BUGÜNE KADAR Kİ EKONOMİK DÜNYANIN TÜM ANAYASASI ŞU BİÇİMDE KALEME ALINAN SON DERECE KISA BİR ANAYASADIR :
| Madde: 1
Emek, üretir.
Madde: 2
Zor, bölüştürür.
|
Son bir yıldır, T. Özal'ın ağzından oligarşi sürekli olarak "kısa anayasa"dan söz etmektedir. Onların bu önerisi, istediklerini istedikleri zaman yapabilme keyfiliğinden başka birşey değildir.
Oysa tarihsel olarak anayasalar, burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinden doğmuştur ve asıl olarak feodal toprak beylerinin "keyfi yönetimine" son vermenin ürünüdür. Bu şekilde ortaya çıkan "burjuva hukuku", köylülerin ve işçilerin mücadeleye katılmalarıyla birlikte bir dizi değişikliklere uğramıştır. Özellikle "demokratik hak ve özgürlükler" kitlelerin mücadeleye katılmalarının ürünüdür.
Halk kitlelerinin feodalizme karşı mücadeleye katılmalarıyla, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, egemen sınıf olarak burjuvazinin gücünü hiçbir biçimde yok etmemiştir. Sadece bu egemenliğin belli sınırlar içinde tanımlanmasını getirmiştir. İşte bu tanımlanma anayasalarda ifadesini bulmaktadır.
Sermaye sahibi ya da büyük toprak sahibi olarak egemen sınıflar, hiçbir zaman üretici olmamışlardır. Onlar, sadece, üretenlerin, işçilerin ve ve köylülerin ürettiklerine, toprağın ve makinelerin özel mülkiyeti sayesinde el koymaktadırlar. Bir başka deyişle, fabrikada çalışan işçi, toprak işleyen köylü kendi emeğiyle ürünlerin gerçek yaratıcısı ve üreticisidirler. Egemen sınıflar ise, bu ürünleri, kendi kurulu düzenlerine göre mülkiyetlerine geçirirler. Bu mülk edinmenin sağlanabilmesi için, onların elinde ordusuyla, polisiyle, jandarmasıyla mahkemeleriyle ve cezaevleriyle kurulmuş bir makine vardir. İşte bu makine devlettir ve devlet, egemen sınıfın zor ve baskı aygıtıdır.
Fabrikada üretilen bir mal, bizzat üretici olan işçiler tarafından mülk edinilemez. Bu malın, kime ve kaça satılacağı, o malı üreten işçilerin belirlediği bir şey değildir. Patronlar, sadece sermaye sahibi olmak ve sermayesini koruyan devlet gücüne egemen olmak sayesinde, doğrudan üreticilerin ürünlerine el koyabilmektedirler. Kapitalistin yaptığı tüm iş, işlenecek hammaddeler ile üreticiyi, yani işçileri, bir araya getirmekten ibarettir. Onun tüm ekonomik ve toplumsal görevi de, sadece budur.
Sermaye sahibinin gördüğü bu iş, herhangi bir işçinin de yapabileceği bir iştir ve o ölçüde de basittir. Ama bu iş, özel mülkiyete dayalı toplumsal ilişkilerle ve özel mülkiyetin koruyucusu devlet gücüyle öylesine güçlü bir biçimde oluşturulmuştur ki, herhangi bir işçi ya da işçiler, bunu kendilerinin yapabileceklerini hayal bile edemezler ve etmeleri yasalarca yasaklanmıştır. Mevcut düzenin kendi sınırları içinde kurulan herhangi bir işçi şirketinin başına gelenleri herkes bilmektedir.
Tüm bunların sırrı, üretim araçlarının yani fabrikaların özel mülkiyetinde gizlidir. Bu mülkiyetin koruyucusu ise, devlet gücüdür, yani zor aygıtıdır.
Oysa, herhangi bir fabrikada üretilen ürünlerin ana maddeleri ya da üretimde kullanılan makineler, hep işçilerin ürünüdür. Ama bunlar farklı yerlerde ya da ülkelerde bulunan işçilerin ürünüdür. İşte bu farklılık, kapitalistin devreye girdiği yeri belirlemektedir. Sermaye sahibi, işçilerin kendi ürünlerini, "para" yoluyla ve "para" sahibi olarak birbirleriyle ilişki içine sokar. Böylece bir yerdeki işçinin ürünü, bir başka yerdeki işçinin hammaddesi olarak iş görmeye başlar. Tüm bunlar, "pazar" denilen ilişkiler içinde süreç olarak ortaya çıkarlar. Bir başka anlamda "pazar", ürünlerin sahiplerini birbirleriyle "özgürce" bir araya gelip ürünleri değiştirdikleri yerdir. Bu burzuvazinin dilinde "özgürlük", kendi pazarının özgürlüğüdür.
Eğer bu "pazar"a, doğrudan üretici olarak, küçük-köylü kendi ürünleriyle girecek olursa, nasıl ürünlerinin yok pahasına elinden alındığını hemen görecektir. Ama küçük-köylü üretiminin, aile emeğine dayanan ve doğa koşullarının çerçevesi içinde oluşan verimliliğe dayalı niteliği, bu köylünün, ürünün kendisine maliyetini düşük görmesine yol açar. Bu nedenle, pazarda kendi ürününe verilen her fazla, ona kâr gibi gözükür. Oysa üretimde kullanılan aile emeğinin, her biri bir işçi olarak çalıştığı koşullarda sağlayacağı "ücret", küçük-köylü hesabı içinde bulunmaz. Dolayısıyla kendi ürünlerini maliyetine elden çıkarır.
Küçük-köylünün ürünlerinin düşük fiyatlarla pazarda satılması, aynı zamanda işçilerin ücretlerinin de düşük tutulması için kullanılır. İşçi ücretleri hesaplanırken kullanılan "akıllı" yöntemlerle, et yerine kuru fasulyenin fiyatı esas alınır. Eğer bu ürünün fiyatı düşük tutulabilinirse, işçinin ücreti de düşük tutulabilecektir. Şayet işçiler böyle bir durumu kabul etmezlerse, onları buna boyun eğdirecek güç vardır ve bu güç devlet gücüdür.
Aynı biçimde küçük-üretici de, kendi ürününü daha yüksek fiyatlarla satmak ister ve bu amaçla hakkını aramaya kalkarsa, onun da karşısında göreceği güç aynıdır ve bu, devlet gücü olarak somutlaşır.
İşte bu nedenler ile egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olan devlet, işçi ve köylülerin devleti haline gelmedikçe, üreticiler, hiçbir zaman emeklerinin karşılığını alamazlar. İşçilerin ve köylülerin birleşik mücadelesiyle, patronların ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son vermek olanaklıdır.
Bu ise, devrim yapmak demektir.
Egemen sınıflar, bu nedenle devrimden korkarlar ve ellerinden gelen her şeyle buna karşı mücadele ederler. Bu mücadelede devletin zor güçlerinin, ordunun ve polisin kullanılmasının özel bir önemi vardır. Ama bu tek yöntem değildir. egemen sınıfların kullandıkları diğer yöntemler, işçilerle köylülerin bir araya gelmelerini engellemek amacına yöneliktir. Bu amaç, çoğu durumda köylünün çıkarı ile işçinin çıkarının aynı olmadığı izlenimini yaymakla sağlanır.
Egemen sınıflar, bu amaçlarına ulaşmak için, demokrasiyi bir "lüks" olarak görürler. Çünkü demokraside, nüfusun çoğunluğunun dediği olur ve işçiler-köylüler nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluştururlar. Bu açıdan onlar, göstermelik bir demokrasiden bile çekinirler. Ancak insanlığın tarihsel olarak ilerlemesi ve bilinçlenmesi karşısında, kitlelerin demokratik istemlerini uzun süre baskı altında tutamayacakları açıktır. Böyle durumlarda "parlamenter demokrasi"ye izin verirler.
Dört-beş yılda yapılan genel seçimler yoluyla, devletin yasama organının üyeleri seçilir. Tüm yasaları yapmak durumunda olan parlamentonun böyle bir oluşumu, kimi zaman egemen sınıfın çıkarlarıyla çelişen bazı küçük değişikliklere yol açabilir. Ama böyle küçük değişiklikler bile, egemen sınıflar için, bir "yol"dur ve kesinkes engellenmesi gereken durumlar yaratabilir. Bu durumlarda, ya parlamento feshedilecektir, yani askeri darbeye başvurulacaktır; ya da parlamento göstermelik olarak varlığını sürdürecek, ama asıl kararlar hükümet tarafından alınacaktır. Hükümetler ise, egemen sınıfların has adamlarından oluşturulduğu takdirde, kendilerinin egemenliğini tehdit eden ve kârlarını azaltan durumlar çok az ortaya çıkabilecektir.
İşte oligarşinin siyasal temsilcisi T. Özal'ın ağzından dile getirilen "kısa anayasa", göstermelik bir parlamentonun bile onların çıkarlarına ters düştüğünün ve tüm yetkinin yürütmede, yani hükümette toplanması isteğinin ifadesidir. Bu, devlet aygıtına tam olarak egemen olan oligarşinin halk kitlelerinden korkusunun bir ifadesi olduğu kadar, gerçeğin bir başka boyutunun, yani emeğin ürettiği, ama zorun bölüştürdüğü gerçeğinin de bir ifadesidir.
Bizim gibi ülkelerde, egemen sınıfların devlet gücünün temel dayanağı ülke dışındaki güçlerdir. Bu güçler, ülkeyi sömüren emperyalist güçler olarak ülkedeki her türlü ekonomik ve siyasal gelişmelerin asıl sorumlularıdırlar. Geri-bıraktırılmış ülkede, egemen güçler, emperyalizmle tam bir uyum içinde, emperyalist üretim ilişkilerinin yaratıcısı ve geliştiricisi olmuşlardır. İktidardaki oligarşi, emperyalizmin ülkedeki varlık biçimidir.
Devlet zoru olarak oligarşinin siyasal zoru, bugün, halk kitlelerinin tepkilerini pasifize etmenin, onları siyasal konulardan uzaklaştırmanın en temel aracıdır. Böylece halk kitlelerinin tepkilerinin açığa çıkması engellenmekte, onların siyasal iktidarı kendi ellerine geçirmeleri önlenmektedir. Bunun temel aracı, emperyalizmin askeri ve ekonomik yardımlarıyla ayakta duran devlet gücüdür.
Bu nedenledir ki, emeğinin karşılığını isteyen işçiler için de, ürününün değerini talep eden köylüler için de, oligarşik devlet gücünün yıkılması ve devletin ele geçirilmesi, en temel ve belirleyici konudur. Çalışanların ve üretenlerin, aynı zamanda yöneten olabilmelerinin tek yolu budur ve bu tek yol devrim demektir.
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Bülteni
CEPHE
1990