Çavuşesku,
Revizyonizm
Ve Proletarya Diktatörlüğü
1989'un son aylarında en çok konuşulan ve izlenen olaylar, hiç şüphesiz, Doğu-Avrupa'daki "sosyalist" ülkelerde meydana gelen olaylar olmuştur. Hemen hergün, basın ve televizyonda, yeni bir olay, yeni bir gelişme, yeni bir yönetim değişikliği, yeni bir karar ve kan ile gözyaşı haberleri gelmiştir. Bu haber bombardımanı altında insanlar, neyi nasıl değerlendireceklerini bilmeksizin, yeni haberler beklemeye başlamışlardır.
Ancak, Aralık ayının son günlerinde, Romanya' dan gelen haberler ve görüntüler, insanları bir kez daha şaşkınlığa itmiş ve bir kez daha belirsizliğe yöneltmiştir.
Kasım ayında Demokratik Almanya'da devlet ve parti yönetiminin değiştirilmesiyle başlayan "şok" dalgası karşısında kimin Marksist-Leninist, kimin revizyonist, kimin "demokrat", kimin kapitalist burjuva, kimin emperyalist ajan olduğu belirsiz hale gelmiştir. Daha düne kadar revizyonistlikleri tartışılmaz bir gerçek olan insanlar, "garip" bir tarzda, "perestroyka"ya direnmeye başlamışlardır. Marksizm-Leninizm karşısındaki sağ ve inkârcı çizgileri açık seçik bilinen insanların böylesi bir tutum içine girmeleri, en dramatik gelişmelerin bir öncüsü gibiydi. Bunlar, bir yandan "perestroyka" için, çeşitli olumsuz değerlendirmeler ileri sürerken, diğer yandan da "perestroyka" yanlılarını sürekli olarak eleştiriyorlardı. Böylece kimin kim olduğunun bilinmediği, neyin ne anlama geldiğinin tespit edilemediği bir dönem başlamıştı.
40 yıllık "Komünist" Parti yöneticileri, elle tutulur somut kanıtlar ileri sürülmeksizin "çıkarcılık"la, "zimmetine para geçirmek"le, "ihanet"le suçlanmaya başlandı. Daha düne kadar revizyonizme karşı yöneltilen aşırı iddialar bile, bu suçlamalar karşısında, "iyi niyetli eleştiriler" durumuna düşmüştürler. Her görevden alınan parti yöneticisinin, kaç villası olduğu, kaç otomobili bulunduğu, ne kadar mücevheri olduğu, emperyalist basın-yayın organları aracılığıyla dünyaya duyrulmaya başlandı.
Ama tüm bunların içinde "perestroyka"nın ne olduğu, neleri içerdiği, neyi hedeflediği gözden uzak kalıyor ve revizyonist niteliği, hiçbir biçimde söz konusu edilemiyordu. Böylece dünya çapında ilginç gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. Dünya Marksist-Leninist hareket mensupları ve hatta sempatizanları, revizyonistler arasındaki bu hesaplaşmanın tozu dumanı içinde, kimin haklı kimin haksız olduğunu, kimin doğru şeyler söylediğini, kimin söylediklerinin Marksizmle çeliştiğini kavramaya çalışıyorlardı. Ama doğru bir değerlendirme yapabilmek için elde yeterli veri de bulunmuyordu. Özellikle kitle iletişim araçlarının dünya çapındaki yaygınlığına bağlı olarak büyük bir propaganda savaşının olanca hızı ile sürüyor olması, bu tür belirsizlikleri daha da artırıyordu. Genellikle enformasyon alanında propagandanın yoğunlaştırılması, doğru bir değerlendirme yapabilmek için gerekli verileri sağlar görünürken, iletilen haberlerin sürekli değişmesi, belirsizliği daha da artırmaktan başka bir sonuç vermiyordu.
"Glastnost" politikasıyla Doğu-Avrupa ülkelerine ilişkin her türlü haber, hemen her dakika, emperyalist ajanslar tarafından dünyaya yayılıyor olması, gelen haberlerin ne denli gerçek olduğu konusunda şüphe uyandırmakla birlikte, haberlerin yoğunluğu karşısında insanların bunları değerlendirecek zamanları bile bulunmuyordu. Özellikle Demokratik Almanya da'ki gelişmeler birkaç gün önceden emperyalist Alman basını tarafından, neredeyse tüm ayrıntıları ile açıklanması, en şaşırtıcı olanıydı. Ünlü BİLD gazetesi, tüm gelişmeleri, kimin, ne zaman ve neden parti yönetiminden ayrılacağını birkaç gün önceden yazması önemli görülmese bile, bunlara karşı tek bir açıklamanın yapılmaması (görevden alınan yöneticilerin bunu yapabilmesi olanaksızdır) daha da şaşırtıcıydı. Üstelik BİLD gazetesinin Alman emperyalistlerinin en gerici kesimlerinin denetiminde olduğu bilinmesine rağmen, bu sessizlik sürüyordu.
Bu ortamdaki yeni bir gelişme de Çekoslovakya'da ortaya çıktı. Tıpkı Demokratik Almanya gibi, ekonomik olarak önemlice ya da çözümlenemez sorunu olmayan, sosyal ilişkilerde geniş bir kollektif katılımın sağlanmış bulunduğu bir ülke olarak Çekoslovakya'daki parti yönetiminin ve ordunun "perestroyka"ya sıcak bakmadıkları da biliniyordu. Parti yönetimi ile ordunun, yasal sınırları aşan kitle hareketlerine karşı zor kullanacaklarını açıklamalarının ertesi günü birden görevlerinden ayrılmaları, insanları bir kez daha şaşkınlığa düşürüyordu.
Ve daha bunların "şok"u atlatılamamışken, Romanya'dan yepyeni haberler gelmeye başladı. 40 yıllık revizyonist Çavuşesku, önce kitle toplantısında yuhalanıyor ve sonra da askeri bir operasyon sonucunda yakalanarak kurşuna diziliyordu. Çavuşesku, kurşuna dizilmeden önceki son sözleri kırk yıllık pratiğine uymuyacak ölçüde zıt ifadeler içeriyordu. Kendisini Romanya parlamentosu ile işçi sınıfından başkasının yargılayamayacağını ve bunların dışında hiç kimseye hesap vermeyeceğini söyleyen Çavuşesku'nun son sözü, "Yaşasın Komünizm" oluyordu. Kurşuna dizilirken üzerinde 1917 Ekim Devrimi'nin Bolşevik halk komiserlerinin giydiği türden deri ceket bulunan Çavuşesku, kimler tarafından ve ne amaçla ortadan kaldırıldığı da bilinemiyordu. Son beş yıldır "glastnost", yani "açıklık"tan söz eden SBKP yönetimi, Bu olaylar karşısında tek bir açıklama yapma zorunluluğu duymadıkları gibi, gelişmeleri "izlemek"le yetindiklerini söylemekte tereddüt etmiyorlardı. Bu da, meydana gelen olayların önceden planlanmış bir hareket olduğunu, ama partisiz kitlelerin hareketliliğine dayalı bir propagandayla gerçekleştirilmek istendiğini gösteren belirtiler oluyordu.
Romanya'da monarşik yönetime karşı mücadele döneminde olduğu kadar, Nazi Almanya'sının işgali altında da anti-faşist mücadelede Komünist Parti üyesi olarak yer almış Elena ve Nikola Çavuşesku'lar kolaylıkla "diktatör" ilan edilebilinmişlerdir.
Çavuşesku'ların bu trajik ölümlerinin ardından, dünya çapında "demokrasi" ve "insan hakları savunucusu" olarak ilan edilmiş ve kimi "sol" çevrelerin "işçi sınıfı kahramanı" olarak niteledikleri Leh Walesa, pervasızca "sıranın Küba'ya geldiği"ni, emperyalist yayın organları aracılığıyla tüm dünyaya ilan edebiliyordu.
Öte yandan, "dünya barışı"nın kurulmak üzere olduğunu, birkaç hafta önce, dünyaya açıklayan Amerikan emperyalizmi, "eroin kaçakçısı" olarak ilan ettiği Noriega'yı ele geçirmek için Panama'ya askeri müdahalede bulunuyordu. 30.000 Amerikan askeriyle yürütülen bir "polis" operasyonu ile, dünya jandarmalığını yapan Amerikan emperyalizmi, şimdi de dünya polisliğine soyunduğu görülüyordu.
Gorbaçov yönetiminin, kendisinden önceki SBKP yönetimlerine karşı yönelttiği eleştirileri, "doğruyu görmeye başlanması" olarak yorumlayan bazı Marksist çevreler ise, bu gelişmeler karşısında suskunluğu yeğliyorlardı.
Tabii bu gelişmelere şaşırmayanlar, hatta bunları bir çeşit sevinçle karşılayanlar da bulunuyordu.
SBKP revizyonistleri ve onların izleyicisi parti yönetimleri, bu olayları bekler tutumlarıyla, olayların asıl kahramanları olduklarını sergiliyorlardı.
Eski dönemin "sosyal-emperyalist"cileri de, bu olaylar karşısında belli bir netliğe sahip görünüm altında, her gelişmeyi önceden bilmenin (!) neşesini yaşıyorlardı. Onlar için, bu olaylar, kendi teorilerinin bir doğrulanmasıydı! Çünkü, ortada kapitalizm sözcükleri dolaşıyordu, mülkiyet değişikliklerinden söz ediliyordu. Bunlar, kendileri için yeterli veri sayılabilirdi. Ne de olsa, onlar, onlarca yıl önce SSCB'nin kapitalizme geri döndüğünü, söylememişler miydi? Ama, onlarca yıl önce kapitalizme geri dönmüş bir ülkenin, onlarca yıl sonra kapitalizme geri dönmekten söz edilen bir ülke haline nasıl geldiğini açıklamak onların işine gelmiyordu. Aynı şekilde, kapitalizme geri dönmüş bir ülkede işçi sınıfının "bağımsız inisiyatifi"ni geliştiren, "yeni sınıf"a karşı büyük bir mücadale yürüten "Dayanışma sendikası"nın Başkanı Leh Walesa'nın, Romanya'da Çavuşesku'ların öldürülmesini desteklemesinin ne anlama geldiğini açıklamak da, onların işine gelmemektedir. Çavuşesku'nun SBKP'ye nasıl karşı çıktığını, nasıl bağımsız bir politika izlediğini uzun uzun anlatabilen "Sosyal-Emperyalizm" yanlılarının bu çıkmazı, onların şaşkınlığının gerçekliğinden başka bir anlama sahip değildir.
İşte bu ortamda Latin-Amerika'da, Küba'dan Fidel Castro'nun sesi duyuldu.
Castro, sosyalist blokun kalmadığını, Polonya ve Macaristan'ın emperyalist-kapitalist sisteme doğru gittiğini açıklarken, emperyalistlerin ve SBKP'nin ne yaptığını da sergilemiş oluyordu. Amerikan emperyalizminin SSCB'ye, "diğer süper güç" olarak dünyayı kendi aralarında paylaşmayı önerirken ve bu durum Castro tarafından açık bir biçimde ortaya konulurken, SBKP yönetimi, tek bir açıklama yapmıyordu. Sosyalizmin son kalesini kanlarının son damlasına kadar savunacaklarını açıkça ilan eden Castro, sözlerini "Ya sosyalizm, ya ölüm" diye bitirirken, geleceğin dünyasının nasıl bir şiddet ortamına gebe olduğunu açık biçimde gösteriyordu.
Yıllardır SBKP revizyonizmine karşı ideolojik mücadele sürdüren ve bunda en küçük bir tavize yanaşmayan Marksist-Leninistlerin, emperyalist basın-yayın araçlarıyla yapılan propaganda karşısında etkili olabilmeleri beklenemezdi. Bu durum kaçınılmaz olarak "ehven-i şer" teorilerinin gelişmesine neden oldu. Kırk yıllık revizyonist Çavuşesku'nun, her dönemde "proleter devrimci" bir çizgi izlemiş gibi sunulabilmesini getirmiştir. Ve bu bağlamda revizyonizmin niteliğinin bir kez daha ortaya konulması, her zamankinden çok daha önemli olmaktadır.
SOSYALİZM VE REVİZYONİZM
1956 yılında SBKP'nin 20. Kongre'sinde açık biçimde ortaya çıkan revizyonizm, her şeyden önce, Marksizmin resmi bir inkârı olarak ortaya çıkan E. Bernstein revizyonizminden farklıdır. Ve aynı şekilde, kendisini tarihsel köken olarak Marksizme bağlayan sosyal-demokrasiden de farklılıklar taşır.
Marksizm-Leninizmin gayrı-resmi inkârı olarak ortaya çıkan modern revizyonizm, Çeşitli Marksist-Leninist tezlerin geçersizliği ya da geçerliliği üzerine yapılan bir dizi tahrifat ve değerlendirmeyle kendisini ortaya koymuştur. Revizyonizmin en temel özelliği, zaman ve mekan kavramlarını dikkate almaksızın, dünya tahlillerinde, Marksist-Leninist tespit ve ilkeleri, kendi özgün koşullarına göre ele almak, ve değerlendirmektir. Bu bağlamda revizyonizm için, Marksist-Leninist tespitler, ilkeler kendi koşullarına uymadıkları sürece geçerli olamazlar. Böylece Marksizm-Leninizmin evrensel tezlerinin varlığı, onlar için bir ayak bağı oluşturmaktadır. Bundan kurtulabilmek için, Marksizm-Leninizmi tahrif etmekten de çekinmemişlerdir.
Bu nedenle, revizyonizmin temel karakteri, Marksist-Leninist ilkelere ve hedeflere bağlı olarak, dünyanın devrimci tarzda değiştirilmesi eylemine yönelme yetenek ve iradesine sahip olmamasıdır. Ancak kendisini Marksizm-Leninizmle tanımlayabilmek zorunda olması ve Marksizm-Leninizmden belli bir sapmayı ifade etmesi nedeni ile, Marksizm-Leninizmi bir yana bırakabilecek durumda da değildir. Bu nedenle, Marksizm-Leninizmi tahrif etmeksizin var olmayan bir siyasal çizgi durumundadır. Aradan geçen zaman, revizyonizmin karakterini belli oranda geliştirmiş ve günümüzdeki tahlil ve belirlemelerinde Marksist-Leninist teoriden çok az söz etmelerini getirmiştir. Proletaryanın iktidarda olduğu ülkelerde otuz yıldır sürdürülen revizyonist uygulamalar, hiçbir Marksist-Leninist tespitle açıklanamaz boyuta ulaşması, bu gelişmenin bir sonucudur. Yapılanların temel Marksist-Leninist ilkelere bağlı olmaksızın gerçekleştirilmesinin doğurduğu bu sorun, günümüzde önemli bir ideolojik sorun da yaratmıştır. Bunlarla birlikte Romanya' da Çavuşesku'nun trajik sonunun birlikte ele alınmasıyla, olaylar daha anlaşılabilir olmaktadır.
Romanya'da Çavuşesku'nun Parti başkanlığına gelmesinden itibaren her yönde gelişen revizyonizm, Romanya'da tanımlanabilir bir sosyalizmin inşasını ortaya çıkarmamıştır. Hemen her yönden SBKP revizyonizminin tespitlerine bağlı olarak yapılan ekonomik ve sosyal uygulamalar sonucu, Romanya, klâsik bir küçük-burjuvalar ülkesi haline gelmiştir. Bütün insanların proleter olması yönündeki faaliyetlerin revizyonist uygulamayla bu çarpıtılmasının zaman içinde Romanya'nın "bağımsız dış politika" sahibi olmasıyla bütünleşmiştir. Proletarya enternasyonalizminin içermediği bir tarzda "bağımsız" tutum, son tahlilde, küçük-burjuva milliyetçiliğinin bir ürünü olarak değerlendirilebilinir. SBKP revizyonizmi tarafından zaman içinde değerden düşürülen ve giderek sosyalist ülke devletlerinin yalın bir dış politika gereğine indirilen proleter enternasyonalizminden uzaklaşmanın bu biçimi, Romanya'nın artan oranda emperyalist sistemle ilişkisini geliştirmiştir. Emperyalistlerin uluslararası finans kurumu olan IMF ile kurulan ilişkiler ve buradan alınan krediler Çavuşesku'nun "dış" politikasının Emperyalist basın tarafından övülmesinin de temelini oluşturmuştur. Proleter enternasyonalizminden her uzaklaşmayı büyük bir coşkuyla karşılayan emperyalizmin Romanya'ya karşı tutumu, aynı zamanda Romanya'daki partinin diğer proleter iktidarlarına karşı tutumunun maddi temeli olmuştur.
1985 yılında yapılan SBKP'nin 27. Kongre'si sonrasında Doğu-Avrupa ülkelerine önerilen yeni anlayış, hemen hepsinde olduğu gibi, Romanya' da da tepki ile karşılanmıştır. "Perestroyka" olarak ifade edilen yeni anlayışa karşı, mevcut revizyonist parti yönetimlerinin tutumları açık biçimde ortaya konulmuştur. "Kardeş KP'ler"in kendi içlerinde yaptıkları görüşmelerde ele alınan, tartışılan ve karşı çıkılan bu yeni anlayışın karşılaştığı direniş, ister istemez, bu partilerin mevcut yönetimlerinin değiştirilmesini gerekli hale getirmiştir. Bu gereklilik, SBKP tarafından 1987 yılından itibaren açık biçimde "ilgililer"e iletilmiştir.
SBKP'nin yeni yönetimi "kardeş KP'ler"in direnişine karşı kullandığı yöntem ise, ekonomik baskı temelinde inşa edilmiştir. COMECON ve Varşova Paktı ilişkileri içinde ortaya çıkmış "karşılıklı bağımlılık" olgusunun getirdiği ekonomik ilişkinin böylesine bir kullanımı karşısında, her ülke partisi farklı tutumlar takınmışlardır. Romanya Komünist Partisi'nin tutumu ise, doğrudan dış borçların tümüyle ödenmesi ve yeniden alınmamasıdır. Böylece borç veren ülkenin ekonomik güç yoluyla politik baskı yapabilmesinin önüne geçilmek istenmiştir.
Bu tavır sonucu, Çavuşesku yönetiminde Romanya, yoğun bir tarımsal ürün ihracatı ile dış borçlarını iki yıl içinde tasfiye etmiştir. Bu da, gerek SBKP'nin, gerekse uluslararası anlaşmalarla desteklenen "perestroyka"nın emperyalistlere ilişkin yanının etkisizleştirilmesini getirmiştir.
Böylece SBKP, Romanya üzerindeki baskı gücünü önemli ölçüde yitirmek ile yüz yüze kalmıştır. Öte yandan Amerikan emperyalizmi de, kendisine yeni pazarlar sağlamada katkıda bulunacağını düşünerek her açıdan uygulanmasını desteklediği "perestroyka" için "direnen" Romanya'ya baskı yapabilme olanağı da bulunmamaktaydı. Artık, Romanya'da belli bir değişikliğin yapılabilmesi için SBKP'nin elinde açık zor dışında hiçbir araç kalmamıştı.
Genel olarak Marksist-Leninist partiler arasında mevcut olan ya da olması gereken ideolojik-politik temel, daha tam deyişle proleter enternasyonalizmi, bu düzeyde SBKP tarafından kullanılabilecek bir araç durumunda değildir.
Artık Romanya'da belli bir değişikliğin yapılabilinmesi için, açık zor dışında hiçbir araç ve güç kalmamıştır. Bu da Aralık 1989'daki gelişmelerin kaçınılmazlığını ifade eder.
Bu gelişmeler karşısında Çavuşesku'nun politikası ise, tümüyle Marksizm-Leninizmin temel ilkelerine geri dönüş olarak belirginleşmiştir. Bir başka deyişle, Çavuşesku, 1917-1945 arasında en geniş biçimde uygulanmış olan "tek ülkede sosyalizm" kavrayışıyla hareket etmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, bir yandan kırsal alandaki sosyal yapı yeniden düzenlenirken, diğer yandan parti içinde olası "perestroyka" yanlıları etkisizleştirilmeye başlanmıştır. Özellikle kırsal alana ilişkin uygulamalar, Macar azınlık sorununu öne çıkarırken, kentlerde de bir gıda sorunu ortaya çıkarmıştır. Her iki sorun da, kaçınılmaz olarak, proletarya diktatörlüğü kavrayışını güncelleştirmiştir.
"Tek ülkede sosyalizmin inşası" sorununun proletarya diktatörlüğünü ne derece zorunlu kıldığı ve bu diktatörlüğün ne derecede zora başvurmasını gerektirdiğini 1917 sonrasında SSCB pratiği açık biçimde göstermiştir. İşte, Çavuşesku, bu pratikten gelen bir tarihsel meşruiyet temelinde "sosyalist Romanya"yı her yönden kurmak için 1987 yılından itibaren çalışmaya başlamıştır.
Ancak, revizyonist bir geçmiş üzerinde sosyalizmin inşasının devrimci bir dönüşümü zorunlu kıldığını ve bunun da proletaryanın kitlesel hareketi ile gerçekleşebileceği Çavuşesku tarafından hesaba katılmamıştır. Otuz yıllık revizyonist bir yapıyı, kolaylıkla sosyalist bir yapıya dönüştürebileceğini sanan Çavuşesku, iki yıl içinde, bunun ne denli zorlu ve olanaksız olduğunu da görebilmiş değildir. Ve her şey de bu noktada odaklaşmıştır.
Modern revizyonizmin, gerek proleter enternasyonalizminden uzaklaşması, gerekse sosyalizmin inşasında ortaya çıkardığı farklı ekonomik ve sosyal yapı nedeni ile Marksizm-Leninizmin evrensel ölçekte ortaya koyduğu bir sosyalist toplum inşasını gerçekleştiremeyeceğini açık biçimde kanıtlamıştır. Bu kanıtlama, aynı zamanda, bu uygulamalar sonucu ortaya çıkan sorunların Marksist-Leninist ilkeler ve hedefler temelinde çözümlenemeyecek sorunlar olduğunun da kanıtlanmasıdır. Kim ki, revizyonizmin ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal, siyasal sorunları, temel Marksist-Leninist tespitlere bağlı olarak çözmeye çalışırsa çalışsın, yapılanlar, sorunları ağırlaştırmaktan öte bir sonuç vermeyecektir. İşte bu gerçek, revizyonizmin sosyalizmle olan ilişkisini ve Romanya'da Çavuşesku' nun çelişkisini ortaya koymaktadır.
Modern revizyonizmin ortaya çıkardığı en temel iç sorunlar, proletarya iktidarında, kurulu büyük sanayilerin bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak geliştirmeyi gerçekleştirememesi; sanayi üretimine geniş ölçüde katılan yeni işçilerin gerçek bir sanayi proletaryası haline dönüştürülmesinin sağlanamaması; tarımsal yapının küçük-köylü temelinden kurtarılamaması; sosyalist yaşam tarzının sosyal alanlarda egemen kılınamaması; sosyalist demokrasi ile proletarya diktatörlüğü arasındaki ilişkinin kurulamaması sonucu "saf demokrasi" arayışının güçlendirilmesi şeklinde sosyalizmin inşasının revizyonist kavranışının getirdiği kesintiler, sapmalar ve hataların yarattığı çarpıklığın ürünüdür. Doğal olarak, bu sorunların Marksist-Leninist ilkelere bağlı olarak çözümlenebilmesinin olanaksızlığı, sistem dışı çözüm arayışlarını kaçınılmaz kılmıştır. Bu arayışlar ise, emperyalizmin pazar gereksinmesi temelinde, karşı öneriler ortaya çıkarmıştır. Emperyalizmin "yardım" koşulu ise, bazı siyasal ve hukuki düzenlemeler içermek durumundadır. Öte yandan ise, ülke içinde güçlenen "saf demokrasi" anlayışları da, aynı biçimde istemler ileri sürmekteydi. Bu iki gelişme, proletarya diktatörlüğünün yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmıştır. Ancak, Gorbaçov yönetimindeki SBKP, geçmiş dönemde olduğu gibi, bunu Marksist-Leninist teoriyi tahrif ederek yapabilme olanağına da sahip değildir. Çünkü proletarya diktatörlüğü kavrayışı, Marksizm-Leninizmin kolay kolay tahrif edilebilir bir tezi durumunda bulunmamaktadır. Böylece proletarya diktatörlüğü ile "demokrasi"nin yer değiştirmesi gündeme getirilmiştir.
KÜÇÜK-BURJUVAZİ VE
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
Marksizm-Leninizme göre, proletarya diktatörlüğü, Kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin siyasal yönetiminin niteliği durumundadır. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğü, bu dönemdeki proletarya iktidarının özünü oluşturmaktadır. Ancak bu diktatörlük ile siyasal yönetim biçimi bir ve aynı şey değildir. Devletin niteliği proletarya diktatörlüğü olmakla birlikte çeşitli siyasal biçimler ortaya çıkabilmektedir. Bu bağlamda, sosyalist demokrasi proletarya diktatörlüğünün siyasal yönetim biçimidir. Revizyonizmin karşı karşıya getirdiği de budur. Onlar, öz ile biçimi karşıtlık içine sokarken, belirlenmiş bir biçimden ("demokrasi") yola çıkarak, buna uygun bir öz arayışına yönelmişlerdir.
Revizyonizmin ortaya çıkardığı en önemli sorun da burada yatmaktadır. Onlar proletarya diktatörlüğünü, sıradan bir devlet gücü sorunu olarak ele almışlardır. Proleter devletin sosyalizmin inşasındaki yerini dışlayan bu ele alışları, kaçınılmaz olarak "muhalefetin baskı altına alınması" şeklinde bir devlet uygulamasının ideolojik temeli olarak proletarya diktatörlüğünün görülmesini getirmiştir. Revizyonizmin dilinde "muhalefet", sosyalizmi savunan, sosyalist ülke yurttaşlarının mevcut uygulamalara ya da sorunlara karşı belli bir tutum içinde oluşları durumudur. Dolayısıyla "sömürücüleri baskı altında tutmanın bir aracı olarak" proletarya diktatörlüğü gereksiz olmaktadır!
Revizyonizmin bu ele alış tarzı, tüm olarak, 1956'dan beri uygulanan revizyonist politikaların kendi iç mantığının ürünüdür. Dolayısıyla kendi konuşmaları, değerlendirmeleri, tartışmaları tümüyle bunun çerçevesi içindedir ve bunun dışında bir mantık tarafından kavranabilir durumda değildir. Bu da, "geçmiş ile bugün arasında sürekliliğin nerede olduğu"nun tespitini güçleştirmektedir. Dünya çapında "geçmiş", Marksist-Leninist teori, Ekim Devrimi ve "tek ülkede sosyalizmin inşası" olurken; revizyonizm için "geçmiş", 1956 sonrasıdır. Bu nedenle, Marksist-Leninistler, günümüzdeki gelişmeleri "geçmiş" ile bağlantı içinde yorumlayamazken, revizyonistler bunu kolaylıkla yapabilmektedirler. Böyle bir farklılaşma, kaçınılmaz olarak dünyanın tahlili, emperyalizmin tahlili, emperyalist saldırganlık vb. konularında tam bir ayrılık ortaya çıkarmaktadır.
Dünya çapında Marksist-Leninistlerin kullandığı ölçütler ile revizyonizmin kullandığı ölçütler birbirinden farklıdır. Bir taraf Marksist-Leninist teorik tespitleri çıkış noktası olarak ele alırken; diğer taraf, 1956 sonrasındaki revizyonist uygulamaları çıkış noktası olarak ele almaktadır. İşte bu farklılığın en belirgin olduğu konu da, proletarya diktatörlüğü ve "demokrasi" konularıdır
ülkelerde proletaryanın devrimci hareketinin yükselmesi burjuvazinin ve sömürücülerin kendi egemenliklerini savunmaya yarayabilecek ideolojik ve politik dayanaklar bulabilmek için, işçi örgütlerinde sahip oldukları ajanların sürekli çabalarını doğurmaktadır. Bu dayanaklar arasında diktatörlüğün mahkumiyeti ve demokrasinin savunulması başta gelmektedir.
Her şeyden önce bu kanıt, sınıf sorununa değinmeden, 'genelde demokrasi' ve 'genelde diktatörlük' kavramları üzerine dayanmaktadır. Ulusun bütünlüğü öne sürülerek, sorunu sınıfların dışında ve üstünde sunmak sosyalizmin temel doktrini ile, burjuvazinin safına geçmiş sosyalistlerin sözde kabul ettiği, ama somutta unuttuğu sınıf mücadelesi doktrini ile düpedüz alay etmektir." [1*]
İşte günümüzde Doğu-Avrupa ülkelerindeki olaylarda sürekli olarak işlenen "demokrasi" konusunun Lenin tarafından değerlendirilmesi böyledir. Burada açık biçimde sınıf perspektifini dışlayan bir "diktatörlük" ya da "demokrasi" kavrayışının teorik olduğu kadar, pratik olarak da Marksizmle çeliştiği belirtilmiştir. Bu konudaki hatalar ya da sınıf perspektifini dışlayan anlayış, kaçınılmaz olarak, proletaryanın iktidarını tehlikeye atacaktır. Romanya'daki son olaylar, bu konuda açık bir örnek teşkil etmektedir.
Çavuşesku'nun öldürülmesi, "genel olarak", "diktatörlüğün yıkılması" biçiminde sunulmuş olması, Lenin'in ne denli haklı olduğunu göstermiştir.
Ancak, bunların bilinmesi yeterli değildir. Bu tür bir kavrayışın, proletarya iktidarlarında nasıl ve neden ortaya çıktığının da bilinmesi gerekmektedir.
Son olayların gösterdiği gerçek, SSCB dahil olmak üzere, tüm Doğu-Avrupa ülkelerinde küçük-burjuva zihniyetin varlığını sürdürdüğü ve 1956 sonrasında giderek güçlendiğidir. Belli bir maddi temele sahip olmaksızın böyle bir zihniyetin güçlenebilmesi de olanaksız olduğu açıktır. İşte bu maddi temel, sosyalizmin inşasındaki revizyonist uygulamalarla sağlanmıştır. Küçük üreticilik sosyalist ekonomi ile dışsal olarak birleştirilmesi ve zaman içinde bunlara çeşitli tavizler verilmesi, özellikle de SSCB'de "sınıf mücadelesinin sona erdiği"nin açıklanması ve bu yolla gizlenmesi, bugünkü gelişmelerin temelidir.
demokrasi, devrimin bir anında kısa bir süre için geçici bir önem kazanacaktır, tüm burjuva ekonomisinin, hatta feodal ekonominin son umudu olarak (...) Her durumda, bunalım sırasında ve onun ertesinde, biricik hasmımız, saf demokrasinin çevresinde toplanan gerici yığınların tümüdür; ve bu hal, kanımca, hiçbir koşul altında ihmale gelemez." (Engels) [
2*]
Genel olarak "saf demokrasi"nin savunucuları küçük-burjuvazi olmaktadır. Onların sınıf mücadelesinin üstünden atlama tutumları, burjuvazi ile proletaryayı uzlaştırma çabaları, kendisini siyasal alanda hep "demokrasi" ile ortaya koymuştur. Ama kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini iktidardan indiren ve ülkeden kovan proletarya için, küçük-burjuvazi ve zihniyeti, büyük bir öneme sahiptir. Proletarya iktidarının geleceği, bir yerden sonra, küçük-burjuvaziye karşı yürütülen mücadeleye ve bu mücadelenin zaferine bağlıdır.
denetim ve gözetim altına alırız (yoksulları, yani nüfusun çoğunluğunu ya da yarı-proletaryayı sınıf bilincine varmış proleter öncünün etrafında örgütleyebilirsek bunu yapabiliriz), ya da onlar devrimin, tıpkı küçük mülkiyet toprağından fışkıran Napolyonlar ve Cavaignac'lar tarafından devrildiği gibi, kuşkusuz ve kaçınılmaz olarak, bizim işçi iktidarımızı da devireceklerdir. Sorun budur." (Lenin) [
3*]
Küçük-burjuva hareketinin başarısı, son tahlilde, burjuvazinin başarısıdır. Çünkü,
"küçük-
burjuvazi iktidarı elinde tutamaz, sadece burjuvazinin diktatörlüğünü gizlemeye yarar ve burjuvazinin mutlak iktidarına her zaman sadece bir basamak teşkil eder." [
4*]
Proletarya diktatörlüğü, bu nedenlerden dolayı, sadece iktidardan indirilmiş burjuvazinin yeni girişimlerini engellemek için değil, aynı zamanda küçük-burjuvazinin "denetim ve gözetim" altında tutulması için de gereklidir. Bu gerekliliğin kavranılmaması, Romanya'daki olayları açıklayamayacağı gibi, revizyonizmin nasıl bir tehlike yarattığını da kavrayamayacaktır.
1989 sonunda Romanya'da meydana gelen olaylar, otuz yıllık revizyonist politikanın oluşturduğu bir ortamda gelişen küçük-burjuvazinin SBKP revizyonistleri ile birleşerek Çavuşesku yönetimini devirmelerinin ürünüdür.
Tüm bu gelişmelerin temelinde 1956 sonrasında egemen olan revizyonizm bulunmaktadır. Ama olaylar bir başka gerçeği de göstermiştir: Küçük-burjuvaziye karşı yürütülecek mücadelede, revizyonistlerin bile tek dayanağı Marksizm-Leninizmdir, proleter enternasyonalizmidir. Çavuşesku'nun kurşuna dizilmeden önceki son sözleri bunun en açık kanıtıdır. Bunalım dönemlerinde kutupsal karşıtlıkların açık biçimde ortaya çıktığını çok iyi bilen Çavuşesku, ölümüyle, proletarya ile burjuvazi dışında hiçbir seçeneğin olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
4. Sayı - 1990
Dipnotlar
1* Lenin: III. Enternasyonal Konuşmaları, s: 11-12
2* Engels: 11 Aralık 1884 tarihli mektubu
3* Lenin: Ayni Vergi Üzerine
4* Lenin: III. Enternasyonal Konuşmaları, s: 101