27 Eylül günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde bulunan devrimci tutsaklardan 12'sinin katledilmesiyle cezaevlerinin içinde bulunduğu durum ve oligarşik yönetimin cezaevlerinde tutsak bulunan devrimcilere karşı tutumu bir kez daha görünür olmuştur.
Devrimci mücadelenin tüm tarihi, her zaman katliamlar, işkenceler ve cezaevleri gerçeği ile iç içe olmuştur. Egemen sınıfların baskı aygıtı, ordusuyla, bürokrasisiyle, mahkemeleriyle, cezaevleriyle bir bütün olarak devrimci mücadelenin karşısında, devrim mücadelesini engellemek amacıyla her zaman yer almış ve her türlü yasa tanımazlığı ile uygulamalarını sürdürmüştür. Bu açıdan, Ankara Merkez Cezaevinde meydana gelen katliam, ülkemiz tarihinde ne ilk olmuş, ne de son olacaktır.
Çok daha kısa bir zaman diliminde Diyarbakır cezaevinde 10 tutsağın dövülerek öldürüldüğü bir ülkenin başkentinde 12 tutsağın her türden silah kullanılarak katledilmeleri, mevcut düzenin yasadışılığının en açık örneğidir. Kendi yasallığını bile kolayca çiğneyebilen bu düzen, aynı zamanda varolan yasaların ne denli demokratik, ne denli hak tanıyıcı olup olmamasına bağlı olmaksızın, kendi düzenini sürdürmek istemektedir. Ankara Merkez Cezaevindeki katliam, bu yönüyle, oligarşik yönetimin, mevcut yasalarda yapılacak değişikliklerle "demokratikleştirilmesi"nin olanaksız olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde gerçekleştirilen katilamın bir kez daha gösterdiği diğer bir gerçek de, oligarşinin tüm basın-yayın organlarının bir bütün olarak cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik saldırıları haklı ve meşru göstermek için büyük bir çaba içine girmiş olmalarıdır. "Devlet"in cezaevlerine hakim olamadığı, olması için gerekli önlemlerin mutlaka alınması gerektiği, bu amaçla "hücre tipi" cezaevi uygulamasına geçilmesinin zorunlu olduğu, aynı basın-yayın organlarında yazılıp-çizilmeye başlanmıştır. Başını gazetelerin baş yazarlarının çektiği bu kampanya, aynı zamanda cezaevlerine ilişkin gerçeklerin tam bir çarpıtılması üzerine yükseltilmiştir. Sivil mahkumların içinde yaşadıkları koşulları, "mafya" ilişkileriyle birleştirerek öne çıkartan oligarşinin yazarları, devrimci tutsakların örgütlü ve birleşik mücadelelerini "devlet"i "tehdit" olarak sunma gayreti içine girmişlerdir. Onların istediği, "devlet"in bu "haddini bilmezlere" "haddini" bildirmesidir. Bunun için her türlü yasadışılık "devlet"in hakkıdır!
Oligarşinin basın-yayın organlarının bu bütünsel saldırısı karşısında devrimciler, kendi somut gerçekliklerini ve karşı karşıya kaldıkları tehditleri, doğru ve tam bir biçimde kamuoyuna yansıtabilme olanağına sahip değillerdir. Çoğu zaman sol yayınlarda yer alan cezaevi haberleri, doğru ve tam olarak kamuoyuna maledilemezken, aynı zamanda "kamuoyunun duyarlılığı" sağlanamamaktadır. Bu gelişmelerde devrimci tutsakların, hemen her gelişme karşısında tavır almak zorunda bırakılarak, ellerindeki kullanılabilir araçları son noktasına kadar kullanmaları ve bu araçların etkinliklerini yitirmelerine yol açmalarının da önemli bir katkısı olmuştur.
Yapılacak her eylemde kendi siyasal söylemlerinin ifadesini görmek isteyenlerden, her eylemi kendi politik faaliyetinin bir uzantısı haline getirmek isteyenlere kadar bir dizi örgütlenme ve zihniyetin, cezaevlerinin dar sınırları içinde kıyasıya "savaş"a giriştikleri de gözönüne alınması gereken gerçeklerdendir. Bu öylesine yalın bir gerçekliktir ki, cezaevlerinin nesnel koşullarının yaratmış olduğu zorunlu birliktelikleri kolayca bir yana itebilmektedir. Öyle zamanlar olabilmektedir ki, solda egemen olan bu anlayışlar, kendi içlerinde çeşitli ittifaklar oluşturarak, "hasımlar" belirleyerek yürütülen bir "örgütsel savaş" halini alabilmektedir. Bu durumun yarattığı en önemli olumsuzluk ise, hem devrimci tutsakların eylem araçları ile eylem amaçları arasındaki dengesizlik, hem de eylemlerin sonuçlarının tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır. Özellikle amaçlar ile kullanılan araçlar arasındaki dengesizlik, pek çok durumda çok küçük ve geçici istemler için çok büyük bedeller ödenmesini ve kullanılan araçların etkinliğini yitirmesini getirmektedir. Küçük örgütsel ve siyasal çıkarlar, böyle bir ortamda, kaçınılmaz olarak durağanlığın bir örtüsü ve "rutin" günlerin "çeşnisi" olarak belirginleşmektedir. İdeolojisizliğin egemen olduğu bir dönemde ise, her türlü ilkeden uzak, salt "pratikte varolmak" adına kurulmuş ilişkilere dayanan mevcut cezaevi ittifakları, bu açmazlar ve kısırlıklar içinde, bedellerin daha da ağırlaşması potansiyelini içinde taşımaktadır.
Bunların yanında, birkaç yıl öncesinde Bayrampaşa cezaevinde sergilenmeye çalışılan "iyi mahkum" görüntüleri, bir çırpıda yok olmuştur. Süresiz açlık grevi ve ölüm orucunda yaşamını yitiren devrimci tutsakların kazanımları, bu görüntülerle birlikte salt bir anıya dönüştürülmüştür. Süresiz açlık grevi ve ölüm orucu sonrasında gelen, duvarlardan sloganların silindiği, gazetecilere çay-yiyecek ikram edildiği günler bugün hiç olmamışcasına davranılmaktadır. Oligarşinin basın-yayın organlarının topyekün suçlama ve karalama çabaları içinde, bu tür davranışların işe yaramayacağı son olaylarla bir kez daha açığa çıkmıştır.
Herşeye rağmen, devrimci tutsakların karşı karşıya kaldıkları bu sorunlar, cezaevi gerçeklerinin en önemli halkasını oluşturan "kamuoyu duyarlılığı" ile de belirlenmektedir.
"Kamuoyu"nu harekete geçirmede önemli bir işleve sahip olması gereken İHD gibi örgütlenmelerin, emperyalizmin "demokrasi projesi" çerçevesinde birer "yeni dünya düzeni" örgütlenmeleri haline dönüşmeleri ve bunun sonucu olarak cezaevlerindeki gelişmeler karşısında kamuoyunu harekete geçirme işlevlerini tümüyle yitirmeleridir. Bu da, devrimci tutsakların, kendi güçleri dışında hiçbir desteğe ve olanağa sahip olmamaları anlamına gelmektedir. Ankara Merkez Cezaevindeki katliam sonrasında bazı cezaevlerinde gelişen protesto eylemlerinde İstanbul Barosu başkanının "arabulucu" olarak ortaya çıkması, İHD türü örgütlenmelerin işlevsizlikten öte, tüm anlamlarını yitirdiklerinin açık kanıtıdır. Onların yaptıkları birkaç basın açıklaması ise, sadece kendi varlıklarını koruma amacının ürünüdür.
Tüm bu gerçekler içinde, oligarşinin zor güçlerinin Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde gerçekleştirdiği katliam, devrimci tutsaklara yöneltilmiş bir gözdağı niteliğindedir. Bu katliamdan amaçlanan, devrimci tutsakların her türlü hak mücadelelerinin "kabul edilebilir" sınırlara çekilmesidir. Bu yönüyle, son katliam, devrimci tutsakların en geniş ölçekte kullanmaya yöneldikleri "fiili durum yaratma"ya yönelik eylem biçimlerine oligarşinin verdiği bir yanıt niteliğindedir. PKK'nin silahlı mücadeleyi terkettiğini ilan ettiği, her türden şiddet eylemine karşı olduklarının İmralı Cezaevi'nden A. Öcalan'ın ağzından ilan edildiği ve oligarşinin şiddet ve terörünün nedenlerinden birisinin "devrimci şiddet" olduğunun idda edildiği bir ortamda, oligarşi devrimci tutsakları katliamla "yola getirmek" istemiştir. Dışarda illegal örgütler üzerinde yoğunlaştırılan baskıyla legalleşmeyi dayatarak teslim almaya çalışan oligarşi, bu kez içerde katliam yaparak, devrimci tutsakları "PKK'liler gibi" "iyi mahkum" haline getirerek teslim almaya çalışmaktadır. Bu uygulamada, devrimci tutsakların mücadelesinde kullanılan araçlar ile amaçlar arasındaki büyük dengesizlik, oligarşi için daha elverişli bir ortam yaratsa da, asıl amaç illegal ve silahlı devrimci örgütlerin kadrolarını içerde "legalleştirmeye" çalışmaktır. A. Öcalan'ın "Sorunların barış ve diyalog anlayışı içerisinde çözümlenmesi gereği bu acı olaylarla bir kez daha ortaya çıkmış bulunmaktadır" sözleri oligarşinin katliamının amacını çok açık biçimde sergilemektedir. Bu yönüyle son katliam, oligarşinin, silahlı devrimci örgütlere ve silahlı devrimci mücadeleye karşı teslimiyeti ve legalizmi dayatan bir gözdağıdır.