Uluslararası Tahkim ve
Emperyalizmin "Yapısal Uyum" Reçetesi
13 Ağustos 1999 günü TBMM'de yapılan anayasa değişikliği ile birlikte bir süredir kamuoyunda da tartışılan "uluslararası tahkim" konusu sonuçlandı ve "uluslararası tahkim" anayasal bir kural ve kurum olarak resmen onaylanmış oldu. Ancak "uluslararası tahkim" e ilişkin anayasa değişikliği kabul edilmiş olmasına karşın, bunun ne olduğu kamuoyunca fazlaca anlaşılamadı. "Uluslararası tahkim" in gerçek niteliğini gizlemeye yönelik yoğun bir propaganda sonucunda, "tahkim", ülkedeki yabancı sermaye yatırımlarının artması ve bunun sonucu olarak yeni iş olanaklarının ortaya çıkması şeklinde kamuoyuna benimsetildi. Böylece, ülkemizin emperyalist tekellere bağımlılığı daha fazla artırılırken, aynı zamanda emperyalist tekellerin kendi hukuksal ölçütlerinin kabulu sağlanmış oldu.
En yalın haliyle tahkim, bir anlaşmanın hakemlik kurumuyla güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Taraflar aralarında anlaşmazlık olması halinde kimi hakem tayin edeceklerini belirlerler. Hakemler ya şirketlerden birinin ulusal hukuk kuralları, ya hakemlerin bulunduğu ülkenin hukuk kuralları, ya da uluslararası ticaret kuralları çerçevesinde karar alırlar. Bu kararın mahkeme kararlarından farkı temyizi olmamasıdır. Uluslararası hakem kararlarının uygulanabilmesi için araya ulusal mahkemeler girer. Ancak ulusal mahkemelerin buradaki işlevi, uluslararası tahkim kararının salt bir onaylanması ve ulusal yasaların yaptırım gücüne sahip kılınmasıyla sınırlı bir işleve sahiptir, yani herhangi bir ulusal yasal yaptırıma sahip olmayan tahkim kararının yasallaştırılması işlevini yerine getirmektedir.
Uluslararası tahkim, ticari ve sanayi yatırım ve faaliyetlerde taraflar arasında (ki bu taraflar asıl olarak yabancı şirketler ile ulusal devlet olmaktadır) anlaşmazlık çıktığında, bunun çözümü için, merkezi Washington'da bulunan ve 1966 yılında kurulan Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Konusundaki Uyuşmazlıkların Çözümü Merkezi ICSID (InternationalCenterforSettlementofInvestmentDisputes) gibi uluslararası hakemlik kuruluşlarından birinin yetkili tayin edilmesi şeklinde uygulanmaktadır.
İlk bakışta, ticarette ve yatırımlarda yabancı ülke şirketlerinin faaliyette bulundukları ülkenin hukuk düzeninden kaynaklanabilecek zararlar karşısında duydukları tereddütlerin giderilmesi şeklinde sunulan "uluslararası tahkim", ülkemizde yapılan anayasa değişikliği ile kabul edilmesine paralel, yabancı sermaye yatırımlarının artacağı sanısını yaygınlaştırmıştır. Pekçok "değerli" hukukçunun yazılı ve görüntülü basın-yayın organlarında "uluslararası tahkim"in "kapitülasyon" anlamına gelmediğini, ülkemiz hukukunda yıllar önce (1958 New-York sözleşmesi ve 1961 tarihinde Milletlerarası Ticaret Odası Tahkim Divanı Anlaşması ile Devletler ve Diğer Devletin Vatandaşları Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının çözümlenmesi hakkındaki sözleşmeyle) tanındığını ileri sürerek, yapılacak ve yapılan anayasa değişikliğinin ülkemiz için yararlı olacağı yönünde verdikleri "fetvalar" ve Fazilet Partisi'nin Erbakan'ın siyasal yasağının kaldırılması karşısında verdiği destekle, bu sanı kamuoyunu tümüyle tepkisiz bırakmıştır.
"Uluslararası tahkim"in özellikle enerji yatırımları için zorunlu olduğunu açıklayan devlet yetkilileri ise, bu yatırımlar yapılmadığı takdirde ülkenin kısa bir sürede "karanlığa gömüleceği"ni söyleyerek, kitlelerin olası tepkilerini etkisizleştirmeye çalışmışlardır.
Genel görünüm içinde "uluslararası tahkim"in, yukarda ifade ettiğimiz gibi, yabancı sermayenin kimi hukuki tereddütlerini gidermeye yönelik "basit" bir anayasa değişikliği olduğu, bugün geniş kitleler açısından kabul görmüş durumdadır. Bunun ötesinde, "uluslararası tahkim"e karşı çıkan herkes, "çağdışı kalmış" ve "Boğaz Köprüsü'ne karşı çıkan" "geri kafalılar" ile "teröristler" olmaktadır.
Ve yapılan anayasa değişikliğiyle, özellikle küçük-burjuvazi ülkeye akacak yabancı sermayeden pay kapmanın beklentisi içine girmiştir. (Tam bu sırada Marmara depremi, bu kesimler üzerinde tam bir balyoz etkisi yapmıştır.)
Gerçeklikte ise, "uluslararası tahkim", emperyalizmin bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulamaya soktuğu yeni ekonomi-politikanın bir parçası durumundadır. Değişik biçimlerde ortaya koyduğumuz gibi, bu yeni ekonomi-politika, geri-bıraktırılmış ülke ekonomilerinin tek bir modele bağlanmasını ve bu yolla merkezi olarak yönetilebilir hale getirilmesini içermektedir. Bu bağlamda, "uluslararası tahkim", tekil ülkeler düzeyinde IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla yürütülen "yapısal uyum" sürecinin tamamlanmadığı koşullarda, emperyalizmin karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunların çözümlenmesi için gündeme ayrı ayrı getirilen "yapısal uyum reformları"ndan birisinin öne alınmasından başka bir şey değildir.
Emperyalizmin "yapısal uyum" programlarının temelinde emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yaratmış olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalist ülkelere olan ödenmesi olanaksız dış borçlarının düzenli bir biçimde tahsili ve buna bağlı olarak yeni borçlanmanın düzenli olarak sürdürülmesi yatmaktadır. Bu çerçevede "uluslararası tahkim", gerek yatırım yapan sermayenin kâr transferlerinde, gerekse verilen özel kredilerin ödenmesinde karşılaşılan hukuki ve yönetsel sorunların çözümlenmesini amaçlamaktadır.
"Uluslararası tahkim"in bu genel niteliği, somut koşullarda emperyalist tekellerin yatırımlarının uzun dönemli olarak emperyalist ülkelerin hukuk düzenleri tarafından korunması olarak ortaya çıkmaktadır. "Uluslararası tahkim"in kabul edilmesiyle birlikte, herhangi bir emperyalist şirket, karşılaşacağı her türlü bürokratik ve hukuki engel karşısında, kendi ülke hukukunun uygulanmasını ve bunun getirdiği güvencelerle faaliyet yürütme olanağını kazanmış olmaktadırlar.
Böylece, geri-bıraktırılmış ülkeye ihraç edilen emperyalist sermaye, buradaki yatırımını kendi hukukuna göre yürütebilecek ve üretim sürecinde yine kendi ülke hukukuna göre kararlar alabilecektir.
Konunun somutlaşması açısından enerji sektörüne yatırım yapan bir emperyalist şirketin "uluslararası tahkim"le neler yapabileceğini örnekleyebiliriz.
Elektrik santralini "yap-işlet-devret" ya da "yap-işlet-kullanım hakkını devret" yahut "yap-işlet" formülleriyle inşa edecek olan bir emperyalist şirket, bu santralin yapımı sırasında kullanacağı malzemeden, uygulayacağı standartlara kadar kendisine en düşük maliyet sağlayanını tercih edecektir. Böyle bir durumda, yatırım yapılan ülkenin denetim mekanizmaları bu düşük maliyete dayanan malzeme ve standartları uygun görmeyerek, yatırımcı şirketten ülke standartlarına uymasını istediği durumda, taraflar arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktığından "uluslararası tahkim" devreye girecektir. Emperyalist ülkelerin şirketlerinin böyle durumlarda kendi ülkelerinin hukukuna dayalı karar veren bir "tahkim"e gitmesi kaçınılmaz olacaktır ve böyle bir "tahkim"in alacağı karar ise baştan bellidir.
Aynı enerji yatırımının tamamlandığını ve üretime geçtiği bir evrede ise, "işletmeci" şirket, üretim maliyetlerindeki artışı gerekçe göstererek ürün fiyatlarını artırmaya yönelecektir. (Kârların artırılması) Böyle bir fiyat artışının ülkenin içinde tüm üretim girdilerini artırarak fiyatların bütün alanlarda artmasına neden olacağı ise açıktır. Dönemin hükümeti, ister popülist politikalar nedeniyle, ister halk kitlelerinin tepkilerini engellemek amacıyla böyle bir fiyat artışına karşı çıkabilecek ve belki de fiyatları donduracaktır. Ancak "uluslararası tahkim"in anayasal olarak kabul edildiği ülkelerde, hükümetlerin böyle bir uygulamaya girmesi tümüyle engellenmiş olmaktadır. Çünkü yabancı şirket, böyle bir durumda ortaya çıkan "anlaşmazlığı" "uluslararası tahkim"e götürebilme hakkına sahiptir. "Uluslararası tahkim"in alacağı kararın kesin nitelikte olması ve bu karara uymanın anayasal bir zorunluluk haline getirilmesi koşullarında, herhangi bir hükümetin anayasayı ortadan kaldırmaksızın alınan kararlara karşı çıkabilmesi olanaksızdır.
Eğer bir siyasal iktidar, ortaya çıkacak anlaşmazlık karşısında "uluslararası tahkim" kararlarını kabul etmez ve uygulamaz ise, emperyalist ülkelerin askeri güçleri bunları uygulatmak için devreye girecektir. Çünkü, uluslararası hukuk, böyle bir güç kullanımını "meşru" kabul etmektedir. Eğer söz konusu olan "tahkim" kararının esas alındığı hukuk ABD hukuku ise, ABD anayasasının bu konudaki devlet başkanına verdiği "emredici görev", hukuka aykırı uygulamalara karşı tüm ekonomik, sosyal, politik ve askeri önlemlerin alınması olduğundan, emperyalist müdahale hukuki bir temele oturtulabilecektir. Böylece emperyalizm, kendi çıkarlarına aykırı düşen hükümetleri devirebilmek amacıyla müdahale edebilmenin tüm "meşruiyetini" kazanmış olmaktadır. [*] Kısaca özetlersek, "uluslararası tahkim", emperyalist tekellerin geri-bıraktırılmış ülkelerde hiçbir denetime bağlı olmaksızın yatırım ve üretim yapmalarına olanak sağladığı gibi, emperyalizmin bu ülkelere askeri müdahalede bulunabilmesi için ülke anayasasından doğan bir meşruiyet kazanmaktadır.
İşte ülkemizde kamuoyuna yeni iş olanakları sağlayacak birşey olarak sunulan "uluslararası tahkim", bu nitelikleri ile, ülkelerin emperyalizme bağımlılığını kendi ülke anayasasına geçirmesi ve bu bağımlılığa aykırı davranışlar karşısında emperyalizm tarafından yaptırıma tabi tutulmayı kendi anayasası ile kabul etmesi demektir.
Emperyalizmin ve oligarşinin yıllardır hükümetlerle değişmeyecek bir ekonomi-politikanın devlete egemen kılınması yönündeki faaliyetleri, "uluslararası tahkim"e ilişkin anayasal değişiklikle birlikte önemli bir evreye girmiştir. Kapitalizmin dış dinamikle geliştiği ve bu yüzden dengesini metropollerde bulan bir ekonomik yapıya sahip olan bizim gibi ülkeler açısından, "uluslararası tahkim", ekonomik dengelerin emperyalist finans kurumları tarafından planlanması ve yürütülmesinin önemli bir adımı durumundadır. Bu sayede emperyalizm, kendi çıkarlarına uygun olarak geri-bıraktırılmış ülkelerdeki yatırım ve üretim süreçlerini denetleyebilecek ve yönlendirebilecektir. Bunun anlamı ise, emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak üretim yapılması ve fiyatların düzenlenmesidir. Bundan etkilenecek halk kitleleri ise, bu düzenlemelere karşı tepki gösterdiklerinde "anayasal suç" işlemiş olacaklardır. Bu bağlamda, emperyalist tekellerin herhangi bir uygulamasına karşı yapılacak bir protesto eyleminde atılacak sloganlar, kolaylıkla TCK'nın 146. maddesi kapsamına girebilecektir. (Tarihin ironisi)
Bu gelişmeler karşısında, bizim gibi ülkelerde ne demokrasiden, ne de hukuk devletinden sözetmek olanaksız olmaktadır. Mevcut anti-demokratik yasalar değiştirilebilinse bile, "uluslararası tahkim" varlığını sürdürdüğü sürece, ülkenin demokratik bir hukuk devleti olabilmesi olanaksızlaşmıştır.
Ve kendi yasalarını yapamayan ve uygulayamayan bir ulus, hiçbir biçimde kendi siyasal yönetimine sahip olamaz. Bu da, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığı koşullarda, ulusal bağımsızlığın ortadan kaldırılması demektir.
"Klasik bağımsızlık" anlayışının çağdışı kaldığının ilan edilebildiği ve mevcut düzen sınırları içinde "siyasal mücadele" yürüterek hükümet olmanın "açılımı"nın yapıldığı bir dönemde çıkartılan "uluslararası tahkim" yasası, tüm bu tezlerin boş bir hayal anlamına geldiğini bir kez daha göstermektedir.
Dipnot
[*] "Uluslararası tahkim" yanlısı Prof.Dr.Haluk Günuğur şöyle bir örnek vermektedir:
"Türkiye'ye gelip bir yatırım yapacak olan firma hangi alan olursa olsun, bu kamu alanı da olabiliyor, imtiyaz sözleşmeleri de var. Bunlardan doğan hukuki sorunlar varsa, ortaya çıkarsa Türkiye uluslararası tahkimle çözülmesini kabul etmiş vaziyette. Bundan 10 yıl önce bu oldu. Bunun için şimdi bir anayasa değişikliğine gidiliyor. Ama ondan evvel de Türkiye dört hakem atadı. Bunlardan biri benim. Üç tane de arabulucuyu da ICSID'e bildirdi. Bu bildirimi yaparken Türkiye bundan böyle yabancı sermaye yatırımlarından doğacak hukuki sorunlar varsa ben tahkim yoluyla çözmeyi kabul ediyorum, ve de hakemlerimi sana bildiriyorum. İşte bu çerçevede tahkim sistemi işliyor. Şöyle ki Türkiye'de x firması mesela Bosch firması Türkiye'de yatırım yapıyor. Bu firmayla Türk devleti arasında bir sorun ortaya çıkıyor. Sözgelimi vergi uyuşmazlığı ortaya çıkıyor. Bu durumda Türkiye bu dört hakeminden birini ya da dışardan bir hakemi atıyor. Bosch firması da listesinden kendi hakemini atıyor. Uluslararası tahkim kurulunda deklare edilmiş 300-500 tane hakem var. Bu iki hakem biraraya geliyorlar ve soruna tahkim kurulu oluşturmak için üçüncü bir hakemi atıyorlar. İşte bu üç hakem tahkim kurulunu oluşturuyor.
Üçüncü hakem yalnız tarafsız hakem oluyor. Ve kendisine uygulayacağı hukuk normları ve uygulayacağı hukuk normlarının hepsi compromi adı verilen bir tahkimnameyle hakem kurulunun önüne gidiyor. Tahkimnameyi kim yapıyor? Tahkimnameyi TC devleti ile Bosch firması yapıyor. İki taraf diyor ki biz bu sorunu çözmek için tahkimname yapıyoruz, aşağıdaki koşullar geçerlidir. Ne tür yollardan geçilecek hepsini sıralıyorlar. Sözgelimi orada uygulanacak husus sistemi hangisi onu tahkimnameye koyuyorlar, sorun Türk hukukuna göre çözülecek onu tahkimnameye yazıyorlar, sorun türk hukukuna göre değil de uluslararası hukuka göre çözülecek, onu yazıyorlar."
Ve Prof.Dr.Haluk Günuğur, "Her uluslararası anlaşma egemenlik yetkilerinin bir kısmını alıp götürür." diyebilmektedir.