KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1998
Sözün Ortası
(ya da Olguculuk'un
Durum Tahlillerinin Diyalektiği
İle Olan Uzlaşmazlığı Üzerine)
İnsanın değiştirme eylemi, kendisini kuşatan maddi çevre üzerindeki amaçlı etkinliği, kendi yaşam koşullarının yeniden üretim etkinliği, üretici eylemi ile onu hayvanlar dünyasından ayırır. Ve bu etkinlik insanın yaşayan bir unsur olarak doğa ile olan karşıtlığı; doğaya kendi yasalarını dayatmak şeklinde değil, ama doğanın nesnel işleyiş yasalarının bilincine vararak zorluklar dünyasından özgürlükler dünyasına geçiş sürecini ifade eder. Doğa karşısındaki bu özgürleşme eylemi, doğanın nesnel bilgisini edinme süreciyle birlikte doğanın güçlerini kendi güçleri haline getirme ve bu güçler üzerinde egemenlik kurma eylemidir. Doğa konusunda geçerli olan bu yan, toplumsal bakımdan da geçerlidir. Bilinmediği ve dolayısıyla denetlenemez kaldığı müddetçe yıkıcı olabilen doğa güçlerinde olduğu gibi, toplumsal bakımdan maddi yaşam koşullarının bir bütün olarak değiştirilmesi söz konusu olamaz. Bilme, açıklama gereksinimi sınırsız doğa karşısında sınırsızca sürer. Çünkü bilgi nesnel gerçekliğin mantıksal figürler olarak yansıyan somutluğundan soyutlanmış ve nesnel gerçeklik içersinde pratik yoluyla sınanmak durumundadır. Ki bu da, açıkçası bizim nesnel gerçekliğin yansımalarını doğru olarak kavrayıp kavramadığımız sorununu beraberinde getirir. Marksizm, bu anlamda, kendisini önceleyen felsefelerden farklı olarak, salt nesnel gerçekliğin açıklanmasıyla yetinmeyen bir devrimci eylem felsefesidir de. Marksist doktrin devrimcidir ve dünyayı materyalist bir tarzda ele alır, diyalektik yöntemi kullanır. Marksist felsefe nesnel gerçekliğin bilimsel açıklamasını, nesnel gerçekliği bir dönüştürme aracı haline getirir. Açık olduğu üzere, verili toplumsal koşulları değiştirmek bu koşulların işleyiş (hareket) yasalarının bilinmesini öngerektirir. Bu koşullar ve yasallıklar doğru bir şekilde bilinmeden, her değiştirme girişimi, zorunlu ve kaçınılmaz olarak, koşulların ve yasallıkların bilinmeyen ya da eksik kavranılmış yanlarıyla karşılaştığında, artık çıkış noktası olarak aldıkları "somut koşulların somut tahlili", Marksizm-Leninizmden uzaklaşamaya, sapmalara düşülmesini kaçınılmaz kılar.
Toplumsal yapı, dinamik bir süreçte sürekli bir hareket halindedir, bir geçmişe ve bir de geleceğe sahiptir. Yani toplum, üzerinde yükseldiği ekonomik temel ile birlikte kendisi de an be an değişmektedir. Bu anlamda içinde bulunulan an, yani güncel, kökleri geçmişte olan, kendisi de kendiliğinde kalmayacak olan bir şey olarak tarihsellik alanındadır. Şimdiki an ise, gelecek açısından geçmişin bir parçasını oluşturduğu ölçüde geleceği koşullayacak ilişki ve çelişkileri barındırır. Toplumsal hareket doğadaki her şey gibi, belirli, "özel" yasallıkların yanında, daha genel diyalektik hareket yasalarına uyar. Söz konusu olan yasallıkların nesnelliği, yalnız başına ele alınarak, olayları, olayların gelişim yönünü salt determinist açıdan ele alma, pasifizmi doğurabileceği gibi, bu yasallıkları dikkate almayan salt iradeci sapmalara da götürür. Her iki sapma açısından da geçerli olan şey, toplumu, toplumsal olayları, görüngüleri tahlil ederken yöntem olarak diyalektik yöntemi kullanmaksızın ya da eksik kavrayarak diyalektik metot dışında ele alarak tek yanlılığa düşülmesidir.
Bilinçsiz bir sürecin bilinçli bir ifadesi olarak devrimci örgüt, herşeyden önce verili toplumsal koşulların doğru bir tahlilinden hareketle olaylara yön vermek yönündeki öznel yanın başat unsurudur. İfadesini, değiştirme eyleminde bulan bu öznel yan, daha baştan kendiliğindenliği ve edilgenliği dıştalar. Bu durumda içinde bulunulan an'ı tahlile yönelirken, amaç, verili koşulların nesnel olarak ele alınması kadar, öznel faktörleri de bir bütün olarak değerlendirmek ve asıl olarak, içinde bulunulan an'ın tahlili, bu an'a yönelik alınacak, an'a denk düşen sınıfsal tavrı belirlemektir.
Marksizm tüm toplumsal sınıflar içerisinde ekonomik evrimin belirli bir aşamasında ortaya çıkan proletaryanın tarihi rolünü açığa çıkarır. Bu tarihsel rol, üretim araçları üzerindeki her türlü özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve toplumun devrimci bir temelde dönüştürerek, sınıfların ve sınıflarla birlikte toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına bölündüğünün itirafı olan devletin ortadan kaldırılmasının koşullarının, sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın yaratılmasıdır.
Mevcut durum tahlilinde, yöntemsel olarak diyalektik dışındaki kavrayışların bir türü olguculuktur. Ancak burada söz konusu ettiğimiz olguculuk, idealist felsefenin izleyicisi olarak bilinçlice yapılmamaktadır. Aynı şey, olayları, olguları formel mantığa göre ele almak için de söylenebilir. Belirli tarihsel koşullarda egemen sınıf olarak burjuvazinin egemenliğini sürdürme araçlarından birisi de ideolojidir. Burjuva ideolojisi sömürüyü sürekli kılabilmek açısından kitlelerin alıklaştırılması olarak da ifade edilebilecek bir tutum içersindedir. Bunu "siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entellektüel yönetim gücüne-yeneteğine" dayanarak yapar. Marksizm öncesi felsefe, kitlelerin sömürülmesinde bir araç olarak kullanılmıştır, "toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen zihinsel güçtür". (Burjuvazi için doğru olan bu belirlemeler, diğer sömürücü sınıflar için de doğrudur.) Bu anlamda ideolojiler (sömürücü sınıflar bağlamında), "... sınıf egemenliğinin yalanlaşmış-yalanlaştıran, arkadan gelen doğrulamalar"ı olarak gündemdedir. "Egemen sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır." [1*] (abç) Eğitim kurumları, yazılı-görsel iletişim araçları vb. elindeki tüm olanaklarla burjuva ideolojisini yaymak durumundadır. Burjuva ideolojisinin, devrimini yapmış ülkeler açısından bile ciddi bir sorun olarak varlığı, toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi sırasında alt edilmek zorunda olunan "güç"ün nasıl bir "güç" olduğunu gösterir. Toplumsal yaşamın bütün gözeneklerine kadar sızan yanı göz önünde bulundurulmalıdır. Elbetteki devrimci sınıfların üzerinde de, şu ya da bu oranda bir etkisinin olmayacağı söylenemez. (Devrimci sınıflar açısından, küçük-burjuvazinin yaygın olarak varlığı, söz konusu etkinin revizyonizm, ekonomizm, oportünizm vb. sapmaların beslendiği temeldir.)
Bu etki, bilinçsiz bir sürecin bilinçli ifadesi olarak "öncülük" iddasında bulunan örgütlülüklerin, mevcut durumu kavrarken burjuvaziye özgü yöntemlerle hareket etmesi şeklinde görünür olur. Şurada dar-deneyci (ampirist), burada görgücü, bir başka durumda seçmeci (eklektik), olgucu (pozitivist) düşünce tarzı olarak karşımıza çıkar. Tüm bunların birleştiği nokta, yöntemsel olarak Marksist tahlil metodu —diyalektik— yerine metafiziği kullanmak ya da mekanik düşünmektir. Ki metafizik yöntem, zorunlu ve kaçınılmaz olarak düşünceciliğin (idealizm) mistizmine, kaderciliğe götürür. Politik pasifizme varışın yol taşları böyle döşenir. Felsefe tarihine ilgi duyan okur, dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamaya çalışan vülger materyalizm de dahil olmak üzere, felsefi sistemleri ciltlerce materyal arasında bulacaktır. Özcesi, dünyayı materyalist açıdan kavramak olmaz-sa-olmaz' dır, ama tek başına yetersizdir. Yöntemsel olarak da diyalektik metot esas alınmalıdır.
Yöntem olarak metafizik, formel mantığa dayanır. Formel mantığın kuralları çerçevesinde düşünmenin ancak gerçekliğin doğru bilgisini vereceği anlayışı savlanır. Formel mantık açısından, ilkin, şeyler kendi kendileriyle özdeştir, (şey, öyle bir şeydir ki, onu her şey ifade edebilir) neyse odur, değişmezler. İkinci olarak, şeyler başka şeylerden ayrıktır, bir şeyin başka şeyle bağlantısı dışsaldır. Bir şey, hem bir şey, hem başka bir şey olamaz, şeylerin sınıflandırılması, şemalandırılması, bir başka deyişle, sıralanması (ayrık toplamlar) gerekir. Tek olan çok olandan, parça bütünden ayrılarak şeyler kavranılmaya çalışılır. Ayrıca karşı karşıya konulabilen çelişik şeyler, birbirlerini mutlak olarak dıştalarlar. Tüm bunlar, formel mantık ilkeleri olarak özdeşlik (şeyler kendi kendileriyle özdeştir, değişmez), çelişmezlik (bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem de karşıtı olamaz, seçmek gerekir), üçüncünün olanaksızlığı (çelişik iki olabilirlik arasında bir üçüncünün yeri yoktur) şeklinde de ifade edilebilir.
Formel mantık, insan düşüncesinin gelişimi sırasında zorunlu olan bir aşamanın ürünüdür. Her şey gibi insan bilincinin de bir geçmişi vardır, ki bu da insanın evriminden bağımsız düşünülemez. İnsan bilincini belirleyen şey, onun maddi varlık koşullarıdır. Bu yanıyla, insanın nesnel maddi dünya ile "milyonlarca kez yinelenen yararlı veya yararsız eylemi" ile kurduğu pratik ilişki "en sonu mantık figürleri olarak kalır". İnsan, bu anlamda maddi dünya ile iki yönlü bir ilişki içersindedir. Birinci yön, maddi dünyadan insana doğru eylem sonrası insan bilincinde yansıma; ikinci olarak, bu yansımalardan basit mantık figürlerinden başlayarak kavramlar, soyutlamalar yoluyla yasallıklara ulaşılarak tekrar maddi dünyaya yönelen amaçlı eylem ilişkisi. Burada söz konusu olan amaçlı eylem, tasarlanmış eylem, nesnel gerçekliğin yansımalarının soyut düşünce olarak (düşünsel somut) kuramsal olarak soyutlanmasıdır ki, doğallığın nesnel bilgisi üzerine kurulur. Eylem ise, bilgilenmenin ilk kaynağı, bu bilginin sınanması ve tekrar daha üst düzeyde soyutlamalar için materyal üretilmesidir (bilgilenme anlamında eylemin öncelliği unutulmamalıdır). Bu basit bir tekrar olmayan bir süreçtir. Eylem-deney yoluyla sınanan bilginin (mantıksal süreçlerde soyutlanmış eylem) sınırlarını genişletir ya da daraltır. Ama kesin olan, bilginin mutlak yanının doğanın bilgisi olarak, ona sonsuzca yaklaştığıdır. Bu yüzeysel basit algıdan yola çıkılarak gerçekleştirilebilen uslamlamalar, bütünün genel niteliğini kavramakla birlikte, parçaları, ayrıntıları açıklamaya yetmez. Bu ayrıntıları bilmek, onları doğal ya da tarihsel bağlantılarından ayırmak, nitelikleri, özel neden ve sonuçları ile irdelemek, sınıflandırmak, kıyaslamak, bölmek, iç yapılanışlarını anatomik yönlerinin çeşitliliği içinde irdelemek ve bir takım vargılara ulaşılması bilimsel araştırmanın gelmiş olduğu seviyeye bağlıdır. Bu seviye de, içinde bulunulan maddi yaşamın üretim koşullarının seviyesidir.
Özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarla birlikte, toplumun egemen ve sömürülen sınıflar olarak bölünüşü, toplumsal işbölümünün gelmiş olduğu seviye itibarıyla,maddi- emek ve zihni-emek arasındaki karşıtlıkla birlikte emekçi sınıflar açısından giderek entellektüel yoksunluk olarak da kendini açığa vurur. Bunun zorunlu sonucu, üretici çalışmadan kopan egemen sınıf üyelerinin eylemsiz düşünce; üretici faaliyet içinde bulunan emekçiler açısından düşüncesiz eylem olmuştur. Bilimsel faaliyet mülk sahibi sınıfların tekelinde, eylemden soyutlanmış haliyle (üretici faaliyetin özellikle küçümsendiği köleci toplumla başlayan bir süreçtir), ussal, salt düşünce alanında gezinen bir felsefenin doğmasına yol açmıştır. Deneysel bilginin bu durumu ortaçağ skolastiğinin felsefesi tarafından uzun süre korunmuştur. Bilim ve felsefe arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Bilim, felsefeyi geliştirir, felsefe bilim için yöntembilimsel bir temel sunar. Bu anlamda felsefe doğanın, toplumun ve de düşüncenin gelişimini yöneten daha genel yasaların bilimidir. Köleci mülkiyet ilişkileri koşullarında Aristotales ile birlikte doğru düşünme yöntemi olarak mantık (formel mantık), bilmenin bu zorunlu evresinde gündeme gelmiştir. Buna göre, bilinen şey, görünen şeydir. Görünmeyenden görünene doğru tümdengelim (doğrulama) ve görünenden görünmeyene bakış yoluyla tümevarım (araştırma) yöntemleri kullanılır. Ayrıca kullanılan bir diğer yöntem, andırımlı uslamlama/benzetmeler yoluyla uslamlama (akılyürütme) yöntemidir. Deneyden yoksun, salt dışsal gözlemciliğe ya da algısal bir izleyiciliğe dayanan ve bu algılardan öğrenilen gerçeğin kurgusu ile oluşturulan kurgusal bilginin tek "gerçek" olduğu anlayışına varır. Bu koşullarda açıklanamayanın açıklanmasının bir aracı olarak düşüncecilik (idealizm) egemenliğini ilan ederken, bilme ile uğraşmaktansa "bilinemez" sayma yolu böyle açılmış olur.
"İdeoloji, düşünür denen kişinin gerçekten bilinçli olarak bütünlediği bir süreçtir; ama bu yanlış bilinçliliktir. Düşünürü iten gerçek devindirici güçler, düşünür için bilinmez kalır; yoksa bu, ideolojik bir süreç olmazdı. Düşünür, o yüzden düzmece ve yanılsatan devindirici güçler imgeler. Çünkü bu biçimini de içeriğini de salt usavurmadan, ya kendisinin ya da öncellerinin usavurmasından türettiği ussal bir süreçtir. Düşünür, yalnız düşünce gereciyle çalışır, o gereci de usavurmayla üretilmiş bir şey olarak anlar ve ayrıca, ustan bağımsız, ve daha uzak bir kaynak araştırmaz, gerçekte doğal olarak yapması gereken de budur; çünkü bütün eylemine düşünce aracılık ettiği için, bütün eylem ona sonunda düşünceye dayandırılmış görünür." [2*]
Oysa bilimsel bilgi, pratikter/deneyden kopmayacağı gibi, pratikten çıkartılan soyutlamaların yine pratikte sınanması süreciyle ilerler. "Ölümsüz doğrular"ın, "gerçekler"in felsefesinin sultası altında bilim, doğanın ve toplumun gelişme yasallıklarının tanınması uğraşı yerine, dogmaların tanıtlanmasının uğraşısı haline gelir. Öte yandan da, birbirinden ayrık büyük bir olgusal malzeme birikimi bu koşullar altında yavaş yavaş sağlanmıştır. Bunların tekil olgular olarak sınıflandırılarak incelenmesi, başlangıçta zorunlu bir sürecin ürünüyseler de, yöntem olarak metafizik düşünce yöntemi, deneysel araştırmaların sonuçlarının formel mantığa göre ele alınmasının felsefi ifadesi olmuştur. En gelişmiş bilimsel alan olan fizik biliminin, hareketin, yalnızca mekanik hareket biçimini ve bunun yasallığını tanıyor oluşu da, bu durumun şekillenmesinde belirleyici oldu.
Duyumları birinci veri olarak kabul eden felsefe, burjuvazinin ortaya çıkmasıyla birlikte yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştır. Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte üretim tekniklerinin geliştirilmesi, burjuvazi için, bilimlerin üretim sürecine uygulanmasıyla, bilimsel gelişmelerin kendisinde ortaya çıkan ilerlemeyle birlikte yürümesini gerektirmiş ve doğayla insan arasındaki ilişki, insanın doğa üzerinde daha fazla bilgiye sahip olma sürecini başlatmıştır.
Burjuvazinin egemenliğini kurmasından sonra ise, burjuva sınıf egemenliği altında tek mantıklı, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak kendi düşüncelerini empoze etmesi, ussallık (rasyonellik) biçiminde ifade etme zorunluluğuyla birlikte felsefe alanında ussal (rasyonel) bilgiyi öne çıkarmasını getirdi, ki bunun felsefi ifadesi pozitivizm (olguculuk) olarak, duyumların önceliğini tanımak olarak kendini açığa vurdu.
Bilimsel açıdan olgu, gözlem ve deney yoluyla incelenecek, açıklanacak başka olgularla karşılaştırılarak aralarında bağlantıları kurularak yasallıkları saptanmaya çalışılacak olan olmuş-olan her şeydir.
Olgucu felsefe açısından olgu, olmuş olan şeylerin duyumları ve algılarıdır. Ve üzerinde durulması gereken bu "dolaysız veriler" olarak ele alındığında "gerçek" olan ya da bilinen, sadece görünen (gözlenen)in —kendisi değil— bunun duyumsal algılarıdır. Olgucu felsefe, en genelde, olguların gözlemlenerek betimlenebileceği, özsel olarak bilinemeyeceği anlayışına dayanır. Bildiğimiz şey olarak tanımlanan nesnel gerçeklik değil, ama onun duyusal algıları düşüncesi ile de nesnel gerçeklikten kopularak öznel idealizme varır.
"Her materyalist için olduğu gibi, profesörce felsefeyle yolundan saptırılmış her bilgin için de, duyum, gerçekten de bilinç ile dış dünya arasındaki doğrudan ilişkidir, dış uyarma enerjisinin bilinç olgusuna dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm, her birimiz tarafından milyonlarca kez her yerde gözlemlenmiştir ve gözlemlenmektedir. İdealist felsefenin bilgiçliği (sofizm), duyumu bilinç ile dış dünya arasındaki bir bağ gibi değil, ancak, bilinci dış dünyadan ayıran bir bölme gibi, duvar gibi kabul etmekten; duyuma uygun düşen dış olgunun bir imgesi değil de, ancak 'varolan tek veri' olarak kabul etmekten geçmektedir." [3*]
Görüldüğü gibi, olguyu, deney konusu olan şey (fenomen), olmuş-olan şey olarak ele almak ile bunun imgelemdeki yansısını "olgu" olarak kabul etmek, birinci durumda materyalist, ikinci durumda idealist bir felsefi tavır anlamına gelir. Olgucu felsefenin olgularıyla (görüntü-imaj), bilimin olgulara dayanıyor oluşu (nesnel gerçeklik) ve bundan soyutlanan nesnel gerçekliğin nesnel bilgisi asla birbirine karıştırılamayacak şeylerdir. Böyle bir karıştırmanın ürünü olarak olgucu gerçek anlayışı, aslında gerçeğin soyuttaki yansısı tek gerçek olarak benimsenir. Gerçekte ise, özne, bu somut gerçekliği (nesnel gerçeklik) yansıtarak bilimsel soyutlamalar yoluyla nesnel gerçekliğin bilgisini edinir. Ve bu bilginin yine somutta olgularla sınanması gerekir.
Olgucu felsefe için, birey toplumdan yalıtık bir şey olarak olayların görüntüsünü izleyerek toplumu soyut olarak kavrar ve onun bilgisi de bu görüntünün bilgisidir.
Öte yandan, bir bütün olarak doğanın, toplumun hareketinin (genel bütünün) her yanı, ayrıntıları hakkında ancak yüzeysel bir izlenimcilikle elde edilen bilginin, nesnel gerçekliğin ancak biçimsel yanını ya da görünen yanını yansıtabildiği denli doğru olarak yansıtmayacağı da apaçıktır. Ve bu noktada formel mantığın doğru düşünme yöntemleri adını verdiği kuralları devreye girerek, vargılara ulaşılır. Ama tekil olayların görüntüsünden çıkarılan uslamlamalar doğru sonuçlar üretemez.
Sözgelimi ürünlerini pazara getiren bir üreticinin pazardaki alım-satım koşullarına bakarak, meta üretiminin, rekabetin, kapitalizmin, buna denk düşen toplumsal yapının vb. üzerine kavrayabileceği hemen hiç bir şey yoktur. Böyle bir kavrayış için, bir bütün olarak tarihsel olarak olmuş olanlardan çıkarılmış bilimsel soyutlamalara gereksinimi vardır (nesnel bilgi). Böyle bir durumda olgucu felsefi bakış ile geçmişte olmuş olanlar tekrarlanamayacağından, olmuş olanların olmuşluğu şüpheli hale gelmektedir. Önemli olan şu an görünen olarak ele alındığında ise, izleyicisini alıklaştıran "kavranamaz" bir tablo karşısında olanların izlenilmesi ve izlenebilen üzerinden kurgularla olayları açıklama sonucuna varılır.
Öznel olguculuk, devasa olgular yığınını kavramaya yönelirken insan düşüncesinin zorunlu bir evresinde şeyleri olayların görüntülerini genelden kopartarak tekil-parçasal olay veya süreçlere indirgeyerek ele aldığında, değişim ve bağlantıları sıralanmış ilişkiler şeklinde kavramaya götürür ki, bu, Engels'in deyişiyle, "sağduyu denen şeye seslenerek" ortalama insanı toplumdan soyutlanmış, görüntüsel olarak toplumla ilgili, ama özsel olarak ona hiçbir müdahalede bulunmayan bir edilgenliğe mahkum eder.
Deyim yerindeyse, kuyunun dibindeki kurbağanın gözyüzü üzerine bilebildiği, kuyunun çapı kadardır.
"Daha önceki sosyalizm varolan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu, ama onu ne açıklayabiliyor, ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye kaldırıp atmaktan başka birşey yapmıyordu. İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürüsüne ne denli çok öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığı, kaynağının ne olduğu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse zorunluluğu ile birlikte düşünmek, öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok, kötü sonuçları üzerine atıldığından onun hala gizli kalmış iç hareketini ortaya çıkarmaktır." (F. Engels)
Görüldüğü gibi, kapitalizmi "olgucu" bir bakışla ele alırsak, kapitalizmin işleyiş yasallıklarının her zaman için bilgisinden yoksun kalacağız demektir. Öncelikle sorun, bilgibilimsel olarak nesnel gerçekliğe izlenimci bir "bilinebilirlik"le yaklaşmak pratik etkinlikten uzak mantıki (!) uslamlamalara götürürken, bu kavrayış, şeyleri oluş ve yok oluşlarıyla, tarihselliği içinde hareketiyle, kendi iç bağlantı ve çelişkilerini bütünle olan bağlantıları ile birlikte görme yeteneğini köreltir. Çünkü olguyu (algı ya da görünen değil) ya da olayı bilmek demek, onu bütün parçalarında temel nitelikleri açısından ayrı ayrı bilmek (çözümlemek-karmaşıklığı yalınlaştırmak) ve genel bağlantı içinde ele almak demektir (sentez/bireşim).
Felsefenin sınıfsal niteliği bağlamında konu ele alındığında, olgucu felsefe, sömürücü bir sınıf olarak burjuvazinin kitleleri alıklaştırmak için seferber ettiği araçlardan biri olarak kullanıma elverişlidir (idealist felsefenin diğer kolları gibi). İşte olgucu pragmatizmin bilgi sorununa yaklaşımı: "İnsanın evrendeki durumu bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir. Görür, işitir ama hiçbir zaman anlayamaz". (William James)
Günümüzde yoz Amerikan kültürü olarak da değerlendirilebilinen ve topluma her türlü olanakla empoze edilen yaşam tarzı-dünya görüşünün geri planında bunlar vardır.
Genel olaylar arasında bağ kurmayan, neyin temel, neyin tali olduğunu anlayamayan bireyler, toplumdan da soyutlanarak bireyselleştirilirken tam bir öznelcilik-kişisel çıkarı esas alan bireycilik, günlük yaşamın sıradanlığı, akışı içersinde boy attırılır. Bu noktadan sonra, salt şeylerin, olayların, süreçlerin tekil olarak, biri öbüründen sonra gelen görüntüleri üzerinden "akıl yürütmeler" yoluyla ulaşılan vargılar, kitle iletişim araçlarının görsel ve işitsel olarak mutlak denetimi yoluyla düzenlenebilir ve "kamuoyu" denen şey tüketim alışkanlıklarına kadar her şeyi belirler. Artık olmuş-olanlardan bile yalanlaştırılarak yorumlanması (montaj gerçek ya da kurmaca gerçek) yoluyla "yarınsız ve dünü reddeden bir bugün anlayışının toplumsal ölçekte benimsetilmesi, günlük düşünüp günlük yaşamayı bir nitelik olarak benimsetmek" o kadar güç değildir.
Ülkemiz somutunda, "... Yeni kuşak, içinde bulundukları ilişkilerde her türlü nesnel bilgiden uzak tutulurken; yazılı ve görüntülü basın tarafından kendilerine sunulan hazır kurgusal (montaj) bilgilerle yetinmek zorunda bırakıldılar. Devrim, devrimcilik, devrimci mücadele, örgütsel faaliyet, örgüt vb. hakkındaki tüm bilgiler bu kurgusal bilgilerle sınırlıydı. ... bilgi eksikliği, genel tarihsel bilgi eksikliği, örgütler ve örgütsel faaliyetler üzerine bilgi eksikliği, nesnel bilgi ile kurgusal bilgi arasındaki farklılıkla belirlenen zıtlık olarak ortaya çıkmaktadır. Yazılı basının, romanların, filmlerin, televizyon dizilerinin, aktüel haberlerin kurgusu içinde ve kurgusuyla devrimci mücadeleye ilişkin olarak elde edilen bilgiyle 'bilgi sahibi' kılınan yeni kuşak" için geçerli olan şey, çarpık bilincin nesnel gerçek haline gelmesidir.
Bu açıdan, bir burjuva politikacısının (Ali Şevki Erek-DYP) aktüel bir haber programı sırasında yaptığı yorumda, "bugün ülkede siyaset tıkanmıştır. Bunu görmek için televizyon haberlerine bakmak, gazete manşetlerine bakmak yeterlidir" sözü, bir çokları için veri teşkil eden bir durumu yalınca ifade etmektedir. Evet, bu anlayışla, böyle bir bakışla siyasal olayları ele alma bönlüğü, en fazla, ülkede bir kriz olduğunu, çelişkilerin had (!) safhada olduğunu vb. vb. "tespit" edebilir. Ama bu krizin niteliği, içeriği, tarihsel bağları, sınıfsal konumu vb. üzerine hiçbir şey tespit edemeyecektir. İşte bugün ülkemiz solundaki durum tespitlerinin nesnel gerçekliği kavramaktan uzak, doğru devrimci şiarları tespit edemeyen, doğru ve çözücü olamayan, olayların ardından gelen ya da gelemeyen ve zorunlu olarak politik pasifizme varacak olan nasıl olursa olsun mantığı ile "hareketi her şey" olarak ele alan, doğru ittifakları kuramayan tahlil ve değerlendirmeleri; olayları ele alırken diyalektik yöntem yerine metafizik yöntemi, tarihsel materyalizmin bakış açısı yerine eklektisizmi, olguculuğu geçirmesinden kaynaklanmaktadır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu olguculuk, olgucu felsefe gibi, duyumlarımızın bilgimizin tek kaynağı olduğunu söylemez, hatta Marksizm-Leninizmi "benimsediğini" ileri sürer.
"Revizyonizmin felsefi temeli de, agnostizmden başka bir şey değildir. (Revizyonistler eklektik 'seçmeci' bir yöntemle sorunları ele alıp yorumlarlar. Ancak eklektizmlerinin temelinde agnostisizm 'bilinemezcilik' yattığı açıktır.
Bilindiği gibi, gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle Marksizmin tahlil metodu daima somut durumların somut tahlilidir. Bunun dışında nesnel bilgi edinmenin yolu yoktur.
Ama diyalektik kullanıyorum diye 'somut durumların somut tahlilinde' tahlile tabi tuttuğun sorunu bıraktın mı hapı yuttun demektir. İşte o anda diyalektik yöntem mekaniğe, senin dünya görüşün de bilinemezciliğe dönüşür.
... Bütün parçalarında nicelik farklılıkları içinde yansıdığı gibi parçalar da bütünde aynı biçimde yansır. Yani özel ile genel, genel ile özel arasında sıkı bağ vardır. İşte bu bağı, bu ikili bilme yolunu bire indirmek Marksist diyalektiğe elveda demektir." [4*]
Günümüzde, olgucu düşünce tarzı egemen kılınmıştır. Bir başka deyişle, olguculuk toplumsal ölçekte yaygınlaştırılmıştır. Böyle bir ortamdan doğan ve bu ortamın özellikleriyle şekillenmiş bir örgütsel yapıyla mücadele yürütme süreci ortaya çıkmış durumdadır. Somutun tahlilinde, ister genel, isterse tekil olayların ya da süreçlerin ele alınışında teori ile pratik arasındaki diyalektik ilişki, olgucu yöntemlerle olayların kavranışını göstermekte kullanılmaktadır. Bu durumda, "devrimci teori", algısal gözlem ve kurgusal bilgi üzerine oturtulmakta ve bundan yola çıkılarak gerçekleştirilen eylemler tekrar teorize edilmektedir. Bunun pratikte görünümü, stratejik bir plana dayanmayan, doğru ve çözücü hedeflere yönelmemiş, tekil-parçasal eylemler, birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde olan yanların karşıt konumlara konulması ve somutun nesnel bilgisine dayanan devrimci teorinin "unutulması" olmaktadır. Sol dergilerde, "Eylem Öğretiyor" vb. başlıklarla yayınlanan pekçok yazı, bu durumun en tipik örnekleri olmaktadır. [5*]
Mevcut durum tahlilleri, salt bir olmuş- olanların tespit tutanağı değildir. Herhangi bir özel anda, toplumdaki sınıfların durumunun doğru, gerçeğe uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir çözümlemesi olarak, gelişen olaylara yön veren ana çelişmeleri yakalayarak sürece denk düşen proletaryanın sınıfsal öncülüğünde sınıfsal taktik tavrın belirlenmesidir. Burada söz konusu "an", bir diğer ifade ile, artık geleceği koşullayan bir geçmiş olarak görülebilir. Söz konusu olan şey, toplumsal hareketin sürekliliğidir. Böyle olunca tahlil, ister istemez bazı koşulları veri olarak ele alarak işe başlamak durumundadır, ki bu koşullar geçmiş süreçte kökleri olan ve bugünkü koşulları koşullayan hareketin ana gelişim eksenidir. Apaçık olan şey, mevcut durum tahlilleri, pratikle doğrudan ilişkilenecek politik hedeflerde dinamizmini bulan tahliller olduğudur.
Olguculuğun nesnel gerçekliği doğru olarak kavrayamayışı yanında pratikten kopan, kopartılan niteliği, ortada bir pratik olsa bile, bunun doğru ve çözücü bir pratik olamayacağı açıktır. Her hareket biçiminde olduğu gibi, toplumsal hareket açısından da geçerli olan şey hareketin ister tekil bir süreç olarak ele alınsın, kendi iç özsel nedenleri olduğudur. Bu açıkça karşıtların birliği ve savaşımı diyalektik yasasının gözönünde bulundurulması demektir. Hareket, bu iç çelişkinin koşulladığı sonsuzca akıp giden bir süreklilik içinde bir biçimden bir başka biçime geçiş-oluş-yokoluş sürecidir. Toplumsal hareket açısından da geçerli olan şey toplumu devindiren gücün onun iç çelişkisi olduğudur. Bu çelişkiden bir dizi başka çelişkiler doğar. Herhangi bir anda bir çelişki, baş çelişki olarak karşımıza çıkar. Toplumun bu dinamik yapısı, ona bilinçle yaklaşan için sürekli gözönünde bulundurulması gereken yandır. Bu demektir ki, üzerinde tahlil yapılacak toplum sürekli değişmekte. İşte bu süreklilik içinde değişen koşulları kavrayabilmek açısından, bu hareketin iç bağlantı ve çelişkileriyle tahlili gerekir. Bir diğer yandan, aynı zamanda bu hareket dış koşullar içersinde olduğundan, zorunlu ve kaçınılmaz olarak bütün ile olan ilişkileri-çelişkileri de değerlendirilmek durumundadır. İşte bu bakışla, diyalektik sürecin dışsal yanlarını kavramaya yönelirken, onun içsel yanlarını da değerlendirmeyi gerektirir. Olgucu konumda, gelişen olaylar değerlendirildiğinde, ya bütünden soyutlanmış tekil bir olayla yetinilecek (çünkü, olgucu için bu bütünsellik gözden kaçar) ya da bütünsellik içinde bakarken olayların içsel yanları değerlendirilemediğinden "karmaşık"lık karşısında kavrayamazlığın verdiği aczle olayların gelişimi olay ortaya çıkmadan bilinemeyeceği için —bilimsel olarak bilinebilirlik dışlanarak—, tam bir kendiliğindenciliğe, pasifizme varılır. Böyle bir durumda sınıflar mücadelesinde proletaryaya önderlik edilemeyeceği açıktır. Devrimci teorinin "unutulduğu" koşullarda, şurada ya da burada gelişen tekil olaylara ilişkin değerlendirmeler yapılırken, teoride kendine dayanak bulma olanağı, söz konusu olan eklektizme bilimsellik (!), devrimci teori ile bağdaşırlık (!) görünümü kazandırabilmektedir. Oysa teori bütünseldir ve üstelik kendi kendini aşma gibi, sürekli derinleşip zenginleşme gibi dinamik bir yanı vardır. Olgucu bakışla olayları ele almak, örgütü, günün değişen koşullarına ayak uyduran, uzun dönemli bir plana dayanan eylem yerine günübirlik ivedi çıkarları esas alan bir yaklaşıma götürür. "Özlemi duyulacak olan savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım belli bir anda verilmekte olan savaşımdır." [6*] anlayışı kaçınılmaz hele gelir ki, Lenin'in tanımladığı gibi, bu, "kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin kendisidir". [7*] Yine olgucu bakış, sadece gördüğü oranda, bunun yönünü tayin edemediği oranda, yaşanan koşulların değiştirilmesinden de bahsedilemez. Sonuç, ya hayalciliktir, ki bu durumda koşullardaki her olumsuz gelişme karamsarlıkla dağınıklığı getirir; ya da olanaklı olanla yetinilerek kendiliğindenciliği, sahte ve sola açık bir aktivizmin özünde nasıl bir sağcılığı doğurduğu gözlenir.
Bu konuda belirtilmesi gereken bir diğer nokta, sınıflandırarak kavrama anlayışı değildir sorun olan; sorun, sınıflandırılan bu şeylerin birbirini dıştalar şekilde ele alınması, diğer şeylerle olan bağlantılarının görülmemesi, kendi içsel yanlarının ele alınamayışı, şeylerin kendi kendileriyle özdeş kabul edilmesi şeklinde ortaya çıkan yanılgılardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, salt dışsal gözlemciliğe dayanan akılyürütmeler, şeylerin içsel yanlarını ve bu yanlardan kaynaklanan durumları kavrayamadığı gibi, şeyleri tekil parçasal olarak ele almayı da getirir. İşte olguculuğun bu kavrayışı, birbirleriyle doğrudan ilişkili şeyleri, süreçleri, olguları vb. karşı karşıya koyabilmektedir. Sözgelimi, politik mücadele-askeri mücadele, politik kadro-askeri kadro, politik kitle partisi olma-propagandacılar grubu olarak kalma vb. gibi ayrımlar hep bu mantığın ürünüdür.
Aynı zamanda bu, benzetmeler yoluyla reçeteler üretme şeklinde nesnel gerçeklikten kopmuş, diyalektiğin en elemanter unsurları olan zaman ve mekan kavramlarını gözden kaçıran anlayışlara da götürebilir. Sözgelimi, Sabancıların Mısır'a know-how satmış olması bir olgudur. Ve keza "Türki" cumhuriyetlere yönelik kimi girişimler, yatırım anlaşmaları vb. olduğu da bir olgudur. Buradan, o olguları alt alta toplayıp Türkiye'nin artık bir bölgesel emperyalist güç olduğu anlayışına pekala varılabilir. Benzer şekilde, Ekim Devrimi sırasındaki sanayi proleteri sayısı ile Türkiye'deki sanayi proleteri sayıları karşılaştırılarak, Türkiye devrimi için orjinal fikirler üretilebilmektedir. Böyle durumda nesnel gerçekliğin aslına uygun nesnel bilgisine dayanılmadığı açıktır. Böyle bir değerlendirmede marksist diyalektiğin kırıntısı bile yoktur.
Söylenebilecek olan belki daha pek çok şey bulunur. Ama olayları, olguları analitik bir metodla iç bağlantıları içinde ve sisteme (emperyalist) bağlı olarak ortaya çıkan çelişme ve çatışmalarıyla birlikte değerlendirmek, toplumsal gerçekliğin aslına uygun bir nesnel bilgisini kazandırır. Ancak bu da yetmez. Devrimci teorinin (Marksizm-Leninizmin) kılavuzluğu altında sınıflar mücadelesinde işçi sınıfı başta olmak üzere, diğer devrimci sınıflara önderlik etmek durumunda bulunan devrimci proletarya ve onun örgütlü öncü müfrezesi için mevcut durum tahlilleri, doğrudan pratiğe yönelir ve andaki sınıfsal taktik tavrını devrim stratejisi ile bağlantısı içinde ortaya koymak için gerçekleştirilir. Görüldüğü gibi, mevcut durum tahlillerinde olguculuk, toplumsal hareketin diyalektiğini kavramayan, dolayısıyla (başka şeylerin yanında) onu yönlendiremeyecek olan bir bakış açısıdır. Marksizm-Leninizmden uzaklaştırır ve devrimcileri reel-politikerliğe evrilterek nötralize eder.
"... İyi piyadeler, ama kötü önderler olarak, bunlar bir devrimin maddi ön koşullarını kavramış ve kendilerini ilerici sınıfların başına yerleştirmiş partilerin tarihte oynayabilecekleri ve oynamaları gereken etkin, öncü ve yol gösterici rolü görmezlikten gelerek materyalist tarih anlayışına gölge düşürüyorlar." [8*]
İşte toplumsal hareketi kavrarken, diyalektik ve tarihsel materyalizmin metoduyla olgucu gözlemciliğin karşıtlığı kısaca böyledir.
Dipnotlar
[1*] Marks-Engels: Alman İdeolojisi, s: 72
[2*] Engels, Franz Mehring'e Mektup, 14 Temmuz 1893
[3*] Lenin: Materyalizm ve Ampiokritisizm, s: 45
[4*] Mahir Çayan, Revizyonizmin Keskin Kokusu-I
[5*] Bu türden yazılar, olguculuğun yaygınlığını ve nelere yol açabileceğini çok açık biçimde göstermektedir. Halkın Günlüğü'nde yayınlanan "Savaş Öğretiyor" "dizi"sinde şu konuşmalar aktarılıyor:
"Çaylar yapıldı ve yoldaşlar arasında şakalaşmalar başladı. Birinci saldırı grubunun komutanı İntikam yoldaş:
- Yoldaşlar, ne tür silahlar istiyorsanız, marka verin, herkes bir listede toplasın isteklerini, düşmandan ona göre getirelim. Sonra karışıklık olmasın, kimse 'ben bunu istemedim' falan demesin. Siz bana baştan siparişi verin, silahınızı garanti bilin. Aramıza yeni katılan Serhat yoldaş:
- İntikam yoldaş, benim de saatim yok, bana da bir saat getirirsen sevinirim.
- Yoldaş, vurduğumuz askerin özel malzemesi alınmaz, bu bizim anlayışımıza terstir. Sadece devletin bize karşı kullanmak üzere askere verdiği malzemelere el konulur. Ama istersen sana bir tane G-3 getirebilirim.
Bu konuşmalar esnasında araya giren Aynur yoldaş:
- Yoldaş, bu eylemde öncü benim, öncülüğü kimseye vermem, diyerek İntikam yoldaşa söyleniyordu.
Bahtiyar yoldaş:
- Bu eylemden sonra Diktirofu bırakacağım, onun yerine aldığım MG-3'ü kullanacağım." (Halkın Günlüğü, Sayı: 27, 16-30 Eylül 1998)
Tüm bunların, "çaylar içilirken" yapılan "şakalar" kapsamına girip girmediği pek anlaşılmıyorsa da, ortada ciddi bir konular olduğu ve bunların da önemli bir sorun ortaya çıkaracağı açıktır.
[6*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 63
[7*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 63
[8*] Lenin: İki Taktik, s: 34