadroların hareket olanaklarını, barınmalarını ve gizlenmelerini sınırlamıştır. İşte bu sınırlılık ortamı, gerek oligarşinin zor güçlerinin hareketini kolaylaştırmış, gerekse devrimci kadroların kısa sürede deşifre olamalarına neden olmuştur. Geniş polis operasyonlarıyla örgütsel yapının önemli darbeler yemesinin getireceği çeşitli sorunları çözmek için bulunan formül ise, yukarda ortaya koyduğumuz özerk silahlı gruplar oluşturmak şeklinde olmuştur. Legal demokratik kitle örgütleri aracılığıyla ve bunların "radikal" eylemleriyle faaliyet sürdürmek, belki Lenin'in "İki Taktik"te ortaya koyduğu örgütlenme anlayışına uygun olacaktır, ama hiçbir biçimde öncü ve halk savaşı sürecine uygun düşmeyecektir. Bu örgütlenmeler dağıtıldığında ya da polis operasyonları için bir çıkış noktası olarak kullanıldığı görüldüğünde, girilecek ilişkiler, bunlarca yaratılmış ilişkiler olacaktır ve sonuç 12 Eylül'den iki ay sonra gerçekleştirilen operasyonlardan başka birşey olmayacaktır. Özerkleştirilen silahlı birimler, kendi olanaklarını nasıl oluştururlarsa oluştursunlar, demokratik kitle örgütleri içinde varoluşlarıyla bağlantılı olarak bunları biçimlendirmek zorundadırlar. Bir süre sonra, bunun getireceği sorunları göğüslemek durumunda kalacaklardır. Girilen her ilişkiyi, önce legal bir dernek ilişkisine dönüştürmek ve sonra bunlar içinden silahlı örgütlenmenin özerk birimlerini yaratmak, gerçek boyutlarında bir gerilla savaşı sürdürüldüğünde, özellikle de şehir gerilla savaşında, kendi gereklerini karşılayamayan bir ilişki yaratacak ve ister istemez eski ilişkilerinden yardım almak zorunda kalacaklardır. Yani, varılan nokta, çıkış noktasının tersi olacaktır.
Buna karşı geliştirilebilecek çizgi ise, özerk silahlı birimleri daha da özerkleştirmek ve sınırlı ilişkiler içine sokmak olacaktır. Ki bu da, ülkemizde denendiği gibi, kendi kitlesinin öznel istemlerine uygun hareket eden bir özel örgütsel yapı ve faaliyet ortaya çıkaracaktır. Bu konuda MLSBP'nin pratiği yeterince açıktır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
6. Sayı - 1992
Dipnotlar
1* Ancak, bu tanım doğrudan doğruya, milli kriz tanımıdır. Literatürde derinleşmiş bunalım olarak krizden sözedilir. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisinin ilk kez ve kapsamlı olarak ortaya konulduğu Mahir yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de milli krizi, derinleşme durumuyla, yani olgunlaşması yönünden tanımlanmıştır. TDAS-I yazımızda bu duruma açıklık getirdiğimiz için ayrıca üzerinde durmayacağız.
2* İlker Akman: Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz
3* İlker Akman: Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz
4* İlker Akman: Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz
5* Bu izlenmesi olanaksızdır anlamına gelmemektedir. Şüphesiz öznel olarak stratejiden ve stratejik rotadan ayrı bir taktik çizgi izlenebilir. Bu durumda, ya taktik çizgi bir süre sonra kendisini yeniden stratejiye bağlamak durumundadır, ki bu durumda sorun geçicidir;yada taktik bağımsızlığını ilan ederek, kendisini strateji haline getirir, ki bu durumda da eski çizgiden tümüyle ayrılınmıştır. Her iki durumda, stratejiden ve stratejik rotadan sapma demektir.
6* Kadro pasifikasyonunun etkileri, ilk bakışta kimi kadroların güçsüzlüğe duşmesi ve devrimci mücadeleyi terk etmeleri olarak görülmekle birlikte, burada bizi ilgilendiren örgütsel yanlardır. Örgütsel düzeyde, bu pasifikasyon, örgütleri özerk silahlı gruplar oluşturmaya yöneltmektedir. Özerk silahlı birimlerin kurulması ve bunun dışında kalanların ayrı bir örgütsel yapıyla bütünleştirilmeleri, bu pasifikasyonun yaratmış olduğu hatalı bir örgütlenme anlayışına denk düşmektedir.