Proletarya
ve Sosyalist Siyasal Bilinç
Son yıllarda, ülkemiz solunda artan oranda bir işçi sınıfı söyleminin yaygınlaştığı görülmektedir. Bu söylemin en tipik ifadesi, devrimde proletaryanın öncülüğü sorununun dışlanması üzerinedir. Bu söylem, neredeyse, "işçiler ne eylerse güzel eyler" temeline oturmaktadır. Böylece uvriyerizm her siyasal söylemde yaygınlaşma eğilimi göstermektedir.
Kimi çevreler açısından işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi, ülkedeki "demokratik yenilenme"nin ana sorunu olarak öne çıkartılırken; kimi çevreler açısından ise, 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan sorunların bir çözümü olarak işçilerin mücadelesi öne çıkartılmaktadır.
Bu çevrelerden ilki, ülkemizde tipik bir reformist-evrimci anlayışı temsil ettiğinden, niteliğinin sergilenmesi için uzun uzadıya durmak gerekmemektedir; ancak ikincisi için aynı durum geçerli değildir.
En geniş ölçekte işçi sınıfının yeniden keşfi, asıl olarak 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan yenilginin ve dağılmanın yarattığı bunalım tarafından belirlenmiştir. Bu konuda, kendi içinde çeşitlilik göstermekle birlikte, en yaygın "inanç", yenilginin nedeni olarak, proletaryanın devrim mücadelesinde "fiili" bir güç olarak yer almamasından kaynaklandığı şeklindedir. Doğal olarak böyle bir "inanç", işçi sınıfının önemini "kavramak"tan söz etmek durumundadır ve çalışmalarını işçi sınıfı "içinde" yapmaya yöneltmek zorundadır.
İşçi sınıfının bu yeniden keşfi, tıpkı 12 Mart sonrasında olduğu gibi, küçük-burjuva çevrelerde devrimci mücadelenin kısa sürede zafere ulaşacağı umudunun yıkılmasıyla bağlantılıdır. Neredeyse, birkaç silahlı eylem sonrasında devrim olacağı beklentisi içinde bulunan bu unsurların, oligarşinin 12 Eylül sonrasındaki ağır baskı koşulları altında, güçsüzlüğe düşmeleri ve beklentilerin ötesinde halk kitlelerinin devrimci mücadeleye aktif (ya da "fiili") olarak katılmamalarının görülmesiyle büyük bir düş kırıklığına neden olduğu açıktır. Bu düş kırıklığı, aynı zamanda yılgınlık yaratmıştır. Böylece, bu ortamda ve bu ortamdan beslenerek, devrimci mücadelenin "hata ve eksikliklerini" belirlemeden başlayarak, "teorik hatalar" düzeyine doğru gelişen bir "araştırma" ve "arayış" süreci başlamıştır.
Yıkılan küçük-burjuva devrim düşlerinin ardından, aynı unsurlar, hızla en devrimci sınıf olarak işçi sınıfına yönelmişlerdir. Bu yöneliş, daha düne kadar, herşeyin temeline kendilerini koyan küçükburjuva dünya görüşünün, bu kez işçi sınıfı söyleminde ve işçi sınıfının gücüyle yeniden üretilmesinden başka birşey değildir.
Proletaryanın tarihsel olarak en devrimci sınıf olması ve bu niteliğinin sınıfsız toplumun kurulmasının en temel öğesi olması gerçeği, hemen her dönemde, değişik sınıf ve tabakaların siyasal temsilcilerinin proletaryaya karşı tutum ve beklentilerini belirlemiştir.
Her türlü sistematikten ve ilkeden yoksun olarak proletaryanın yenidenkeşfi, teorik olarak işçi sınıfının "fiili öncülüğü" tezleriyle ifade edilmektedir. Devrimde sınıfların mevzilenmesi sorununu bir yana bırakarak, salt işçi sınıfının, sınıf özelliklerinden (devrimci sınıf olması yanında, üretimden gelen disiplini ile mücadele sürecinde ortaya koyduğu kararlılık ve tutarlılık gibi özelliklerinden) yola çıkarak, geçmiş dönemde küçük-burjuvaziden kaynaklanan kararsızlık, dayanıksızlık ve tutarsızlık gibi olguların aşılabileceği ve böylece yeni bir yenilgiden kaçınılabileceği düşünülmektedir. Gerek 12 Mart sonrasında, gerekse 12 Eylül sonrasında, eksik ve çoğu zaman hatalı değerlendirmelere dayanarak, sorunlara (sorun olarak tanımlanan sorunlara) çözümler üretmek istemiyle ortaya çıkan proletaryanın bu yeniden-kâşifleri, kendiliğindenciliğin kendiliğinden çözümü olarak ortaya çıkmıştır.
Teorik olarak ele alınacak olursa, proletaryanın devrimde (demokratik halk devriminde) "fiili öncülüğü" sorunu, aynı zamanda, iktidarın fethinin temel yolunu belirleyecek niteliktedir. Marksist-Lenininist literatürde bu temel yol, şehirleri temel alan bir devrim anlayışına denk düşer. Genel olarak "şehir merkezli stratejiler" olarak tanımlanan bu yolun tipik ifadesi genel ayaklanma stratejisidir. Dolayısıyla, kim işçi sınıfının "fiili öncülüğünü" esas alıyorsa, önüne koyduğu devrim anlayışı, genel ayaklanmadan başka birşey olmayacaktır.
Büyük kentlerde meydana gelecek ayaklanmalarla politik iktidarın fethini öngören bir anlayışın geri-bıraktırılmış ülkelerdeki durumunu ise, proletaryanın fiili öncülüğü sözcüklerinin arkasına saklanarak "unutturmak" olanaksızdır. Revizyonistlerin uzun yıllar pasifizmlerini gizlemek için kullandıkları bu yol artık "eskimiştir". Bunun yanında, proletaryanın demokratik halk devrimindeki rolü ve görevleri ile iktidarın ele geçirilmesinin yolunun birbirine karıştırılması, sözcüğün tam anlamıyla, sorumsuzluktan başka birşey değildir. Proletarya başta olmak üzere, devrimin sınıf güçlerini plansız, programsız ve bilinçsiz olarak, belirsiz bir sürece yöneltme anlayışı, kesinkes Marksizm-Leninizmle çelişir. Ayrıca proletaryanın sınıf olarak, kendisiiçinsınıf olması yönündeki hareketi ile demokratik halk devrimindeki rolü ve görevlerinin birbirine karıştırılması, kendiliğindencilik dışında başka bir sonuç vermeyecektir.
Proletarya partisinin birinci görevi, sınıfın bağımsız siyasal örgütü olarak, her alanda proletaryanın sınıf tavrını ortaya koymak ve buna bağlı olarak proletaryayı bilinlendirmek, örgütlemek ve harekete geçirmektir. Toplumsal sürecin değişik evrelerinde proletaryanın değişik görevleri yerine getirebilmesinin en temel unsuru budur. Kesintisiz devrim perspektifi içinde, demokratik halk devrimini sürekli kılarak sosyalist devrimi gerçekleştirmek için, proletaryanın sosyalist siyasal bilince sahip olması şarttır. Dolayısıyla sorun, bir yandan proletaryanın sosyalist siyasal bilince ulaştırılması iken, diğer yandan toplumsal sürecin verili bir evresinde proletaryanın görevleri olarak belirginleşir. Bu iki yan, birbirine bağlı olmakla birlikte, asla birbirinin yerine geçirilemez ve birbirine karıştırılamaz.
Proletarya partisinin temel görevi olarak, proletaryanın siyasal bilince ulaştırılması, doğrudan proletaryanın siyasal eğitimi ile bağlantılıdır. Proletaryaya yönelik siyasi gerçekleri açıklama kampanyası, bu bağlamda, proletarya partisinin eyleminin muhtevasını oluşturur.
"Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler, bunlara karşı başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat (sosyalist-Kurtuluş) açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz." [1*]
Lenin'in ifade ettiği gibi, proletaryanın, sosyalist siyasal bilinci, sadece kendisine yönelik ve kendisini etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı değil, tüm halk kesimlerine yönelik ve onları etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı tepki göstermesini sağlayan bir bilinç ve hareketlilikle kendini somutlar. (Proletaryanın, ulusal baskı karşısındaki tutumu da bu bilinç ve hareketlilik içindedir.)
"Kim ki, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyle ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyalist değildir." [2*]
Proletaryanın en devrimci sınıf olarak, nihai amaç yönünde, tüm insanlığın gerçek kurtuluşuna yönelik hareketin yürütücü olarak, kendi eylemini, gözlemini ve bilincini, sadece kendisi ile sınırlayamaz ve sınırlandırılmasına da izin veremez. Bu durum, aynı zamanda verili bir evrede, proletaryanın tarihsel görevlerinin bir parçası olarak ortaya çıkan görevlerini yerine getirebilmesi için olmaz-sa-olmaz bir koşuludur. Böyle bir siyasal bilince sahip olmayan proletaryanın, sınıf olarak tarihsel görevlerini yerine getiremiyeceği açıktır.
Lenin, işçilerin sosyalist siyasal bilince eriştirmeleri için nasıl bir eğitime sahip olmaları gerektiğini bir başka yerde şöyle ortaya koymaktadır:
"Bir sosyalist haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidirler; her sınıf ve tabakanının kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarın neler olduğunu ve bu yansıtmaların nasıl olduğunu anlamalıdır." [3*]
İşte proletaryanın sosyalist siyasal bilince ulaşması, ancak böyle gerçekleşebilir ve proletarya partisinin görevi de bu bilinci proletaryaya ulaştırmaktır. Ancak böyle bir siyasal bilince sahip olan proletarya, verili bir evredeki devrimci görevlerini yerine getirebilir ve demokratik halk devriminde proletaryanın hegemonyasını kurabilir. Demokratik halk devriminde proletaryanın öncülüğünün bu gerçekliği, aynı zamanda proletarya partisinin bilinç seviyesinin sürekli olarak yükseltilmesini zorunlu kılar.
Ülkemiz solunda uzun yıllar proletarya adına söz söyleyen ve buradan yola çıkarak sosyalist devrim teorileri yapan revizyonistlerin, sonal olarak, işçi sınıfını, salt kendi ekonomik istemleri uğruna mücadeleyle sınırlandırmaları sonucu, uzun yıllar proletarya, siyasal bir güç olarak politik sahnede gerekli yerini alamamıştır. Bugün, kısa bir mücadele sonucunda iktidarın ele geçirileceği beklentileriyle devrimci mücadeleye katılmış küçük-burjuva unsurların, 12 Eylül sonrasında yeniden proletaryayı keşfetmeleri, eski dönemin revizyonist politikalarından öz olarak farklı değildir. "İşçi sınıfına gitmek" ya da "devrimcilerin onunun altısının işçi sınıfı içinde çalışması" gibisinden hamasi sözlerin arka planında eski revizyonist tezler bulunmaktadır. Ama eskiden farklı olan yanlar vardır. 12 Eylül öncesinin revizyonistleri, "yeni açılım"lar göstererek, klâsik küçük-burjuva reformizmine ulaşmaları sözkonusuyken, onların boşalttığı yerin doldurulması gündemdedir. Böylece, yüzleri tam olarak açığa çıkmamış kesimler, günümüzde, revizyonizmin yeni temsilcileri olmaktadırlar.
Revizyonist tezlerin en temel unsuru, işçilerin ekonomik-demokratik mücadelelerinin içine girerek, bu mücadelenin yürütülmesine katılarak, önce proletaryaya güven vermek, sonra bu harekete "siyasal nitelik" kazandırarak, bu ekonomik-demokratik mücadeleyi siyasal mücadeleye dönüştürmektir. Ekonomik-demokratik mücadele içinde kitleleri "politize etme" ya da bu mücadeleleri politik mücadeleye dönüştürme savlarının revizyonist niteliği, aynı zamanda, proletaryayı, diğer halk sınıf ve tabakalarının öncülüğünden uzaklaştıracak sonuçlar doğurmak durumundadır.
Yıllar önce Mahir yoldaş, bu revizyonist anlayışın geri-bıraktırılmış ülkelerdeki durumunu şöyle ortaya koymuştur:
"Devrimci mücadeleyi, yaşadığımız dönemde evrim-devrim aşamaları diye kesin çizgilerle ayıran uluslararası revizyonizmin, pasifizmin bu soruya cevabı şudur (aralarındaki ayrılıklar ne olursa olsun, şehirleri temel alanlardan kırları temel alana kadar):
'Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri doğrultusunda siyasi bilinç götürüp, örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik-demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip siyasi hedefe yönlendirmek.'
Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı, rafa kaldırıldığı; daha doğru deyişle, oligarşi tarafından kullanılmasına 'izin' verilmediği; ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde bu tip 'klâsik' kitle çalışması ile ekonomik-demokratik mücadeleyi politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.
'Bu yol, oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde, onu devam ettirecektir.' (Che)
Evet, devam ettirecektir. Elbette bu yoldan gidildiğinde de, görünüşte bazı ilerlemeler olacaktır. Ancak bu yolun savunucuları, başlangıçta savaşçı niteliklere sahip olsalar bile, bu niteliklerini kaybedecekler, yozlaşacaklar ve giderek de bürokratlaşacaklardır. Yitirilen devrimci öz ve pasifize edilmiş beş-on emekçi. İşte bu görüşün yolu basitleştirilince budur." (abç) [4*]
Bu devrimci tespit, bugün tüm sapmaların şiddetle karşı çıktığı bir tesbittir. Revizyonistlikleri ve pasifistlikleri kitlelerin gözünde açığa çıkmış olanlardan, yeni revizyonistlere kadar, hemen her kesimin "işçi sınıfına gitmek"ten söz ettiği yerde, THKP-C'nin bu devrimci tesbitine saldırmak bir gelenek olmuştur. Bu konuda sayısız örnek vermek olanaklıdır. Ancak bu konuda en yeni sağ-sapma ise, eski dönemde THKP-C'nin 1971-72 dönemindeki öncü savaşının yarattığı sempatiye dayanarak kendilerini siyasal alanda güçlendiren eski dönemin oportünistleri olmuştur. Onlara göre, Mahir yoldaşın ortaya koyduğu belirlemeler, "siyasi tekerlemeler"dir [5*], dolayısıyla "eski laflara artık herkesin karnı toktur. Düne ait hasretlerin, yirmilerindeki otuzlarındaki genç insanlar için herhangi bir değeri olamaz"mış! [6*]
Şüphesiz, devrimci bir tesbitin "değer" ya da "değersizliği" üzerine söylenen sözlerin, son tahlilde, bu tesbitlerin gerçekte iddia edildiği gibi olup olmadığını belirleyemeyeceği açıktır. Ve herkesin bildiği gibi, gerçeğin ölçütü pratiktir.
Ama yine de, bu tür sözlerin belli bir sonucu olacaktır. Bu sonuç, Marksist-Leninist tespitlerin pratik karşısındaki konumunu dışlamak ve teorisiz eylemi yüceltmekten başka birşey olmayacaktır. Bu da, oportünistlerin kendilerini gizlemeleri için uygun bir zemin oluşturacaktır. Bugün ülkemiz solundaki en önemli ideolojik sorun, devrimci teorinin kılavuzluğunun reddedilmesi, Marksist-Lenininist ilkelere bağlı bir mücadelenin dışlanması ve teorik birikimin inkârıdır. Bu, her alanda kendiliğindenciliğin yüceltilmesidir. Proletaryanın devrimdeki yeri, görevleri ve rolü konusunda olduğu gibi, sosyalist siyasal bilinç ile devrimci mücadele arasındaki ilişki ve örgütlenme konusunda da, kendiliğinden-gelmecilik öne çıkartılmaktadır. Böylece "kendisi-için-sınıf" olmaya yönelmek durumunda olan proletarya, salt kendi ekonomik istemleriyle sınırlı olarak mücadele eden bir "sınıf" durumuna yöneltilmek istenmektedir. Politik iktidarın ele geçirilmesinin her türlü devrimci yolunun reddedilmesine dayanan bu anlayışlar, kaçınılmaz olarak, başta proletarya olmak üzere, tüm halk kesimlerinin yasal düzeyde (düzenin kendi yasal çerçevesinin belirli oranda genişletilmesini de kapsayacak ölçüde) reformist hareketini kutsamak durumundadırlar.
Ülkemizde siyasal özgürlüklerin elde edilmesinin, demokratik ve bağımsız bir ülke kurulmasının devrimci yolunun reddedilmesi, aynı zamanda, bu amaçların reddedilmesi demektir. Politik iktidarın ele geçirilmesini reddeden bir anlayışın eyleminin muhtevası, kaçınılmaz olarak mevcut düzenin restorasyonu (ya da "modernleştirilmesi") olacaktır.
Türkiye'de bir demokratik devrim sorunu vardır. Demokratik halk devrimi olarak tanımlanan bu devrimci aşamada işçi sınıfının görevi, köylülükle ittifak kurup, politik iktidarı ele geçirmek ve böylece demokratik devrimi tamamlamaktır. Bu nedenle, politik iktidarın nasıl ele geçirileceği sorusu yanıtlanmak zorundadır. Kim ki, bu soruyu yanıtlamaktan kaçınır ve herşeyi "önce demokratik yollarla kendimizi ve kitleleri örgütleyelim, sonra bunu düşünürüz" derse, o kişi/kişiler, devrimden vazgeçmiş demektir.
Tarihsel olarak ülkemizde politik iktidarın ele geçirilmesinin yolu uzun bir Halk Savaşından geçer, III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkileri içinde Halk Savaşı Öncü Savaşı aşamasından geçecektir. Bu savaşta devrimin sınıf güçleri, işçi sınıfı, köylülük ve kent küçük-burjuvazisidir. Kırlarda ve şehirlerde yürütülen politikleşmiş askeri savaş temelinde politik iktidarın ele geçirilmesi sürecinde, kaçınılmaz olarak, proletaryanın hegemonyası şarttır. Proletaryanın demokratik halk devriminde hegemonyası sağlanmadığı sürece, demokratik devrimin kesintiye uğraması kaçınılmazdır. Politikleşmiş askeri savaşta kırsal alanların stratejik önemi, zorunlu olarak proletaryanın köylülükle ittifakını öne çıkarır. Kırsal alanlarda yürütülen devrimci savaşa proletarya öncülük etmediği sürece, yalın bir tarzda küçük-burjuvazinin etkisi altına girecektir. Bu etki, zaman içinde, mücadelenin öncülüğünün küçük-burjuvaziye geçmesi sonucunu doğuracaktır. Böyle bir sonuç ortaya çıktığında, mücadeleyi yürüten örgütün başlangıçta belirlediği programların ve ilkelerin bir anlamı olmayacaktır. Dünya devrimci mücadelesi, adı "sosyalist" yada "işçi" sıfatını taşıyan pek çok küçük-burjuva hareketine tanık olmuştur.
Sosyalist siyasal bilince sahip olan proleterler, demokratik devrimdeki görevlerini yerine getirdikleri sürece, proletarya bu devrimin öncüsü olabilir ve olmalıdır da. Kırsal bölgelerde tarım proletaryası ve yoksul köylülük arasında doğrudan kurulacak ilişkiler, aynı zamanda, halk devriminde proletaryanın, şehirlerde, gerek politikleşmiş askeri savaş eylemleriyle, gerekse diğer politik mücadele biçimleriyle yürüteceği faaliyet, oligarşinin her yönden kuşatılması ve yıkılmasını sağlayacaktır. Şehirlerde, proletaryanın gerçekleştireceği siyasi grevlerden mitinglere, şehir gerillasından yerel ve genel ayaklanmalara kadar her türlü eylem biçimi, kırsal bölgelerdeki devrimci mücadeleyle eşgüdümlü olarak geliştirildiği sürece, politik iktidarın ele geçirilmesinin yolu kısalacaktır.
Bu noktada en çok tahrif edilen ve oportünistler tarafından çarptırılan konu da, kırsal bölgelerde ağırlıklı olarak yürütülen bir politikleşmiş askeri savaş koşullarında şehir proletaryasının ne yapacağı konusudur. Revizyonistler ve oportünistler, kırsal alanlardaki politikleşmiş askeri savaşı belirli bir süre belirleyici (temel) olarak ele alan devrimci örgütlerin işçi sınıfını "dıştaladıkları"nı, "küçümsedikleri"ni iddia etmektedirler. Proletaryanın ideolojik öncülüğü sorununun tahrifi temelinde yürütülen ideolojik saldırılar, Halk Savaşında proletaryanın rolü ile kısa vadede yerine getirilecek görevlerin birbirine karşı konumlandırılmasıyla gerçekleştirilmektedir.
Halk Savaşı, tüm halkın savaşıdır. Proletarya, Halk Savaşında, gerek savaşçılar olarak, gerekse üretimdeki konumlarıyla, aktif bir biçimde yer almak durumundadır. Ancak Halk Savaşında sınıfların mevzilenmesi ve savaşa sokulması sorunu, her türlü kısa vadeli görev ve taleplerden ayrı olarak ele alınır. Şehir proletaryasının anahtar rolü oynadığı, genel ayaklanmanın bizim gibi ülkelerde tek başına iktidarın ele geçirilmesinin yolu olamayacağı gerçeği, şehir proletaryasının, Halk Savaşının stratejik rotasına uygun olarak değişik görevler üstlenmesini gerekli kılmaktadır. Nesnel ve öznel koşulları olgun olmadığı bir evrede nasıl ki proletarya ayaklanmaya yöneltilemezse, Halk Savaşında da, bu koşullar ortaya çıkmadan proletarya son savaşa sokulamaz. Şehirlerde proletarya, bir yandan kadrosal düzeyde, şehir ve kır savaşına katılırken, diğer yandan şehirlerin ele geçirilmesi aşamasında son sözü söyleyecektir. Proletaryanın böylesine uzun vadeli bir mücadeleye girişemeyeceğini düşünenler, onun sınıf özelliklerini bilmeyen ya da küçümseyen küçük-burjuvalardan başkası değildir. Proletarya, kısa vadede somut sonuçlar vaat etmese bile, uzun vadeli bir mücadeleyi sonuna kadar sürdürebilecek tek devrimci sınıftır. Sorun, proletaryanın sosyalist siyasal bilince sahip olup olmadığı ve Halk Savaşı sürecinde devrimci görevlerini tam olarak yerine getirip getiremeyeceğidir. Bunlar gerçekleştiği koşullarda, proletaryanın Halk Savaşındaki belirleyiciliği ve son sözü söyleyenin kendisi olması güvencede olacaktır.
Çözücü mücadelenin, kırlarda, Halk Savaşını başlatmak amacıyla Öncü Savaşının sürdürülmesi olduğu bir evrede, proletaryanın dikkatini, gözlemini kendine yöneltmek, onun faaliyetini ekonomik-demokratik mücadeleyle sınırlandırmak ve de bunu özel bir teori haline getirmek, devrimden vazgeçmekle özdeştir. Halk Savaşı ile proletaryanın sınıf hareketi birbirine karşıt hareketler değildir. Ve karşıt süreçler olarak ele alınamaz. Bu gerçeklere karşın, aksi tarzda propaganda yapmak, demagojiye başvurmak, proletaryayı egemen sınıfların kuyruğuna takmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.
Günümüzde sosyalist siyasal bilince sahip proletaryanın, artan oranda tüm halk kesimlerinin içine girmesi ve bu kesimlerde devrimci mücadeleyi örgütlemesi gerekmektedir. Marksist-Leninist parti, salt işçilere siyasal bilinç vermek için değil, aynı zamanda, Halk Savaşını örgütlemek ve yürütmek için de, nüfusun bütün kesimleri arasına girmek ve birliklerini bütün yönlere seferber etmek zorundadır.
Bu süreç, uzun ve zorlu mücadeleyi gerektirmektedir. Ve ancak politik iktidarın ele geçirilmesiyle ilk gerçek somut hedefine ulaşır. Bu bağlamda, politik mücadele olarak, kısa vadede somut sonuçlar ortaya koymayacaktır. "Elle tutulur somut sonuçlar vermeyen" bir mücadele olarak politik iktidarın ele geçirilmesi mücadelesi karşısına, "elle tutulur sonuçlar vaat eden" istemler uğruna mücadeleyi geçirmek ve bunu, isterse "12 Eylül' ün toplumda açtığı yaraları saracak politikalar" gerektiğini ileri sürerek, isterse "gaspedilen demokratik hakların ele geçirilmesi için mücadele" olarak "teorikleştirmek", yalın bir ekonomizmdir, sağ-sapmadır ve devrimci mücadeleden yan çizmektir.
Devrimci görev, bir yandan kentlerde, başta proletarya olmak üzere, tüm halk kesimleri arasında devrimci mücadeleyi örgütlemek ve yürütmek iken, diğer yandan kırsal alanlarda köylü kitlesini örgütleyerek gerilla savaşını başlatmak ve geliştirmektir. Yalın bir şehir mücadelesi, oligarşinin kuşatması altında ve köylüleri yedeklemiş karşı-devrimin zoru ve şiddeti karşısında yok edilebileceği gibi; aynı şekilde, yalın bir kırsal mücadele de, küçük-burjuva hareketi olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu nedenle, kırda ve şehirde, silahlı propaganda ve diğer politik mücadele biçimlerinin birlikte yürütülmesini zorunlu kılmaktadır. Bu ise, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ile olanaklıdır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
5. Sayı - 1991
Dipnotlar
1* Lenin: Ne Yapmalı?, s: 89
2* Lenin: Ne Yapmalı?, s: 89
3* Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90
4* Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III
5* "Demokrat!", Sayı: 1, s: 3
6* "Demokrat!", Sayı: 1, s: 3