Marmara Depremi ve
Küçük-Burjuvazinin Devlete "Küsmesi"
17 Ağustos 1999 gecesi meydana gelen ve büyük bir yıkım ve insan kaybına yol açan Marmara bölgesindeki deprem, aynı zamanda ülkemizdeki sınıfların oligarşik yönetimle olan ilişkilerinde önemli bir sarsıntıya neden oldu. En genel ifadeyle, deprem sonrasında gerekli kurtarma, yardım ve enkaz kaldırma işlerinin yürütülmesinde "devlet"in sergilediği "çaresizlik", deprem bölgesi dışında tüm ülke çapında büyük bir tepki ortaya çıkarmıştır. Depremden sonra geçen ilk dört gün boyunca, depremin şiddetinden, meydana getirdiği yıkım ve insan kaybına kadar her konuda tam bir şaşkınlık, belirsizlik ve tutarsızlık insanların "devlet"e karşı duydukları "güveni" sarsarken, aynı zamanda "devlet"e karşı öfke duymalarına neden olmuştur.
Marmara depremi ile birlikte ortaya çıkan "öfke", öylesine belirgin bir hal almıştır ki, "devlet büyükleri", her doğal felaket sonrasında alışılagelmiş olan "bölge gezileri"ni yapamamış ya da ortalıkta fazlaca görünmeden gerçekleştirmişlerdir. Faşist MHP'nin Sağlık Bakanının dış yardımlar konusunda sergilediği ırkçı yaklaşımlar ve üst gelir grubuna mensup ailelerin (burjuva) çocuklarının dağcılık hobilerinin bir ürünü olan AKUT'a karşı tutumu, "öfke"yi artırmış ve kısmen politize etmeye yönelmiştir.
Marmara depremi, düzenin kendi sözleriyle "asrın felaketi" olarak onbinlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açmasıyla, insanların mevcut yaşam sürecinde önemli bir değişim noktası oluşturduğu kesindir. Meydana gelen yıkımlar, yitirilen canlarla birleşerek, pek çok kişi için eskiye dönülemez sonuçlar ortaya çıkarmıştır. İzmit bölgesinde olduğu gibi, yıllarca işçi ve memur olarak çalışmış ve eline geçen emeklilik ikramiyesi ile kendisine bir ev almış insanlar, depremde canlarını yitirmedilerse, tüm yaşamlarının sonuçlarını kaybetmişlerdir. Ve bunlar, yeniden bu duruma gelebilmek için, ne zamana, ne de maddi kaynağa sahiptirler.
İstanbul küçük-burjuvazisinin orta ve üst gelir grubundan olanların "yazlığı" durumunda bulunan Yalova, Çınarcık gibi tatil yerlerinde meydana gelen yıkımlar ise, bu kesimlerin "günü yaşama" anlayışlarını önemli sarsıntıya uğratmıştır.
Ancak Marmara depreminin en büyük etkisi, deprem bölgesi dışında yaşayan insanlar üzerinde olmuştur. Televizyonlarından deprem görüntülerinin içler acısı durumunu izleyen ve insanların çaresizliğini gören diğer bölge insanları, "devlet"e depremzedelerden daha çok tepki duymuşlardır.
Bu gelişmeler, kaçınılmaz olarak, kitlesel ölçekte önemli bir açmaza girmiş olan legalleşmiş ve legalleşmeye yönelmiş sol örgütlenmeler için yeni bir "umut" ışığı olarak görülmüş ve Marmara depremi, ülkemizde pekçok şeyin "değişiminin" habercisi olarak değerlendirilmiştir. "Öfkeyi" örgütlemenin gereğini düşünen sol örgütlenmeler, depremin ilk belirsizliklerinin ortadan kalkmasından ve kitlesel ölçekte ortaya çıkan korkunun azalmasından sonra, deprem bölgesine yönelmeye başlamışlardır. Ne işe yarayacağı bilinmeyen bir-kaç yardım malzemesi ve "devleti suçlayan" binlerce bildiriyle deprem bölgesine hareket eden sol örgütlenmeler, "öfke"nin örgütleyicileri olarak çalışmaya başlamışlardır.
ÖD Partisi, HADEP ve EMEP'in küçük-burjuva aydın ilişkileri içinde bulundukları beldelerde "yoğunlaşarak" kurdukları "çadır kentler" ve "insani yardımlar", solun "insancıl" ve "yardımsever" yüzünü sergilerken, aynı zamanda yeni propaganda olanakları sağladığı düşünülmüştür.
Böylesi bir ortamda, gerek Marmara depreminin ortaya çıkardığı büyük yıkım ve insan kaybının nedenleri, gerekse deprem sonrasında "devlet"in çaresiz ve hiçbir şey yapamaz hali, mevcut düzenin sorgulanması için yeni bir olanak ortaya çıkarmıştır. Ama bu "yeni olanak", ülkemizde sınıf ilişkilerinin tümüyle "unutturulduğu" ve sınıfsal tahlillerin bir yana bırakıldığı koşullarda, yalın bir "hümanizm" çerçevesinde ele alınmıştır. Gerek legalleşmiş sol örgütlenmelerin kurduğu ve büyük övgülere "mazhar olan" "çadır kentler", gerekse küçük-burjuva aydın kesimin ilaç, doktor, psikolog olarak verdikleri "insani" yardımlar, hep bu "hümanist" çerçeve içinde ele alınmış ve sürdürülmüştür. Bunun sonucu, çok fazla çalışıp, az "politik propaganda" yapan; çok yardım yapıp, az "reklam" yapan, en fazla "hümanist" olacağı ve böylece kitlelerin gözünde büyük bir "değer"e sahip olacağı sanısı yaratılmıştır. Oligarşik yönetimin özenle işlediği bu "değer", legalleşmiş solun çabalarıyla ve genelkurmayın katkılarıyla genelleşmiştir.
Herkesin gördüğü, ancak sınıf perspektiflerinin bir yana bırakılmasıyla bilincinde olmadıkları en temel gerçek ise, Yalova gibi küçük-burjuvazinin orta ve üst kesimlerinin tatil alanlarının büyük bir yıkıma sahne olduğudur. Herkesin üzerinde birleştiği kitlesel "öfke", işte bu küçük-burjuva kesimlerinin "devlet"e karşı gösterdikleri tepkinin bir sonucudur.
Bu küçük-burjuva kesimler kimlerden oluşmaktadır? Bunların diğer küçük-burjuva kesimlerden farklılıkları nedir?
İşte kavranılması gereken ana halka bu sorularda yatmaktadır.
Yalova gibi tatil alanlarında yazı geçiren ve depremin ilk gününde buldukları ilk feribotlarla İstanbul'a akın eden ve enkaz altında kalan insanlara yardım etmeyi akıllarından bile geçirmeyen, kurtuluşu İstanbul'a kaçmakta bulan küçük-burjuvalar, deprem sonrasındaki "öfke"nin kitlesi durumundadırlar. Bu öylesine bir kitledir ki, "öfke"sini kolayca "devlet büyüklerine" karşı dile getirebilmekte ve "ağzına geleni" söyleyebilmektedir.
Bu küçük-burjuva kesim, İzmit-Adapazarı bölgesinde yoğunlaşmış olan işçi sınıfından da, tüm deprem bölgesinin "yerli halkı"ndan da farklı özelliklere sahip olduğu için (ki en büyük yıkım ve can kaybına uğrayanlar bu kesimlerdir), hem sesini yükseltebilmiş, hem de gelişmeleri etkileyebilmiştir. Faşist MHP' nin Sağlık Bakanının AKUT'a ilişkin sözlerine en ağır yanıt bu kesimlerden gelmiştir.
İstanbul'un küçük ve orta sermaye kesimleri ile bunların "çalışanları"ndan oluşan bu küçük-burjuva kesim, 12 Eylül sonrasında ülkemizde uygulanan "ihracata yönelik sanayileşme" modelinin destekçisi ve sonucu palazlanmıştır. Ağırlıklı olarak tekstil alanında faaliyet yürüten ya da tekstil alanının yan kollarında çalışan, bu bağlamda konfeksiyon sanayi ile bunun pazarlamacısı konumunda (reklamcılık da dahil) bulunan bu küçük-burjuva kesim, T. Özal'ın "orta direği" olarak ülkemizin son yirmi yılında depolitizasyonun ve ideolojisizleşmenin temel dayanağı olmuştur.
"Amerikan yaşam tarzı"nın en büyük savunucusu, "markalı yaşam"ın üreticisi ve sürdürücüsü, "kredi kartları"nın "en hızlı çekicisi", "Amerikan aksanıyla" Türkçe konuşmanın yaratıcısı, "günü yaşama" felsefesinin ateşli savunucusu, "soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçmeme"nin tutkulu bir hayranı, "tatil yapma"nın kendisi için bir hak olduğuna inanan bu küçük-burjuva kesimin depremin "şok"unu en fazla yaşayan kesim olmasında şaşacak birşey yoktur.
Bu kesimin bir bölümü ise, başkent Ankara'da "ikamet" eden bir kısım bürokrat ve aydın kesimdir. Çoğu zaman, "tatil" ile "kültürü" "kaynaştıran" bu kesimler, İstanbul'daki "eşitleriyle" birlikte "sol" belediyelerin "kültürel etkinliklerinde" boy gösterirler. Onlar için, önemli olan "tatil" ile "kültür"ün kaynaşması olduğundan, bunun yeri fazlaca önemli değildir. Bir dönem Dikili'de boy gösterebilecekleri gibi, bir başka dönem Değirmendere'de boy gösterebilirler. Onlar, bu yerlerin sürekli olarak neden değiştiğini fazlaca önemsemezler. Yapılan tüm "sanat ve kültür" etkinliklerine rağmen, bu "tatil-kültür" beldelerinin belediye seçimlerinin kaybedilmesinin nedenlerini de anlamış değillerdir. Onların düşüncesine göre, "bu halk adam olmaz", çünkü kendilerinin gönüllü katılımlarıyla gerçekleşen onca "etkinlik"e rağmen, gidip başkalarını seçmişlerdir. Ama yine de, onlar, "hümanist" insanlardır; deprem felaketi karşısında "adam olmaz" halka "yardıma" koşmuşlardır, hem de "devlet"ten daha "hızlı" ve daha "çok"!
Marmara depreminin görülmesine olanak verdiği diğer bir olgu ise, geçmiş dönemlerin "mütevazi" donanma karargahı Gölcük'ün değişmiş niteliğidir. Deprem sonrasında Amerikan ve İsrail yardım ekiplerinin ağırlıklı olarak bulundukları Gölcük, donanma karargâhında meydana gelen büyük yıkımla yeni konumunun simgesi olmuştur.
Ülkemizin 12 Eylül sonrasındaki gelişmelerini izleyenlerin bildiği gibi, Gölcük Donanma Karargâhı, 12 Eylül askeri darbesinin en önemli plan ve yürütme merkezi olmuştur. Daha sonraki yıllarda üst düzey askeri "yetkililer"in gizli toplantılar yaptıkları bir merkez durumunda bulunan Gölcük Donanma Karargâhı, alınmış güvenlik önlemleriyle dış dünyadan yalıtılmış bir durumdadır. Deprem sonrasında günlerce Donanma Karargâhı'na ilişkin bilgilerin alınamaması, bu güvenliğin en zorlu koşullarda bile sürdürülebilecek boyutta olduğunu göstermiştir.
Ancak Gölcük Donanma Karargâhı'nın depremle birlikte ortaya çıkardığı diğer bir gerçek de, ordunun inşaat sektörüyle, müteahhitlerle kurdukları ilişkiler ve bu ilişkilerle sağlanan kişisel çıkarlar olmuştur. Donanma üssünde son dönemde yapılan binaların, ki içinde Orduevi de bulunmaktadır, kolayca yıkılmış olması, aynı zamanda bunların inşaatlarında yapılmış olan yolsuzlukların açık bir kanıtı olarak ortaya çıkmıştır. Müteahhitlere hafriyat dökebilmek için askeri garnizonların boş alanlarını rüşvetle veren generallerin buradan kazandıkları, depremin yarattığı yıkımın ortaya çıkardığı yeni hafriyatlar olmuştur.
Görüldüğü gibi, Marmara depreminden maddi ve insan kaybı olarak en fazla etkilenen işçi sınıfı ve küçük-burjuvazinin alt kesimleri olmakla birlikte, en fazla tepki gösteren ve "devlet"e "küsen" küçük-burjuvazinin orta ve üst gelir grubu ile aydın kesimi olmuştur. Televizyon yayınlarında açık biçimde görüldüğü gibi, bu kesimler, başka ülkelerde olan depremler sonrasında o ülkelerin "devlet"lerinin nasıl etkili olduklarını ve olayları nasıl denetime aldıklarını sürekli överek, "devlet"e olan "küskünlüklerini" sergilemeye devam etmektedirler. Onlar için, deprem felaketi "devlet"i "enkaz altında" bırakmış ve AKUT'u "in" yapmıştır. Bir başka deyişle, Marmara depremi, bu kesimlerin tipik temsilcisi durumunda olan AKUT'la özdeşleştirilmiştir.
Böylece, Marmara depremi, küçük-burjuvazinin bu kesimleri için yeni bir "hobi" alanı ve "tatil" olanağı yaratmıştır: AKUT'çuluk. Artık "ray-ban" gözlükleriyle, "levis" kotlarıyla, Lacos tişörtleriyle, motosiklet ve kasklarıyla yeni bir tatil tarzı gelecek 2000 yılının modası olma potansiyeline sahiptir. Omuz başlarında "gururla" taşıyacakları küçük Türk bayrağı ile, sırtlarında AKUT yazılarıyla kırmızı tişörtler, konfeksiyon sektörünün yeni "kreasyonu" gibi görünmektedir.
Gerçek şu ki, tüm AKUT hayranlığına karşın, pek çok kişi AKUT adının ne anlama geldiğini bile bilmemektedir. Kimine göre, "Arama-Kurtarma Derneği", kimine göre "Arama-Kurtarma Teşkilatı" olan AKUT, İstanbul'un "mutena" semtlerinin "konken" partilerinin müdavimlerinin "güzide" evlatları olarak dağcılık "sporu" yapan bir gruptan başka birşey değildir. Toplam sayıları 30-40'ı geçmeyen bu kişilerin, 20-30 bin kişinin yaşamını yitirdiği, yüzbinlerce evin yıkıldığı ya da hasar gördüğü bir depremde kaç enkaz çalışmasına katılabileceği, ilkokul öğrencisinin bile hesaplayabileceği kadar basit bir matematiksel işlemdir. Yaşamını yitirenler ve yaralılarla 100.000'i aşkın insanın enkaz altında kaldığı bir depremde, AKUT'un "canlı olarak" çıkardıklarının sayısının 100-200 olması bile, bunların ne denli yetersiz ve anlamsız olduklarını göstermektedir.
Ama küçük-burjuvalar için durum hiç de böyle değildir. Onlar, herşeyin en iyisini yaparlar; az yaparlar, ama öz yaparlar. Onlar gibisi yoktur.
İşte Marmara depreminin büyük insan kaybı ve yıkımları altından çıkan gerçekler böylesine sınıfsal niteliktedir ve küçük-burjuvazinin tüm bencil çıkarlarını sergilemektedir. Bu nedenle, bu küçük-burjuvaların "devlet"e karşı duydukları "öfke" kadar, "küskünlükler"i de gelip geçicidir. Küçük-burjuvazinin sınıfsal niteliğine uygun olarak, saman alevi gibi hızla yanıp söner. Deprem sonrasında yapılan yardımların "paylaşım savaşı"nda da görüldüğü gibi, bu kesimler alacakları küçük paylarla kolayca eski konumlarına geri dönebilmektedirler. Bu küçük-burjuvaların "medyatik" temsilcisi Ali Kırca'nın sıkça kullandığı gibi, "ateş düştüğü yeri yakar".
Marmara depreminin asıl kahramanları ise bu tabloda ortada görünmemektedirler. Bölgenin işçi sınıfı ve köylüleri, küçük-burjuvazinin yarattığı toz-duman içinde bir yana itilmişlerdir. Bu nedenle, Kurtuluş Cephesi'nin bu sayısının kapağına, Marmara depreminin asıl kahramanlarının bir bölümünü oluşturan Zonguldak maden işçilerinin enkaz çalışmaları sırasındaki bir görüntüsünü koyduk. Ve Marmara depremi, her zaman onların bu görüntüleriyle anımsanacaktır.