KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1999
Oligarşinin
Seçim Korkusu!
18 Nisan seçimlerine ilişkin olarak aday olma, aday belirleme sürecinin başlamasıyla birlikte girilen "seçim sath-ı mahali", birbiri ardına yapılan açıklamalar, girişimler, reklam faaliyetleriyle ülkemizdeki "siyasal" alanı hareketlendirmeye başladı. Bu hareketlenme içinde, Jet-Pa gibi futbolcu satın alır gibi milletvekili satın alacağını ilan edenler bir yana bırakılırsa, TÜSİAD ve genelkurmay özel bir yere sahiptir.
TÜSİAD, oligarşinin "sivil" örgütlenmesi ya da "mesleki" örgütlenmesi olarak, her dönemde olduğu gibi, siyasal ilişkiler alanında bire bir faaliyet yürüten ve siyasal ilişkileri yönlendirme durumunda olan görünür kuruluşlarının başında gelmektedir. Oligarşinin oligarşi dışındaki sömürücü sınıflarla olan çelişkisinin giderek derinleştiği bir ortamda, TÜSİAD'ın, oligarşinin "kadro partisi" gibi çalışması zorunlu olmuştur. Bu bağlamda, genelkurmay da, oligarşinin "askeri kadroları" olarak, TÜSİAD'la birlikte "seçim sath-ı mahali"nde hareketlenen kurumlardan bir diğeri olmuştur. Bu hareketlenmenin ilk sonucu, S. Demirel'in tarafından açıklanan "iki turlu seçim" önerisiyle ortaya çıkmıştır.
"İki turlu seçim" önerisinin, oligarşinin 18 Nisan seçimleri konusundaki "korkusunun" bir ürünü olarak ortaya atıldığı çeşitli biçimlerde tartışılmaya başlanılmıştır.
Oligarşinin 18 Nisan seçimleri konusundaki "korkusu", mevcut seçim yasası yüzünden seçimlerden küçük bir yüzde farkıyla da olsa birinci parti olarak çıkacak bir Fazilet Partisi' nin 1994 Mart yerel seçimlerinden çok daha fazla belediye başkanlıkları elde edebileceği ve 1995 Aralık genel seçimlerinden daha fazla milletvekili çıkarabileceği ve DYP ile koalisyon yaparak iktidara gelebileceği olasılığından kaynaklanmaktadır. Salt yerel seçimler için "iki turlu seçim" önerisi, bu olasılıkları olabildiğince azaltmaya yönelik bir yasal düzenleme olarak oligarşi tarafından gündeme getirilmiştir. Genelkurmay'dan yapılan açıklamalar ve yapılan girişimler de, oligarşinin bu yöndeki "korkusunu" dile getirmekte ve bu "korkuyu" azaltmaya yönelik olmaktadır. Yazılı ve görüntülü basın-yayın organlarında açıkça ifade edildiği gibi, 18 Nisan seçimlerinden sonra yeniden bir "28 Şubat" sürecine girileceği beklentileri, oligarşinin "korkusu"nunun ne denli büyük olduğunu da açıkça göstermektedir.
Gerçekte oligarşi neden korkmaktadır?
Yükselen devrimci mücadeleye karşı gerçekleştirilen 12 Eylül askeri darbesi ortamında, oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasında karşı-devrimci "consensus" (uzlaşma), 1983 genel seçimlerinde T. Özal'ın ANAP'ının hükümet olmasıyla "sivil" bir görünüm almıştır. T. Özal'ın yıllar boyu dilinden düşürmediği "dört eğilim", bu dönemde ANAP çatısı altında toplanırken, temelinde oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki "consensus" yatıyordu. Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ayrıntılı olarak ortaya konulduğu gibi, bu "consensus", devrimci mücadelenin yükselişi karşısında sömürücü sınıfların tümünün kesin bir varoluş sorunu ile karşı karşıya kalmalarının getirdiği korkunun ürünü olmuştur. 1980 dünya ekonomik buhranı da böyle bir ortamda oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların oligarşi ile "uzlaşma" yapmaları için ikinci bir neden olarak etkin bir unsur durumundaydı.
12 Eylül koşullarında oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki "uzlaşma"da, devrimci mücadelenin ortaya çıkardığı mevcut düzenin bütün olarak korunması amacıyla ikincil durumuda bulunan pekçok konu, zaman içinde giderek önem kazanmaya ve giderek "uzlaşma"yı bozucu yönde etkide bulunmaya başlamıştır. 1987 genel seçimlerinden sonra Demirel, Ecevit, Erbakan gibi 1980 öncesinin parti yöneticilerine konulmuş olan "siyaset yasağı"nın kaldırılması için yapılan referandum, sömürücü sınıflar içindeki çıkar çatışmasının giderek keskinleştiğini en açık biçimde ortaya koymuştur. Ancak referandum sonuçlarının da gösterdiği gibi, çatışmanın keskinleşmesine paralel olarak ortaya çıkan ayrışmalar, siyasal planda önemli farklılıklar ortaya çıkarabilecek boyutlarda olmamıştır. 1989 yerel seçimlerinde SHP'nin birinci parti olarak çıkması ve İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerin belediye başkanlıklarını kazanması, sömürücü sınıflar arasında yeniden "uzlaşma" arayışları ortaya çıkarmış ve uzun erimli olmasa da belli konularda eski uzlaşmanın sürdürülmesini sağlamıştır. Bu yenilenen uzlaşma, 12 Eylül dönemindeki gibi, toplumsal mücadelelerin gelişimine karşı zorunlu bir uzlaşmaydı.
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasıyla birlikte "Türki cumhuriyetler" pazarının açılması oligarşinin diğer sömürcü sınıflarla olan çıkar çatışmasında yeni bir boyut ortaya çıkarmıştır. O güne kadar ülke içi pazardan daha büyük pay alma temelinde ortaya çıkan çıkar çatışmaları, "Türki cumhuriyetler" pazarının ortaya çıkışıyla ikincil plana düşmüştür. Böylece oligarşi, kendi dışındaki sömürücü sınıfların iç pazardan pay taleplerini "Türki cumhuriyetler"e yönlendirerek çözme olanağı kazanmıştır. Ama "büyük bir pazar" gözüyle bakılan bu yeni pazarların beklenilen ölçekte olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştır. Ve yine görülmüştür ki, bu yeni pazarların işe yarar olabilmesi için, bu ülkelerdeki devletin denetim altına alınması belirleyici niteliktedir. Bunun üzerine, oligarşinin buralara yönlendirdiği küçük ve orta sermaye kesimleri, devletin doğrudan bu ülkelere müdahele ederek kendileri için iş olanaklarını genişletmesini talep etmeye başlamışlardır. Birbiri peşine cumhurbaşkanları, başbakanlar düzeyinde sürdürülen girişimler, görüntüdeki tüm propagandaya rağmen istenilen sonuçları doğurmamıştır.
1993'de DYP'nin başına Tansu Çiller'in getirilmesiyle birlikte, küçük ve orta sermaye kesimlerinin iktidar üzerindeki etkisi artmış ve kendi talepleri yönündeki devlet müdahelelerinin yapılabilinmesi için uygun bir ortam oluşturmuştur. Azerbaycan'da gerçekleştirilmek istenen darbe, bu müdahelenin boyutlarını açık biçimde sergilemiştir. Ancak darbenin "son anda" S. Demirel tarafından Aliyev'e bildirilerek önlenmesi oligarşi ile diğer sömürücü sınıflar arasındaki yenilenen "uzlaşma"yı tümüyle ortadan kaldırmıştır. Oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar, özellikle tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi kendi taleplerini gerçekleştirebilmek için siyasal ilişkiler alanında daha fazla etkili olmak gerektiğini düşünerek harekete geçmiştir. 12 Eylül sonrasında devlet politikası haline getirilmek istenen ve kısmen gerçekleştirilen oligarşinin çıkarlarını kollayan değişik politikaların, doğrudan devlet aygıtıyla bağlantılı olarak sürdürülüyor olması, siyasal ilişkiler alanındaki etkinliğin devlet kurumları içinde etkin olma yönünü öne çıkartmıştır. Eskiden olduğu gibi, TBMM'de belli bir güç oluşturmak ve bunun aracılığıyla hükümetler üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak etkide bulunmak yeterli olmamaktadır. Dolayısıyla, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin siyasal ilişkiler alanında daha fazla etkili olma yönündeki hareketi, salt hükümete katılma, hükümet içinde belli bakanlıklara sahip olma ile sınırlandırılabilecek durumda değildir.
Tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi, bu koşullar altında kendi etrafında bir "ittifak" oluşturma yönünde ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Tansu Çiller'in KOBİ'leri, CHP ile koalisyonu bozarak azınlık hükümeti kurma girişimleri tümüyle tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin kendi etrafında oluşturmaya başladığı "ittifak"ın yansıları olmuştur. Ancak 1995 genel seçimleri öncesinde bu yöndeki faaliyetler yeterince olgunlaşmadığından gerekli sonuçlar alınamamıştır. Kurulmasına çalışılan oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar "ittifakı", özellikle AB ile yapılan "gümrük birliği" anlaşması nedeniyle önemli bir sorunla karşı karşıya gelmiştir. Tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin bir kesimi "gümrük birliği"ni savunurken, diğer kesimi, özellikle "Türki cumhuriyetler" ve Arap ülkeleriyle iş yapan kesimleri buna kesin olarak karşı çıkmışlardır.
1995 Aralık genel seçimleri sonrasında oluşturulan ANAP-DYP koalisyon hükümeti, oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların bir kesimi ile yeni bir uzlaşma girişiminin ürünü olarak oluşturulmuşsa da, uzlaşmanın gerçekleştirilememesi üzerine kısa sürede bozulmuş ve Refah Partisi ile DYP koalisyon hükümeti iş başına gelmiştir.
Refah-Yol hükümeti, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin gerek kendi içinde, gerekse kendi dışındaki diğer küçük ve orta sermaye kesimleriyle anlaşmasının bir sonucu olmuştur. Erbakan'ın Malezya, Endonezya, Libya, İran gezileri; Tansu Çiller'in Japonya ve "Türki Cumhuriyetler" gezileri, yeni kurulan "ittifak"ın çıkarlarına uygun olarak gerçekleştirilmiştir. "Gümrük birliği"nden doğan sorunlar da, AB'nin, özellikle de Almanya'nın tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi ile yeni ticari ilişkiler geliştirme yönünde girişimleriyle (örneğin kullanılmış oto ithali, küçük ve orta ölçekli şirketlere yönelik Almanya'nın kredi vermesi gibi) önemli ölçüde çözümlendiğinden, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların bütünsel bir hareketi Refah-Yol hükümetiyle birlikte etkin hale gelmiştir.
Tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi etrafında oluşturulan yeni "ittifak", diğer yandan oligarşi içindeki çelişkiyi belirginleştirmiştir. Oligarşi içinde Sabancıların başını çektiği bir kesim, yeni "ittifak"la uzlaşmanın gerekliliğini savunurken; Koç'ların başını çektiği kesim bu "ittifak"ın kesinkes dağıtılması gerektiğini savunuyorlardı. Sabancıların geleneksel olarak tarıma dayalı sanayi alanındaki faaliyeti ve küçük ve orta sanayi ve ticaret burjuvazisiyle bu alandaki ilişkileri önemli bir yere sahipken; Koç Holding gibi doğrudan kentlere yönelik üretim yapan sanayi alanındaki faaliyette bulunan ve buna ilişkin kendi dağıtım şebekesine sahip şirketler için küçük ve orta sanayi ve ticaret burjuvazisi aynı öneme sahip değildir. Öte yandan, Koç ve OYAK'ın uzun yıllardır tekellerinde tuttukları otomotiv pazarı, Sabancı'ların Toyota ile anlaşmasıyla birlikte oligarşi içinde yeni bir çatışma ortaya çıkarmıştır. Otomotiv pazarına ilişkin olarak ortaya çıkan bu çatışmada Sabancılar, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi içindeki İhlas Holding'in Güney Kore'den KIA otomobili ve Kombassan ve ortaklarının (Jet-Pa) Malezya'dan Proton otomobilleri ithal etmeye başlamaları üzerine yeni "müttefikler" bulmuşlardır. Ve yine değişik kesimlerin Refah Partisi aracılığıyla Almanya'dan "kullanılmış oto" ithaline yönelmeleri "müttefik" sayısını daha da artırmıştır.
İşte sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarının giderek daha da keskinleştiği böyle bir ortamda, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi etrafında oluşturulmuş olan "ittifak", Refah-Yol hükümeti aracılığıyla giderek güçlenmeye başlamasıyla birlikte, önce Sabancıların tüm muhalefetine rağmen TÜSİAD aracılığıyla "demokratikleşme paketi" açıklanmış ve ardından 28 Şubat 1997 tarihinde Genelkurmay "devreye" girmiştir. Ancak 28 Şubat müdahelesi, temel olarak şeriatçı kesimleri tasfiye etmeye yönelik olmakla birlikte, bütün olarak tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi etrafında oluşturulmuş olan "ittifak"ı dağıtmayı amaçlamıştır. Kamuoyunda fazla önemsenmeyen bu bütünsellik, şeriatçılığa yönelik propagandalarla ikincil plana itilmiştir. Askeri deyimlerle söylersek, önce "hedef küçültülmüş" ve "ittifak"ın bir kesimi öne çıkartılarak eldeki tüm güçlerle bu yönde saldırı başlatılmıştır. Siyasal söylemde "islamcı sermaye" olarak adlandırılan kesimlere yönelik olarak kent küçük-burjuvazisinin yedeklenmesi sağlanmış ve buna paralel olarak "ittifak" içten çözülmeye başlanılmıştır. TOBB' nin temsil ettiği kesimlerin "ittifak"tan ayrılarak oligarşi ile yeniden uzlaşmaları sonucunda Refah-Yol hükümeti düşürülmüş ve ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti kurdurulmuştur.
1998 yılının Haziran ayına kadar oligarşinin "islamcı sermaye" kesimlerine yönelik tasfiye hareketi ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti aracılığıyla önemli ilerlemeler sağladığı andan itibaren, yeni hedef bu kesimlerin dışındaki tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi olmuştur. Bu kesimler, siyasal ilişkiler içine girdikleri oranda kamuoyunda bilinir olduklarından, çoğu zaman fazla sözü edilmeyen sermaye kesimleri durumundadır. Özellikle Bursa, İzmit çevresinde toplanan bu sermaye kesimleri, sömürücü sınıflar içindeki parçalanmışlık koşullarında belli bir oluşuma da sahip değillerdir. Siyasal alanda DYP, ANAP, MHP, BBP arasında dağılmış durumdaki bu kesimlerin en temel özelliği, 1980 öncesinin MHP'nin faşist milis örgütlenmesinin en önemli mali destekçileri olmalarıdır. Tansu Çiller'in DYP başkanlığına getirilmesinden sonra A. Türkeş'le olan ilişkilerinin belirgin biçimde yoğunlaşması, bu kesimlerin etkinliğinin bir ürünü olmuştur. 1997 Haziran ayında M. Yılmaz'ın Azerbaycan gezisi sırasında verdiği demeçle genelkurmayla arasında patlak veren "kriz", oligarşinin bu kesimlere yönelik tasfiye hareketinin başladığı anda ortaya çıkmıştır.
Siyasal planda sözcülüğünü esas olarak MHP'nin yaptığı, ancak sömürücü sınıflar arasındaki bölünmüşlüğün bir ürünü olarak BBP gibi oluşumların da siyasal ilişkiler alanında sözcülük yaptıkları tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin bu kesimleri, o güne kadar devlet kurumları aracılığıyla kendi "işlerini" yürütebiliyorlardı. Küçük çaplı özelleştirmelerde, yasa-dışı ticari ilişkilerde önemli bir etkiye sahip olan bu kesimler, 1980 öncesinin faşist milisleri aracılığıyla "iş" yaptıklarından ve bu faşist milislerin de (Çatlı olayında olduğu gibi) devrimci mücadeleye ve Kürt ulusal hareketine karşı yasa-dışı faaliyetlerde etkin bir güç olarak kullanıldığından, belli bir süre oligarşinin "sessiz" kaldığı bir kesim durumundaydılar. Ancak gelinen aşamada, bu kesimlerin giderek güçlenmeleri ve oligarşinin faaliyet alanlarına el atmaları üzerine, "sessizlik" bozulmuş ve "denetim altına alınmaları" gündeme gelmiştir. Haziran 1997' de M. Yılmaz ile genelkurmay arasındaki "kriz", bu yöndeki hareketin başlangıcını oluşturmakla birlikte, bir süre ertelenmesine de neden olmuştur. Ve 1998 ortalarından itibaren Genelkurmay'ın doğrudan yönetimi altında başlatılan "mafya" operasyonlarıyla bu kesimlerin üzerine gidilmeye başlanılmıştır. Alaaddin Çakıcı-Korkmaz Yiğit ilişkisi, bunların ve Çatlı'nın ANAP'la ilişkileri kamuoyuna yansıtılmasıyla birlikte ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti düşürüldü.
1999'a girildiğinde Ecevit'in azınlık hükümetinin kurulması, oligarşinin iki yıldır tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi etrafında oluşan "ittifak"ı bozmaya ve dağıtmaya yönelik faaliyetlerinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Ama 18 Nisan seçimlerinin yaklaştığı ortamda, fiilen sağlanan bu "başarı" ların, seçim sandıklarına ne oranda yansıyacağı ise tümüyle belirsizlik içine girmiştir. Oligarşinin genel seçimleri erteleme yönündeki girişimlerinin başarısız olmasıyla birlikte yeniden gündeme getirilen "iki turlu seçim" önerisi, bu belirsizlik karşısında duyulan "korkunun" bir sonucu olmuştur. Burada oligarşinin tüm "korkusu", bugüne kadar fiilen sağladığı "başarı"ların seçimlerle birlikte ortadan kalkacağı ve yeniden "başa" dönmek zorunda kalınacağından kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, Genelkurmay aracılığıyla, yani "sivil görünümlü askeri yönetim" aracılığıyla sağlanan "huzur ve güven ortamı"nın, sömürünün disipline edilmesindeki fiili "başarı"sının seçimlerle birlikte dağılacağı "endişesi" oligarşinin en büyük "korkusu" durumundadır. Genel seçim sonuçlarıyla oluşacak yeni TBMM' nin bileşiminin 1995 genel seçimlerinden çok farklı olmayacağı görüldüğünden, bu alanda ortaya çıkabilecek bozulmaların kolayca çözümlenebileceğini düşünen oligarşi, bugün için ağırlıklı olarak yerel seçimlerin sonuçlarıyla daha fazla ilgilenmek durumundadır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kent belediyelerinin mali olanaklarının büyüklüğü ve küçük ve orta sermayeye sağladığı iş olanakları, dünya ekonomik buhranının her alanda derinleştiği bir ortamda oligarşi için yaşamsal öneme sahip olmaktadır. Öte yandan, IMF'nin açık biçimde kamuoyuna açıkladığı gibi "tarım subvansiyonlarının azaltılması" gerekliliği şeriatçı kesimin kırsal alanlardaki gücüyle karşı karşıya geleceğinden, seçim sonrasında daha büyük çatışmaların ortaya çıkma potansiyeline sahip bulunmaktadır. Böyle bir gelişim ortamında, oligarşinin mevcut fiili denetiminin bozulması çok daha büyük sorunlar doğuracaktır. Şubat 1997 müdahelesinin "yasal görünüm" altında sağladığı fiili denetimin, dünya ekonomik buhranının her alanda belirginleştiği bir ortamda yeniden aynı biçimde ve aynı kolaylıkta kurulamayacağı da kesindir. Bu da oligarşiyi (ve asıl olarak da Amerikan emperyalizmini) yönetimin askerileştirilmesi seçeneğiyle yüzyüze bırakabilecektir. Yönetimin askerileştirilmesinin gerek ülke içinde, gerekse ülke dışında nasıl bir sonuç doğurabileceği ise, oligarşinin bugünden tesbit edemeyeceği kadar karmaşık bir ilişkiler ve çelişkiler ağıyla belirlenmek durumundadır. Tüm bunlar içinde sömürücü sınıflar arasındaki bölünmüşlüğün geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak boyutta olması, oligarşinin işlerini alabildiğince zora sokmaktadır. Uzlaşma ya da çatışma durumunda bulunduğu kesimler öylesine parçalı durumdadır ki, bunların her biriyle ayrı ayrı uzlaşması ve çatışması ülkede siyasal bir kaos yaratacaktır. İşte oligarşinin seçimler karşısında duyduğu tüm "korkusu", böylesine bir siyasal kaos ortamının ne sonuçlar doğuracağının belirsiz oluşudur.