KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1998
Politika, Savaş, Diplomasi,
Faşist Saldırılar ...
"Rusya'da karşı-devrim dönemi yalnızca 'yıldırım ve gökgürültüsünü' değil, ama hareket karşısında düş kırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri 'parlak bir geleceğe' inanılmıştı, ve insanlar, milliyetlerinden bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: Herşeyden önce ortak sorunlar! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: Kimse kendinden başka kimseye güvenmesin! Herşeyden önce 'ulusal sorun'!...
Ve yukardan gelen kavgacı milliyetçilik dalgası, kendi 'özgürlük aşkı' adına çevreden öcünü alan 'iktidar sahipleri'nden gelen tüm bir baskılar dizisi, aşağıdan yükselen, ve bazen kaba bir şovenizme dönüşen bir milliyetçilik karşı-dalgasına yol açtı.
İşçi yığınlarını sürükleme tehlikesi gösteren milliyetçilik dalgası, durmadan güçlenerek, yükseliyordu. Ve kurtuluş hareketi ne kadar güçten düşüyorduysa, milliyetçilik çiçekleri de öylesine açıyorlardı.
Bu güç zamanda, sosyal-demokrasiye büyük bir görev düşüyordu: milliyetçiliğe saldırmak, yığınları 'genel salgın'dan korumak. Çünkü bunu, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmin denenmiş silahını, sınıflar mücadelesinin birlik ve bölünmezliğini çıkartarak, sosyal-demokrasi, ve yalnızca sosyal-demokrasi yapabilirdi. Ve milliyetçilik dalgası ne kadar yükselirse, sosyal-demokrasinin sesi de, Rusya'nın tüm milliyetleri proleterlerinin kardeşliği ve birliği yararına, o kadar yüksek olmalıydı. Bu durumda, milliyetçi hareketle doğrudan doğruya çatışan çevre-bölge sosyal-demokratları, özel bir sarsılmazlık örneği göstermeliydiler.
Oysa, bütün sosyal-demokratlar, ve herşeyden önce de çevre-bölge sosyal-demokratları, bu görev düzeyinde görünmediler." (abç) [1*]
Haziran 1998'de Türk Kara Kuvvetleri Komutanının "sınırda" Suriye'ye ilişkin olarak yaptığı konuşmayla başlayan süreç, yaz aylarında yapılan askeri hazırlıklarla devam etmiş ve Eylül ayında Suriye'ye yönelik açık savaş tehditleriyle doruk noktasına ulaşmıştı. Oligarşik yönetimin kendi sözcükleriyle ifade edersek, ortaya çıkan "kriz yönetimi", PKK'nin ve A. Öcalan'ın "Suriye'den çıkartılması" politik amacına yönelik bir askeri harekât süreci olarak başlatılmıştı. "Savaş politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) bir devamıdır" belirlemesini doğrulayan bu zaman içinde, A. Öcalan'ın Suriye'den Moskova'ya gittiği kamuoyuna oligarşinin "zafer" çığlıklarıyla yansıdı. A. Öcalan'ın Moskova'da "kaldığı yer", koordinatlarıyla kamuoyuna ilan edilirken, Kasım ortasında A. Öcalan'ın Roma'da "yakalandığı" haberi, ülke gündemini belirleyen bir durum yarattı.
Artık hemen herkes, oligarşinin ilan ettiği "zafer"den çok, A. Öcalan'ın "akibeti"nin ne olacağını beklemeye başlamıştı. Bu ortamda, İtalya'da başbakanlığını bir dönemlerin "Avrupa komünizmi"nin önde gelen partisi olan ve 1991 yılında adını "Demokratik Sol Parti" olarak değiştiren eski İtalyan KP'nin üstlendiği ve içlerinde bu değişikliği kabul etmeyen İKP üyelerinin oluşturduğu "Yeni" İKP'inin de yer aldığı koalisyon hükümetinin, A. Öcalan'ın "Türkiye'ye iade edilmeyeceği" ne ilişkin açıklamasıyla birlikte, İtalya'ya yönelik şovenist-milliyetçi protestolar, ülke gündeminin diğer bir maddesi haline geldi. Başını MHP ve BBP'li faşistlerin çektiği şovenist-milliyetçi eylemler, salt bir İtalya protestosuyla sınırlı kalmayarak, Kürtlere ve bunların yasal partisi durumunda olan HADEP'e yönelik kitlesel saldırılara dönüştürüldü. Ve her zaman olduğu gibi, geniş kitleler bu olayların tv izleyicileri olarak edilgen konumda ve tv'lerin olayları sunuşuna göre değişen anlayışlarla olayların sonucunu beklemeye başladılar.
Başını MHP ve BBP'nin çektiği faşist eylemler, Aralık başından itibaren üniversitelerde sol kitleye yönelik saldırılara dönüşme eğilimi içine girerek, kendisine yeni hedefler bulurken; legal sol, tüm bu süreçte ortada görünmemeyi en akıllı "taktik" olarak uygulamaya başladı. Ve İtalyan hükümetinin girişimleriyle başlayan A. Öcalan'ın "yargılanması" için bir "uluslararası mahkeme kurulması" çalışmalarıyla, dikkatler bu kez de Kürt sorununun "siyasallaştırılması" ve "uluslararasılaştırılması" konularına yöneldi. Ve yine her zaman olduğu gibi, geniş kitleler ve sol, bu süreci "izleyen" edilgenler olarak olayların bir an önce bitmesini beklemeye başladı.
"Türklerin" İtalyan mallarına yönelik göstermelik "boykot"una karşılık olarak "Kürtlerin" İtalyan malları almalarını isteyen PKK yanlısı açıklamalar; "Türklerin" İtalya'ya yönelik "tarihsel düşmanlık"ları açıklayan beyanlarına karşılık, "Kürtlerin" İtalya'nın "üstün kültür ve tarihine" ilişkin yayınları birbirini izledi. İtalyanların "tarihte", Türklere karşı nasıl bir düşmanca tutum içinde olduklarına ilişkin yapılan her ırkçı-şovenist yayına karşı, İtalya'nın ne denli gelişkin ve İtalyanların ne denli "Kürtlere benzediği" yayınları, hemen hergün gazete ve televizyonlarda yayınlanmaya başlandı. "Kürdistanlı esnaf kepek indirdi -Danimarka-" (Özgür Politika) manşetleri bir yanda atılırken; diğer yanda faşistler Belçika'da Kürt derneklerine saldırdılar. Faşistlerin en yoğun bulunduğu kentlerde düzenlenen şovenist gösteriler HADEP binalarına "Türk bayrağı" çekilmesinden, insanların linç edilmeye kalkılmasına kadar sayısız vahşet görüntüleriyle sürdürülürken; "tekstil bir İtalyan klâsiğidir"den İtalya'nın "en önde gelen sanayileşmiş devletler"den olduğuna, "homojen bir toplum profili çizdiğine", "en uyumlu koalisyonlar ülkesi" olduğuna, "İtalyan halkının Kürtlerle en büyük benzerliklerinin göçler" olduğuna ilişkin yayınlar birbirine karşı sürdürüldü.
Oligarşik yönetimin tüm basın ve yayın organları, tüm bu süreçte "tek bir ses" olarak topyekün bir şovenizm korosu halinde ulumaya başladı. Daha düne kadar kendisini "demokrat" olarak sunan, "bir dakika karanlık" eyleminin savunucusu olarak gösteren tüm küçük-burjuva gazete köşe yazarları (başta Fatih Altaylı olmak üzere), en adi küfürleri birbiri ardına savurmaya başladılar. Herhangi bir faşistin kolayca ifade etmeye cesaret edemeyeceği küfürler ve hakaretler, bu küçük-burjuva "demokratları" tarafından ulu orta söylendi.
Sözün özcesi, "milliyetçilik dalgası", her alanda ve her yerde yeniden yükselişe geçti.
Ve günler Juventus-Galatasaray maçını gösterdiğinde kısa süreli bir "ateş-kes" ilan edildi.
Tüm bu olaylar dizisi içinde, pekçok olay ve davranış fazlaca şaşırtıcı değildi. Politik ilişkileri az çok izleyen pekçok kişinin de "doğal" olarak kabul ettiği gibi, gerek faşist milislerin, gerekse oligarşik yönetimin sergilediği tutum, beklenilen, bilinen şeylerdi. Tüm tarihi boyunca binlerce ilericiyi, yurtseveri, devrimciyi katleden, işkenceye uğratan bir devletin, gelişen olaylar içindeki tutumunun, bu tarihine uygun olması kadar doğal birşey olamazdı. A. Öcalan'ın son "ateş-kes" ilanı sırasında devletin farklılaşabileceğine ilişkin tüm sözlerine rağmen, süreç, tarihsel evrimine uygun olarak gelişimini sürdürdü. Bu açıdan ele alındığında, gelişen olaylar dizisi içinde, devletin, kendine "yaraşır" ve kendinden "beklenen" tutumu sergilediğini söylemek pek yanlış olmayacaktır. Bu olaylar dizisinde yanlış olan, oligarşik devlet aygıtının daha farklı bir işleyişe yönelebileceği sanısı olmuştur. Gerek oligarşik yönetimin kendisini "yeniden yapılandırma"sına atfedilen abartılı değerlendirmeler, gerekse "demokratikleşme" söylemine bağlanan umutlar, bu süreç içinde küçük-burjuva bir yanılsama olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Böylece, oligarşi ve oligarşik yönetim, dayandığı tüm gerici ve faşist özellikleriyle bir kez daha açık biçimde ortaya çıkarken, ülkemizde demokratik bir devrim sorununun nasıl kaçınılmaz olduğunu da ortaya koymuştur. Gerek bu son olaylar dizisi, gerekse şeriatçılık, ülkenin demokratikleştirilmesinin tek yolunun siyasal iktidarın demokratik halk devrimiyle ele geçirilmesiyle olanaklı olduğunu göstermiştir.
Ve aynı süreç, bir kez daha, ülkemizdeki ulusal sorunun demokratik ve kalıcı çözümünün demokratik halk devrimi ile olanaklı olduğunu, bunun dışındaki çözümlerin hiçbir biçimde kalıcı olamayacağını bir kez daha kanıtlamıştır.
Bugün PKK'nin başını çektiği Kürt ulusal hareketinin içinde bulunduğu durum, bu gerçeği daha anlaşılır hale getirmiştir.
Bilindiği gibi, PKK hareketi, ortaya çıktığı ilk günden itibaren, son beş-altı yıl öncesine kadar, Kürt sorununun çözümünün "Kürt ulusal kurtuluşu"nda ve "Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olmasında" yattığını söylemiş ve bu amaçla, Türkiye'de "birleşik örgütlenme" yerine ulusal kökene bağlı "ayrı örgütlenmeyi" savunmuştur. Buna ilişkin olarak getirdiği tüm gerekçeler, Kürdistan'ın bir sömürge olduğu tezine dayandırılmıştır. Marksist-Leninistlerin ulusal kökene bağlı "ayrı örgütlenmeye" yönelik her türlü eleştirileri, "kemalistler", "sosyal-şovenistler" suçlamalarıyla bir yana itilmiş ve 1984 sonrasında gelişen silahlı mücadelenin verdiği güçle tümüyle reddedilmiştir. 1993 sonrasında PKK' nin içine girdiği gerileme süreci, "Türkiye"nin yeniden keşfedilmesini getirmişse de, bu da, kimi zaman DHP gibi yapay oluşumlarla, kimi zaman "PKK Türkiyeleşiyor" popülizmiyle, kimi zaman da "birleşik devrimci güçler" türünden "ittifaklar"la "ayrı örgütlenme" temelinde ele alınmıştır. A. Öcalan'ın içinde bulundukları olumsuz duruma ilişkin yaptığı pekçok değerlendirme bulunmakla birlikte, bunun temelinde "ayrı örgütlenme" ve "Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı" isteminden uzaklaşılmasının yattığı görülememiştir.
Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının, "ayrı örgütlenme" temeli üzerinde yürütülen bir "ulusal" mücadeleyle zafere erişeceğine bağlı değerlendirmeler, zaman içinde ana amaçtan tüm uzaklaşmalara karşın, sürecin belirleyicisi olması, aynı zamanda PKK hareketinin 1993 sonrasında karşı karşıya kaldığı pekçok siyasal, askeri ve örgütsel sorunun da temelini oluşturmuştur. Bugün yaşanılan olaylar dizisinde öne çıktığı gibi, "kurşun adres sormaz" mantığıyla, "Kürdistan'da feodal ilişkiler egemendir" anlayışıyla sürdürülen askeri eylem çizgisinin sonucu olarak ortaya çıkmış olan pekçok sivil insan kaybı, okulların yakılması ve öğretmenlere yönelik terör eylemleri, "ayrı örgütlenme"nin kaçınılmaz sonuçları durumunda olmuştur. Ama aynı durum, diğer yandan PKK'nin uzun bir savaş için gerekli olan kitlesel desteği ve nitelikli kadro teminini de engellemiştir. Bu konuda yapılmış her türlü uyarı ve eleştiri, her zaman olduğu gibi, "kemalistler", "sosyal-şovenistler" suçlamalarıyla karşılanmıştır.
1980'lerden itibaren PKK'ye egemen olan pragmatik anlayışla sürdürülen politik ilişkiler ise, A. Öcalan'ın "akıllı politikası" olarak benimsenilmiş ve "taktik" olarak birbirini dışlayan tutumlar olarak uygulanmıştır. Bu da öylesine yanılgılar ve yanılsamalar üretmiştir ki, PKK'nin temeldeki hatasının uzun dönemli sonuçlarının görülmesini engellemiştir. Öyle ki, 1971 dönemi için, "Filistin sahası geçici bir eğitim alanı gibi görülmüş, hiç değilse önderliğin sürekliliğinin sağlanması ve bir geri cephe olarak kullanılması gereken saha olarak ele alınmamıştır" [2*] değerlendirmesi yapabilecek kadar etkili olmuştur. Ve bugün görüldüğü gibi, "önderlik", birkaç ay gibi kısa bir zaman süresi içinde "saha"dan çıkartılmış ve Roma'da olayların ne yönde gelişeceğinin bilinmediği bir konuma gelmiştir.
Tüm bunları Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ele aldığımız için burada yinelemeyeceğiz. Belirtmek istediğimiz, gelişen olaylar dizisinin, bugüne kadarki pekçok yanılgıyı ve yanılsamayı görünür kıldığıdır ve bunların ne denli yaygınlaştığı ve kökleştiğidir. Tıpkı, İtalya olayında olduğu gibi, İtalya'nın PKK tarafından yüceltilmesi ile İtalya'nın dünyanın belli başlı emperyalist ülkelerinden birisi olduğu gerçeği arasındaki çatışkı gibi. Tıpkı, emperyalist aşamada ulusların kaderlerini tayin hakkının, emperyalizmden ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı anlamına geldiğinin unutulması gibi.
Bugün gelinen noktada PKK hareketi, tümüyle Kürt küçük ve orta sermaye kesimlerinin denetimi altına girmiştir. Bunun anlamı, Kürt ulusal mücadelesinin, tarihte görülmüş pekçok ulusal hareketler gibi, kendisini ezen ve sömürenlerle el altından anlaşmalar yaparak kendi sermayeleri için bir pazarlık kozu olarak kullanılmaya başlanıldığıdır. Bir başka deyişle, bugün Kürt küçük ve orta sermayesi, emperyalist ülkelerin tek tek siyasal ve askeri stratejik çıkarlarına dayanarak bir Kürt devleti kurulmasına yönelik bir faaliyet içindedir. Gerek Balkanlardaki gelişmeler (Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek devletçiklerinin kurulması), gerekse Amerikan emperyalizminin Kuzey Irak'a ilişkin uygulama ve planları, emperyalist ülkelerin siyasal ve askeri stratejik çıkarları gereğince küçük bağımsız devletlerin kurulmasının olanaklı olduğunu göstermektedir. Lenin' in deyişiyle, "küçük ulusların herbirine diledikleri kadar demokratik özgürlük vermek, siyasal bağımsızlığa izin vermek, böylece 'kendi' askeri girişimlerini zarar görme tehlikesine atmak, mali-sermaye açısından yalnızca 'gerçekleştirilebilir' bir şey olmakla kalmaz, ama bazan tröstler için, onların emperyalist siyaseti için, onların emperyalist savaşı için daha kârlıdır." [3*] Dolayısıyla, emperyalist ülkelerin tek tek ya da birleşik olarak kendi siyasal, askeri ve ekonomik çıkarları için ayrı bir Kürt devletinin kurulmasını istemeleri ve bu yönde hareket etmeleri, emperyalizmin özüyle çelişmez.
İşte, PKK hareketinin karşı karşıya olduğu çelişki de burada ortaya çıkmıştır. PKK, kuruluşunda ilan ettiği ilkeler ve amaçlar için, anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-feodal bir devrim için mücadele etmek ile emperyalizmle, Türk "sömürgecileriyle" ve Kürt feodalleriyle "anlaşarak ve uzlaşarak" ayrı bir Kürt devleti kurulması yönündeki "siyasal çözüm" arasındaki çelişkiyle karşı karşıya kalmıştır. 1993 sonrasında askeri alandaki gerilemeler ve kitlelerin silahlı mücadeleyi desteklemekteki durağanlığı karşısında, hızla ikinci yönde hareket etmeye başlamış ve bugün birinci yön tümüyle bir yana bırakılmıştır. Son dönemde Lozan Anlaşmasına karşı Sevr anlaşmasına yönelik faaliyetler bunun en açık ifadesi olmaktadır. Bu da, PKK'nin sahip olduğu devrimci, demokratik ve anti-emperyalist yanının hızla terkedilmesi anlamına gelmektedir.
Ancak, sorun, salt Türkiye Kürdistanı sorunu değildir. Dolayısıyla sorunun PKK dilindeki "siyasal çözüm"ü, Türkiye Kürdistanında kısmi ulusal-kültürel hakların alınmasıyla sınırlandırılmak durumundadır. Emperyalistlerin kendi siyasal, askeri ve ekonomik stratejik çıkarlarına uygun olarak Kürt sorunu karşısındaki konumları, bugün için ağırlıklı olarak Kuzey Irak'ta yoğunlaşmıştır. PKK, Kuzey Irak' da bulundurduğu ana güçleriyle, bu süreçte bir taraf olmaya çalışmıştır. Ama son gelişmeler, PKK'nin Kuzey Irak'a ilişkin çözümlerden büyük ölçüde dışlanmasını getirmiştir ve bu dışlanmışlığın sonucu olmuştur. Bugün, emperyalistlerin siyasal, askeri ve ekonomik stratejik çıkarlarına uygun olarak ayrı bir Kürt devletinin kurulması, yani Kürtlerin kendi devletlerini kurma haklarına sahip olmaları, Kuzey Irak çerçevesinde "gerçekleştirilebilir" bir durumda görünmektedir. Türkiye oligarşisinin bu konudaki karşıt konumu, PKK'nin bu bölgeden tümüyle tasfiye edilmesine bağlı olduğundan, süreç içinde değiştirilebilecek durumdadır. Barzani ve Talabani' nin ABD'de imzaladıkları son anlaşma, bu yönde atılmış önemli adımlardan birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Kuzey Irak çerçevesinde Kürt sorunu çözülme aşamasına hızla ilerlerken, PKK hareketi aynı oranda hızla tasfiye sürecine yöneltilmektedir. Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin bu konuda Amerikan emperyalizmiyle temelden çatışan bir konumda olmaları ise, Orta-Doğunun stratejik önemi açısından olanaklı değildir. Bugün A. Öcalan'ın Roma' daki geleceği, tümüyle Kuzey Irak'daki gelişmeler tarafından belirlenecektir. Bu nedenle, PKK'nin ve kitlesinin, Kuzey Irak'a ilişkin olarak emperyalist ülkelerin girişimlerine bakarak içine girdikleri beklentiler tümüyle bir yanılgı olacaktır.
Günümüzde Türkiye'deki Kürt küçük ve orta sermaye kesimleri, silahlı mücadeleden tümüyle kopmuşlardır. Onların tüm ticari ilişkileri, ağırlıklı olarak Kuzey Irak'a yöneliktir. Dolayısıyla Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürt devleti, kendileri için yeni iş olanakları anlamına gelmektedir. (Ki bu, emperyalist tekellerin içinde bulundukları aşırı-üretim buhranı koşullarında kendi metaları için pazar bulma sorununun en üst boyutta olduğu bir evrede kısa dönemli bile olmayacaktır. Uzun dönemde ise, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanmasıyla Türkiye kesimindeki Kürt küçük ve orta sermayesi için hiçbir pazar olanağı zaten kalmayacaktır.) Diğer taraftan, Avrupa' ya göç etmiş önemli bir Kürt nüfusunun bulunması, sermaye için buralarda yeni olanaklar ortaya çıkarmıştır. Bu sermaye çevreleri için, Türkiye'de Kürt sorununun "bitmesi", Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde bu olanakları ne ölçüde kullanabildiklerine bağlıdır. Ancak, Türkiye pasaportu taşıma zorunluluğu (ya da ilticacı olma), bu alandaki faaliyetlerini önemli ölçüde sınırlamaktadır. Bu açıdan, Kuzey Irak'ta ortaya çıkacak bir Kürt devleti, bu alandaki sınırlamaların aşılmasını sağlayacaktır. [4*] Bunların gösterdiği gerçek ise, PKK'nin bu ilişkilerin geliştirilmesinde bir koz olarak kullanılabilindiği sürece "destekleneceği"dir.
Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, gelişen olayların açık biçimde tanıtladığı en temel gerçeklerden birisi de, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tümüyle bir yana bırakılmış olmasıdır. Öyle ki, emperyalist aşamada, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, salt "ezen ulus"tan ayrılma, ayrı devlet kurma hakkından öte, emperyalizmden, emperyalist sömürüden ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı haline geldiği bir aşamada, Kürt ulusal hareketinin geleceğinin tümüyle emperyalistlere ve emperyalistlerle yapılacak bir "anlaşmaya" bağlı kılınması, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir ulusal kurtuluşun terk edilmesi demektir. Emperyalizmin yeni-sömürgecilik koşullarında bu terk ediş, emperyalizme bağımlı bir Kürt devletinin önsel olarak kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir "kurtuluş", tarihte milli burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilmiş ulusal kurtuluşlardan çok daha gerici bir nitelik taşımaktadır. 1920'lerde Türkiye'deki ulusal kurtuluş mücadelesinin karşı karşıya olduğu "mandacılık", çok daha farklı bir tarihsel süreçte Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin gündeminin birinci maddesi haline gelmiştir ve üstelik bu yöndeki eğilimler belirleyici konumdadır. Bu, bir yandan Kürt ulusal hareketinin anti-emperyalist niteliğinin sonu olduğu kadar, diğer yandan Kürdistan'daki feodal ilişkilerin emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerine tabi kılınması anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, 1990'lara gelinirken PKK hareketi içinde açık biçimde ortaya çıkan anti-emperyalist ve anti-feodal hedeflerin terkedilişi, yeni süreçte belirginleşmiştir. Bunun sonucu olarak da, PKK hareketi, Barzani ya da Talabani hareketi gibi bir ulusal hareket niteliğine dönüşmüştür.
Bu dönüşümün bir diğer sonucu ise, PKK' nin silahlı mücadeleyi zaman içinde tasfiye etmesi olacaktır. Artık, silahlı mücadelenin zaferi, yani askeri bir zaferle Kürt ulusunun kurtuluşu amacı ortadan kalkmıştır.
Şüphesiz, bundan sonraki süreçlerin nasıl gelişeceğini ayrıntılarıyla ortaya koymak bugünden mümkün değildir. "Türkiyeleşen" PKK'nin, giderek "Avrupalılaşan" bir PKK'ye dönüşmesinin nasıl sonuçlar üretebileceği zaman içinde ortaya çıkacaktır. A. Öcalan'ın Roma'ya geldikten sonra Özgür Politika gazetesinin yaptığı ilk röportajda yer alan şu değerlendirmeleri, bu konuda gelişmelerin yönünü göstermektedir:
"Gelen tüm Kürtlerin bu hareketinin temelinde, şüphesiz Türk özel savaşıyla Kürdistan'ın boşaltılması yatar. Fakat bunun ekonomik amaçla istismar edildiği kanısındayım. Böyle bir farkı görmek mümkündür. Ama karşı tarafın, esasta siyasi amaçlı boşalttığı için genelde, siyasi mülteci kimliğiyle yaklaştığı doğrudur.
Bu konuda Avrupalılarla birlikte çalışmak (tecrübemiz var), birçok yanlışı önler. İnisiyatifimiz altında olacak kitle, gayrimeşru yollara giremez. Siyasi ise gereklerine göre davranmayı bilecektir. Bu temelde bir statü geliştirmek gerekir. Aksi halde ailesel ve ekonomik nedenlerle yola çıkılır ki bu da göçün istismarına yol açar.
Şimdi olan da budur. Savaşın bir tarafı ise buna göre, bu kitleyi ya siyasi statü altında kalmayı kabul edeceksin ya da iltica kabul edilmez. O zaman hem Türkiye boşaltmaya cesaret edemez, gelenler de kolay para kazanma sevdasına kapılmazlar. Çözüme tüm Avrupa çapında bu temelde yaklaşmak önemli oranda çözecektir." [5*]
Bu olaylar dizisinde, Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya kaldığı bu durumlar yanında, aynı zamanda ülkemizdeki faşist, milliyetçi ve şovenist örgütlenmelerin boyutunu ve oligarşik yönetim tarafından nasıl yönlendirilebilindiğini göstermesi açısından da önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
MHP ve BBP, 1980 öncesinden farklı olarak, kendi kitlesini bir bütün olarak harekete geçirmektedir. Şeriatçı hareketin kitlesel eylemliliklerinde görülen bu durum, faşist hareket açısından da görünür olmuştur. Kitlesel ölçekte gerçekleştirilen eylemler, 1980 öncesinin silahlı faşist milislerinin grupsal eylemliliklerinden farklı gelişmeler ve sonuçlar yaratmak durumundadır. 1971 öncesindeki "Komünizmle Mücadele Dernekleri"nin gerçekleştirmiş olduğu kitlesel saldırılara benzeş gelişmeler, hemen her yerde görülmeye başlanmıştır. 1971 öncesinde ilerici, demokrat ve devrimcilere yönelik faşist ve gerici saldırıları, TÖS toplantılarına ve binalarına yapılan saldırılardan, üniversitelere yönelik saldırılara ve nihayet 1968 yılında Kanlı Pazar olayında olduğu gibi, halk kitlelerine yönelik bir kitlesel katliama doğru evrilmiştir. Benzer bir süreç, bugün Kürt ulusal hareketine karşıt olarak gelişmektedir. Aralık ayı başında İstanbul Üniversitesine yönelik faşist saldırı, bu yönüyle önem kazanmaktadır. Oligarşik yönetimin pekçok teorisyeninin ifade ettiği gibi, gerek gelişen dünya ekonomik buhranının ülkeye yansıması, gerekse Kürt sorununun ikincil plana inmesiyle sınıfsal çelişkilerin ön plana geçmeye başlaması, devrimci kitle mücadelesinin olası gelişimine karşı "önlemler" alınmasını gerektirmektedir. 1996'nın 1 Mayıs'ı oligarşinin bu yöndeki faaliyetlerini yoğunlaştırması açısından "uyarıcı" olmuştur.
Bugün oligarşik yönetimin temel hedefi, Kürt ulusal hareketinin geldiği son noktanın ortaya çıkarmış olduğu milliyetçi ve şovenist dalgaya dayanarak, gelişme potansiyeline sahip sınıfsal mücadelenin önünü kesmektir. Bu, bir yandan daha gelişiminin başlangıcında demokratik kitle hareketlerinin sindirilmesini içerdiği gibi, milliyetçi ve şovenist propagandayla şeriatçı kitlenin yedeklenmesini de içermektedir. Kasım ayı içinde Beyazıt ve Laleli' de yapılan küçük sol grup gösterilerine karşı kışkırtılan kitlelerin durumu, ülkenin pekçok yerine yayılma eğilimindedir. Diyebiliriz ki, oligarşik yönetim, faşist milis güçleri, devrimci ve demokrat kitleye karşı kitlesel bir saldırı gücü olarak kullanma yönünde faaliyet içinde bulunmaktadır. Oligarşinin bu uygulamaları, hiç şüphesiz devrimci ve demokrat kitle tarafından etkisizleştirilecektir. Üstelik böyle bir uygulama, bu kitlenin bugüne kadarki pasif tutumunu da ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir. Ülkemizdeki anti-faşist mücadelenin tarihsel deneyimleri, bu konuda yeterince öğretici olduğundan, kitlenin örgütlenmesi ve karşı hareketi fazlaca zor olmayacaktır. Ancak, süreçteki ilişkiler ve çelişkiler, geçmiş dönemlerdekinden pekçok farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklar içinde en belirgin olanı, bugün ülkemiz solunda egemen olan pragmatizm ve legalizmdir. Gerek 1971 öncesinde, gerekse 1974-1980 sürecinde silahlı mücadeleyi temel alan örgütlerin niteliği, bugün önemli zaaflarla karşı karşıyadır. ÖD Partisi, geçmişin TİP'inden çok daha farklı bir konumdadır; öğrenci hareketi örgütsüz olduğu kadar, legalistlerin parçasal etkinliğiyle sınırlı bir düzeyde bulunmaktadır. Küçük-burjuva aydınları ise, tümüyle oligarşiye yedeklendikleri için, bu faşist saldırılar karşısında karşı-devrimci bir konumda yer alacakları da kesindir. Bu kesimler, olayları basit bir "öğrenci çatışması" gibi göstererek,faşistlerin üniversitelerde güçlenmelerine ideolojik bir temel oluşturacaklardır. Devrimci öğrencilerin, "okullu" öğrenci kitlesiyle kopmuş olan ilişkileri, bu yöndeki gelişmeyi daha da güçlendirme eğilimindedir.
Bu çerçevede İstanbul Üniversitesi'ne yönelik son faşist saldırılar, HADEP binalarına yönelik saldırılar, operasyonlarda yakalanan devrimcilere yönelik "linç girişimleri", demokratik kitle hareketlerini daha mevzi halindeyken pasifize etmeye yöneliktir. Özellikle dünya ekonomik buhranının ülkeye yansıması sonucu ortaya çıkan ekonomik durgunluk, pekçok işyerinin kapanmasına, dolayısıyla pekçok işçinin işsiz kalmasına neden olmaktadır. Böyle bir ortamda, toplu iş sözleşmelerinin uzlaşmazlıkla sonuçlanması ve işçi eylemlerine yol açması, oligarşinin en fazla korktuğu gelişme durumundadır. Halit Narin'in söylediği gibi, gelişmeler 1977'deki gelişmelere benzer bir nitelik sergilemektedir. Oligarşinin kendi sözleriyle söylersek, "sosyal patlamalar", bugün oligarşik yönetimin en fazla korktuğu gelişme durumundadır. Bu nedenle, öğrenci gençliğe ve demokratik kitle hareketlerine yönelik faşist saldırılar, bu gelişmenin mevzi halindeyken durdurulmasını amaçlamaktadır.
A. Öcalan'ın Roma'ya gidişiyle birlikte başlatılan milliyetçi ve şovenist gösteriler ve saldırıların ortaya çıkardığı diğer bir gerçek de, geniş halk kitlelerinin kolayca milliyetçi ve şovenist sloganlar etrafında harekete geçirilebileceğidir. "75. yıl" kutlamalarında da görüldüğü gibi, bu milliyetçi ve şovenist sloganlar, salt MHP ya da BBP'nin sloganlarıyla sınırlı değildir. Doğrudan oligarşik yönetim tarafından ortaya atılan bu sloganlar, ülkedeki ekonomik buhranın nedenini Kürt ulusal hareketine bağlayan ve bunun bir sonucu olarak göstermeyi amaçlayan sloganlardır. Bu açıdan, devrimciler, bu sloganların niteliğini teşhir etmek durumundadırlar. Özellikle ülkemizde derinleşen ekonomik buhranın ve bunun yaratmış olduğu sosyal ve siyasal sorunların temelinde, emperyalizm ve emperyalist sömürünün yattığının kitlelerin gözünde açık hale getirilmesi gerekmektedir.
Tüm bu süreçte, belirleyici ve çözücü olan, şüphesiz devrimci öncünün eylemi olacaktır. Bu nedenle, bir yandan kitle hareketlerini pasifize etmeyi hedefleyen faşist saldırılar karşısında kitlelerin örgütlenmesi gerçekleştirilirken, diğer yandan ve temel olarak devrimci öncünün doğru politik hedeflere yönelik eylemi gündemdedir. Bunun doğru bir biçimde pratiğe geçirilebilmesi için, öncelikle devrimci öncünün karşı karşıya olduğu sorunların aşılması gerekmektedir. Bu sorunlar aşılamadığı sürece, devrimci öncü, bu süreçte etkisiz kalacaktır. Devrimci öncünün bu süreçte belirleyici ve çözücü eylemi olmaksızın, kitle pasifikasyonunun bu yeni biçimlerinin kendiliğinden etkisizleşmesi beklenemez.
Dipnotlar
[1*] Stalin: Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s: 7-10, Sol yay.-III. Baskı
[2*] Kendisine DHP adını veren kesimin yayınladığı "Türkiye Devriminin Yolu ve Görevleri", s: 172
[3*] Lenin: Emperyalist Ekonomizm, s: 60
[4*] İlk bakışta basit ve ayrıntı gibi görünen bu konu, sermaye açısından birinci dereceden öneme sahiptir. Yaşar Kaya'nın Avrupa'ya ilk geldiği andan itibaren oluşturmaya çalıştığı Kürt Bankası projesinin en önemli engeli, bu bankanın hangi ülkede kurulacağı ve kurucuların ülkesel tabiyeti olmuştur. Avrupa'nın herhangi bir emperyalist ülkesinde bankacılığa ilişkin yasalar büyük sermayeye avantaj sağladığından, bir Kürt bankasının kârlı çalışabilmesi olanaksızdır. Ayrıca kişilerin Türkiye pasaportu taşımaları ya da buradan gelmiş olmaları, her durumda Türkiye'nin müdahalesine olanak sağlamak durumundadır.
[5*] Özgür Politika, 23 Kasım 1998