1999 yılına girilmesiyle birlikte ülkemizde ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar, ülkemiz tarihinde az rastlanır bir hızla birbiri ardına gelmeye ve birbirine eklemlenmeye başlamıştır.
Kürt ulusal hareketinin 1993 yılından itibaren içine girdiği duraklama ve gerileme süreci, 1999 yılına girildiğinde, PKK'nin örgütsel yapısının hızla dağıtılmasına dönüşmüştür. Bu dağıtılmanın ilk olguları A. Öcalan'ın "İtalya seferi" ile belirginleşmiş ve 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya'da tutsak alınmasıyla birlikte en üst düzeye ulaşmıştır.
A. Öcalan'ın İmralı adasındaki tutsaklık koşullarında sergilediği "politikalar", İmralı duruşmalarındaki "savunması" ile birlikte, PKK yönetimindeki Kürt ulusal hareketinin gerçek ve nihai tasfiyesi sürecini başlatmıştır. Böylece, 1993 yılından beri gelişen süreç, yani duraklama, gerileme, dağılma ve tasfiye süreci, Ağustos ayına gelindiğinde, PKK'nin "resmen" silahlı mücadeleyi "terketmesi" ve silahlı güçlerini aşamalı bir biçimde tasfiyesi noktasına gelmiştir. PKK Başkanlık Konseyi'nin ya da değişik PKK'lilerin yaptıkları her türden "iç rahatlatıcı" açıklamalara ve gerekçelere karşın, PKK'nin silahlı mücadeleyi terketmesi ve silahlı güçlerini tasfiyesi, günümüz koşullarında somut ve belirgin bir olgu olarak en önemli siyasal olayların başında gelmektedir.
1999 yılı içindeki diğer önemli gelişme ise, 18 Nisan genel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlara ilişkin olmuştur.
DSP'nin %22'lik oy oranı ile birinci parti olarak çıktığı genel seçimlerde, faşist MHP'nin %18 oranında oy alarak ikinci parti oluşu, CHP'nin %10'luk genel barajı aşamayarak meclis dışında kalışı, asıl olarak sol kitlede büyük bir şaşkınlık ve düş kırıklığı yaratmıştır. Ülkemizdeki sınıfların bileşimi ve sınıf çelişkilerinin gelmiş olduğu düzeyi gözönüne almayan ve salt kitleye yönelik "ajitasyon"a dayalı bir çalışma tarzı içinde bulunan legal ve legalleşme yolundaki sol örgütlenmelerin ortaya çıkan şaşkınlık ve düş kırıklığındaki belirleyici payı kadar, bu durum karşısında gösterdikleri kararsızlık da, gelişen olaylar içinde belirgin bir yere sahip olmuştur.
Seçim sonrasında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti, soldaki kararsızlığı daha da artırmış ve MHP'nin "yeni" politikaları karşısında, solun faşizme karşı alışılagelen söylemi işlevsiz kalmış ve taktik planda soldaki kararsızlıkla birleşerek, edilgenliğe yol açmıştır. Bu durum, kaçınılmaz olarak, solda yıllardır egemen olan ideolojisizliği keskinleştirmiş ve "yeni" yönelimler PKK'nin silahlı mücadeleyi terketmesiyle birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. (Örneğin, DHKP-C'nin, keskin bir dönüş yaparak "YaşadığımızVatan" adıyla yeni bir dergi çıkarmaya başlaması bu "yeni" yönelimlerin ilk adımları olmaktadır.)
"Asya krizi" olarak başlayan dünya ekonomik buhranının ülkeye yansımasıyla birlikte ortaya çıkan gelişmeler ise, oligarşik yönetimin "yeni dünya düzeni" çerçevesi içinde ekonominin yeniden düzenlenmesi ve rasyonalizasyonu için bir dizi istikrar önlemlerini gündeme getirmiştir. Uluslararası tahkim ve sosyal sigortalar yasası, oligarşik yönetimin DSP-MHP-ANAP hükümeti aracılığıyla gerçekleştirdiği yeni düzenlemelerin başında yer almıştır.
Emeklilik yaşını 58-60 yaş olarak belirleyen yeni sosyal sigortalar yasası karşısında "Emek Platformu" adıyla oluşturulan kitlesel eylemler ise, soldaki ideolojisizlik ve ilkesizliğin ulaştığı boyutları açıkça göstermiştir. Kendi varlığından ve sendika "başkanları"nın geçimlerini temin etmekten başka bir işleve sahip olmayan DİSK ve küçük-burjuva aydınlarının 12 Eylül sonrasındaki düzene entegrasyonunun bir ifadesi durumunda bulunan KESK'in, sosyal sigortalar yasasına karşı oluşturulan "Emek Platformu" içinde faşistlerle birlikte yer alması, her ne kadar "işçi sınıfının birliği" adıyla haklı ve meşru gösterilmeye çalışılsa da, soldaki kaosu ve keşmekeşi açıkça sergilemiştir.
Gerek oligarşik yönetim içinde, gerekse soldaki bu ekonomik ve politik gelişmelerin ortaya çıktığı bir evrede, Marmara bölgesini etkileyen ve binlerce insanın ölümüne yol açan deprem, toplumsal alanda önemli gelişmeler yaratmıştır. Özellikle kent küçük-burjuvazisinin orta ve üst gelir grubundaki kesimlerinin "yazlık" yeri olan Yalova'da depremin yarattığı yıkım ve insan kaybı, bu kesimlerin devlete olan güvenlerini büyük ölçüde sarsmıştır.
12 Eylül döneminde sola yönelik sürdürülen baskı ve şiddet uygulamaları karşısında sessiz kalan ve askeri yönetimin uyguladığı tüm baskı ve şiddet uygulamalarını "terör" ortamının sona erdirilmesi açısından haklı ve meşru gören ve giderek yaratılan "huzur ve barış ortamı" içinde önemli bir tüketici kitle olarak emperyalist metaların ülke içine girişini sevinçle karşılayan bu kent küçük-burjuvazisi, depremle birlikte tüketim gücünü önemli ölçüde yitirmiştir. Gelişen dünya ekonomik buhranının etkisiyle azalan gelirlerine rağmen belli oranda tüketim gücünü koruyan bu kesimin, depremle birlikte önemli bir kayba uğraması, daha sonraki aylarda ortaya çıkacak gelişmeleri öne almıştır.
1999 yılı içinde ülkemizde gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların ortaya çıkardığı genel görünüm ise, oligarşik yönetimden halk kitlelerine kadar her kesimin tam bir belirsizlik ve kararsızlık içine girdikleridir. Bir başka ifadeyle, gelişen olaylar, "huzur ve güven ortamı" içinde kendi bireysel yaşamını "iyi bir tüketici" olarak sürdürme beklentisi içinde olan ya da sürdüren tüm kesimleri tam bir şaşkınlığa düşürmüştür. Neyin ne olacağı, ne yönde gelişeceği belirsizleşmiş ve gelecek beklentileri öne geçmiştir. Daha düne kadar, geleceği (yarını) düşünmeden, sadece içinde bulunulan anı yaşayan ve bu çerçevede emperyalist metaların "iyi birer tüketicisi" olan ve salt tüketici kredileriyle yaşayan ya da yaşamayı bekleyen bireylerin, gelişen olayların birbirini dışlayan ve birbirini etkileyen ilişkileri karşısında içine düştükleri şaşkınlık ve belirsizlik, günümüzde en temel olgu durumundadır.
Bu temel olgu, tek tek gelişen olaylar açısından ele alındığında daha da belirginleşmektedir.
PKK hareketinin A. Öcalan'ın Suriye'yi terketmesiyle birlikte, "İtalya seferi" ile "devletleşme" aşamasında olduğunu ilan etmesinden kısa bir süre sonra Kenya'da tutsak edilmesinden sonra yapılan açıklamalar ve izlenen politikalar, PKK hareketinin silahlı mücadeleyi terketmesi noktasına kadar ulaşmış ve Eylül ayı itibariyle "Türkiye sınırları dışına" çekilmesinden söz edilen silahlı güçlerin "Türkiye'ye teslim olması" noktasına gelmiştir.
PKK hareketi ideolojik ve politik çizgisi açısından ele alındığında, ortaya çıkan gelişmeler ve çelişkiler, şüphesiz hiç bir şaşırtıcı özelliğe sahip değildir. PKK'nin 1995 yılında yapılan 5. Kongre kararları ile örgüt amblemindeki çekiç-orağın çıkartılmasıyla başlayan gelişmeler, şu ya da bu evrilme ile ulaşacağı yer, bugün gelinen aşamayı içerdiği uzun zamandır görülebilir bir nitelikte olmuştur. Ancak mevcut durumda söz konusu olan, PKK'nin ideolojik-politik çizgisinin kendi evriminin geleceği sonun bilinebilirliği değil, bu evrimin "mümkün olmadığı" kanısı ve inancını taşıyanların bu evrilme karşısında ne yapacaklarını bilemez hale gelişleridir. Yoksa, daha kuruluş aşamasında Marksist-Leninist kavramlarla proletaryanın ulusal temelde ayrı örgütlenmesini savunan bir örgütün, gelişim içinde yalın bir milliyetçi temele oturması ve giderek sınıfsal niteliğini yitirmesi tarihin diyalektiğidir. Bu açıdan tek sorun, zaman sorunudur. Yani evrilmenin ne zaman belirgin bir nitelik alacağı ve kitleler açısından ne zaman görülebilir olacağıdır. Ülkemizdeki mevcut durumdaki gelişme, bu açıdan evrilmenin görülebilir hale gelmesine yol açmışsa da, ortaya çıkardığı durum, PKK hareketinin dağılması, silahlı güçlerinin tasfiyesi ve bu gelişmenin yaratmış olduğu belirsizlik ve şaşkınlıktır.
Kendi içersinde A. Öcalan'ın İmralı sonrasında PKK hareketini tasfiyeye yönelik tutum ve beyanları ne denli gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin, geleceğe yönelik belirsizlik başat durumdadır. Bugün açısından ifade edildiğinde, hiçbir PKK yöneticisi ve kadrosu, yarın ne olacağını belirleyebilecek durumda bulunmamaktadır. Silahlı güçler tasfiye edildikten sonra Türkiye oligarşisinin (PKK söylemiyle ifade edersek "devletin") A. Öcalan'ı ve Kürtleri "muhatap" almayacağı "kaygısı" Kürt aydın kesimi içinde yaygınlaşmıştır. Sonal olarak PKK hareketini desteklemeyen, ancak PKK'nin yürüttüğü silahlı mücadeleyle Kürtlere ilişkin bazı "hakların" alınabileceği ve kendi üzerlerindeki "ulusal baskının" hafifleyeceği düşüncesinde olan Kürt küçük-burjuva aydınları, ortaya çıkan belirsizliğin en etkin olduğu kesim durumundadır. Bugüne kadar PKK'nin yürüttüğü silahlı mücadele koşullarında oligarşik yönetimin baskı ve terörünü daha az üzerinde hisseden bu kesimler, "ana tehlike" tasfiye olduktan sonra sıranın kendilerine geleceğini, tarihsel deneyimleriyle çok iyi bilmektedirler. Bugün, bu kesimler, oligarşik yönetimin baskı ve terörünün kendilerine yönelmesini bekler durumdadırlar. Öyleki, oligarşik yönetimin baskı ve terörünün kendi üzerlerinde yoğunlaşması beklentisi ne denli fazla ise, buna karşı ne yapabileceklerini bilememenin endişesi de o denli fazladır. Mevcut gelişmelerin belirginleşmesine kadar PKK'den uzak durarak ve uzak durduklarını göstererek oligarşik yönetimin baskı ve şiddetinden göreceli olarak kaçınabilen bu küçük-burjuva kesim, aynı zamanda örgütsüz durumdadır. Dolayısıyla, yeni süreçte ne yapabileceklerini belirleyebilecek ve yapılması gerekenler için belli bir örgütlülük sağlayabilecek konumları bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak, A. Öcalan'ın İmralı'da sergilediği "teslimiyetçi" tutuma karşı bireysel planda öfkelenmekten ve tepki göstermekten öte bir şey yapamamaktadırlar.
PKK'nin gerek kadroları, gerekse kitlesi, gelişmeler karşısında belirgin bir atalet ve pasiflik içine girme durumundadır. Yıllarca inandıkları ve uğruna savaştıkları amaçların A. Öcalan'ın ağzından geçersiz ilan edilmesi, bu kesimlerin belirsizlik içine girmelerine yol açması kaçınılmaz olmuştur. Bugüne kadar üzerinde fazlaca düşünmeden çalıştıkları ve savaştıkları amaçlar, birden ortadan kalkmıştır. Ancak bu durumda, ortaya çıkan atalet, pasiflik ve belirsizlik egemen olmakla birlikte, aynı zamanda geleceğe yönelik yeni arayışları gündeme getirmek durumundadır. Gerek ülkemiz solunda egemen olan ideolojisizlik, gerek PKK hareketinde yıllarca belirgin bir çizgi durumunda olan pragmatizm, yeni arayışların gelişimini ve yönelimini baştan engelleyecek niteliktedir. Dolayısıyla, yeni arayışların, küçük bir grubun entellektüel çabasından öteye geçmesi kısa dönemde olanaksız görünmektedir.
Benzer bir durum ülkemiz solunun geneli için de geçerlidir. 18 Nisan seçimleri sonrasında MHP'nin %18 oranında oy almasıyla ortaya çıkan "düş kırıklığı", PKK'nin silahlı mücadeleyi terketmesi ve silahlı güçleri tasfiyeye yönelmesiyle birlikte, sol örgütlenmelerin pekçoğunu tam bir belirsizlik içine itmek durumundadır. Yıllar boyu, pragmatist ve oportünist anlayışlarla yürütülen örgütsel çalışmalar, böyle bir ortamda bir süre daha var edilebilinse dahi, orta vadede, pek çok örgütlenmenin niteliksizleşmesini getirecektir. İdeolojik-politik çizgi açısından birbirleriyle olan sınır çizgilerini tümüyle muğlaklaştırmış ve tüm faaliyetlerini pragmatist bir kavrayışa dayandırmış olan sol örgütlenmelerin, ülkemizde gelişen olayları doğru bir biçimde tahlil edebilmesi ve buna bağlı olarak doğru devrimci taktikleri belirleyebilmesi olanaksızlaşmıştır. Çünkü karşı karşıya kaldıkları sorun, mevcut gelişmeler karşısında nasıl bir politika (taktik) izleyecekleri sorunu olmaktan çıkmış, stratejik çizgi sorunu haline gelmiştir. Devrim teorisi, örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzında ortaya çıkan aşınmalar ve devrimci teorinin bir yana bırakılması, sol örgütlerin bugün karşı karşıya kaldıkları sorunun ana halkasını oluşturmaktadır. Legal dergi çıkarmak, derginin "temsilcilikleri"ni oluşturmak, "büro"lar açmak, mahalle çalışması yapmak, belirli zamanlarda yürüyüş düzenlemek ya da yürüyüşlere katılmak ile sınırlı ve tümüyle gelişen olayların ardından gelen, onların birer izleyicisi durumunda bulunan sol örgütlenmelerin uzun dönemli politik bir çizgi belirlemeleri, ne denli zorunlu ise, o denli de zor görünmektedir.
Belirgin ve kesinleştirilmiş bir stratejik çizgiye sahip olmayan bir örgütün, mevcut durumun ortaya çıkardığı olguları doğru bir biçimde değerlendirebilmesi, şüphesiz olanaksızdır. Çünkü mevcut durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri ve bunların genele bağlı bir biçimde değişimini kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir yöntemle, gelişen olguları tespit eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir, anti-marksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Bu bağlamda, mevcut durum tahlilleri, devrimci taktiklerin belirlenmesinde esastır ve her devrimci taktik, devrim stratejisine bağlı olmak ve stratejik rotaya göre düzenlenmek durumundadır. Devrimin stratejik çizgisine ve rotasına sahip olmayan bir hareketin, mevcut durumdaki olguları tespit etmiş olması hiç bir işe yaramayacaktır. Bu durumda olanlar için, mevcut durumdaki her olgu, ortaya çıkış ve ortamı etkileyişine bağlı olarak etkin ve temel olgu olarak değerlendirilecek ve buna bağlı olarak ortaya konulacak her tutum, bir önceki ve bir sonraki pratikle çelişecek ve onu dışlayacaktır. Pratiğin birbiriyle bağlantılı stratejik bir çizginin somutluğu olarak yürütülememesi, eskinin farklı bir biçim altında yinelenmesi şeklinde kısır bir döngü oluşturacaktır. Böyle bir durum, mevcut gelişmelerin yaratmış olduğu belirsizliği artırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Oysa ki, mevcut durumun öne çıkardığı temel olgu, solda ve kitlelerde geleceğe dönük belirsizlik ve bu belirsizliğin yaratmış olduğu atalet ve edilgenliktir. Bir başka deyişle, mevcut durumda en temel olgu, solda ve kitlelerde geleceğin nasıl evrilebileceğine ve ne olabileceğine ilişkin belirsizlik ve bu belirsizliğin yaratmış olduğu kaygılar ve beklentilerdir.
Bugün faşistlerin koalisyon hükümetinde önemli bir güç olarak yer almaları, ancak bilinen faşist nitelikleriyle ne yapacaklarının bilinememesi, mevcut belirsizlik ve belirsizliğin yaratmış olduğu kaygıları artıran diğer bir olgu durumundadır.
MHP'nin Devlet Bahçeli yönetiminde bugün için sergilediği "merkezci" görünüm ile MHP'nin faşist niteliği arasındaki "fark", oligarşinin milis gücü olarak MHP'ye karşı alınacak tutum konusunda ikircikli kalınmasına neden olmaktadır. 1980 öncesindeki MHP'nin kitlelere yönelik silahlı saldırıları karşısında kitleleri korumayı amaçlayan ve buna bağlı olarak yürütülen politik ajitasyon ve örgütlenme çalışmaları, günümüz koşullarında işlevsiz ve etkisiz olduğu görünür bir olgu durumundadır. Bunun sonucu ise, solda MHP'ye karşı belirgin bir tutumun ortaya konulamaması ve olayların salt izlenmesiyle yetinilmesi olmaktadır. Olayların salt izleyicisi olarak içine girilen beklenti, faşistlerin, bir yerde ve bir biçimde 1980 öncesinde olduğu gibi kitlelere saldırması olmaktadır. Ve böyle bir gelişme ortaya çıktığında, 1980 öncesinde en geniş ölçekte yürütülmüş olan anti-faşist politikalar uygulamaya sokulacaktır. Böylece ülkemiz solunda, MHP'nin kitlelere saldırısını beklemenin getirdiği politik pasiflik anti-faşist mücadele açısından egemen bir bakış açısı durumundadır.
Gerçekte herkesin çok iyi bildiği gibi, MHP, oligarşinin faşist milis örgütlenmesi olarak her zaman kullanabildiği ve kullanabileceği bir güç durumundadır. Ancak bu, oligarşinin bu gücü, her durumda ve her zaman kullanacağı anlamına gelmemektedir. Oligarşinin siyasal zorunun sivil vurucu gücü olarak MHP, bu zorun uygulanış biçimine göre somutta bilinen işlevini yerine getirmek durumundadır. Sınıfsal olarak küçük ve orta sermaye kesimine dayanan ve tekelci burjuvazinin politik sözcülüğünü amaçlayan MHP, oligarşinin 12 Eylül sonrasında devlet aygıtındaki kesin egemenliğine paralel olarak siyasal zor uygulamasında ikincil durumundadır. Mevcut düzene karşı kitlelerin tepkilerinin belirgin bir biçimde gelişmediği, depolitizasyon ve pasifikasyon ortamı içinde MHP'nin etkin bir zor gücü olarak kitlelere karşı kullanılması sözkonusu değildir. Bunun yerine, ırkçılık ideolojisiyle, üretimin sosyalleştirilmesi propagandasıyla kitleleri etki altına alma yönündeki faaliyeti öne geçmiştir. Oligarşi açısında her zaman denetlenebilir ve kullanılabilir bir güç durumunda olduğu için, MHP'nin kitleler üzerindeki ideolojik ve politik etkisinin artması, aynı zamanda oligarşinin çıkarına denk düşmektedir.
18 Nisan seçim sonuçlarının gösterdiği gibi, bugün MHP, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve parçalanmaların egemen olduğu bir dönem sonrasında, bu kesimlerin geçici bir ittifakı durumundadır. Deprem sonrasında yapılacak konutlar konusunda MHP içinde ortaya çıkan çatışma, bu ittifakı açık biçimde ortaya koymuştur. Başını tekstil ve inşaat sektöründe faaliyet yürüten küçük ve orta sermaye kesimlerinin çektiği bu ittifak, "Asya krizi" ile gelişen dünya ekonomik buhranı koşullarında daralan iç pazarın genişletilmesi ve yeni pazarların bulunması temelinde oluşturulmuştur. Ancak, gelişen dünya ekonomik buhranı, kaçınılmaz olarak ne iç pazarın genişletilmesini, ne de yeni pazarların bulunmasını olanaksız hale getirmiştir. Dolayısıyla, MHP ekseninde oluşturulan ittifak, kendi istemlerine uygun bir gelişmenin olmadığı koşullarda hızla ve birden çözülme dinamiğine sahiptir. Bu ise, MHP'nin kendi içinde bölünmesini ve iç çatışmalara sahne olmasını getirebilecektir.
Ülkemiz somutunda ortaya çıkan gelişmelerin diğer bir halkasını ise, Amerikan emperyalizminin dünya ekonomik buhranı karşısında geliştirdiği yeni ekonomi-politikaların ülkemize yansıması oluşturmaktadır.
Genel ve popülist söylemde "Yeni Dünya Düzeni" olarak sunulan Amerikan emperyalizminin yeni ekonomi-politikaları, dünya çapında (popülist söylemde "global" ölçekte) gelişen ekonomik buhranın şiddetini azaltmayı amaçlamaktadır. Her dünya ekonomik buhranında olduğu gibi bu kez de buhranın getirdiği sorunlar geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılmak istenmektedir. Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin 1980'lerden itibaren içine girdiği bunalım, günümüz koşullarında olanca ağırlığı ile dünya ekonomik buhranını etkilemeye devam etmektedir. Bu durumda, Amerikan emperyalizminin bulduğu çözüm, tüm geri-bıraktırılmış ülkeleri tek bir ekonomik yapılandırma içine sokmak ve bu yolla ekonomik buhranı merkezi olarak yönlendirmek olmaktadır. "Globalizm" adıyla sunulan bu yeni ekonomi-politika, geri-bıraktırılmış ülkeler arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması, bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal yönetimin tekleştirilmesi ve tek bir ekonomik politikanın egemen kılınması şeklinde belirginleşmektedir. Amerikan emperyalizmi, bu yolla, gelişen ekonomik buhran koşullarında tüm geri-bıraktırılmış ülkelere merkezi ve bütünsel olarak müdahale edebilmeyi hesaplamaktadır. Bu yönüyle IMF, geçmiş dönemlerden daha fazla işlevli kılınmakta ve Amerikan emperyalizminin ekonomi bakanlığı gibi çalışması planlanmaktadır.
"Yeni dünya düzeni" ve "globalizm" olarak sunulan tüm uygulamalar, emperyalizmin III. bunalım döneminin temel özelliklerinin genişletilmesi ve yeniden biçimlendirilmesinden başka bir şey değildir. Bu uygulamaların temelinde yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanmasında ortaya çıkan bunalım yatmaktadır.
Bugün için emperyalizm, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yerine geçecek farklı bir sömürü yöntemine sahip değildir. Bir başka ifadeyle, emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi değişmemiş, ancak mevcut biçim giderek ağırlaşan bunalımlar üretmeye devam etmektedir.
Yeni-sömürgecilik yönteminin temelini oluşturan nakit sermaye dışındaki sermaye unsurlarının (patent hakkı, know-how vb.) ağırlıklı olarak geri-bıraktırılmış ülkelere ihracıyla gelişen pazar genişlemesi, 1980'lere gelindiğinde geri-bıraktırılmış ülkelerin ödenmesi olanaksız büyüklükte dış borçlanmasıyla önemli bir bunalımla karşı karşıya kalmıştır. 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında uygulanılan "monatarist" politikalarla buhranın etkisi emperyalist metropollerde önemli ölçüde atlatılmış olmasına rağmen, geri-bıraktırılmış ülkelerde yarattığı sorunlar çözümlenememiştir. Dolayısıyla buhran, değişik ülkelerde yerelleştirilerek varlığını sürdüregelmiştir. Sovyetler Birliği'nin varlığı koşullarında tekil ülkelerin emperyalist sistemden kopuşlarının önlenmesi yönündeki uygulamalar, kaçınılmaz olarak emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkelerle tekil düzeyde farklı ilişkiler sürdürmesini gündeme getirmiştir.
Günümüz koşullarında, geri-bıraktırılmış ülkelerin bütününde tek bir ekonomi-politikanın egemen kılınması emperyalizmin temel yönelimi durumundadır. Bu ise, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin içine girdiği bunalımdan kurtarılması için bulunmuş bir çıkış noktası durumundadır. "Dünya pazarlarının istikrara kavuşturulması" olarak tanımlanabilecek bu durum, emperyalizmin bugün içine girdiği durgunluğun gelişmesini engelleyebilme özelliğine sahip olabilse de, buhranın etkisini zamana yaymaktan başka bir sonuç vermeyecektir. (Bilindiği gibi, emperyalizm, III. bunalım döneminde ekonomik buhranın şiddetini azaltabilmek amacıyla askeri mallar üretimini esas almıştır. Ancak bu uygulamanın enflasyonist etkisi, bir sonraki ekonomik buhran üzerinde daha şiddetli olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.)
Bu bağlamda, ülkemiz somutunda gündeme gelen uluslararası tahkim, emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkeler bütününde egemen kılmak istediği tek bir ekonomi politikanın yasal bir parçasını oluşturmaktadır. Sosyal sigortalar yasasında yapılan değişiklikle emeklilik yaşının yükseltilmesi de, aynı çerçevede geri-bıraktırılmış ülkelerdeki emek-gücünün fiyatını düşürmeyi amaçlamaktadır. Ve bugün IMF tarafından yeniden gündeme getirilen tarım ürünleri üzerindeki devlet teşviklerinin kaldırılması, tüm geri-bıraktırılmış ülkeler için geçerli olacak tek bir fiyat uygulamasının bir parçası durumundadır.
Ekonomik plandaki bu ve diğer gelişmeler, düne kadar tekil düzeyde geri-bıraktırılmış ülkeler için önerilen IMF "reçeteleri"nin, bütün geri-bıraktırılmış ülkeler için geçerli kılınmasının parçaları durumundadır. Bu nedenle, ülkemizdeki yeni yasal düzenlemeler ve uygulamalar, eski dönemden farklı olarak yerel nitelikte değildir. Emperyalizm, günümüzde, toprak olarak ülkelerin merkezi yapısından çok, tüm ülkelerin merkezi bir tek ekonomi politikaya sahip olmaları yönünde hareket etmektedir. Bu çerçevede, politik plandaki merkezden ayrılma (desentralizasyon), ekonomik plandaki merkezileşmeyle bütünleştirilmek istenmektedir.
Çokuluslu merkezi devletlerin parçalanmasına yol açan bu uygulama, aynı zamanda emperyalizmin daha küçük devletleri daha kolay denetleyebilmesi açısından da elverişli görünmektedir. Bu parçalanmaların, özellikle devrimci mücadelelerin daha küçük birimlere hapsedilmesini olanaklı kılacağı düşünüldüğünde, emperyalizm bir taşla iki kuş vurmayı hesaplamaktadır.
Diğer yandan, dünya çapında tekleştirilmiş ve merkezileştirilmiş bir ekonomi-politikanın geri-bıraktırılmış ülkelerde egemen kılınması, tekil düzeyde ülkelerin ekonomik olarak dışa bağımlılıklarını daha da artıracak niteliktedir. Bu da, ister devrimci mücadeleyle, ister ilerici, reformist girişimlerle sisteme karşı ya da sistemde kopuşa yönelecek hareketlerin ülkenin ekonomik yapısında egemen olmalarını engellemeyi amaçlamaktadır. Bir başka deyişle, Nikaragua'da Sandinistlerin karşı karşıya kaldıkları gibi, tekil düzeyde iktidarı ele geçiren devrimci güçler, ekonomiyi denetime alamamaktadırlar. Ekonomilerin dışa bağımlılığının olağanüstü artırılması ve üretim sürecinin parçalara bölünerek değişik ülkelere dağıtılması, zorunlu olarak tekil düzeyde işlevsiz bir ekonomik yapı ortaya çıkarmaktadır. Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bu yeni düzenlenmesi, geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme bağımlılığını artırmaktan öte, ülkesel ölçekte tek başına hiçbir işleve sahip olmayan bir ekonominin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ülke içinde meta fiyatlarının uluslararası fiyatla eşleştirilmesi, bu gelişmenin diğer bir ifadesi durumundadır.
G-7 Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanlarının Eylül sonunda Washington'da gerçekleştirdikleri toplantı sonucunda G-20 grubunun kurulması kararı yukarda ortaya koyduğumuz gelişmenin yeni bir evresini ifade etmektedir. G-20 grubu, G-7 ülkeleri ile aralarında Türkiye'nin de bulunduğu Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Hindistan, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Güney Kore'den oluşan 11 "gelişmekte olan" ülke ile Avrupa Birliği ve IMF/Dünya Bankası temsilcisinden oluşturulmaktadır. Böylece dünya çapında tekleştirilmiş ve merkezileştirilmiş bir ekonomi-politikanın geri-bıraktırılmış ülkelerde egemen kılınması sürecinde, bölgesel ölçekte önemli bir güç durumunda olan geri-bıraktırılmış ülkeler başı çekmek durumundadır. Bu olgu, bir çeşit "alt-emperyalizm" uygulamaları gibi görünse de, temelde tek bir ekonomi-politikanın tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde egemen kılınmasına yönelik girişimlerin bir parçası durumundadır.
Tüm bu gelişmeler içersinde 17 Ağustos Marmara depreminin, küçük-burjuvazinin orta ve üst gelir gruplarının devletle olan ilişkilerinde önemli bir "güven sorunu" ortaya çıkarması, 12 Mart 1971 sonrasında oligarşiye yedeklenen ve 12 Eylül sonrasında "orta direk" söylemi ile yeniden biçimlendirilen ilişkilerde belirgin bir kopuş yaratma potansiyeline sahiptir.
Marmara depreminden birincil düzeyde etkilenen küçük-burjuvazinin orta ve üst gelir grupları, siyasal planda bu sınıfın sağ ve orta kanadını oluşturmaktadırlar. Her dönemde kesin olarak oligarşinin safında yer alan küçük-burjuvazinin sağ kanadı, depremde ortaya çıkan yıkım ve deprem sonrasında devletin ne yapacağını bilemez hale gelişi karşısında belirgin bir güvensizlik içine girmişse de, daha sonraki günlerde yapılan yardımlar ve propaganda ile bu güvensizlik, yerini yardımlardan pay alma umuduna bırakmıştır.
Küçük-burjuvazinin en büyük kesimini oluşturan orta kanadı ise, 12 Mart 1971'den günümüze kadar "kontrol kulesi"ndeki konumunu tümüyle terketmemiş olmakla birlikte, hemen her zaman oligarşinin terörü karşısında sağa kaymıştır. 1977-80 döneminde "kontrol kulesi"ndeki tarafsız görünümünü sürdüren bu kesim, 1980 sonrasında, özellikle de T. Özal döneminde tüketici bir kitle olarak iyice sağa kaymıştır. Marmara depremiyle, bu kesim, maddi yıkıma maruz kalarak, tüketim gücünü önemli ölçüde yitirmiştir. Depremde devletin "çaresiz" ve "hareketsiz" kalışı karşısında, salt günü yaşamaya alışmış olan bu kesim, maddi yıkımla birlikte gelecek endişesi içine girmiştir. Bu, aynı zamanda, mevcut düzene karşı güvensizlikle birlikte ortaya çıkmıştır.
Mevcut durumdaki bu temel gelişmeler karşısında takınılacak tutum, devrimci mücadelenin taktiklerine yön vermek durumundadır. Ancak, günümüzdeki gelişmelerin uzun dönemli gelişimi ve etkileri gözönüne alındığında, bu dönemde izlenilecek devrimci politikalar ve taktikler stratejik öneme sahiptir. Dolayısıyla stratejik çizgiyle kesinkes örtüşmek durumundadır. Bir başka deyişle, günümüzdeki gelişmeler, gerek ülkemizde, gerekse uluslararası planda uzun dönemli sonuçlar doğuracak niteliktedir. Bu yüzden, mevcut durumda izlenecek devrimci taktiğin, stratejik çizgiyle kesin ve net bir ilişki içinde olması gerekmektedir.
Bugün mevcut durumda gelişmelerin yönünü belirleyen iki temel olgu, devrimci görevlerin temeli durumundadır. Kitlelerin içine düştükleri şaşkınlık ve belirsizlik, yarınlara ilişkin hiçbir düşünce ve beklenti içermeyen "günü yaşama" anlayışının bir sonucu olmuştur. Böylece "soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçmeme" anlayışıyla yaşayan kitleler, "bugün" yaşadıkları karşısında, kaçınılmaz olarak "yeni bir gelecek" beklentisine yönelmek durumunda kalmaktadırlar. Yirmi yıla yakın bir zamandır süregelen "bugünü yaşama" anlayışı, "yarınlar"a ilişkin düşünme ve planlamaya ilişkin her türlü bilgi ve kavrayışı kesintiye uğrattığı için, kitleler tam bir şaşkınlık içine girmişlerdir. Bu şaşkınlık, kısa dönemde, güncel olaylara göre değişik yönelimlere yol açarak, değişken tepkiler ortaya çıkarabilmektedir.
Bu durum karşısında devrimci görev, kitlelere içinde bulundukları belirsizliğin ve şaşkınlığın nedenlerini açık ve somut olarak açıklamak ve "yarınlar"a yönelik düşünme ve faaliyet yürütme gereğini kavratmaktır. Bunun yolu ise, devrimci stratejinin bütün gerekleri ve içeriğiyle ortaya konulmasından geçmektedir. Kitlelerin uzun yıllar süren "bugünü yaşama" anlayışlarının mevcut durumda, her türden spekülatif ve kurgusal bilginin "itibar" görmesi için uygun bir ortam da yarattığı gözönüne alındığında, devrimci stratejinin bütünsel olarak ortaya konulması çok daha zorunlu olmaktadır. Özellikle PKK hareketinin dağılma ve tasfiye sürecine girdiği bir evrede ortaya çıkan ve bizzat PKK tarafından yönlendirilen "yeni gelecek senaryoları"nın niteliklerinin teşhiri, devrimci strateji temelinde kesinkes gerçekleştirilmek durumundadır. Bu görev, 12 Eylül 1980'den günümüze kadar geçen sürecin kavranışıyla birlikte yerine getirilmelidir. Bu bağlamda, PKK hareketinin gelmiş olduğu yerin, kendi anlayışının neden kaçınılmaz bir sonucu olduğu da, ayrıntılarıyla ortaya konulmak zorundadır.
Günümüz koşullarında devrimci mücadelenin geleceğini belirleyecek en temel konu, kitlelerin içinde bulundukları şaşkınlık ve belirsizlik karşısında ortaya atılan hayali ve gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan geleceğe ilişkin "politik açılımlar" olmaktadır. A. Öcalan'ın "politik açılımları"yla güncelleşen bu hayali ve gerçeklikle ilişkisi olmayan "gelecek senaryoları" ve "öngörüler", özellikle ideolojik perspektifin büyük ölçüde yitirildiği solda legalizmin ve teslimiyetçiliğin düşünsel temelini oluşturmak durumundadır. İllegal faaliyetin ve silahlı mücadelenin bireylere getirdiği büyük özveriler ve zorluklar karşısında, bu yeni "açılımlar", 1980 sonrasında kitlesel ölçekte egemen olan pragmatizmin "köşe dönücü" ve "kolay yoldan işbitirici" kavrayışıyla örtüşerek, solda egemen bir politik yönelim haline dönüşme eğilimindedir. Ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin genişleyeceği, legal mücadele olanaklarının daha fazla kullanılabileceği ve silahlı mücadele "dışındaki" yöntemlerle kitlelere ulaşmanın daha kolay olabileceği söylemiyle, hayali ve gerçeklikle ilişkisi olmayan "açılımlar", barışçıl "dönüşümlerin" olanaklı olduğu şeklinde bir inanca dönüştürülmek istenmektedir. Bu inancın en önemli halkası ise, oligarşik yönetimin her türden şiddet ve terörünün ana nedeninin devrimci şiddet olduğu kanısını oluşturmaktır. Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde devrimci tutsakların katledilmesi üzerine A. Öcalan' ın yaptığı açıklamada "Sorunlarınbarışvediyaloganlayışıiçersindeçözümlenmesigereğibuacıolaylarlabirkezdahaortayaçıkmışbulunmaktadır" sözleri, bu kanıyı yaygınlaştırmanın en somut ifadesi olmaktadır.
Sözün özü, bugün ülkemiz solunda egemen kılınmak istenen devrimci mücadelenin her yönden tasfiye edilmesi ve teslimiyetçiliktir. Bu tasfiye ve teslimiyetçiliğe karşı, ideolojik ve politik planda amansız bir mücadele yürütülmesi en temel devrimci görev durumundadır.
Bu devrimci görev, aynı zamanda, emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkeler bütününde uygulamaya soktuğu politikalara karşı verilecek mücadelenin de temel halkası durumundadır.
Amerikan emperyalizminin başını çektiği yeni emperyalist politikaların niteliğinin teşhiri ve bunun süreç içinde geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkaracağı tahribat ve yeni yükümlülüklerin halk kitlelerine neler getireceğinin teşhiri, kaçınılmaz olarak, ülkemiz solunda egemen kılınmak istenen hayali ve gerçeklikle ilişkisi olmayan yeni "açılımlar"ın teşhiri ile örtüşmektedir. Uzun yıllar salt "günü" yaşamaya alıştırılmış, dolayısıyla yarınlara ilişkin hiçbir düşünce ve yönelimi olmayan bir kitlenin içinde bulunduğu şaşkınlık ve belirsizlik, doğal olarak emperyalizmin her yeni politikası karşısında "gün"e ilişkin "umutlar" yaratmaktadır. Bu "umutlar", yabancı sermayenin ülkeye daha fazla geleceği ve bunun sonucu olarak yeni iş olanaklarının ortaya çıkacağı şeklinde sunulan uluslararası tahkim konusunda olduğu gibi tümüyle gerçek dışıdır.
Bu bağlamda, emperyalizmin politikalarının somut olarak teşhiri devrimci mücadelenin politik eyleminin ana eksenini oluşturmaktadır.
Bu politik eylem, emperyalizmin kendi politikalarının nedenlerini ve sonuçlarını gizlemek ve saptırmak amacıyla yürütülen her türlü propagandaya karşı mücadeleyi içerdiği gibi, solda egemen kılınmak istenen tasfiyecilik ve teslimiyetçiliğe karşı verilecek ideolojik mücadeleyle birlikte yürütülmek durumundadır. Mevcut durumun öne çıkardığı hedefler doğrultusunda ideolojik, politik ve askeri planda yürütülecek olan devrimci mücadele, geçmiş dönemlerden çok daha bütünsel ve karmaşık bir niteliğe sahiptir. Bu yüzden, devrimci kadrolar, bu bütünsel ve karmaşık görevlerin yerine getirilmesi için kendilerini her yönden geliştirmek ve çok yönlü faaliyet yürütmek durumundadırlar. Bu mücadele süreci, Öncü Savaşının niteliğine uygun olarak kadroların omuzlarında yükselecektir. Bu nedenle, mevcut durumda, öncünün politik hedeflere yönelik eylemi yanında, kadroların ideolojik ve politik olarak eğitilmeleri ve bilinçlerinin yükseltilmesi, oportünizme, tasfiyeciliğe ve teslimiyetçiliğe karşı mücadelede ustalaşmaları şarttır. Devrimci kadroların göstereceği kararlılık ve tutarlılık, silahlı mücadelenin değersizleştirilmeye çalışıldığı bu evrede çok daha fazla belirleyici olacaktır. Öncü Savaşının yeni bir evresine geçişin tek güvencesi de budur.