KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1998
Eski Oportünizmin
Yeni Yüzü
"Bilimsel sosyalizmin ustaları devrimci savaşı, iktisadi, siyasi, ideolojik mücadele diye tanımlarlar.
Sahip olduğu devlet aygıtı, ideolojisi, kültürü, sanatı ... vb. bilimsel sosyalizmin karşısında bozguna uğramış olan karanlık güçler, zorla, savaşla gelişmesini, güç kazanmasını önleyemedikleri proleter sosyalizminin gelişmesini bir süre de olsa engellemek için, proleter sosyalist saflara sızarak proleter sosyalist teoride tahrifler, sabotajlar yapmaya, devrimci saflarda kargaşalık yaratmaya çalışırlar.
'Tarihin diyalektiği öyledir ki, Marksizmin teorik zaferi, onun karşıtlarını Marksizm kılığına girmeye mecbur eder.'
Bilimsel sosyalist teoride tahrifler yapma ve kafaları bulandırma eylemi mutlaka bilinçle ve art niyetle yapılmaz. İnsanlığın mutluluğu, özgürlüğü vb. gibi yüce amaçlarla yola çıkan kişi, iki bin yılın idealist tortularından salt anlamıyla arınamamasının ve de devrimci teoriyi kavrayamamasının sonucu -proleter sosyalist teorinin lafızlarına kölece bağlanması, sınıf iç güdüsünde devrim yapamamış sözde sosyalist, pratiğe katılmayan bir birey vb.- bilimsel sosyalist teoride tahrifler yaparak, gerici sınıfların hesabına pekala çalışabilir. Bu kişiye literatürde 'objektif olarak ajan' denilir.
Bilimsel sosyalizmin ustaları tehlikeyi başlangıçtan itibaren görmüşler ve bilimsellik kisvesi altındaki bu gerici güçlerin devrimci saflardaki uzantılarıyla, yaşantıları boyunca mücadele etmişlerdir. Bilimsel sosyalizmin gelişimi bir yerde bu sapmalara karşı verilen uzun mücadeleyle hızlanmış ve güç kazanmıştır. Açıkça karşı saflarda yer alanlardan çok daha tehlikelidirler, sosyalist saflardaki gericiler.
Kısaca özetlersek, anti-sosyalist güçlerin, kılık değiştirip devrimci saflara sızarak, bilimsel sosyalist teoride sabotajlar yapmasına literatürde 'oportünizm' denir. Oportünizm bukalemun gibidir. Amacı için giremeyeceği kılık, yapamayacağı şey yoktur.
'Oportünizm çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılığını, o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, gelişme derecesi -gelişme derecesi ile kopmaz bağları bulunan- proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi, dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu devrim aşamasının niteliği belirler. Kısaca denirse, dünyadaki ve ülkedeki hakim ve tali çelişkilere göre oportünizm biçimlenir, kılık kıyafetini ayarlar. Hangi devrim süreci içinde olursa olsun, hangi kılığa bürünmüş olursa olsun oportünizmin değişmez özelliği ideolojik mücadeleden kaçmaktır. Oportünizmin panzehiri ideolojik mücadeledir. Oportünizm devrimci teorinin karşısına hiç bir zaman açıkça çıkamaz.'
Oportünizmin açıkça çıkamamasından anlatılmak istenen şudur: açıkça teorik tartışmalardan kaçınmak, devrimci teoriyi küçümseyerek yalnız pratiğe önem vermek, koşulları ve olanakları uygun ise bilimsel sosyalizmin öğrenilmesine karşı çıkmak ve parti içinde sosyalist eğitimi önemsememek, ülkenin koşullarının uygun olmadığını söyleyerek bilimsel sosyalist teoriye ters düşen kavramlar kullanmak ve aykırı şeyler söylemek ve kanımızca en önemlisi de, bilimsel sosyalizmin ustalarının arkasına gizlenerek, bilimsel sosyalizmin ana metinlerinde tahrifat yaparak, kendi oportünist tezlerini bilimsel sosyalizmin tezleri diye savunmaktır."
Mahir Çayan
Türk Solu dergisi, Sayı: 91, 12 Ağustos 1969
Mahir Çayan yoldaşın, oportünizmin niteliği üzerine bundan yaklaşık otuz yıl önce ortaya koyduğu bu belirlemeler, ülkemiz devrimci mücadelesinin son otuz yıllık sürecinin hemen her döneminde geçerliliğini korumuştur. Bu otuz yıllık mücadele süreci, her dönem, oportünizme ve revizyonizme karşı amansız bir ideolojik mücadelenin verilmesini gerektirmiştir. Kimi zaman bu mücadelede Marksist-Leninistlerin yetersiz kalmalarından dolayı oportünizm ve revizyonizm etkin olmuş ve devrimci mücadelenin yönünü ve rotasını saptırmayı başarabilmiştir. Bir başka deyişle, oportünizm ve revizyonizm, ülkemiz solunda belirli dönemlerde etkin ve yönlendirici güç olarak, devrim mücadelesinin saptırılmasında önemli işlevler yerine getirmiştir.
Che Guevara, oportünizmin ve revizyonizmin devrim mücadelesindeki saptırıcı işlevini şöyle ortaya koymuştur:
"Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çaplı bir gösteri; bir öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir, herşeye yeniden başlamak gerekir.
Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde, halk hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük fedakarlıklar pahasına her yıl alaylarını seferber eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir, yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır... Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika'ya son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını ispat etmek lazımdır..." [1*]
Che ve Mahir Çayan yoldaşın ortaya koyduğu bu oportünizm çeşidi, 1956 sonrasında "Stalinizm" eleştirileriyle birlikte başlayan ve 1991'de SSCB'nin dağıtılmışlığına kadar süren dönemde en etkin güç durumunda olan ve "modern revizyonizm" olarak tanımlanan çizginin niteliğidir. Mahir Çayan yoldaşın özel olarak vurguladığı gibi, modern revizyonist çizginin oportünist niteliği, özellikle Marksizm-Leninizmin ustalarının ortaya koyduğu belirlemeleri tahrif etmeye, onların tezlerini, zaman ve mekan kavramını dikkate almaksızın, kendi amaçlarına göre geçerli ya da geçersiz ilan etmeye dayanmıştır.
SBKP revizyonizminin niteliği olarak ortaya çıkan bu oportünizme karşı, 1960'lardan itibaren yürütülen ideolojik mücadele, giderek etkili olmaya başlamış ve pekçok alanda revizyonizmin etkinliği sınırlandırılabilinmiştir. Ancak ideolojik mücadeleyle yüzü açığa çıkan revizyonizm, her seferinde yeni kılıklarla piyasaya çıkmış ve kaybettiği "mevzileri" yeniden ele geçirmeye çalışmıştır. Ama 1980'lere gelindiğinde, gerek Latin-Amerika'da, gerekse ülkemizde modern revizyonizmin niteliği gizlenemeyecek kadar açık hale gelmesi üzerine, yeni bir yol izlenmeye başlanılmıştır.
1980'lerde modern revizyonizm, Amerikan emperyalizminin dünya çapında başlattığı "demokratik açılım" (Project Democracy) propagandasına dayanarak, "demokratik sosyalizm", "parti içi demokrasi" vb. söylemiyle yeniden güç kazanmaya çalışmıştır. Gorbaçov' un SBKP Genel Sekreterliğine seçilmesiyle birlikte, bu söylem, dünya çapında emperyalist yayın organlarının yardımıyla yaygınlaştırılmıştır.
Modern revizyonizmin uzun yıllardır propagandasını yaptığı "toplumsal ilerleme" tezinin bu yeni dönemde, Amerikan emperyalizminin "demokratik açılım" söylemiyle birleşmesi, modern revizyonizmin gerçek yüzünün açığa çıktığı düşünüldüğünden ilkin fazlaca önemsenmemiştir. Marksizm-Leninizmin evrensel tezlerinin tam bir tahrifatına, yani değiştirilmesine, bozulmasına dayanan "toplumsal ilerleme" tezi, bu sürecin sonucunda, kendi "doğruluğunun kanıtını" bizzatini kendisinin oluşturduğu kaynaklarda bulmaya başlaması, giderek Marksizm-Leninizmin ustalarının belirlemelerinin bir kenara bırakılmasını getirmiştir. Bir başka deyişle, "toplumsal ilerleme" tezinin revizyonist niteliğinin Marksist-Leninist kaynaklarla sergilenişi bu dönemde yetersiz kalmaya başlamıştır. Marksist-Leninist belirlemeler, bu andan başlayarak "gözden düşmüş", diyalektik yöntemin yerine basit uslamlamalar (muhakemeler ya da akılyürütmeler) ile sonuca gitmek geçirilmiştir. Formal mantığın tüm kategorileri, bu uslamlamalarda (muhakemeler, akıl yürütmeler) diyalektiğe aykırı tüm niteliklerine rağmen, en geniş ölçekte kullanılmaya başlanılmıştır. Ve bu kısa bir süre sonra, solda egemen bir tahlil ve vargı yöntemi olmaya başlamıştır. Artık belli ekonomik, siyasal, sosyal vb. olay ve olgular karşısında, diyalektik yöntem bir yana bırakılmış ve her bireyin kendi yaşam sürecinden elde ettiği "mantık" kullanılır olmuştur. Bu da, o güne kadar, sadece Marksist-Leninist partilerin kendi mekanizmaları içinde belirlenen politikaların, asgari düzeyde de olsa belli bir Marksist-Leninist bilgi birikimine ve eğitimine sahip olmayan herkes tarafından "belirlenebileceği" düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Artık, herhangi bir Marksist-Leninist belirleme ya da tez, Marksizm-Leninizme dayanmaksızın eleştirilebilinmektedir. Böylece Marksizm-Leninizme dıştan yapılan bu "eleştiriler" ya da "katkılar", hiçbir biçimde Marksizm-Leninizmin evrensel tezleri ve belirlemeleriyle (pratik ifadesiyle Marksist-Leninist klâsiklere dayanarak) uyumlu olup olmadığı, onlara ters düşüp düşmediği ölçülmeksizin, bir "fikir" olarak solda yer bulmaya başlamıştır.
Amerikan emperyalizminin Marksizm-Leninizme karşı dünya çapında başlatmış olduğu yeni ideolojik saldırının temel dayanağı olan "demokrasi" söylemi, böyle bir gelişme için uygun bir kamuoyunun oluşmasını sağlamıştır. Ve Marksizm-Leninizmin temel ve evrensel belirlemelerini esas alan, Marksist-Leninist ilkeleri önde tutan her yaklaşım, "otoriterizm", "anti-demokratik tutum", "Stalinist parti anlayışı" olarak yargılanmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak "bireyin birey olma zamanının"geldiğini, Marksist-Leninist olmadan önce "birey" olmak gerektiğini, ancak "gelişkin bir bireyselliğin" kişiyi Marksist-Leninist yapabileceğini savunan ve benimseyen insanlar yadırganmaz olmuş ve birey olmak diye sunulan bireycilik ile devrimciliğin çelişmediği, tersine bireyin kendi öz niteliklerinin gelişmişliğinin onu daha iyi devrimci yapacağı şeklindeki propaganda, yeni yetişen genç kuşağı her yönden etkisi altına almıştır.
Bu süreçte, yeni kuşaklara yönelik kitlesel ölçekteki ideolojik koşullandırma, dünyanın oluşumu ve geleceği üzerine bilim-kurgu adı verilen hayali senaryolara dayalı bir popüler "bilimsellik" propagandasıyla desteklenmiştir. Çocuklara yönelik çizgi filmlerden, gençlere yönelik sinema ve televizyon filmlerine kadar her düzeyde yürütülen bu propaganda, bilim-kurgu ile bilim arasındaki farkın kaybolmasına neden olmuştur.
Tüm bunlar, emperyalist burjuvazinin neo-liberalizm olarak tanımlanan yeni politikasına uygun faaliyetler olarak, dünya çapında yürütülmüştür. Felsefedeki karşılığı pragmatizm olan neo-liberal söyleme göre, birey "aklını kullanmalıdır" ve aklını kullanarak birey olarak kendisini daha iyi bir duruma getirebilecektir. Sözcüğün en bilinen karşılığı ile, "aklını kullanan birey", kapitalist sistem içinde kolayca "köşeyi dönebilecektir".
Böylece modern revizyonizmin yeni biçimi ile emperyalizmin yeni propagandası birbiriyle çakışarak, günümüze kadar yeni bir kavrayışa sahip yeni bir "sol" kuşağın ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bilimin, bilimsel bilginin ve bilimsel yöntemin böylesine dışlanışı karşısında, bilimin, bilimsel bilginin ve bilimsel yöntemin öneminin her vurgulanışı ya da bu yöndeki her tutum, yeni kavrayışın mantık sistemi tarafından önsel olarak reddedilmekte ve bunun sonucu olarak da yeni yetişen kuşak arasında etkili olamamaktadır. Devrimci ya da kendisine Marksist-Leninist diyen örgütler açısından bunun sonucu, kitleler arasında etkinin giderek daralması ve yeni kadrolar sağlayamaması olmaktadır. 1970 ve 1980'li yıllarda devrimci mücadelenin darbe yediği ülkelerde, bu gelişme çok daha derin olmuştur. Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, diğer yandan illegal örgütlerin, özellikle de silahlı mücadeleyi savunan ve yürüten örgütlerin emperyalizmin ve oligarşinin yoğun imha operasyonlarına maruz kalmaları, herşeyin daha "farklı" yapılması gerektiği, her işin bir "kolay" yolunun bulunabileceği düşüncesini de yaygınlaştırmıştır. Yine kendi felsefik karşılığını pragmatizmde, politik karşılığını oportünizmde bulan bu düşünce, solda legalizmin ve demokratizmin derinleşmesine neden olmuştur.
Pragmatizmin ve oportünizmin böylesine el üstünde tutulur olması karşısında, burjuva ideolojisine yönelik Marksist-Leninist eleştiri ve mücadele, en bilinen tarzıyla yürütülmeye çalışılmış, ancak ortaya çıkan bu gelişmenin temel yönleri ile dünün temel yönleri arasındaki ayrım gözden kaçırılmıştır. Bu da, bu mücadelenin giderek etkisizleşmesine ve terk edilmesine neden olmuştur. Bunun pratikteki görünümü ise, sol yayınlarda ortaya konulan herhangi bir politik taktiğin ya da belirlemenin, herhangi bir Marksist-Leninist belirlemeyle ya da yöntemle doğrulanmasından uzaklaşılması olmaktadır. Herkes, kendisine "mantıklı" gelen herşeyi, Marksist-Leninist iddiaları ile ve Marksizm-Leninizm adına ortaya koyabilmekte ve bu yönde hareket edebilmektedir. Bu saptamalarının, daha tam deyişle, kendi akılyürütmelerinin Marksizm- Leninizmle ilişkisini sorgulayan ya da ortaya koyan her eleştiri, basit bir söylemle dışlanabilmektedir. İşte yapılanların "politika gereği", "taktik" nedeniyle yapıldığı türünden açıklamalar bu dışlamanın ürünleri olmaktadır. Ve asıl önemlisi, bunların kendilerini izleyenlere çok "mantıklı" gelmesidir. Doğal olarak, pragmatik ve oportünist olmayan her yaklaşım "akılsızlık" olarak yorumlanmaktadır.
İşte bu "akılsızlara" "akıl veren" çok bilinen bir örneği okuyalım:
"Türkiye soluna baktığımızda ise, dünyadan en kopuk, gelişmelerden en kopuk, ne söylediği belli değil, söylediğine inandığı da belli değil, adeta havanda su dövüyor.
Şimdi bu tutumdan vazgeçmek gerekiyor. PKK'yi tanısınlar demiyorum, buna ne niyetimiz var, ne de bunu gerekli görüyoruz. Ama çok ciddi bir oluşum, bölge dengelerini bile zorlayan bir oluşum, ABD'yi bile zorlayan bir oluşum neden Türkiye gruplarını ilgilendirmiyor, zorlamıyor. İnsan bu sol adına gerçekten utanıyor tabi. Karın doyurmak için bile, APO piriminden veya PKK priminden payını almak için biraz politika yapmaları gerekiyor. Kendi halkının içinde biraz yer bulabilmek için PKK'nin örgüt gerçeğini, PKK'nin yönetim gerçeğini, PKK'nin önderlik gerçeğini değerlendirmeleri gerekiyor.
Tekrar söylüyorum bunu en iyi Türk ordusu yapıyor. Mesela çarpıcıdır vereceğim örnekler. Biz bu orduyla savaşıyoruz ama ben bravo diyorum Türk ordusuna, bizim gerillaya da söyledim. Başlangıçta Türk ordusu hata üstüne hata yapıyordu. Halkla ilişkilerinde, yine taktiklerde hata üstüne hata yapıyordu. Sonra hepsini bizden öğrendi. Çünkü biz açık konuşuyoruz. Ve en iyi halkla ilişkileri şimdi Türk ordusu yürütüyor... Bunları Türk soluna söylüyoruz, 'ben duymadım, görmedim' diyor. Sen politika yapamazsın o zaman. Sen hiçbir şeyden anlamıyorsun, sen hiçbir şeyde kafanı çalıştırmıyorsun. O zaman aç kalırsın, o zaman halk içinde metelik kadar yerin olmaz, ki nitekim durum da öyledir.
Bunları düzeltin diyoruz. 'PKK bize dayatmada bulunuyor' diyorlar. Biz Türk ordusuna dayatmada bulunuyor muyuz? Hayır! Öğreniyor sadece, öğreniyor ve uyguluyor." [2*]
Bu sözlerin içinde yer alan kimi genelleştirmeler, örneğin Türk ya da Türkiye solu sözleriyle yapılan genelleştirmeler bir yana bırakılacak olursa, verilen "akıl"ın, basit bir "aklın yolu birdir" mantığından başka bir şey olmadığını okuyucu görecektir. Ancak önemli olan, bu sözlerin böylesine kolayca söyleniyor olmasıdır. Bunun, A. Öcalan'ın "elindeki gerillalar"ın sayısından (ya da soldaki söylemle söylersek, "pratikte varolmasından") kaynaklanan bir "güven" ürünü olmadığı bilinmek zorundadır. Böylesine pervasız konuşmaların, yukarda ortaya koyduğumuz gelişmelerin ortaya çıkardığı uygun bir zemin olmaksızın yapılamayacağını herkes bilmek zorundadır. Çünkü, "Türk halkıyla devrime de, devletle siyasal çözüme de varım" diyebilen bir mantığın kendisini dışavurabilmesi ve tepkisiz karşılanabilmesi için, uygun bir zemin olmak zorundadır. Çünkü böylesi bir mantık, PKK'nin hiçbir biçimde güvenilebilir bir müttefik olamayacağını ortaya koyar ki, buna rağmen PKK ile bir dizi ittifak ya da ittifak protokolu yapılamazdı. Hele ki, yukarda aktardığımız "akıllı olmanın" yolunu ortaya koyan ifadeler içinde geçen "aç kalırsın" ya da "karnını doyurmak için bile" sözleri, ancak uygun bir ortamda ifade edilebilir niteliktedir. Devrim mücadelesinde "aç kalanlar" ya da "karnını bile doyuramayan" kadrolar olmadıkça bu sözler edilemeyeceği gibi, verilen "akıl"a uygun bir mantığın olmadığı yerde de geçerli olamayacağı ortadadır.
"Akıllı olmak", "kafayı çalıştırmak" türünden günlük sözcüklerle yapılan "politika", sözcüğün tam anlamıyla oportünizmden başka birşey değildir. Siyasal oportünizmin, oportünizm sözcüğünde ifadesini bulan "fırsatlardan yararlanma"cılık, yani fırsatçılık olması ile "akıllı olmak" ve "köşeyi dönmek" anlayışıyla olan uyumu, 1980 sonrasındaki oportünizmin hareket zeminini oluşturmuştur. Devrim mücadelesinin somut durumların somut tahliline göre belirlenen değişik taktiklerle yürütülmesi, uygun olanaklardan ya da fırsatlardan yararlanması (uygun konjonktür kavramı) ile oportünizmde ifadesini bulan "fırsatlardan yararlanma" arasındaki sınır çizgisinin belirsizleşmesi, hemen her zaman oportünizmin solda egemen unsur haline gelmesine neden olmuştur. Mahir Çayan yoldaşın açıkça belirttiği gibi, bu sınır çizgisinin belirginleştirilmesinin tek yolu, oportünizme karşı amansız bir ideolojik mücadelenin yürütülmesidir. Ve bu mücadele, yine Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde vurguladığı gibi, Marksist-Leninist teorinin kılavuzluğunda yürütülmek zorundadır. Marksist- Leninist teoriyi küçümseyen her girişim, oportünizmi güçlendirmekten başka bir işleve sahip olmayacaktır.
Oportünizmin genel nitelikleri ile onun değişik dönemlerde ve ülkelerde değişik kılıklara girmesi bilinmediği sürece, oportünizmin genel niteliklerinin ortaya konulmasının tek başına yeterli olmayacağı da açıktır. "Oportünizm bukalemun gibidir. Amacı için giremeyeceği kılık, yapamayacağı şey yoktur."
Mahir Çayan yoldaşın oportünizmin niteliğini ortaya koyarken sıraladıklarını yeniden okuyalım:
"... açıkça teorik tartışmalardan kaçınmak, devrimci teoriyi küçümseyerek yalnız pratiğe önem vermek, koşulları ve olanakları uygun ise bilimsel sosyalizmin öğrenilmesine karşı çıkmak ve parti içinde sosyalist eğitimi önemsememek, ülkenin koşullarının uygun olmadığını söyleyerek bilimsel sosyalist teoriye ters düşen kavramlar kullanmak ve aykırı şeyler söylemek ve kanımızca en önemlisi de, bilimsel sosyalizmin ustalarının arkasına gizlenerek, bilimsel sosyalizmin ana metinlerinde tahrifat yaparak, kendi oportünist tezlerini bilimsel sosyalizmin tezleri diye savunmaktır."
Görüldüğü gibi, oportünizm:
1) Açık teorik tartışmalardan kaçınır,
2) Devrimci teoriyi küçümser ve yalnız pratiğe önem verir,
3) Bilimsel sosyalizmin öğrenilmesine karşı çıkar, sosyalist eğitimi önemsemez,
4) Kavram kargaşası ve çarpıtması yapar,
5) Bilimsel sosyalizmi tahrif eder, kendi tezlerini bu tahrifatlar yoluyla bilimsel sosyalizmin tezleri diye sunar.
İlk bakışta, oportünizmin bu niteliklerinin, her oportünistte ya da oportünist çizgide kendisini doğrudan ve bütün olarak dışa vurmadığı görülecektir. Kimi oportünistler, açık teorik tartışmadan kaçınırken, bir başkası teorik tartışma paravanası altında Marksizm-Leninizmin evrensel tezlerini tahrif eder; bir üçüncüsü, bilimsel sosyalizmin öğretilmesine karşı çıkarken, bir diğeri bilimsel sosyalist eğitim adı altında Marksizm-Leninizmin belirli koşullar için ortaya koyduğu ve değişen koşullarla değişmiş olan belirleme ve tezlerini kendi kadrolarına öğretir. Oportünizmin böylesine değişkenlikler göstermesi, aynı zamanda oportünistlerin kendilerinin oportünist olmadıklarını kanıtlamak için kullanabilecekleri uygun bir fırsat da yaratır. İşte bu yönleriyle oportünizmin, amacına varmak için yapamayacağı şey yoktur.
Somuttan bir örnek vermek gerekirse, bu konuda yeterince örnek sergileyen PKK pratiğine bakmak yeterlidir.
PKK'nin daha kuruluşundan itibaren egemen olan anlayışının, zaman içindeki evrimi ve ulaştığı mantıki sonuçlar, burada ele alınamayacak kadar çok yönlüdür. Bu nedenle burada sadece PKK'nin çizgisinde egemen olan pragmatizmin ürünlerine değinmekle yetineceğiz.
Denilmektedir ki, PKK, Marksist-Leninist ideolojiyi terk etmiştir.
Kanıt: Amblemlerinden orak-çekici çıkartması.
Kanıt: Marksist-Leninist söylemi terk etmesi.
Kanıt: Kendi saflarında dini propaganda yapması.
Kanıt: A. Öcalan'ın kendisinin Marksist-Leninist olup olmadığına ilişkin olarak verdiği yanıtlar.
Eleştiri ile eleştirinin somut örnekleri, kanıtlar onlarca verilebilinir. Ancak tüm bunlara rağmen, eleştirilerin etkili olmadığı, kolayca "çürütülebilindiği" pratikte görülecektir. Doğal olarak, bundan çıkartılacak ilk "mantıklı" sonuç, PKK'nin eleştirildiği gibi olmadığıdır.
İkinci olarak, yöneltilen eleştirinin her somut olgusu, bir başka somut olgu tarafından kolayca dışlanmaktadır.
Örneğin, PKK'nin amblemindeki çekiç-orağı çıkartması olayı, aynı zamanda "reel sosyalizm" söylemiyle ya da dogmatik olmamak söylemiyle kolayca dışlanabilmektedir.
Anımsanabileceği gibi, PKK, 1995 tarihinde yapılan amblem değişikliğini şu gerekçelerle açıklamıştı:
"Bu değişikliğin gerekçesi ise, orak-çekicin işçi-köylü ittifakını temsil ettiği, reel sosyalizmin bir sembolü olarak günümüz koşullarında klasik kaldığı, yine dönemi temsil etme konusunda yetersiz kaldığı, PKK gibi bir hareketin yenilenmiş bır sosyalizmin temsilcisi olarak reel sosyalizmden çok ayrı özellikler taşıdığı, yine PKK'nin insanlık hareketini temsil etmek iddiasında olduğu, özgür gelişmeyi esas aldığı, bu nedenle reel sosyalizmin ağırlıklarını taşımayı reddettiği, orak-çekiç işleminden başlayarak bunu göstermek istediği." [3*]
Marksizm-Leninizmle az ya da çok tanışıklığı olan herkesin bildiği ilk gerçek, çekiç-orağın işçi-köylü ittifakını temsil ettiğidir. Ve yine herkesin bilebileceği gibi, işçi-köylü ittifakı, gerek demokratik halk devriminde, gerekse sosyalist devrimde proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin amaçlarını ve programını biçimlendirir. Bu bağlamda, hiçkimse, kendisine Marksist-Leninist ya da devrimci yahut sosyalist diyen hiç kimse, devrim programını bir yana bırakmaksızın ve devrimin sınıfsal niteliğini reddetmeksizin, işçi-köylü ittifakını reddedemez. Ve hiç kimse, işçi sınıfının köylülükle ittifak kurmaksızın iktidarı ele geçirebileceğini düşünemez ve bunu savunamaz. Tersi bir düşünce, proletaryayı, burjuvazi karşısında yalnız bırakmak ve köylülüğü burjuvazinin müttefiki olarak proletaryanın karşısına çıkarmak demektir. Dünya devrim tarihi bu düşüncelerin ortaya çıkardığı sayısız yenilgilere tanıktır.
Diğer taraftan, proletaryanın, yani işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi sınıf mücadelesidir ve tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına yönelik bir mücadeledir. Bunu bilmeyen tek bir Marksist-Leninist ya da sosyalist yoktur. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde temel müttefiki köylülüktür. Ancak bu müttefik, feodalizmin temel sınıflarından birisi olan köylülük değil, kapitalizm koşullarında farklılaşmış ve sınıfsal ayrışmaya uğramış köylülüktür. Dolayısıyla, işçi sınıfının köylülükle ittifakı, demokratik halk devriminde anti-feodal hedefler içersinde, feodal sömürü altında bulunan köylülükle yapılan bir ittifaktır. Bu bağlamda, işçi sınıfının devrimin bu aşamasındaki ittifakı olan köylülük, köy proletaryası, köy yarı-proletaryası, yoksul köylüler ve orta köylülerdir. Sosyalist devrim aşamasında, işçi sınıfının ittifakı, köy proletaryası, köy yarı-proletaryası ve yoksul köylülerle olan ittifak şeklinde ortaya çıkar. Bu nedenle, devrime katılan ve devrimi gerçekleştiren sınıfların çıkarları, demokratik halk devrim ve sosyalist devrim programlarında ortaya konulur. Ve nihai hedef, dünya komünizmi olarak, tüm sınıfların ortadan kaldırılması, yani insanlığın gerçek ve tam kurtuluşudur.
İşte çekiç-orak, böylesine bir tarihsel mücadelenin, sınıf mücadelesinin bir simgesidir, dolayısıyla, insanlığın gerçek kurtuluşuna kadar bu mücadeleyi simgeleyecektir. Ve hiç kimse, bu gerçekleri bir yana bırakarak, çekiç-orağı "reel sosyalizmin bir sembolü" diyerek küçümseyemez, karalayamaz. SBKP yönetimde modern revizyonizmin egemen olması, SBKP'nin çekiç-orak ambleminin çok uzun bir dönemden beri dünya komünistleri tarafından kullanıldığı gerçeğini gözlerden gizleyemez.
Tüm bunlar bir gerçekken, PKK'nin emperyalist ülkelerle geliştirmeyi planladığı "siyasi" ve "diplomatik" ilişkiler için kendisine "önerilen" bir koşulu yerine getirmesinin üstünü kapatmak için, öyle bir gerekçe ortaya konulduğu herkesce bilinmek durumundadır.
Bunlarla birlikte, PKK'nin "yenilenmiş bir sosyalizmin temsilcisi" olarak sunulabilinmesi için, öncelikle "yenilenmişlik" ortaya konulmak zorundadır ve bunun ne denli sosyalizmle bağdaştığı ya da onu "yenilediği" bilimsel olarak gösterilmek zorundadır. Bu yapılmadığı sürece söylenecek her söz, herhangi birinin ortaya çıkıp, kendisinin yeni bir sosyalizm bulduğunu söylemesi arasında bir fark olmayacaktır. Yoksa "biz insanlığı temsil ediyoruz" diyerek, insanlık tarihinin köleci toplum içinde yaşadığı bir dönemde üretilmiş felsefeleri sosyalizm diye sunmak, belki pekçok kişiye mantıklı gelebilse de, ne tarihsel olarak, ne de bilimsel olarak gerçek olmayacaktır.
Kurtuluş Cephesi'nin Ocak-Şubat 1995 tarihli 23. sayısında yer alan "PKK'nin İdeolojisinde Sosyalizm, Toplum, Ütopya ... Ve Bir Partinin Tasfiyesi" adlı yazı ile Kasım-Aralık 1995 tarihli 28. sayısında yer alan "PKK'nin Felsefesi" yazısında PKK'nin "insanlık hareketini temsil etme" mantığı ile eski Yunan felsefesi ile, özel olarak da Eflatun (Platon) felsefesi ile ilişkisi açıkça ortaya konulmuştur. A. Öcalan'ın sık sık kullandığı "insanlık cumhuriyeti"nin Eflatun'un ütopyasını ortaya koyduğu "Cumhuriyet" adlı kitabından alındığı ortadayken, birilerinin bunu "yenilenen sosyalizm" olarak lanse etmesi ya da sanması, hiçbir şekilde "akıllılıkla" açıklanamaz.
Yine yukarda PKK'ye yönelik eleştirilerin somut olgularından olan Marksizm-Leninizmin dışlanması konusu da, benzer bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Genel olarak PKK'nin din karşısındaki konumu ve dini propagandayı öne çıkarması, yukardaki gelişmelerle birlikte ele alındığında, PKK'nin kuruluş bildirgesinde ifade ettiği Marksist-Leninist bir örgüt olmaktan çıktığını açıkça göstermesine rağmen, bunun doğru olmadığını düşünenlerin sayısı çok daha fazla olmuştur. Ve A. Öcalan'la görüşmeye giden ve kampları "ziyaret eden" kimi zevatın, "kamplardaki militanların sistemli olarak Marksist eğitimden geçirildiği"ne tanık olduklarını her fırsatta ortaya koyuşları düşünülecek olursa, bu eleştirinin etkisiz kalmasına şaşırmamak gerekir. Ama aynı olgu, yani her fırsatta PKK'nin Marksist olduğuna ilişkin kanıtlar ileri sürülmesi olgusu, aynı zamanda bu yöndeki eleştirinin ne denli etkili olduğunu da açıkça gösterir. Ancak bir örgütün Marksist olup olmadığının salt birkaç deneysel (ampirik) gözlemle ortaya konulamayacağını her Marksist bilmek zorundadır. Sorun, Marksizm sorunu değildir. Sorun, pragmatizm ve oportünizmdir.
Aşağıda aktaracağımız sözler, ilk kez 1983 yılında yayınlanmış olup, Ocak 1994 tarihinde Weşanen Serxwebûn tarafından 63 sıra numarasıyla yeniden yayınlanmış olan A. Öcalan imzalı "19. yüzyıldan günümüze Kürdistan Gerçeği ve PKK Hareketi" adlı kitaptan alınmıştır.
Okuyucunun kendi zihninde (belleğinde) bulunan kimi PKK belirlemeleri ile salt burada aktaracağımız belirlemeler arasında kuracağı ilişki/ilişkisizlik konuyu daha açık hale getirecektir:
"Herşeyden önce, bu devlet (1923' de kurulan Türkiye Cumhuriyeti kastediliyor-K.C), anti-emperyalist yönü kısır olsa da, ilk defa emperyalizme karşı gelişen bir ulusal kurtuluş hareketi sonucunda ve Ekim Devrimi'nin yol açtığı gelişmeler temelinde kurulan bir devletti... Kendi türünden devletlerin -günümüzde bloksuz ülkeler hareketi içinde yer alanların- ilk örneği olan Türkiye Cumhuriyeti, bu özelliği yüzünden Sovyetler Birliği tarafından emperyalizme karşı sürekli desteklenmiş ve ayakta tutularak güçlendirilmek istenmiştir.
Gerçi bu dönemde bugünkü gibi bir bloksuz ülkeler hareketi yoktu. Türk devleti de böylesi bir yapı içinde yer almıyordu. Fakat devlet olarak TC'nin 1923'lerden sonraki konumu bloksuz olmasıydı. Yani bu devletin uluslararası arenadaki yeri böyleydi. Türk devletinin bu konumu Türk burjuvazisi için epeyce yararlı olmuş ve ona gelişme olanağı sağlamıştı. Türk burjuvazisi bir yandan Sovyetler Birliği'ne dayanarak emperyalizmden tavizler koparmış, öte yandan emperyalizme teslim olmamakla Sovyetler Birliği'ne yardımda bulunmuştur...
Türk burjuvazisinin bu yeni iktidarı katıksız bir burjuva diktatörlüğü ve aynı zamanda yarı-feodal kesimin çıkarlarını da bağrında barındıran bir devletti. Ancak bu devleti faşist bir devlet olarak tanımlamak yanlıştır. Çünka faşist devletler bu dönemde belli bir ulusal hareketin sonucunda değil, daha ziyade kapitalist ülkelerde burjuva iktidarlarının çöküntüye doğru gittiği ve proletarya iktidarının gündemde olduğu bir ortamın sonucu olarak doğuyordu. Örneğin Almanya'da, İtalya' da ve öteki bazı Avrupa ülkelerinde faşist devletlerin doğması böyle bir ortamda gerçekleşmişti. Bu nedenle Anadolu ulusal kurtuluş hareketi sonucunda doğan bu devleti faşist bir devlet olarak nitelemek doğru değildir. Fakat onun faşist bir devlete benzeyen veya daha sonra onu bu biçime sokabilecek özellikler de vardır...
Bu nedenlerle kemalist diktatörlük faşist bir diktatörlük olarak tanımlanamaz.
Türk burjuvazisinin sınıf olarak zayıflığı, feodal kalıntıların oldukça güçlü olması ve öte yandan proletarya hareketinin de eli kulağında olması, kemalist diktatörlüğün bir tür askersel diktatörlük, bonapartist diktatörlük ve bunlara benzer bir diktatörlük biçimi olarak tanımlamamızı gerektirmektedir." [4*]
"... Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi, Kemalizm, daha çok yabancı işgal koşullarında bir anlamı olabilen, milli burjuvazinin henüz gelişmediği bir dönemde uygulanma olanağı bulabilen bir akımdır... Türk ulusal kurtuluş hareketi sınırlı da olsa emperyalizme karşı olmak gibi bir öze sahiptir.
... günümüz Türkiye'sinde kemalizmin uygulanma şansı yoktur. Zaten kemalizm kapitalizmi geliştirip bir Türk milli burjuvazisi yarattıktan sonra anlamını yitirmiştir. Daha sonra büyük burjuvazinin doğmasıyla birlikte, kemalizm artık bir sınıfın hizmetinde olan ideolojik bir propaganda aracıdır...
Bugün Türkiye halkı ... kemalizmi ya da Atatürkçülüğü daha iyi anlamakta, onun günümüzdeki biçimi veya karikatürünün neye hizmet ettiğini daha iyi görmekte ve kendisini bu korkunç aldatmacadan kurtarmaya çalışmaktadır." [5*]
Görüldüğü gibi, A. Öcalan imzasıyla 1983 yılında yayınlanan kitap, hemen hemen tüm solda genel bir kanı gibi yerleşmiş görünen Kemalizm'in faşizm olduğu, bir faşist dikatörlük olduğu şeklindeki kanının tam tersi görüşler içermektedir. Daha ötesi, 1980'lerde Türkiye'de bir "kemalist diktatörlük" olduğu şeklindeki saptamaya karşı çıkmaktadır.
Bu, tüm süreç içinde, PKK'nin nasıl evrildiğini ya da kendisinin eski görüşlerinden nasıl uzaklaştığını göstermesi açısından belli bir örnek olarak ele alınabilir. Ancak, aynı görüşlerin 1994 yılında yeniden yayınlanması, hiç de böyle bir görüş değişikliğinin olmadığını zımni olarak (üstü kapalı olarak) ifade etmektedir. Tersi bir açıklama yapılmadığı sürece, 1983 tarihli değerlendirmelerin 1994 tarihinde de geçerli olduğunu düşünmemek olanaksızdır. Ortada geçersizliğine ilişkin bir açıklama da olmadığına göre, PKK'nin Kemalizm değerlendirmesinin, yukarda ortaya koyduğumuz biçimde olduğunu söylemek gerekmektedir. Ama PKK'li ya da PKK eğilimli kimle konuşulursa konuşulsun, tereddütsüz bir biçimde Kemalizmin faşist bir diktatörlük olduğunu,bugün ülkede kemalist bir diktatörlüğün olduğunu söyleyecektir. İşte, teori ile pratik, soyut belirleme ile somut kavrayış arasındaki bu farklılık, hemen her zaman oportünist bir tutumun sürdürülebilmesi için uygun bir zemin teşkil eder.
Ve aynı şekilde, 1983 tarihinde ilk kez yayınlanmış bir metnin, 1994 yılında yeniden yayınlanması, PKK'nin Marksizm-Leninizm karşısındaki konumuna ilişkin olarak yöneltilen eleştirileri ve belirlemeleri, zımni olarak etkisizleştirir. Böylece, uygun zemin, aynı zamanda, hiçbir eleştiriye yanıt vermeksizin o eleştirilerin etkisizleştirilmesi yönünde etkide bulunur. Bu da, bilinçsiz bir kitle içinde, PKK' nin "bu türden eleştiricileri kendisine muhatap almadığı" şeklindeki "büyüklük" imajını daha da güçlendirir.
Ancak 1980 sonrasındaki gelişmeler, salt bu türden bir sonuç üretmekle kalmamaktadır. Artık belli bir "bilinç" egemen durumundadır ve bu "bilinç" her türlü bilimsel temelden uzak, popüler bilgi kırıntılarına dayanan bir bilinç durumundadır. Dolayısıyla, sonuçlar, salt bilinçsiz bir kitle içinde değil, aynı zamanda solda, yani belli bir "bilinç"e sahip olduğu önsel olarak kabul edilen kesimler arasında da aynı ölçekte ortaya çıkmaktadır.
Bu durum, solda hemen her düzeyde kendisini yeniden üreten bir niteliğe ve yaygınlığa sahip olmuştur. Giderek bu durum, ne anlama geldiği sadece bireyin kendi anlayışına kalmış kavramlarla konuşmaya yönelmiştir. Bir şeye "kitlenmek", bu durumun en tipik sözcüklerinden olmaktadır. Yine aynı şekilde, bu kavram çarpıklığı, bir konuda bir belirleme ya da görüş ortaya koymak yerine, "biz başka türden komünistleriz" demekle yetinmek, "şuna ters düşer miyiz, şuna benzer miyiz" "düşüncelerinden uzak durmak" şeklinde ortaya çıkmakta ve her türlü teorik konu, günlük sohbet ya da konuşma çerçevesinde ortaya konulmaktadır. 1980 öncesinin kitlelere yönelik ajitasyon aracı olarak oportünizm tarafından kullanılan "işçi Memet" söylemi, neredeyse teorik belirleme haline gelmiştir. Bu konuda verilebilecek en tipik örnek Hİ Kurtuluş'un her sayısında yayınlanan "abi" söylemine dayanan "Halk Sınıfı" yazı dizisidir. [6*]
Bu gelişmenin ortaya çıkmasında belirleyici olgu, ülkemiz devrim mücadelesinin tarihinin unutturulması ya da çarpıtılarak yeni kuşaklara aktarılması olmuştur. Özellikle 1980 askeri darbesinden sonraki ilk yıllarda 1980 öncesinin "solcuları"nın, gerek bilimsel görünüm altında, gerekse roman vb. sunuşla devrimci mücadelenin dününü çarpıtmaları, kaçınılmaz olarak yeni genç kuşağın çarpık bir tarih bilincine sahip olmalarını sağlamıştır. Bu çarpık bilinç, sonal olarak, "dün dündür, bugün bugündür" anlayışıyla belirlenmiştir. Pragmatizmin bu en tipik ifadesi, solda sözcüğün tam anlamıyla felsefik çarpıklığını dile getirmiştir.
Kendilerini "felsefeci" gibi sunanlardan "tarihçi" gibi sunanlara kadar bir dizi "solcu", her yönden bilinçleri baskı altına almış ve yoğun bir çarpıtma propagandasına maruz bırakmıştır. Y. Küçük'ün binlerce sayfalık kitapları ile "kırmızı kaşkolu"; M. Belge türünden "entellektüellerin" kültür adına Osmanlı feodal kültürünü sunuşları ile "entellektüel sakalları", mevlevi yelekleri, televizyonlardaki popüler kültür bombardımanıyla birleşerek, yeni bir kuşağın "imajı" haline getirilmeye çalışılmıştır. Az çok bilimle, bilimsel bilgiyle ilgilenen ya da öğrenmek isteyen her yeni genç unsur, bu ideolojik çarpıtmanın alanı içine girmekten öte birşey yapamamıştır.
Şöyle dün, yeni kuşakta oluşturulan yeni çarpık tarih kavrayışına göre "çok eskiden", bundan sekiz yıl önce söylenilmiş şu sözlere bakalım:
"Mahir'in görüşlerini aşmaktır. Mahir Çayan sağ olsaydı, belki de 20 yıl önce yazmış olduklarını, bugünün Türkiyesi için savunmayacaktı... çünkü, üretici, yaratıcı insan hiçbir zaman eski ürettikleriyle, söyledikleriyle yetinmez, onlara bağlı kalamaz. Üretici insan hem kendini, hem de ürettiklerini sürekli yeniden üreterek ilerler." [7*] (abç)
Görüntüde DS'ye yönelik bir eleştiri yazısının girişinde yer alan bu sözlerin sahibi "efsanevi gerilla", "yıllardır yakalanamayan terörist", "Denizlerin arkadaşı" T. Töre'dir. Burada Mahir Çayan yoldaşa ilişkin yapılan yakıştırmaları bir yana bırakırsak, akıl yürütmeden çıkan sonuç, 1980 sonrasındaki ideolojik çarpıtmanın boyutlarını çok net ortaya koymaktadır: Kişinin kendi söylediklerine bağlı kalmaması gerektiğini bir fazilet, bir nitelik gibi sunan bu çarpık beyin.
Ve bu çarpık beyin, aynı yerde şöyle devam eder:
"... İdeolojik-teorik üretim, bir parti ya da örgütün kapasite ve hiyerarşik sınırları içinde değil, Marksizm-Leninizmin geniş sınırları içinde yapılmalı ve parti-örgüt bu geniş malzeme içerisinde kendine uygun olanı seçme olanağına kavuşmalıdır." [8*] (abç)
İşte eklektik anlayışın tipik bir ifadesi: "Kendine uygun olanı seçme".
Bu ve benzeri konularda ülkemizin son on yılında sayısız örnekler vardır.
Kendisini "Haydar Kutlu" kot adıyla sunan ve ülkeye "büyük dönüş" yapan T"K"P'nin "son genel sekreteri" olmak ünvanına sahip olan bir başka kişinin sözlerini okuyalım:
"Teori politikaya yaklaştığı ölçüde, partinin teorik çalışmaları partinin merkez disiplininden (parti üyelerinden değil, tersine onlar daha çok katılmalı) görece bağımsızlaşmalıdır. Marksist teori, yalnız Marksistlerin tartışmasıyla sınırlı olmamalı, Marksist olmayan aydınlara, bilim adamlarına da açık olmalıdır." [9*] (abç)
İşte modern revizyonizmin ülkemizdeki iki temsilcisi, T. Töre ve N. Yağcı, 1980'lerin sonlarına gelinirken, bu sözleri çok açık bir biçimde ifade edebilmişlerdir. Elbette, bu sözlerin Marksizm-Leninizmin belirlemeleriyle kesinkes karşıt konumda olduğunu belirleyebilmek çok kolaydır, ancak Marksizm-Leninizmin kendisinin bir bilgi kaynağı, bilimsel bir teori, bir bilimsel otorite, bir eylem kılavuzu olması gerçeği dışlandığı koşullarda, bu belirlemeyi yapmak, sanılanın ötesinde neredeyse olanaksızdır. Yeni yetişen genç kuşak, bu ve benzeri sözleri, eski, yıllanmış "komünist" lerin ağzından duyarak beslenmişlerdir. Doğal olarak, onlar için, artık bilimselliği tartışılabilen, "günümüzün gerçeklerini açıklamada yetersiz kalan" bir Marksist-Leninist teori vardır. Bu teori, kendi kaynakları bir yana bırakılarak, kendisine "aydın" ya da "bilim adamı" diyen herhangi bir kişi tarafından ele alınabileceği gibi, herhangi bir örgüt ya da parti ilişkisi içinde de olunması gerekmemektedir.
Burada, ülkemizde 1980 sonrasında ortaya çıkan çarpıklıklara ve bunun yaratmış olduğu çarpık bilinçlere ilişkin sayısız örnek vermek olanaklıdır. Ve bu örneklerin, tek tek Marksizm-Leninizm açısından ne anlama geldiğini ve Marksizm-Leninizmin açık bir inkarı niteliğine nasıl sahip olduklarını ortaya koymak da olanaklıdır. Ancak ortaya çıkan genel durum, asıl olarak, böyle bir yaklaşımın etkisizleştirilmesine yöneliktir. Dolayısıyla, bu yönde yapılan her faaliyet, değerlendirmenin, önsel olarak reddedildiği bir ortam oluşturulmuştur. Böyle bir ortamda, artık bilimsel ölçütler, ilkeler hiçbir değere sahip değildir. Tek ölçü, pratikte etkin olan birşeyler bulmak ya da ona sahip çıkmaktır. Örneğin, eğer açık bir biçimde "aşkın ve biranın partisi" olmayı ilk başlangıçta kabul etmeye cesaret edilememişse, bunun tek nedeni, bu sözlerin nasıl bir tepki alacağının bilinememesindendir. Ama aradan geçen zaman, "aşkın ve devrimin partisi" sözlerini yaygınlaştırmış ve "kitle"den önemli bir tepki almak yerine, "sempati" yaratmışsa, hemen bunu sahiplenebilmek, ancak böyle bir ortamda olanaklıdır.
Ortaya konulanlar eleştiriliyor ve eleştiri etkili oluyorsa, bundan kurtulmanın yolu, pratik söylemdir. "Kaç kişisiniz?", "neredesiniz?", "pratikte ne yapıyorsunuz?" sözleriyle, bu söylemi yinelemek yeterli olacaktır. Ne de olsa (böyle olduğu bilinmese de), "gerçeğin ölçütü pratiktir". Ama Marksizm-Leninizmin bu belirlemesi ile pragmatizmin pratik anlayışı taban tabana zıtmış, bu onları ilgilendirmeyecektir. Sorunun, salt pratikte değil, pratiğin neyin ölçütü olduğu ve pratiğin neye göre değerlendirildiği olduğunu bilmekte olduğunu söylemek ise, sadece "havanda su dövmek" olacaktır.
İşte 1980 sonrasında ortaya çıkan durum, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, oportünizmin, pragmatizmin ve eklektizmin her alanda kendisini güçlendirmesi ve Marksizm-Leninizmin yerine geçirilmesi sonucunu doğurmuştur.
1980 sonrasında Marksizm-Leninizme yönelik saldırıların boyutları anımsandığında, yeni genç kuşağın bilincinin nasıl çarpıtıldığını anlamak zor değildir. 1980'lerin sonlarına doğru M. Belge'nin "Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek" adlı kitabı ve bu kitap etrafında yapılmış olan tartışmalar, akılyürütmeler, bu bilinç çarpıklığının ne yönde yaratıldığını gösterecek niteliktedir. Bu kitabında M. Belge şöyle yazmaktaydı:
"Marksizmin bütün dünyada ciddi bir gerileme gösterdiği bir dönemdeyiz... Marksizmin, bu durumu genel olarak hak etmediği kanısındayım. Yani Marksizmin amaçları (özgür ve eşit insanları yaşatacak bir toplum kurma projesi) ve bunları gerçekleştirmek için geliştirdiği düşünsel yöntem (maddeci tarih anlayışı) bence hâlâ geçerli, ayrıca da bu yolda şimdiye kadar üretilmiş teoriler arasında hâlâ en sağlamıdır...
Bir çok ülkede ve bu arada Türkiye'de sosyalizmin ancak silahlı bir mücadeleyle başarıya ulaşacağı kanısı yaygındır. Buna tam olarak katılmıyorum. Bir tür demokrasi, politik kararlara temsili parlamenterist ölçülerde de olsa halk katılımı alışkanlığı edinilmiş ülkelerde silahlı mücadele geçerli bir yöntem değildir... Hayatın genel mantığı, sorunların silahla çözülmesine yatkın değildir. Bu da aslında iyi bir şeydir, bir gelişkinlik gösterir.
Bu bağlamda en önemli sorun Türkiye'de sosyalist bir gelecek tasarlamak, bu işe bir an önce girişmektir...
Sunduğum çabaların gerçekleştirilmesi için de teorik çerçeve olarak Gramsci'nin tezleri ele alınabilir...
Sosyalizmin dili nasıl olmalıdır? Bu sorunun yanıtını vermeye çalışırken gayri ortodoks bir önerme yapıyorum: Sosyalizm, popüler olmaktan korkmamalıdır...
Marksist yayınlarda hep aynı betimlemelerle karşılaşılır. 'Halkın mücadelesi yükselmekte', 'kapitalizmin krizi derinleşmekte'dir vb...
Bundan ötürü sosyalizmin dili ve söylemi üstüne ciddi bir şekilde düşünmek, iletişimin düzeylerini ayrı ayrı incelemek, amaca uygun söylem tarzını bulmak gerekir.
Son olarak Marksizme 'mümince' bir sadakatım yok. Her düşünce yanlışlıklar ve boşluklar içerir. Önemli olan genel doğrultudur...
Bu bağlamda 'diyalektik maddecilik' denilen düşünce tarzının, kaynaklandığı Hegel felsefesiyle birlikte bir geçerliği kalmadığı kanısındayım. Hangi matris içinde işlediği hiç bir zaman belli olmayan, gelecek konusunda hiç bir somut öngörü imkanı sağlamayan bu teorinin inandırıcı bir açıklamasını da hiç bir metinde görmedim. Dolayısıyla, bilimselliği engellediğini, güçleştirdiğini düşünüyorum.
Marksizmin 'bilimselliği'nin de zaman içinde çarpıtıldığı kanısındayım. Bu, özellikle 'işçi sınıfının bilimi' gibi sonradan yapılmış yakıştırmaların sonucudur. Özellikle Marksizm, başka şeylerin yanı sıra 'bilimsel tavır alma'yı içerir. Ama 'Marksizm bilimdir' demek yanlıştır ve vahim sonuçlara yol açabilir."
Görüldüğü gibi, 12 Eylül sonrasında hemen her alanda hareket serbestliği tanınan M. Belge, kendi "kişisel" düşüncelerini söylüyor görünümü altında Marksizmi alabildiğine çarpıtmıştır. Üstelik bununla da yetinmeyip, mevcut düzenin tüm iletişim araçlarını kullanarak, Marksizmin yerine Marksizmle ilişkisi olmayan yeni şeyler konulması gerektiğini yıllarca yazabilmiş, çizebilmiş ve söyleyebilmiştir. Marksizm hakkındaki ilk teorik bilgilerini legal basından alan her yeni genç insan için, bunlar belli bir önyargı ve bilinç oluşturmuştur. Tek tek altını çizdiğimiz cümleler ya da sözcükler üzerinde düşünüldüğünde ve bunların Marksist-Leninist belirlemelerle ilişkisi araştırıldığında görülecek olan çarpıklıklar ve çarptırmalar, bu sözlerden çıkartılan "mantıki sonuçlar"la solda önemli bir etkiye sahip olmuştur. Elbette bu sonuç, salt M. Belge'nin kendisiyle gerçekleşmemiştir. Gerek legal olanaklardan yararlanmak amacıyla, gerekse 12 Eylül askeri darbesinin yoğun terör ve baskı uygulamalarından kurtulmak amacıyla hareket eden pekçok devrimci unsur, belli bir dönem böyle bir söylemi kullanmak ve sürdürmek durumunda olmuşlardır. 1990 sonrasında solda belli bir gelişme ortaya çıktığında pek azı ortalıkta kalan bu unsurlar, M. Belge'nin dilinden ifade edilen mantığı ve söylemi sola miras olarak bırakmışlardır. Ve artık, popüler olmak, popüler bir dil kullanmak, Marksist-Leninist kaynaklara dayanmaksızın "düşünceler üretmek", "politika yapmak" sorgulanmaksızın yaşamın her alanında egemen olmuştur.
Şüphesiz bu sonuçlar, salt belli bireylerin öznel istemleriyle belirlenmemiştir. Solda kendince "politika yapmak" isteyen her birey, öncelikle kendisine legal alanda yer bulmak zorunda kalmış ve bunun içinde bu mantığa uygun ve bu söylemle düşüncelerini açıklamak durumunda olmuştur. Bir devrim mücadelesinin yenilgisinden ya da bastırılmasından sonra dünyanın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan bu türden "legal Marksistlik", yani Marksizmin içinin boşaltılmasına dayanan ve Marksizmi burjuvazi için tehlikeli olmaktan çıkartan bir anlayış, 1980 sonrasında ülkemizde de ortaya çıkmış ve egemen olmuştur.
O günden bugüne miras kalan, popüler söylem ile diyalektik materyalizmin dışlanması olmuştur. Popüler söylemin boyutları ve soldaki yaygınlığı için fazla birşey söylemeye gerek yoktur. Bunu hemen her sol yayında kolayca görmek olanaklıdır. Aynı şekilde diyalektik ve tarihi materyalizmin ne denli değersizleştirildiğini ve dışlandığını her yayında görmek mümkündür. Bu yan, aynı zamanda popüler söylemi destekleyen ana yan durumundadır. Diyalektik ve tarihi materyalizmin her dışlanışı, popüler söylemlerin ve politikaların kolayca yer bulmasını sağlamıştır. Ve en tehlikeli sonuç da burada üretilmiştir.
Marksizm-Leninizmin özü olan diyalektik ve tarihi materyalizmin bilimsel olmadığının ilan edilmesi ve dışlanışı, Marksist-Leninist teorinin kesinkes dışlanışını getirmiştir. Böylece solda ortaya atılan her düşünce ya da politik tutum, salt bireylerin kendi akılyürütmeleriyle değerlendirilmeye çalışılmış ve de eleştirilmiştir. "Hiçbir somut öngörü imkanı sağlamayan" diyalektik ve tarihi materyalizm, "somut öngörü imkanı sağlayan" pragmatizmle yer değiştirmiştir. Bütün bunlar, 1980'den günümüze kadar sistemli olarak gerçekleştirilmiştir.
Böyle bir sonuç ortaya çıktıktan sonra, yavaş yavaş tüm sol örgütler ve bireylerin, bu ortamın ürünü olması ve bu ortama göre "politika" yapmaya başlamaları kaçınılmaz bir gelişme olmaktadır. Artık, eski belirlemeler, ilkeler, stratejiler, çizgiler bir yana bırakılmakta ve "başka tür olmak" geçerlilik kazanmaktadır. Böyle bir çarpıklık içinde akıl almaz şeyler üretilebilmekte ve bunlar devrim adına, devrimcilik adına kolayca sunulabilmekte, kendisine solda yer bulabilmektedir. Marksizm- Leninizme göre, bir politik kitle örgütlenme biçimi olan Sovyetler, yani işçi ve köylülerin iktidar organları, kolayca "halk meclisleri"ne devriklenebilmekte, ama Marksizm-Leninizmin Sovyetler konusundaki belirlemeleri kolayca yok varsayılabilmektedir.
Böyle bir ortam bir kez oluştuktan sonra, herşey artık çok kolaydır. Örneğin, böyle bir ortamda "üretilmiş" bir kitle çalışması çizgisi şöyle ifade edilebilmektedir:
"Mahalli çalışma nasıl başlar?
Bugün biliyoruz ki, büyük kentlerin varoşları sistemin ve rejimin zayıf karnıdır. Bu, bizlerin nefes alacağı coğrafya anlamına gelir. Çalışmayı mahalleden fabrikaya/okula veya okuldan/fabrikadan mahalleye gibi ikilemle ele almamak gerekir. Bu ilişki çalışmanın yapıldığı mahallenin durumuyla belirlenir... Bizim amacımız tam da komün denilebilecek bir mahalle yönetimi, bir yerinden yönetim oluşturmak olmalıdır...
Komünal çalışma bugünkü koşullarda ortak kazan kaynatmaktan ortak alışverişe; eğitim ve sağlık imkanı yaratmaktan, gençlere sportif ve kültürel gelişme olanakları yaratmaya; kendi yerel gazete ve radyomuzu örgütlemekten kendi öz savunma birimimizi (güvenlik) oluşturmaya kadar, burjuva toplumunu eleştirmekten kendi ideolojik eğitimimizi sağlamaya kadar, çocuklara yönelik her türlü baskıyı ve sömürüyü ortadan kaldırmaktan kendi alanımızda kadın erkek eşitliğini sağlamaya kadar, erkek egemen kültürü aşarak özgür aileler yaratmaya kadar varolan yönetimi denetlemekten, kendi alternatif yönetim organlarımızı oluşturmaya kadar bir dizi çalışmayı içerir.
Komünal çalışma bireylerin bugünden yönetmeyi öğrenmesi, politika üretmeye katılması, daha da önemlisi bireylerin ve toplumun sistem dışına kayması, yani özgürleşmesi demektir. Çalışmaya evlerden, sokaklardan, kahvelerden başlamalıyız. Örneğin bugünkü koşullarda Türk-Kürt, alevi-sünni halkın içiçe geçtiği bir mahalleyi seçmek ve çevre mahalleler için örnek haline getirmek, tercihte öncelikli olmalıdır. Olumlu tek bir örnek yarattık mı etkimiz kısa sürede çevreye yayılacaktır." [10*]
İşte, 1980 sonrasında ülkemiz solunda oluşan ve oportünizmin her türü için yaşam kaynağı sağlayan ortamın tipik bir ürünü. Nereden ele alınırsa alınsın, her yönüyle anti-Marksist bu ifadeler, böyle bir ortamda, çok kolaylıkla insanlara "mantıklı" gelecektir, çünkü çok açık bir biçimde ne yapılacağını, yani "pratiği", yeni kuşağın bir dönemler eski devrimcilerin ağzından sıkça duydukları sözcüklerle ifade etmektedir. (Bilindiği gibi, bu tür "komün" sözcüğü, asıl olarak cezaevlerinde kullanılır. Dolayısıyla "içerden çıkmışlar"la ilişki içinde olan her kişi, bu "komün"lere yabancı değildir.)
Burada sözü edilen "komün" ile Marksist-Leninistlerin sözünü ettikleri komün, yani komünist toplumun birimi olarak komün arasında hiçbir ilişki yoktur. Ancak yukarda ortaya konulan biçim ve kapsam, sanki bunlar bir ve aynı şeylermişcesine ifade edilebilmektedir. Bu nedenle, ilk bakışta, toplumun komünist örgütlenmesinin bugünden başlatılması olarak sunulması yadırgatıcı gelmeyecektir. Ama Marksizm-Leninizmi az çok bilen birisi, komün ile komünist toplum ve komünlerin oluşturulmasının koşullarının ustalar tarafından açık ve net bir biçimde ortaya konulduğunu bilecektir. Ve bunu bilen bir kişi, kaçınılmaz olarak, bu tür ifade ve tanımların, insanları aldatmaktan, onlarda yanılsamalar üretmekten başka bir anlama gelmediğini görecektir.
THKP/HDÖ Sosyalist Devrim Programı'nda komünlere ilişkin olarak yapılmış belirlemeyi kısaca anımsatalım:
"Sosyalist ekonominin uzun dönemdeki temel birimi olan komünler, ilk dönemde tarım ve sanayi alanlarında örgütlenmiş kollektif üretim ve yönetim birimlerinin birleştirilmesiyle oluşturulabilir. Kapitalizmden çıkıldığı andan itibaren ve çıkılır çıkılmaz komünlerin kurulmasına girişmek, ütopik olduğu kadar, kaynak ve emek savurganlığına yol açtığı deneyimlerle görülmüştür. Proletaryanın iktidarı elegeçirdiği bazı ülkelerde kurulmuş olan sanayi ve tarım komünlerinin, birer komün karikatürü olmaktan öteye gidememiş olmalarının nedeni de budur.
Tarımsal üretimin kollektivizasyonu, kollektif çiftliklerden tarım komünlerine doğru gelişim süreci olarak ele alınacaktır. Bu bağlamda, küçük-üreticilik sorunu, doğrudan tarım komünlerinin oluşturulması ve giderek kent ile kır arasındaki çelişkinin aşılmasıyla orantılı olarak çözümlenecektir. Ancak, yalın olarak komünlerin tarımsal nitelikte kalmaları, giderek küçük-meta üretiminin daha geniş ölçekte üretilmesine yol açarak sosyalist inşada bozulmalara yol açacağı göz önüne alınacaktır. Bu nedenle, tarım komünleri ile sanayi komünlerinin birleştirilmesi hedefine bağlı olarak, öncelikle tarım ve sanayi kollektiflerinin düzenli bir ilişkisi geliştirilmek zorundadır."
Görüldüğü gibi, komün örgütlenmesi, devrim öncesine ilişkin olmaması bir yana, demokratik halk devrimi aşamasına ilişkin bile olmayan bir örgütlenmedir. Toplumun sosyalist örgütlenmesine ve sosyalizmden komünizme geçiş koşullarının yaratılmasına ilişkin bir örgütlenme olan komün, yukarda ifade edildiği gibi, sosyalist toplumun inşası sorunsalı çerçevesinde ele alınabilecek niteliktedir. Ve herkes bilmek durumundadır ki, toplumun sosyalist ya da komünist örgütlenmesi için, önsel olarak politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmiş olması şarttır. Bu ön koşul olmaksızın, değil komün örgütlemekten, komünden söz etmek bile hayaldir.
Yine Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin bilebileceği gibi, başını Alman SDP'sinin çektiği II. Enternasyonal dönekleri, politik iktidar ele geçirilmeden ve hatta ele geçirilmesi için, mevcut kapitalist ilişkiler içinde sosyalist toplumun gerekli kadrolarının yaratılması ve yetiştirilmesini savunmuşlardır. Lenin'in II. Enternasyonal döneklerine karşı yürüttüğü ideolojik mücadelede belirleyici yere sahip olan bu sav, tarihin açık biçimde tanıtladığı gibi, ne uygulanabilme olanağına, ne de teorik olarak savunulabilme olanağına sahip olmuştur. Ta ki 1968'lerde ABD'de çeşitli toplulukların (ki bunlara popüler dilde "hippiler" adı verilmiştir) oluşturduklarını söyledikleri "komün"e kadar. Bunların da sosyalizmle hiçbir ilişkisi olmayan marjinal topluluklar olduğunu, bugün bilmeyen hemen hemen yok gibidir. (Bu konuda "68'liler" söylemi ile öğrenci hareketi içinde yapılan propagandanın niteliği ve mevcut öğrenci kitlesi arasında nasıl yansı bulduğu ayrı bir yazı konusudur. Şu kadarını belirtelim ki, kendisini ÖD Partisi olarak tanımlayan kesimler, kendi yoz ilişkilerini, bu tür söylemlerle yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar.)
Bu ifadelerin önsel olarak yanlış olabileceğini düşünen ya da az ya da çok bildiği Marksist-Leninist bilgiyle bunların yanlış olduğunu belirleyebilen her kişi, bu sözleri ele aldığında karşılaşacağı güçlük düşünülemeyecek boyutta olacaktır. Derinliğine ele alındığında, bu sözlerin her sözcüğünün, her cümlesinin, belki anlatılması yüzlerce, binlerce sayfa tutacak kadar çok bilimsel bilgiye ya da saptamaya aykırı olduğu görülecektir. Ve yine görülecektir ki, tümüyle belli bir oluşumun 1980 öncesindeki çizgisinin yeni sözcüklerle ifadesinden başka birşey değildir. Varılacak yer, DY'nin 1980 öncesinde niteliğini belirleyen "direniş komiteleri" olacaktır. Sonuç ise, kendilerinin şu sözleriyle bugünden bellidir:
"Yetmişlerin sonlarına gelirken Devrimci Yol'un aşırı saldırgan eylem eğilimlerine karşı kimi zaman frenleyici ve mücadeleyi kitlesel bir direniş hattında tutarak iktidar mücadelesini tabana yayma ve küçük yerel birimler düzeyinde sürdürme yönündeki bir siyaset ve eylem çizgisi izlemesinin (Fatsa'nın 'Kızıldere'nin hem eleştirisi, hem de devamı' olmasının) nedenlerini bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir." [11*] (abç)
Eğer dün, dün ise, bunlar bugündür. Dünü olmayanların, hiçbir zaman yarınları da olmayacaktır. Tüm gerçekler, tüm geçmiş açıkça ortada olmasına rağmen, bunlar ortama uygun bir tarzda ve dünle bağları silikleştirilerek yenidenleştirilebilmektedir. Ve bu gerçek ortada olmasına rağmen, solda pekçok samimi unsur ya da örgütlenme, olayları, olguları ve söylemleri, yeni birşeymişcesine ele alabilmekte ve dünle olan bağları kopartarak (oportünizmin yaşam damarları) değerlendirebilmektedir. Mevcut her türden oportünizmin geçmiş ile bağlantılı olarak ele alınması, bu bağlantılar içinde kavranılması ve sonuçlarının tarihsel deneyimlerle sergilenmesi, soldaki bu yaklaşım tarafından yadırganıyor olması bile, 1980 sonrasındaki ortamın ne denli derinlere kök saldığını göstermeye yetmektedir. Oportünizmin niteliğinin bu sergileniş tarzına karşı gösterilen tepki ya da ilgisizlik, sadece oportünizmin ustalaşmasıyla açıklanabilecek bir olgu değildir. Bu tepkisizlik ya da ilgisizliğin temelinde 1980 sonrasında oluşan ortamda devrimci gıdalarını almak zorunda kalmış yeni kuşağın doğru bir biçimde eğitilememesi ve ortama karşı direnilmemesi yatmaktadır. Devrim mücadelesinde ne denli içten, samimi ve kararlı olunursa olunsun, oportünizme karşı mücadelede gösterilen en küçük bir eksikliğin onarılamaz sonuçlar ürettiğini, pekçok sol örgütün tarihi yeterince göstermiştir. Oradan buradan dersler almak yerine, devrim tarihinden dersler çıkarmak, her gerçek devrimcinin yapması gereken temel görevlerden birisidir.
Bu bağlamda Mahir Çayan yoldaşın Haziran 1970 tarihinde yayınlanan "Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine" başlıklı yazısındaki şu sözleri anımsatmakta yarar vardır:
"Meseleleri bilen bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi, bu yazılar aslında eleştiri konusu bile olamayacak kadar çelişkiler, kavram karışıklıkları ve rastgele yapılan alıntılarla doludur. Hatta böyle bir yazıyı eleştiri konusu almanın gereksiz zaman harcaması olduğu bile ileri sürülebilir. Fakat biz bu yazıların, iyi niyetli, yürekli fakat ideolojik aydınlığa sahip olmadıklarından dolayı hasbelkader yeni oportünizmin saflarında yer alan birkaç arkadaşın kafalarını daha da bulandıracağını düşünerek gerçekten sıkıcı olan bu işi omuzladık. Bizi buna zorlayan diğer bir etken de, bilimsel sosyalizmin ustalarının her çeşit sapmaya karşı 'cehaletin ürünü olanları bile' ciddiye alarak bunlarla mücadele etmeleri ve bizim bu devrimci tutumdan ders almamızdır. Yankee emperyalizminin işgali altındaki ülkemizde proletaryanın devrimci mücadelesi emperyalizme ve onun uzantısı olan oportünizmin her türüne karşı verilecek sert mücadelelerle güçlenecektir."
Bizler, oportünizme karşı mücadelede, her zaman bu belirlemeleri esas aldık. Bu bağlamda, Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında, oportünizmin değişik görünümlerini, oportünist tahrifatları ve anti-Marksist-Leninist belirlemeleri ele aldık, eleştirdik ve niteliklerini ortaya koyduk. Bu konularda yeterli olduğumuzu hiçbir zaman düşünmedik. Oportünizmin kılıktan kılığa girme özelliği, amacına ulaşabilmek için herşeyi yapabilme özelliği ve hepsinden önemlisi sürekli olarak beslendiği küçük-burjuva ilişkilerin ülkemizdeki egemenliği, oportünizme karşı mücadeleyi sürekli kılmayı zorunlu hale getirdiğini söyledik ve söylüyoruz. Oportünizmin tahrifatlarını, verdiği zararları tümüyle ortadan kaldırmak elbette olanaksızdır. Ancak oportünizme karşı sürekli ve kararlı mücadelenin, onun etkisini sınırlandıracağı ve etki alanını daraltacağı unutulamaz.
1980 sonrasında dünya çapında Amerikan emperyalizminin Marksizm-Leninizme karşı başlattığı ve tüm basın-yayın organları ile yürüttüğü ideolojik saldırı ve buna paralel olarak "adam satın alma" politikalarının uygulanması, askeri darbeler yoluyla gerçekleştirdiği kitle pasifikasyonu ortamında genel bir depolitizasyon süreci başlatmış ve bu süreçte devrimci kadrolar her yol kullanılarak imha edilmeye çalışılmıştır. Silahlı devrimci örgütlere yönelik operasyonlar yıllarca sistematik bir biçimde sürdürülmüş ve legalizm bu operasyonlar karşısında zayıflamış ya da bunalmış örgütler için bir çıkış yolu olarak sunulmuştur. İşte dün tüm nitelikleri açığa çıkmış oportünistler, böyle bir ortamda yeniden piyasaya çıkartılmış ve "legal" yolların köşe başlarında tarihsel işlevlerini yerine getirmek için çalışmalarına izin (eski deyimle icazet) verilmiştir.
Sola yönelik bu uygulamalar yürütülürken, buna paralel olarak kitle ölçeğinde depolitizasyon her yol kullanılarak sürekli kılınmaya çalışılmıştır. Kitlelerin politikadan, politik ilişkilerden uzak tutulmuşluğu, açık biçimde geri-bıraktırılmış ülkelerdeki suni dengenin sürdürülmesi ve korunması açısından belirleyici konuma getirilmiştir. Silahlı devrimci örgütlere yönelik asker ve polis operasyonları (siyasal zor), bu durumun devamı için parçada sürekli görünür kılınmıştır. Böylece politika dışında bıraktırılmış milyonlarca insan kitlesi ile sürekli imha operasyonu tehdidi altında faaliyet yürüten yüzlerle ifade edilecek kadar az sayıda kadroya dayalı devrimci mücadele geri-bıraktırılmış ülkelerin genel görünümü haline gelmiştir. Kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler, geçmişle kıyaslanamayacak boyutlara ulaşmış ve kitleler bu araçlarla yoğun bir ideolojik bombardıman altına alınmışlardır. Askeri darbelerle pasifize edilmiş, sindirilmiş ve evlerine kapatılmış kitleler, onlarca televizyon kanalından binlerce dizi, film vb. ile yüzyüze getirilmiş ve bunlar aracılığıyla ideolojik olarak koşullandırılmaya çalışılmıştır. Gorbaçov dönemiyle birlikte Marksizm- Leninizme karşı modern revizyonizmin ideolojik tahrifatı, emperyalizmin kitle iletişim araçlarıyla yaygınlaştırılmıştır. Gorbaçov'un yazdığı kitaplar, dünyanın tüm dillerinde aynı anda yayınlanarak, bu tahrifat her yana yayılmıştır. Tek tek ülkelerde ise, emperyalizmin ve oligarşinin siyasal zorunun en kapsamlı kullanıldığı bir ortamda eski "solcular"ın kaleminden çıkma yazılar birbiri ardına basılmaya başlanmıştır. 1990'a gelindiğinde, o güne kadar kitlelerin az ya da çok sosyalist olarak tanıdığı ülkelerdeki partiler, kimi zaman açık zor kullanarak, bir günde tasfiye edilmiştir. Artık neyin ne olacağının bilinmediği, kimin neye inanacağının tam olarak belirsizleştiği bir ortamda, adına "medya" dedikleri basın-yayın organlarının oportünistleri her fırsatta bir "uzman" olarak sunmaları gündeme gelmiştir. Kimi zaman haber bültenlerinde, kimi zaman "siyaset meydanları"nda boy gösteren oportünistler, düne kadar yazılı olarak sürdürdükleri propagandayı sözlü ve görüntülü olarak yapmaya başlamışlardır. T. Özal'ın "alışırsınız" sözleri gerçekleşmiş, bu duruma "alışılmıştır". Alışılmadık olan, sadece Marksizm- Leninizmin savunulması, Marksist-Leninist belirlemelerin kılavuzluğu ve Marksizm-Leninizmin saptadıklarının doğrulanması olmuştur. "Dogmatikler", "dinazorlar", "çağdışı kalmışlar" diye değersizleştirilmeye çalışılan Marksist-Leninistlerin yaşamın somutluğunda gerçeğin tek temsilcisi olduğunu her kanıtlayışlarında, karşılarına oportünistler çıkartılmıştır. Ve onlar 1980 sonrasında oluşturulan depolitizasyonun ve ideolojisizleşmenin yarattığı ortamdan beslenerek işlevlerini yerine getirmeye yönelmişlerdir.
Böyle bir süreçte, oportünistlerin tahrifatlarının ve niteliklerinin sergilenmesi her zamankinden çok daha zorunludur. Ancak günümüzde oportünizmin beslendiği ortam ve bu ortamın oluşturduğu bilinç çarpıtmaları bir yana bırakılarak, salt oportünizmin ürünleri ile tek tek uğraşmak yeterli olmayacaktır. Bu nedenle, kullanılabilir tüm araçlarla emperyalizmin bilinçlerde yarattığı çarpıklıklar, somut her görünümde ele alınarak açığa çıkartılmak zorundadır. Bu bilinç çarpıklığının, neredeyse tüm bireyleri birer pragmatik ve oportünist bir kavrayışa yönelttiği her somut olay ve görüngüde ortaya konulması gerekmektedir. Devrim mücadelesinde gerçekten samimi ve kararlı olan her kişinin ve örgütün, bu bilinç çarpıklığı ortamında nesnel olarak oportünist ve pragmatist bir yöne savrulabileceği hiç unutulmamalıdır. Ve bu bağlamda Engels'in şu belirlemesi tüm Marksist-Leninistler için özel bir öneme sahiptir:
"Günün geçici sorunları karşısında büyük temel düşüncelerin bu unutuluşu, geçici başarılar uğruna girişilen bu yarış ve sonal amaçları göz önünde tutmadan çevrede verilen savaşım, bugünün sonuçlarına feda edilen hareketin geleceği, bütün bunların belki de 'namuslu' nedenleri vardır; ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır; ve 'namuslu' oportünizm belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir." [12*] (abç)
Dipnotlar
1* Che Guevara: Latin-Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi, Politik Yazılar, s: 109-110
2* Özgür Politika, 9 Şubat 1998
3* Serxwebûn, Sayı: 158, Şubat 1995
4* A. Öcalan: 19. yüzyıldan günümüze Kürdistan Gerçeği ve PKK Hareketi, s: 156-157
5* A. Öcalan: 19. yüzyıldan günümüze Kürdistan Gerçeği ve PKK Hareketi, s: 277-278 ve 319
6* Ülkemiz solundaki yeni durumu en açık biçimiyle ortaya koyan bu yazı dizisi, aynı zamanda geçmiş dönemin pek çok revizyonist görüşlerinin ortaya konulduğu bir yazı dizisidir. Örneğin, son sayılarda "Selim abi"nin "sınıfı" "emperyalizm" konusunu "işlemiştir". "Selim abi"nin bir sorusu üzerine "öğrenciler"den "Selma" şöyle diyebilmektedir: "... kapitalizmin eski devrevi bunalımlarının emperyalizmde çok sık tekrarlanan sürekli bir genel bunalıma dönüştüğünü anlatmıştık". Şüphesiz THKP-C "mirası"nı az çok bilenler, kapitalizmin devrevi buhranları ile emperyalist dönemdeki sürekli ve genel bunalımın ne denli farklı olduğunu bilecek durumdadırlar. Aynı şekilde, "Ömer" hazırladığı bölümü anlatırken, "I. paylaşım savaşı, işte bu bunalımın sonucu olarak ortaya çıktı ve bu aynı zamanda emperyalizmin I. bunalım dönemi olarak ifade edilir." demektedir. Ancak yazı dizisinin "okuma parçası" bölümünde Stalin'in "Leninizmin Sorunları" kitabından yapılan aktarmada ise şunlar okunmaktadır: "Bu savaş dünya kapitalizminin tüm sistemini sarstı ve böylece onun genel bunalım dönemini başlattı." Bu türden birbiriyle çelişen ifadelerin yanında, yapılmış bazı saptamalar vardır ki, hiçbir emperyalizm tahlilinde kolay kolay bulunamaz: "Tekelci burjuvazi, 'fırsat bu fırsattır' deyip muazzam kârlar ediyor. Savaş içindeki devlet de ister istemez tekellere daha bağımlı hale geliyor. Savaş koşullarında (emperyalistler arası paylaşım savaşından söz ediliyor-K.C) küçük ve orta işletmelerin büyük bir bölümü iflas ediyor ya da zorla kapatılıyor, meydan hepten büyük patronlara, tekellere kalıyor." Oysa ki, herkes, emperyalizmin, tekellerin ve mali sermayenin egemenliği olduğunu, dolayısıyla devletin de bu tekellerin devleti olduğunu ve emperyalistler arası savaşın, emperyalist tekellerin dünya pazarlarını yeniden paylaşma isteminden kaynaklandığını bilir.
Sanırız, emperyalizm ve emperyalizmin bunalım dönemleri gibi devrim teorisini, stratejisini belirleyen bir konu ele alınırken, popüler söylem çok fazla işe yaramamaktadır. Belki de biz yanılıyoruzdur! Belki de, ortaya çıkan bu türden çelişik ifadeler, "öğrenciler"in "derslerine" iyi hazırlanmamış olmalarından kaynaklanıyordur! Bu durumda, ya "Selim abi", "öğrencilerini" yeniden eğitecektir, ya da böylesine popüler söylemle teori yapmaya kalkılmayacaktır. Karar, şüphesiz kendilerine aittir.
7* T .Töre: Yeni Çözüm Sol Tutuculuğu Aşmalıdır, Emek, Sayı: 9, s: 10-11
8* T. Töre: Yeni Çözüm Sol Tutuculuğu Aşmalıdır, Emek, Sayı: 9, s: 10
9* Nabi Yağcı: Yeni Açılım, Sayı: 15, s: 21
10* Yeniden, Sayı: 29, s: 23, Kasım 1997
11* Yeniden, "Devrimci" Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 13-14, Mayıs 1997
12* Engels: Erfurt Programının Eleştirisi, Seçme Yapıtlar, C: III, s: 528