Türkiye Devriminde
Kürt Ulusu
Ülkemizde son yıllarda en çok konuşulan konuların başında Kürt sorununun geldiğini bilmeyen yoktur. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olması, bizzat yürütülen silahlı mücadeleyle birlikte güncelleşmiş ve giderek de somut-pratik çözümler üretilmesi noktasına ulaşmıştır. Kimileri, çözümü, reformist bir açıdan ele alırken, kimileri, bunu sosyalist devrim yolu üzerinde bir devrim sorunu olarak ele almaktadır. Her türlü reformist ve emperyalist sistem içi çözümlerin dışlandığı bir yol olarak, devrim yoluyla Kürt ulusal sorunun çözülmesi, Marksist-Leninistlerin enternasyonalist bakış açılarıyla tam bir uyum içindedir.
Bugün Kürt ulusunun yaşadığı devletler içinde, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir devrim için koşulların en olgun olduğu yer Türkiye'dir. Türkiye sınırları içinde büyük bir Kürt nüfusu yaşamaktadır, ama bu nüfus içinde, ulus çapında etkili bir küçük-burjuva milliyetçi hareketi henüz tam olarak gelişmemiştir. Kürt küçük-burjuvazisi, feodal-aşiret ilişkilerinin dışına çıktığı oranda, sınıfsal bir mücadele içine girmektedir. Geleneksel olarak yerel güç durumunda olan feodaller ise, etkisizleşme durumlarına bağlı olarak, ya oligarşi ile uzlaşmakta, ya da dinsel ideoloji etrafında kümelenmektedirler.
Kuzey Kürdistan, bu olguların getirdiği devrimci anlamda olumlu ögelerin en gelişmiş olduğu ve devrimci mücadele açısından gelişim dinamiklerinin en güçlü olduğu yerdir.
Kuzey Kürdistan'da, bu olguların getirdiği devrimci anlamda olumlu ögelerin önemi, özellikle yeni-sömürgecilik yöntemlerinin Türkiye genelinde gelişmesine ve yayılmasına paralel olarak, Kürt feodal sınıfların eski güçlerini yitirmeleriyle belirlenmiştir. Kürt feodal sınıfların eski güçlerini yitirmeleri, önemli bir "dini" hareket yaratmıştır. [*] Eski Kürt feodal egemen sınıfların (özellikle aşiretler düzeyinde) mülksüzleştirilmeleri ya da en azından tam bir mülksüzleşmeye ulaşmadan önce büyük kentlere göçlerin yoğunlaşması, "dinsel ideoloji"nin tarikatlar düzeyinde gelişmesi için uygun bir zemin oluşturmuştur. Aşiretlerin bu tarz, yani yukardan aşağıya dağılması koşullarında, topraktan kopan aşiret üyesi köylüler, sanayi merkezlerinden daha çok, bölgesel düzeyde, kent ve kasabalara yönelmeye başlamışlardır. "Dini ideoloji"nin ve de küçük-burjuva milliyetçiliğinin maddeleşmesinin nesnesi olan bu insanlar, iç dinamikle kapitalizm gelişmediğinden, sanayide emek-gücü olarak yer alamamaktadırlar. Öte yandan, geleneksel kapalı tarımsal üretimden kopan köylülerin, kentlere göç etmeleriyle beliren sorunları çözecek ya da hafifletecek, kendilerine belli oranda geçim araçları sağlayacak, ne "beyleri" vardır, ne de "devletleri". Böylece onlar, sahipsiz bir kitle haline gelmişlerdir. İşte bu konumda olan kitle ile doğrudan ve geleneksel yollarla ilişki içinde olan "din adamları", küçük-tüccarlar, esnaf kesimleri, onlar üstünde artan oranda yönlendirici ve yönetici güç olmaktadırlar. 12 Eylül koşullarında ülke çapında örgütlü ve etkin bir küçük-burjuva reformist hareketinin (düzen sınırları içinde) bulunmaması, tarihsel olarak bölgedeki Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketinin cılızlığıyla birleşerek, bu "dinsel" gücü, "tek kitlesel güç" haline dönüştürmüştür.
Şeriat devleti anlayışının, gerek sınıfları, gerekse ulusları inkâr eden özü karşısında, proletaryanın devrimci mücadelesi, gerek mevcut devletle somutlaşan toplumsal düzene, gerekse "dinsel ideolojiye" karşı tek gerçek alternatif güç durumundadır.
Pragmatik bir anlayışla ya da "fiili ilişkiler" kavrayışıyla, somutun gelişim dinamiklerini değil de, fiili-aktüel güç ilişkilerini ve bunların görece kalıcı ögelerine dayanarak Türkiye Kürdistan'ında bu olguları ele almak ve buna göre politikalar ve ittifaklar oluşturmak yanlıştır. Bu yanlışlık, giderek, "dinsel ideoloji"nin örgütlenmesi olan tarikatçılığın kitlesel bir güç halinde maddeleşmesinin soldan meşrulaştırılmasına ulaşacaktır. Bunun anlamı ise, anti-feodal hedeflerden ("taktik gereği" [!]) vazgeçmektir. (Zaten mezheplere bölünme ve tarikatlara ayrışma, tümüyle feodal ilişkilerin bir ürünüdür. Her biri belli bir feodal yerel gücün çıkarını ifade etmektedir.)
Tüm bu gerçeklere rağmen, çeşitli "güvensizlikler"i ya da devrimci mücadelenin önemli darbeler yemiş olmasını gerekçe göstererek, proletarya adına ayrı mücadeleyi öne çıkarmak, proletaryayı diğer sınıfların çıkarına tabi kılmaktan öte bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada, Amerikan emperyalizminin tutumu özel bir öneme sahiptir.
Değişik Kürt küçük-burjuva milliyetçi örgütlerinin ve bireylerinin, emperyalizmle uzlaşma çabaları, günümüzde Amerikan emperyalizminin Kürt sorunu karşısındaki tutumu ile daha da netleşmektedir.
Amerikan emperyalizminin Kürt sorununu, "uluslararası bir sorun", ama emperyalist sistem içinde tutulacak ve çözülecek bir sorun olarak ortaya konulmasından büyük bir çıkarı vardır. Özellikle Filistin küçük-burjuvazisinin, son yıllardaki uzlaşmacı politikası, bu konuda etkin bir örnek oluşturmaktadır. Bu politika, ulusal sorunun "uluslararası bir sorun" haline getirilmesi ve özel bir uluslararası konferansla çözümlenmesi şeklinde özetlenebilir. Böyle bir çözüm, daha önceleri yaşandığı gibi, Amerikan emperyalizminin ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda getirdiği "Wilson Prensipleri"yle tam bir uygunluk içindedir. (Son on yıl içinde Amerikan emperyalizminin "Amerikanın Sesi" radyo yayınlarında Kürtçe yayın yapma kararı alması, gelişmelerin ne yönde olacağı konusunda yeni somut veriler sağlamaktadır.)
Bugün Güney Kürdistan'da (Irak sınırları içinde) etkin ve önder güç durumunda olan küçük-burjuvazi, bu yolla sorunun çözümlenmesini planlamaktadır. Bu plan, Amerikan emperyalizmi açısından, Orta-Doğu güç ilişkileri çerçevesinde (ve İsrail'i esas alarak) Kuzey Irak kesiminde kurulacak "bağımsız" bir devleti içermektedir. Baştan emperyalizme bağımlı "bağımsız Kürdistan", aynı zamanda, Türkiye'deki Kürt sorununun da çözümü olarak tasarlanmaktadır. Türkiye sınırları içindeki Kürt ulusal-topluluğu, bu koşullar altında, kısmen toprak olarak yeni kurulacak devlete katılırken, kısmen de "ulusal azınlık" olarak Türkiye sınırları içinde tutulacaktır. (Bu, son tahlilde, kültürel özerklikten başka birşey olmayacaktır.) Bu plan, proletarya ve köylülüğün, doğrudan milliyetçilerin eline teslim edilmesi demektir. Böyle bir planda NATO'nun güney-doğu sınırları önemli bir koz olarak küçük-burjuva milliyetçileri tarafından kullanılmak istenmektedir. Bu da, Türkiye'deki Kürt ulusal-topluluğu üzerine pazarlık edilmesi ile eş anlamlıdır. Ancak son gelişen olaylar, özellikle Varşova Paktı'nın dağılmaya yönelmesiyle birlikte, bu "koz" da önemli ölçüde devre dışı kalmaya başlamıştır. Bunun yerini hızla Orta-Doğu'daki güçler dengesi sorunu almaktadır.
Bu koşullar altında, proletaryanın tutumu açık biçimde ortaya çıkar. Koşulsuz olarak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olması gerekir. Bu hakkın pazarlık konusu yapıldığı koşullarda, proletarya, bu hakkın koşulsuz olarak tanınmasını savunmayı sürdürür. Bu da, proletaryanın öncülüğünde devrimci bir mücadelenin geliştirilmesiyle olanaklıdır. Bugün, bu olanak, en güçlü biçimde Türkiye'de vardır. Bu yüzden Marksist-Leninistlerin, tüm ilkelere ve pratiklere aykırı olan ayrı örgütlenmesi sona erdirilmelidir. Bu görev, diğer parçalardaki Kürt ulusal hareketinin geleceği açısından, bunun halk kurtuluş hareketi haline dönüştürülmesi açısından da büyük bir öneme sahiptir.
Genel kural olarak, proletaryanın öncülüğünde demokratik halk devrimi mücadelesinin gelişmediği yerlerde ortaya çıkan ya da çıkmak durumunda olan ulusal hareketler karşısında, proletaryanın entarnasyonalist tutumunu da belirtmek gerekmektedir. Bu tutum, doğrudan, ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasıyla bağlantılıdır. Ancak bu tür hareketlerin desteklenmesi, III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkileri tarafından belirlenen koşullamalara bağlıdır. Bu koşullamaları, şu şekilde özetleyebiliriz:
a) Tutarlı bir demokratik hareket olmalıdır. Bir başka deyişle, anti-feodal niteliğin bulunması gerekir;
b) Emperyalizme, özellikle onun yeni-sömürgeciliğine karşı olmalıdır;
c) Ulusal bir hareket olarak, kendine komünist ya da sosyalist bir görünüm verme çabalarında bulunmamalıdır;
d) Komünistlerin kendi özgül amaçları doğrultusunda, özellikle işçi ve köylü kitlelerini bilinçlendirme, örgütlendirme faaliyetlerini ve mücadelesini engellememelidirler.
Bu koşullar altında, salt Kürt-ulusal devrimci hareketini değil, dünyanın her yanındaki ulusal-devrimci hareketlerin desteklenmesi sözkonusudur.
Ancak, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki anti-emperyalist ve anti-oligarşik halk kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi sorunu, aynı koşullamalara sahip değildir. Bu tür mücadeleler, proletaryanın öncülüğünde olduğu anlamda, proleter enternasyonalizmi temelinde ve ilkelerine bağlı olarak desteklenmek durumundadır.
Tüm bunların ışığında, Türkiye'deki proleter devrimci hareket, herşeyden önce Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadığı koşullarda, mücadelesini yürütürken, meydana gelen sınıfsal ayrışmayı göz önünde bulundurmak zorundadır. Küçük-burjuvazi, bu sınıfsal ayrışma koşullarında tek güvenilir müttefikin proletarya olduğunu görmektedir. Ama kırsal alanlarda, küçük köylülerin özel ilişkileri ve "kişisel bağımlılık"ları nedeniyle, gerek proletaryaya, gerekse kent küçük-burjuvazisine iyi gözle bakmamaktadır. Bu kesimlerin halk kurtuluş hareketine sokulabilmesinin yolu, onların kendi sınıfsal durumlarının ortaya konulmasından ve özel ilişkileri ile kişisel bağımlılık ilişkilerinin kırılmasından geçmektedir. Bu da, anti-feodal mücadelenin yükseltilmesini zorunlu kılmaktadır.
Devrimci proletaryanın Kürt ulusal sorunu karşısındaki tutumunu şu şekilde özetleyebiliriz:
a) Kürt ulusal sorunu, eski sömürgecilik sisteminin tasfiye edildiği koşullarda bile çözümlenmeden kalmış bir sorundur;
b) Ulusların tarihsel olarak ortaya çıkışından bu yana, Kürt ulusu, kendi kaderini tayin hakkına sahip olamamıştır;
c) Bu nedenle, 1923'lere kadar, büyük oranda Osmanlı feodalitesinin içinde kalan Kürt topluluğu, bu tarihten itibaren çeşitli ulusal-devletler arasında bölüşülmüştür;
d) Bölünmüş Kürt ulusu, her bir parçadaki ulusal-devletin erken ya da geç oluşumuna, oluşum biçimine ve sosyo-ekonomik yapısının gelişim düzeyine bağlı olarak ve bu ilişkiler içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir;
e) Her parçadaki eşitsiz gelişim, bütün açısından kısmi oranda feodalizmin çözülmesini getirmekle birlikte, Kürt ulusu bütününde egemen ilişkiler feodalizmdir;
f) Parçaların eşitsiz gelişimi ve merkezi devlet otoritelerinin olağanüstü güçlendirilmiş olması nedeniyle, parçalar arasındaki fiili farklılıklar büyümektedir. Bu, artan oranda iktisadi yaşam birliğinin kurulmasını içsel olarak engellemektedir;
g) Parçalar arasındaki eşitsizlikler ve iktisadi yaşam birliğinin bulunmaması, her parçanın, bağlı bulunduğu devlet sınırı içindeki ekonomik, sosyal, siyasal vb. ilişki ve çelişkilerinden birincil düzeyde etkilenmekte ve aynı şekilde etkilemektedir. Her bir parçadaki Kürt ulusal-topluluğu, devlet bütünlüğündeki milli krizle doğrudan bağlantı içindedir. Dolayısıyla, her bir ülkedeki milli krizin boyutu ve etkisindeki farklılıklar, parçalardaki farklı gelişmelere ve dinamiklere neden olmaktadır. Sınırları hangi düzeyde ele alınırsa alınsın, Kürdistan bütününde ve yalnızca Kürdistan ölçeğinde tek bir milli krizden söz edilemez. Bu nedenle, herhangi bir parçadaki ilişki ve çelişkileri belirleyen milli krizin derinleşmesi ya da gerilemesi, diğer parçalardaki ilişkiler ve çelişkiler üzerinde doğrudan etkide bulunmamaktadır. Bu olgu, her parçadaki farklı tahlillerin gündeme gelmesinin maddi temelini teşkil eder;
h) Her bir parçadaki değişik sınıflar ya da sınıf ittifakları iktidarda bulunduğu için, her parçadaki mücadelenin hedefleri değişmektedir;
i) Ancak, tüm parçalarda enşmperyalizmin, süreç olarak, az ya da çok egemen unsur olması, tüm parçalarda anti-emperyalist bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır;
j) Özellikle feodalizmin yukardan aşağıya çözülmesinin en yoğun olduğu Türkiye'de, Kürt egemen sınıflarıyla Türkiye oligarşisini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak olanaksızdır;
k) Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi, bir yandan proletaryanın öncülüğünde ulusal (halk) birliğinin kurulmasını zorunlu kılarken, öte yandan demokratik halk devrimi genel hedefine ulaşılmasını gerektirir;
l) Bütünsel, merkezi, bağımsız ve demokratik bir Kürdistan devleti, uzun ve çeşitli ara aşamalardan geçen bir süreçte oluşturulabilir. Parçalarda tarihsel olarak ortaya çıkan fiili eşitsizlikler yanında, önemli dil ve kültür sorunları bulunmaktadır. Her bir parçadaki ulusal-topluluğun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi zamandaş olmayacaktır. Emperyalistler arası çelişkilerin askeri plana yansıma olanağının olmadığı bir dönemde, böyle bir zamandaşlık, ancak bölgede büyük bir devrim ya da ayaklanma ortaya çıktığında olasıdır;
m) Türkiye'deki Kürt köylülüğü içindeki farklılaşmanın geldiği boyut, diğer parçalarla kıyaslanmayacak boyuttadır. Bu gelişmenin köylülerin kendilerini "kişisel bağımlılık"tan kurtulmasını sağlayamadığı yerlerde, devrimcilerin görevi, bu bağımlılığı ortadan kaldırmak olmalıdır. Bu ise, genel siyasal zorun dışında, bölgesel olarak, "iktisadi baskı dışı baskı" güçlerinin bertaraf edilmesiyle mümkündür;
n) Türkiye'de çarpık kapitalizmin gelişme alanları, proletarya saflarındaki ulusal farklılıkları hızla ortadan kaldırmaktadır. Bu ise, proletaryanın birleşik örgütlenme ve mücadelesinin maddi temellerinin olgunlaştığını gösterir;
o) Ulusal ayrım gözetmeksizin, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşecek halk devrimi, her ulustan köylülerin de çıkarını ifade eder. Böyle bir devrim için, ulusal ayrım gözetmeksizin, işçi-köylü ittifakını gerçekleştirmek zorunludur. Bu devrim, sınıfsal çelişkilerin belli bir çözüm platformu olduğu için, aynı zamanda, ulusal sorunun da çözüm platformudur;
ö) Demokratik halk devrimi ile kurulacak halk iktidarı, her ulustan işçilerin ve köylülerin iktidarı olacaktır. Bu iktidar, vakit kaybetmeksizin, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını tanıyacak ve bu hakkın tam ve eksiksiz kullanımı için her türlü önlemi alacaktır;
p) Bu hakkın, devrim koşullarında nasıl kullanılacağı tümüyle Kürt ulusuna ait olacaktır;
r) Kendi kaderini tayin hakkı, ayrılma yönünde kullanılmadığı durumlarda, bölgesel özerklik, Sovyet deneyiminin ışığında en gelişmiş biçimiyle gerçekleştirilecektir.
Marksist-Leninistlerin ve emekçi halkın birleşik ve merkezi örgütlenmesi ve de mücadelesi, bu açıdan stratejik bir sorun ve zorunluluktur. Taktik ittifakların olumsuz stratejik sonuçlar doğurmaması için de, bu kaçınılmazdır. Aksi halde, devrimci halk güçleri dışındaki güçlere dayanmak ya da bu dış kesimlerle kurulacak ittifaklarda devrimin ilkelerinden ve programından tavizler vermek sözkonusu olacaktır. Merkezi ve birleşik bir devrimci örgütlenme, belirlenmiş ilkeler, programlar ve devrim stratejisi temelinde ortaya çıkabilir ve gerçekleşebilir.
Türkiye'de ulusal sorunun çözümü ve bu yöndeki mücadele, proletaryanın ve Marksist-Leninistlerin birliğinin ne denli zorunlu olduğunu göstermektedir. Ancak bunun için birlik, işçilerin ve köylülerin devrim ittifakı kapsamında ve geniş ölçekte kavranılması zorunludur.
"Birlik gereğini ne kadar çok kavrarsak, tam birlik olmadıkça otokrasiye karşı uyumlu bir saldırıya girişmenin olanaksızlığına ne kadar daha fazla inanırsak, bizim siyasal sistemimizde merkezi bir mücadele örgütüne gerek olduğu o kadar daha çok ortaya çıkacak ve bizler 'basit', ama aldatıcı ve temelde alabildiğine yanlış olan çözümlerle tatmin olmaya okadar az eğilim göstereceğiz. Birbirimize yabancılaşmanın verdiği zararlar kavranmadıkça, proletarya partisi kampında bu yabancılaşmaya, her ne pahasına olursa olsun, kesinlikle son verme isteği taşımadıkça, 'federasyon' için incir yaprağına hiç gerek yoktur; ilgili 'taraflardan' birinin çözmeyi gerçekten arzulamadığı bir sorunu çözmeye çalışmanın hiçbir yararı yoktur. Durum bu olduğuna göre, otokrasi tarafından ezilen bütün ulusların proletaryasının otokrasiye ve giderek daha fazla birlik haline gelmekte olan uluslararası burjuvaziye karşı verdikleri mücadelede, başarı için merkeziyetçiliğin temel zorunluluk olduğunu, bırakalım, deneyimlerden ve asıl hareketten çıkartılacak dersler kanıtlasın." (Lenin)
Tüm bu gerçeklerin ve deneyimlerin açık bir biçimde ortaya koyduğu olgulara rağmen ve son aylarda Kürt kitleleri içinde önemli bir hareketlilik ortaya çıkmışken, hâlâ eski hatalar yinelenmekte ya da Kürt ulusal sorunu karşısında "çıkarcı" yaklaşımlar, ilkesiz tavırlar ve politikalar varlığını sürdürmektedir. Bunlar içinde en önemlisi (ve belki de en tehlikeli sonuçlar doğuracak olanı) "destekçilik" politikalarıdır.
Çeşitli gerekçelerle, ama asıl olarak Türkiye'de devrimci mücadelenin 12 Eylül sonrasında karşılaştığı büyük ve zorlu sorunların aşılmasında hiçbir etkinlik gösteremeyenler, uzun süreden beri "Kürt ulusal hareketi"ni desteklemeyi eylemlerinin asıl muhtevası olarak formüle etmektedirler. Kürtler'in ayrı bir ulus olduğu gerçeğinden yola çıkarak, yani böyle bir doğrudan hareket ederek, Türk ve Kürt "ulusal" mücadelesinin ayrı örgütlenmesi temelinde sürdürülüşünü veri alarak ve bunun gerekliliğini "pratik"le tanıtlayarak, Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkını elde etmek için bizzat kendi güçleriyle sürdürdüğü mücadelesini "destekleme" görevini, "Türk solu"nun "en temel" ve "en demokratik" görevi olarak ilan eden çevrelerin bu politikaları, sözcüğün tam anlamıyla, Kürt halkının devrimci mücadelesini yalnız bırakmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Sınırlandırılmış bir bölgede, kendi özgüçleriyle süren bir mücadelenin, yalın bir "destekleme" politikasıyla ele alınması, pratikte, bu mücadelenin "dış destekçisi" olmaktan başka bir sonucu olmadığı, bugün yeterince açıklık kazanmıştır.
Uluslararası planda, herhangi bir ülkenin Marksist-Leninistlerinin, proleter ya da ulusal-devrimci "dış" bir ülkenin ya da ulusun yürüttüğü mücadele karşısındaki konumunu (çok az farklılıklarla) ülkemiz solunun konumu haline getirmek, Kürt halkının devrimci mücadelesini oligarşik yönetim karşısında yalnız bırakmak olduğu, yeterince açığa çıkmıştır. Üstelik, bu tür "destek" politikaları, aynı zamanda, oligarşinin askeri gücü karşısında yalnız bırakma anlamına gelmektedir.
Bu tür anlayışların yarattığı en önemli sonuçlardan birisi de, Türk ve Kürt halkının birbirinden uzaklaştırılması ve her birinin kendi "ulusal" sorunuyla başbaşa bırakılmasıdır.
Sorun, işçi ve köylülerin, ulusal köken ayrımı yapılmaksızın, ama ulusal sorunların da özel bir yere sahip olduğu bir mücadele içinde birleştirilmesidir. Kuzey Kürdistan'da yürütülen silahlı mücadele ve bunun karşısında oligarşik yönetimin bu bölgede yürüttüğü kuşatma ve tenkil politikalarını abartarak, buralarda devrimci mücadeleyi örgütlemenin "legal" olanaklarının bulunmamasını gerekçe yaparak, buralardaki faaliyetleri "askıya" alan bir anlayışın, kendini "demokrat" ya da "enternasyonalist" olarak sunma gayretleri içinde olmasına şaşırmamak gerekmektedir. Devrimci görev, ülkenin her yanında, işçilerin ve köylülerin bulunduğu her yerde, devrimci mücadeleyi örgütlemek ve yürütmekken, oligarşik yönetimin, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı ya da silahlı mücadelenin sürdürüldüğü yerlerde uyguladığı kuşatma ve tenkil politikaları karşısında çaresizlik göstermek ve bunu, "ulusal hareketi destekleme" gösterileriyle gizlemek, teslimiyetçilik ve pasifizmden başka birşey değildir.
Bugün, Kuzey Kürdistan kesiminde kitlelerle "alışılagelen" yollarla, yani legal ilişkiler ağı içinde, merkezi-periyodik yayın organıyla bağ kurmak ve buna paralel olarak, bu kitleleri ekonomik-demokratik mücadeleler içinde örgütlemek ve harekete geçirmek olanaksızdır. Bu bölgelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
Günümüzde, bu bölgelerde, PKK'ye karşı alternatif bir "silahlı güç" oluşturma anlayışları ne denli yanlışsa, aynı oranda, bu bölgelerde devrimci mücadelenin sürdürülmesini PKK'yle sınırlandırmak ve tümüyle "destekleme" ile dışsallaştırmak da yanlıştır. Ancak her devrimci örgütlenme, kendi ilke ve programı çerçevesinde mücadele yürütmek durumundadır. Bu mücadelenin koşullara uygun olarak sürdürülmesiyle, bu hedeflere ulaşılması olanaklıdır. Silahlı propagandayı temel alan devrimci bir örgüt, taktik ve stratejik rotalarına uygun olarak, halk kitlelerinin mücadelesini her alanda ve her bölgede yürütmek zorundadır. Bu zorunluluk, şehir gerilla savaşıyla eşgüdümlü olarak faaliyette bulunan kır gerilla savaşı temelinde politikleşmiş askeri savaşın yürütülmesi demektir.
Anti-oligarşik mücadelenin bir parçası olarak, ülkenin değişik bölgelerinde yeni gerilla cephelerinin açılması, silahlı propagandanın kırsal alanlarda sürdürülmesi için gereklidir. Ancak, bu yeni gerilla cepheleri, hiçbir biçimde, mevcut silahlı mücadelenin bir "alternatifi" olmayacağı gibi, devrimci mücadelenin belli bir ulusallıkla sınırlandırılması da olmayacaktır. Yeni gerilla cephelerinin açılması, şüphesiz, oligarşinin askeri güçleri karşısında, benzer amaçlar için mücadele eden güçlerin, taktik planda da olsa, yalın olarak askeri alanla sınırlandırılsa da, belli bir ilişkisini ve karşılıklı dayanışmasını gerektirebilecektir. Bu tür ilişkilerin stratejik sonuçlar doğurması, ancak, yukarda ortaya koyduğumuz ilkeler temelinde ve onların pratiğe geçirilmesine bağlı olarak söz konusu olacaktır. Bunun ötesinde, askeri savaşın "teknik" gereksinmelerinden yola çıkarak, "dışsal" destekleme politikalarının onaylanması olanaksızdır. Bu açıdan, revizyonist bir anlayışa sahip olan, ama silahlı mücadelenin yaratmış olduğu sempatiyi görerek, kendi revizyonistliklerini gizlemek isteyenlerle kurulan ilişkiler, ideolojik-politik bir temele oturtulmadığı sürece, yukarda işaret ettiğimiz olumsuzlukların gelişmesine hizmet edeceği unutulmamalıdır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
5. Sayı - 1991
Dipnotlar
(*) Dinsel hareketin durumunu Türkiye'de yapılan son genel seçimlerin sonuçlarında da gïrmek olanaklıdır. 1987 Kasım genel seçimlerinde Refah Partisi (RP)'nin genel oy ortalaması %6,9'dur. Bu partinin, ülke çapında en yüksek oy oranı elde ettiği yerler, Diyarbakır I. ve II. seçim çevreleri ile Siirt olmuştur. (Oy oranları, sırasıyla, %22,7; %28,9 ve %24,7'dir.)