KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1998
"Marks'ın, Engels'in ve Lenin'in düşüncelerine
layık olduğumuzdan eminiz"
Fidel Castro
Küba Komünist Partisi 5. Kongre Raporu - 8 Ekim 1997
Değerli konuklar,
Delege yoldaşlar,
İki gün sonra, 10 Ekim'de, 4. Kongre'yi yapmamızdan bu yana tam 6 yıl geçmiş olacak. Bu kez 10 Ekim'den iki gün önce, 8 Ekim'de, Che'nin Bolivya'da bacağından yaralanmasının, silahının namlusunun parçalanmasının, tabancasının mermilerinin tükenişinin ve ertesi günü onu acımasızca katledecek olanların eline geçmesinin 30. yılında başlıyoruz. Az önceki konuşmalarda söylendiği gibi, bu 5. Kongre'ye, Che' nin değerli anısı ve unutulmaz görüntüsü eşlik etmektedir.
4. Kongre'de, yazılı bir rapor hazırlamamaya karar vermiş ve sadece bilgileri biraraya getirmiştim. Ve bu bilgilerle o çok önemli anda delegelerle konuşmuştum.
Bu sefer, geçen yıllarla ve önde gelen görevlerimizle ilgili herşeyi tahlil etmek için sayısız belge okuduktan sonra ve milyonlarca insan tarafından tartışılarak hazırlanan tarihsel politik belgeleri de düşünerek, bu kongrenin yapacağı tartışmaların ve tahlillerin temel çıkış noktası ve hedefi olan ve de tüm delegelerce tartışılarak hazırlanan ekonomik çözüm tasarısını da düşünerek, başka bir belge hazırlamaktan vazgeçtim ve geçen seferki gibi yapmaya karar verdim.
Bu sayede, gerekli düşünceleri tüm içtenlik ve doğallığı ile ifade edebileceğimi umuyorum ve bu sayede, geçen yıllarda insanlarımızın gerçekten kahramanca gerçekleştirdiği tarihi şeylerin sentezini yapmaya çalışacağım.
4. Kongre için Santiago de Cuba'da biraraya geldiğimizde, sosyalist blok henüz ortadan kaybolmuştu, Sovyetler Birliği yeni gitmişti. 2 yıl önce, iki yıldan az bir zaman önce, sosyalist blokun ortadan kaybolabileceğini ima etmiştik. 10 Ekim'de Sovyetler Birliği'nin de ortadan kaybolabileceğine inanıyordum. Bu, insanlık tarihinde inanılmaz, önceden tahmin edilemez birşey ortaya çıkaracaktı, fakat ülkemiz ve devrimimiz için de her açıdan aşırı derecede zor olacaktı. İnsanlarımız kendilerini hazırlamalı ya da hazırlanmaya başlamalıydı; çünkü kimse bu kadar ciddi olaylara ve önceden tahmin edilemez gelişmelere karşı kendini bir günde hazırlayamaz. İnançlarımız doğrultusunda ağır adımlarla ve sürekli olarak ilerlememiz, rüzgara karşı koyacağımıza, tek başımıza kalsak da mücadele edeceğimize ve kazanacağımıza ilişkin verdiğimiz sözü yerine getirmemiz zorunluydu ve o 10 Ekim günü, kaçınılmaz olarak yaklaşmakta olan bazı ekonomik durumlara işaret etmiştim.
Bu ve diğer konularda o gün neler söylediğimi tekrar tekrar okudum, gözden geçirdim. O yıl nelerin oluştuğuna işaret ederek başlamıştım konuşmaya: Sovyetler Birliği'yle yapmış olduğumuz ticari anlaşmaların ne kadarını imzaladık, ne kadarını gerçekleştirdik. Beş ay içinde, delegelere, gıda maddeleri başta olmak üzere, pratikte hiç mal teslim almadığımızı açıkladım. Sırayla, garanti edildiği halde halkın tüketimi için gerekli tahıl yoktu; yiyecek üretimi için hiç tohum yoktu; süt, kümes hayvanları, domuz eti, sığır eti ve yumurta, her yıl 15.000 tondan fazla teslim aldığımız halde, bir gram tereyağı gelmedi, bir gram yemeklik yağ gelmedi, bir gram bile domuz yağı gelmedi, bir gram bile kurutulmuş bezelye, bir gram bile pirinç gelmedi; onyıllık sürelerle aldığımız konserve et, balık ve benzeri gıda maddelerinden hiçbirisinden bir gram bile gelmedi.
Ne tarımda ihtiyacımız olan gübreler geldi, ne de gıda geliştirme programımızdaki diğer ürünler geldi. Yiyeceğimizin büyük bölümünü sağlayan tarım, temel girdilerin eksikliğinden, çok büyük darboğaza girmeye başlıyordu. O yılın ilk beş ayında, dört milyar dolarlık ithalat anlaşmamızdan 700 milyon doları az aşan bir miktar mal teslim edildi ve bu gelen miktarın hemen hemen tamamı petroldü, ki o bile azaltılmıştı, petrol teslimatı, 13 milyon tondan 10 milyona düşürülmüştü. Böylece petrol ve ürünlerinden 10 milyon dolarlık bir kesimini teslim aldık; dolar diyorum, çünkü ticaretle ilgili herşey dolarla yönetilmeye başlandı. Gıda maddeleri konusunda olan şeyler, hammaddeler konusunda da oldu. 500.000 tondan fazla olan çelik anlaşmamız vardı, çelik hiç gelmedi; yarım milyon metreküplük kereste anlaşmamız vardı, kereste hiç gelmedi. Şeker kamışı kağıdı, sabun, deterjan ve diğer önemli sanayi ürünleri üretimimiz için gerekli olan sodyum hidroksite ihtiyacımız vardı, hiç gelmedi. Hiç sodyum karbonat gelmedi. Bu, cam ve benzeri maddelerin üretimi için gerekli bir ihtiyaçtı. Az önce saydıklarımı Sovyetler Birliğinden alıyorduk, hiç gelmedi. Bundan başka sabun üretimi için gerekli 25.000 tondan fazla mumyağı da ulaşmadı. Hiç otomobil lastiği gelmedi. Fabrikalarımızın ihtiyacı olan kauçuk ve boyalar da hiç gelmedi. Yılda 30.000 ton aldığımız pamuk da hiç gelmedi. Demir dışındaki madenler de hiç gelmedi. Ki bunlar olmaksızın herhangi bir sanayi işlevsiz kalır ve halkın ihtiyacı olan maddeler üretilemez. Bu örnekleri, durumun ne kadar ciddi ve vahim olduğunu göstermek için verdim. Fakat Ekim başlarında Kongre toplanıyordu ve ben 30 Eylül'e kadarki gelişmeleri yeniden değerlendirdim ve durum az ya da çok aynıydı: Petrol sevkiyatı devam etti, fakat anlaşmaya göre teslim edilmesi gereken birçok başka şey ya hiç gelmedi ya da çok az geldi. Yanlış anımsamıyorsam, dört milyar dolarlık ithalat anlaşmasına karşılık tüm teslim edilenler (petrol dahil) Kongre toplandığında 1,3 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmişti.
Kongre'den sonra, yıl sonuna doğru SSCB kayboldu ve SSCB ortadan kaybolduktan sonra onlarla yaptığımız ticaret de fiilen ortadan kalktı. Aldığımız 700'den fazla ithalat malı, pratikte, sadece bire düştü: petrol. Petrolün şekerle sınırlı oranlardaki takası ve dünya pazar fiyatları Sovyetler dönemindekinden çok uzaktı. 1991'de 800'den 500'e düştü ve 1992'de 200'e düştü. Bu da dünya pazar fiyatları üzerinden yapıldı ve çok az miktarda şeker satılabilindi. Çünkü dünyadaki tüm pazarlarda şekerin fiyatı düşüktü ve petrol fiyatı ise sürekli yükseliyordu.
HERŞEYE YENİDEN BAŞLAMAK
ZORUNDAYIZ
1992'ye girdiğimizde durum daha da kötüydü. Herşeyi kaybettik. İhtiyaçlarımızı sağladığımız kaynakları, pazarı ve fiyat düzeyini kaybettik. Herşeye yeniden başlamak zorundaydık. Nasıl? Neyle? Asgari miktarda petrolü garantilemeliydik ve bu, bizim ihracat gelirlerimizin büyük bir bölümünü alıp götürüyordu. O yıl, 1989'la karşılaştırınca aşağıdaki görüntü ortaya çıkıyordu:
1989'da 8,139 milyar dolar değerinde mal ithal ettik; 1992'deki ithalatımız 2,236 milyardı. 10 milyon nüfuslu bir halkın, bir ülkenin, devrimimizin yaşam temelini oluşturan tüm bu unsurların, tüm bu faktörlerin ve ihtiyaçların ağır ve ani bir düşüşü.
Doğal olarak, bu durum, tüm sektör ve branşları etkileyerek büyük sonuçlara yol açtı. Tarım sektörü, ihtiyacı olan herşeyden yoksundu, hiç gübresi, tarım ilacı, yedek parçası, hayvan yemi, yiyecek üretimini sürdürebilmek için gerekli olan hiçbir şeyi yoktu. Oysa yiyecek üretimimiz önemli bir düzeye ulaşmıştı. Tarım donatımının hiç yedek parçası, traktörlerin hiç lastiği yoktu. Şeker sanayisi, tamir, toprağın hazırlanması, ekim, söküm, nakliye gibi zorunlu faaliyetleri için gerekli ihtiyaçları açısından da benzer bir durumla karşı karşıyaydı.
Temel sanayilerden yağ rafinerisi zorunlu pekçok maddeden yoksun kaldı. Elektrik üretimi için gereken petrolden, fabrikaların tamiri ve bakımı için gerekli kaynaklardan, petrol araştırmaları için gerekli maddelerden; kısacası yıllardır süren programları devam ettirebilmek için gerekli her türlü kaynaktan yoksun kaldı. Nikel üretimi için hiç sülfür ve amonyak yoktu; hiç yedek parça, motor ve nikel üretimi için gerekli yan ürünlerden hiçbir şey yoktu.
Makine sanayinin hiç çeliği yoktu, hiç motor yoktu, kendisi için gerekli yüzlerce maddeden hiçbiri yoktu. Hafif sanayinin hiç pamuğu yoktu; ayakkabı ve benzeri şeyler üretmek için gereken hiçbir şey yoktu. Gıda sanayi, tarım üretimimizden gelen ya da ithal ederek sağladığımız -sadece Demokratik Almanya Cumhuriyetinden maya karşılığı ithal ettiğimiz 20.000 ton süt tozu- tüm kaynaklardan yoksundu. Yeterli buğdaydan ve gıda sanayinin işleyebilmesi için gerekli maddelerin tümünden, paketleme için gerekli maddelerden yoksundu...
Ekonomi kredisiz bırakılmıştı, uluslararası finans kuruluşlarıyla herhangi bir işbirliği olanaksızdı, 1 centlik bile mümkün değildi ve abluka şiddetlendirilmişti. Tüm bunlar bir dizi sonuçlar getirdi: Fabrikalardaki yüzbinlerce kadın ve erkek işçi, hammaddesiz, yapacak birşeyi olmaksızın duruyorlardı; tedavüldeki nakit para beklenmedik seviyeye çıktı, paramız devalüe edildi, boçlar katlandı, bütçe harcamaları arttı ve bütçe açığı %30'lara yükseldi ve gayri safi milli hasıladan daha fazla oldu. Silahlı kuvvetlerin silah ve diğer savunma kaynakları sıfıra düştü. Ülke savunması hiçbir dönemde olmadığı kadar tehdit altına girdi. Durum buydu ve ne yapabilirdik?
Küba dışında, herkes hergün devrimin kaç günü kaldığını hesaplıyordu. Sosyalist bloğun çökmesinden beri, SSCB'nin dağılmasından bile önce, dünya hergün Küba Devriminin yokolduğu haberini bekliyordu. Her türden kehanet vardı. ABD'nin yanıbaşındaki bu kadar küçük bir ülkenin nasıl dayanabildiğine şaşırıyorlardı.
Füze krizinden beri burada bulunan sembolik bir güç durumundaki askeri tugay gitti. Bu nedenle savunma sorunu, herhangi bir sembol olmaksızın bizim sorunumuzdu, bizim sorumluluğumuzdu. Bağımsızlığımızı elimizden alma girişiminden hiçbir zaman vazgeçmeyen geleneksel düşmanımız, her zamankinden daha da güçlüydü, en büyük güç durumuna geldi ve tek kutuplu bir hegemonya kurdu.
TESLİM OLAMAZDIK,
İLKELERİMİZDEN VAZGEÇEMEZDİK
Ne yapacaktık? Teslim mi olacaktık? Bu zaten onların Küba'dan istediği şey: kayıtsız şartsız teslim olmak, ulusu ve insanları, kendilerine düşman ulusa teslim etmek; tüm kazanımlarımızdan ve ideallerimizden vazgeçmek, teslim olmak. Bu, bize zorla kabul ettirmeyi umdukları şeydi, değerimizin altında paha biçerek, mücadele etme gücümüzü küçümseyerek bunu umuyorlardı. Teslim olamazdık, ilkelerimizden vazgeçemezdik; bu, bu ülkenin tarihine layık olmazdı. Bu, 1868 ve 1895'te atalarımızın yaptıklarına layık olmazdı; bu, Agramonte'nin Cespe'sine, Maceo'ya, Maximo Gomez'e, Mella'ya layık olmazdı; bu, Jose Marti'ye layık olamazdı; bu, sahte cumhuriyet döneminde savaşan nesillere, Guiteras'a, Mella'ya layık değildi; bu, Jesus Menendez gibi bayrağı ve işçi haklarını savunmak için ölen kadınlara ve erkeklere layık değildi; bu Bayoma'ya, Moncada baskınında ya da başkanlık sarayına yapılan saldırıda ölenlere layık değildi; bu Granma çıkartmasında, Sierra Maestra'da yaşamını verenlere layık değildi; bu, Jose Antonio Echeverria'ya, Frank Pais'e layık değildi; bu, ABD'nin hizmetindeki karşı-devrimcilerin saldırılarına karşı savaşırken ölenlere layık değildi; bu, Domuzlar Körfezinde ve Escambray dağlarında ölenlere layık değildi; bu, onurlu enternasyonalist görevlerini yerine getirirken ölenlere layık olamazdı; bu, Che'ye layık değildi; bu, batıya yapılan yürüyüşte Che'nin silah arkadaşı, yoldaşı ve onun kadar kahraman Camillo'ya layık olamazdı; bu, sayısız nükleler silahların namluları kendilerine çevrildiğinde, bir saniye bile tereddüt etmeden tüm riskleri üstlenen ve kendi tutumlarını korumayı sürdüren insanlara layık olamazdı; bu, Füze Krizi sırasındaki insanlara layık değildir.
Bizi neyle tehdit ediyorlardı? Yok etmekle. Güzel! Bizi yok edebilirler, fakat bayraklarımızı indiremeyeceklerdir, bayraklarımızı teslim etmeyeceğiz. Eğer tüm halk yaşamını vermeye hazırsa -ki her zaman hazırdılar- bizi neyle tehdit edebilirler? Bizi neyle yenebilirler? Bizi nasıl köklerimizden kopartarak, yurdumuzdan kopartarak, kazanılmış hakları geri alarak, Devrimimizi durdurarak, onurumuzu alarak, bizi hiçe, köle bir ulusa çevirebilirler, eğer geçmişe dönülecek olursa, bunun hiçbir alternatifi yoktur ama, en büyük namussuzluk ve alçaklıktan başka bir şey olmayacaktır. Ve ülkemiz geçmişte pekçok namussuzluklar, alçaklıklar yaşadı ve ülkemizin onuru, özgür olduğunda, devrimci olduğunda, bağımsız olduğunda, kendi kaderinin efendisi olduğunda büyüktü.
Ve o imparator her zaman vardı, ama bizler, halkımızın gücüyle ve yetenekleriyle burada bulunuyoruz, başkalarının gücüyle ya da olanaklarıyla değil; bizler buradayız, çünkü amacımız doğruydu, çünkü soluk soluğa ve acılarla kazandığımız haklarımıza sahiptik. Birşeyler yapacağız, ama geri çekilmeyeceğiz. Birşeyi yapacağız, ama teslim olmayacağız.
Bu bir mücadeledir ve bir mücadelede en temel şey, halktır, halkın bilincidir, halkın mücadele etme istemidir, halkın fedakarlık ruhudur, halkın onur duygusudur, halkın özgürlüğüdür, bağımsızlığıdır. Ve halk, istisnasız her zaman halktır; halk, her zaman kendi erdemleriyle herkesi şaşırtan, yorulanlar ya da bırakanlar ya da düşmana gözyumanlar ya da duraksayanlar yahut insanın kendini insan diye nitelendirmesini mümkün kılan değerlerden yoksun olanlar tarafından cesaretleri kırılmayan bir halktır.
İşte bu halktır, bizler varolmadan önce bile ona güvenilir; ama tarih boyunca halk olmaksızın hiçbir şeyin olamayacağını bilen kadınlar ve erkekler vardı, halkın temel unsur olduğunu açık biçimde kavramış devrimci düşüncelere sahip insanlar vardı ve Devrimimizin bu aşamasına girdiğimizde bu insanlara güvendik.
Şimdi, bu mevcut durum karşısında, böyle bir halka, Partiye ve devlete sahipiz. Çözülemezi çözmek, olanaksızı olanaklı kılmak için onlara bağlıydık, ama onlar arasında da, bunların yapılmasının olanaksız olduğuna inananlar ile olanaklı görenler şeklinde bir çelişki vardı. Ama alternatifler vardı, Maceo döneminin ilk günlerinde bile, 1868 ve 1895 yıllarındaki bağımsızlık savaşında bile, Marti döneminde bile alternatifler vardı; "Patria o Muerte" sloganımızda kesin olarak ifade edilen alternatifler vardı: Eğer vatan özgür değilse, ölmekten korkmayız. Eğer onurlu ve adil olarak yaşamak mümkün değilse, eğer özgür kadınlar ve erkekler olarak yaşamak mümkün değilse, neden yaşamak isteyelim ki? Böyle durumda, ölüm, tercih edilir. Hatta daha fazlası, olayların da açık biçimde gösterdiği gibi, Che'nin ortaya koyduğu gibi, ölüm yoktur. Tersine, kadınlar ve erkekler görev ve onuru seçtiklerinde, haklı olanı seçtiklerinde, şurası kesindir ki, onlar yaşayacaklardır çünkü onlar düşünceleri ile yaşayacaklardır, idealler ölmezler. Haklı amaçlar her zaman yaşayacaktır, aynı şekilde bizim ideallerimiz, amaçlarımız daima yaşayacaktır,düşmanın tüm kısa vadeli başarılarına rağmen yaşayacaktır. Biz alternatifimizi çok önceleri seçtik ve Sosyalizm ya da Ölüm diyerek ortaya koyduk. Onların değerleriyle ilişkisini kesmiş ve onların değerlerine dönüp de bakmayan kadınlar ve erkekler, gerçek birer insani hazinedirler. Niçin? Yaşamak için, yemek için, uyumak için, ot gibi yaşamak için mi? Burada bulunan hiç kimse böyle bir yaşamı istemiyor.
İLKELİ DAVRANMAK
Bu durumda, sadece ilkeli davranmak dışında hiçbir şey yoktur. Burda andığım tüm insanlar, yaşamları boyunca ilkeli davrandılar. Baraguà'da Maceo ilkeli davrandı; 20 yıl sonra Punta Brava'da ölen aynı kişiydi. Ve yaşamları boyunca ilkelerini her zaman ön planda tutmuş olan bir çok kadın ve erkek örneğimiz var. Ve bu, bizim yapmak istediğimiz şey: İlkelerimizi ön planda tutmak. Biz devrimcilerin yapmak istediği şey, ilkelerimizi önde tutmaktır. Bu, gelecek nesillerimizden, Küba'nın geleceği olan torunlarımızdan istediğimiz şeydir. Onlar, kendi ilkelerini nasıl önde tutacaklarını iyi bilirler.
Onlar, insanlık tarihinde yeni, benzeri görülmemiş tek sorunla yüzyüze geldiler: Bu küçük ülke, insanlık tarihinin en güçlü, en zengin, en büyük ordusuna sahip, ekonomik ve politik olarak güçlü ülkesine karşı dimdik ayakta durdu ve bunu hiçbir müttefiki olmaksızın başardı. Yine de bu küçük ülkenin, emperyalist güçlerin kitlesel ölçekte ürettiği, nükleer bombaları kadar güçlü olan, düşünceleri zehirleyen, insanları aldatan yalanlarını ve alçaklıklarını kabul etmeyen -ki kabul etmektense köle olmak daha iyidir- pekçok dostları ve onurlu halklarla dayanışması vardır. Onlar, emperyalizmin iyi, mükemmel, kutsal, insan hakları ve demokrasi için en iyi sistem olduğunu; kapitalizmin iyi, mükemmel olduğunu, insanlığın ondan iyi şeyler bekleyebileceğini ve dünyadaki iğrençliklerin sorumlusunun kapitalizm olmadığını söyleyerek ve bu söylediklerini yeminler ederek doğrulamaya çalışmaktadırlar. Ve bu felsefeye göre, sömürgeler, sömürgecilik, kölelik, soykırımı, kısacası kapitalizmin insanlık tarihi boyunca bencil ve kâr hırsı nedeniyle işlediği tüm suçların bu sistemle ilgisi yoktur.
Bu yalanlarla yüzyüze geldik ve Küba'da ve dünya çapında bu yalanlara karşı bağışıklığı olan pekçok insan var. Dostlarımız var, her biri kendi yolunda ve kendi yöntemleriyle bizimle aynı idealleri savunan ve bugün zor bir dönemden geçen Vietnamlılar, Çinliler, Kuzey Koreliler gibi dost halklar var.
Dünya çapında, belli bir düşünce kapasitesi olan ve konulara derinliğine bakan pek çok kişi bizlere saygı duyuyor, takdir ediyor. Eğer bu böyle olmasaydı, Che, bugün, düşmanlarımızın bile takdir etmek zorunda olduğu bir efsane, bir simge olamazdı. Che, Marksist-Leninisttir; Che, sosyalist ve komünisttir; Che, yurtseverdir; Che, enternasyonalisttir; Che, bir örnektir; Che, gerçek bir devrimcinin istisnai özelliklerine sahip bir insandır. O, bir tüccar, bir işadamı değildir; o, işçileri ve köylüleri sömürmedi; o, sahte bir demokrat değildi; o, boyun eğen biri değildi; o, emperyalizm iyidir, kapitalizm iyidir diye düşünmeyen, tersine her ikisinin de kötü, çok kötü olduğunu düşünen biriydi. Bu, ideallerin ve ilkelerin değerini kanıtlayan bir olgudur ve bizleri teşvik etmelidir. Halkımız, zor koşullar altında ve acılarla savaşmak durumunda kaldığımız koşullar karşısında sorumluluklarına uygun olarak tavır almıştır. Bu, uzun bir savaştır; bir saatlik ya da bir günlük yahut bir yıllık bir savaş değildir; bu, uzun süreli bir savaştır, bu ülkenin savaşılarak ve uzun yıllar içindeki kazanımları koruyarak bugünkü durumuna geldiği zamanla gösterilmiştir.
Bu mücadele ekonomik alanda daha şiddetli, daha kötü ve daha zor olmuştur; bu, ambargoya karşı bir savaştır; bu, eksikliklere karşı bir savaştır; bu, yoksulluğa karşı bir savaştır; bu, pekçok insanın günlük acil gereksinmeleri için bir savaştır; bu, cesareti kırılan ya da morali bozulanlara karşı bir savaştır; bu, ilkesizlere, ilkelere ihanet edenlere, yasaları ve kuralları diğer insanların zarar görmesi pahasına ihlal edenlere karşı bir savaştır; savaş koşulları bizlere zorlu görevler yüklemektedir.
İLKELERİMİZDEN VAZGEÇMEDEN
GEREKEN HERŞEYİ YAPACAĞIZ
Herkes bilir ki, halk savaşa çağrıldığında hemen gelir. Eğer bu, yaşamını verme meselesiyse, bunu bir dakikada, bir saniyede yapmak isterler. Eğer bu, başka tür bir savaş meselesi ise, yaşamını vermek gerekiyorsa, ama damla damla, terleyerek, damla damla, sadakatla, dirençle, damla damla, sabırla, sonuna kadar her saniye, her dakika, her saat, her gün, her yıl verilmesi gerekiyorsa, çarpışarak ölen yoldaşlarımıza duyduğumuz takdiri bu milyonlara da duyuyoruz. Yaşamlarını çalışmaya vermiş olan, kendilerini enerjilerinin son atomuna kadar ülkesine ve halkına adamış olanlara büyük takdir duyuyoruz. Çünkü onlar, çarpışarak ölen ve büyük kahramanlık gösteren yoldaşların düşünce ve rüyalarını kalıcılaştırmışlar ve gerçekleştirmişlerdir.
Bu milyonlarca Kübalı çalışmaktadır, çünkü çözümler bulmaya, yaratıcı olmaya ihtiyaç vardır; Devrim çalışmasını geliştirmeye ihtiyaç vardır; kısa, orta ve uzun vadeli çözümler bulmaya ihtiyaç vardır. Bu, önceliklidir, ana görevdir.
Yıllar önce sosyalist blok çöktüğü ve SSCB ortadan kaybolduğu zaman, Devrim, formüller araştırıyor, olacakları önceden görmeye çalışıyordu. Hatta eski dönemlerin özel dönem kavrayışına geri dönüldü ve bu, barış dönemine, yani silahların kullanılmadığı barış dönemine uyarlanmış bir savaş kavrayışıydı. Ve barış zamanının acil özel dönem adı böyle ortaya çıktı, çünkü hiç birşey savaş zamanındaki özel döneme fazla benzemiyordu; çünkü bu kavrayışa yönelindiğinde, biz birgün sosyalist blokun çökeceği ve SSCB'nin ortadan kaybolacağı düşüncesinde bile değildik, dolayısıyla büyük bir risk içeriyordu, çılgıncaydı. Böyle bir şeyi kim söylerse söylesin, haklı olarak kimsenin mümkün olacağına inanmayacağı bu çılgınca manevraya giriştik.
Biz, ilkelerimizden ve devrimci düşüncelerimizden taviz vermeksizin gereken herşeyi yapmalıydık. Bazen hastaların acı ilaçlar almak ya da belirli bir ameliyat geçirmek yahut alışkanlığa yol açan tedavileri kabul etmek zorunda kalındığı zamanlar vardır. Biz de tedavi gören hastalar gibi sabırlı olmalıyız, böyle zamanlarda ihtiyacımız olan sabırdır ve sözünü ettiğim şeylerin bir kısmını yapmak zorundayız: Teslim olmak dışında tüm olasılıklara ve her türlü deneyimin sınavına hazırız; sosyalizmin kazanımlarından vazgeçme dışında, halkın birliğinden vazgeçme dışında, halkın iktidarından vazgeçme dışında, başkalarının bizim egemenliğimizin, özgürlüğümüzün ve kaderimizin efendisi olmalarına izin verme dışında; birilerinin bizlere kayıtsız şartsız birşeyleri empoze etmeleri dışında; safça, emperyalizmin iyi ve kutsal olduğuna, kapitalizmden iyi birşeyler beklenebileceğine ya da bugün dünyada olan ve olmuş olan birşeylerin değerli olduğuna inanma dışında, herşeye hazırız.
PARTİMİZ
GÖREVİNİ BELİRLEMEKTE ÖZGÜRDÜR
Partimiz çalışmalarını düzenlemekte, değişiklikler yapmakta, düzeltmekte özgürdür ve hatta -şimdi yapıldığı gibi- hedeflerine ulaşmak için izlenecek yolda kabul edilebilir tavizler vermekte özgürdür.
26 Temmuz'da, 1993'de, Santiago de Cuba'daki yeni tiyatroda 26 Temmuz'un yıldönümünü kutladık ve zorunlu olarak yapmamız gereken hoş olmayan şeyler üzerine konuştuk. Elbette yapmak zorunda olduğumuz herşey hoş değildir demek değil. Düzeltmemiz gereken pekçok şey var, herşeyi ve Devrim çalışmasını daha etkili kılmak için. Mutlaka yapmamız gereken birçok şey var ve bunların dışında yapmamız zorunlu olan şeyler var dedim ve ülkemiz bunların açıklanmasını istedi.
Hepimiz biliyoruz ki, biz turizmi çok sevmeyiz. Bununla beraber, camdan şatoda yaşamadığımıza göre, görevlerimizden birisi de turizmi geliştirmek ve kendimizi turizmin rahatsız verici durumuna dayanmaya hazırlamaktır. Turizmin olumlusuz ve olumlu yanlarını -olumlu yanları vardır- görüyoruz ve görevimiz tüm olumlu şeylerden nasıl yararlanacağımızı bilmektir. Dünyayla temas halinde olmak zorundayız ve kendimizi "manastır"a kapatamayız. Gerçi bu kelimeyi kullanmamalıydım, çünkü bir kez kullandım ve dine inanan bazı kişiler protesto etti. Biri dini nedenlerle münzevi hayata çekilirse, eh olabilir, biz bununla ilgilenmeyiz, kötü birşey değildir. Ama bugünün dünyasında, dünyayla ve onun gerçekleriyle temas halinde olmalıyız.
Yabancı yatırımı pek sevmiyorduk, bu bizim hoşlandığımızdan değildi; biz fabrikaların halk tarafından yapılmasını, sanayinin halk tarafından geliştirilmesini, onların kaynaklarıyla olmasını tercih ederdik. Ama kalkınma, bizim durumumuzda daha da fazla sermaye gerektiriyordu, yabancı sermayeden yararlanmayı ve yabancı yatırımları kabul etmeyi gerektiriyordu.
Eğer biz petrol araştırma ve çıkartmak zorundaysak, bu iş için yüzlerce milyon dolar tutacak parayı nereden bulacağız? Az miktarda yiyecek almak için ayrılmış fonlardan mı? Sağlık hizmetleri için gereken ve hala yetersiz olan ilaçları satın almak için ayırdığımız paradan mı? Kısacası, yabancı sermaye kullanmak zorundaydık. Maden kaynaklarımızı geliştirmek zorundaysak, bunun için gereken 500, 600, 700 milyon doları nereden sağlayacağız? Gümüşle dolu olmayan ceplerimizden mi?
Yeni teknolojileri almak ve bulmak zorundaysak, kapitalistler buna sahip ve bulmak için gerekli sermayeleri var. Yeni pazarlar aramak zorundaysak, tecrübe kazanmak zorundaysak, birçok kapitalist buna sahip; üretim tecrübesine, yönetim tecrübesine sahipler. Bir başka deyişle, yabancı sermaye ile kurduğumuz risk ortaklıkları ve ekonomik şirketler, sadece finansman sorunlarımızı değil, önemli kalkınma sorunlarımızı da çözüyor.
Önümüzdeki görevlerden birisi de yabancı sermayeyi geliştirmektir, ama bu yeni ve özel dönemden gelen birşey değil. 1982'de yabancı sermayenin varlığının, teknolojik sorunların çözümü, tecrübe kazanmak, yeni pazarlar açmak, ülkenin kalkınmasını tamamlaması ve daha fazla bütünlüğü için zorunlu olduğu sonucuna vardık. Sadece sosyalist ülkelerden gelen teknolojiyle kalkınamayacağımızı gördük ve bu nedenle, zorunluluk yokken bir yasa çıkardık; acil özel dönemin ortaya çıkmasıyla bu yatırımlar arttı.
Bilim ve teknoloji alanlarında yapmakta olduğumuz çalışmalar geliştirildi. Onbinlerce yetenekli personelimiz olduğundan ve bilimin çözümler için araştırmadaki önemli yerini gördüğümüzden, bilimsel çalışmalarla ilgili herşey gelişti. Bilimsel ve teknik hareket, ünlü forumlarımızın şimdi bilim ve teknoloji forumları olarak adlandırılan forumlarla birleşmesiyle olağanüstü bir şekilde yükseldi.
Tarımda yeni formüller araştırdık; şehirlerde organik şehir çiftlikleri ve aile bahçeleri oluşturduk ve geliştirdik. Çalışabilecek durumda olanların -emekliler ve benzerleri- kendi tüketimleri için ürün yetiştirebilmeleri için toprak verdik, daha çok emek-yoğun ürün olan tütün için aile tarımına toprak verdik. Tütün yetiştirmek için, kahve yetiştirmek için makinalı tarıma elverişli olmayan dağlık bölgelerde onbinlerce hektarı tarıma açtık. Şekerkamışı tütün gibi değildir; tütün yaprak yaprak hasat gerektirir, insan emeği çok önemlidir. Şekerkamışı hasat makineleriyle kesilebilir ve toplama merkezlerinde temizlenebilir.
Tarım üretim kooperatifleri oluştu ve iyi sonuçlar verdi ve dedik ki, peki, özel dönemin yeni koşulları ile geniş ölçekte makinalaşmış tarım ünitelerinin durumunu nasıl çözümleyeceğiz? İşçileri nasıl teşvik edeceğiz? Gelir ile üretim sonuçları arasındaki ilişkiyi nasıl düzelteceğiz? Ve çeşitli devlet tarım kuruluşlarının toprakları ile temel kooperatif üretim birimleri (UBP'ler) yaratmaya karar verdik. Bunları, yeterince verimli üniteleri dağıtmadan, onları küçük özel mülkiyet parçalarına çevirmeden kullanma hakkı vererek işçilere devrettik ve onlara üretim için kredi ve girdi sağladık, böylece hasat makinaları ve sulama sistemleri kullanabildiler, bu sayede modern tarım yürütülebildiler. Şekerkamışı ve diğer ürünler için kullanılan aşağı yukarı 3 milyon hektarlık bir arazi bu yolla işçilere devredildi.
Şu ya da bu nedenle onların zarar görmemesini önsel olarak kabul eden ve kârın bir bölümünün işçilere devredildiği yeni tip devlet çiftlikleri yaratıldı. Buralarda, koşullara en uygun olacağını düşündüğümüz ödüllendirme biçimlerini, temel ilkesinin sosyalizmin geliştirilmesi, sosyalizmin savunulması ve daha yüksek üretim ve verimliliğin sağlanması olan, daha sosyalist -daha az komünist, daha çok sosyalist- bölüşüm biçimleri uyguladık.
Sanayi ve tarımda üretim gelirini artıracak, işçilerin azami çabasını ortaya çıkaracak, azami taahhütleri gerçekleştirecek çeşitli teşvikler düşünüp bulduk.
Yabancı para bulundurma suç olmaktan çıkarıldı; Devrimin geçmiş yıllarında hiç gerekmeyen ve hiçbir zaman yapmak istemediğimiz deniz aşırı ülkelerden para havalelerini kabul etmeye başladık;dolar yatırımıyla market ağları ve hizmetleri kuruldu; ikili döviz kuru sistemi yürürlüğü girdi. Şu ya da bu nedenle, halkın sadece bir kesimi için geçerli olan bu ikili döviz kuru sistemini kabul etmenin bizler için nasıl acı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Turizm de, bahşişler ve benzeri şeylerle bu soruna katkıda bulundu. Serbest kur uygulaması, ülkemizin en ciddi sorunlarından birisi olan döviz yetersizliği nedeniyle kabul edilmek zorunda kalındı.
Değişik ölçütler benimsendi. Yeni, daha etkili yöntemler Partinin, devletin ve Halk İktidarının faaliyetlerinde işletildi.
Politik Büronun göstermiş olduğu çalışmaların önemini belirtmeliyiz, bölgelere yaptığı ziyaretlerle, doğrudan halkla teması sağlamış, ülke çapında sorunlara ilişkin ayrıntılı tahliller çıkarmış, gözlemler oluşturmuş ve Ulusal Muhasebe Bürosu ve Ulusal Vergi İdaresi Bürosunun yaratılmasını sağlayan muhasebe sistemleri kurmuştur. Merkezi devlet aygıtının ve Halk İktidarının yapısı tadil edilmiş ve mümkün olduğunca ekonomik hale getirilmiştir. Bazı sanayiler mevcut gerçeklere uyarlanmış ve üretim, ihracat, döviz değişiminden elde edilen gelirleri ve yakıt ve hammadde kaynaklarının korunması için teşvik edici yeni formüller araştırılmaya başlanmıştır, çünkü daha etkili kullanarak gelişme sağlamak için büyük bir potansiyel vardır.
Sık sık iyi zamanlara, herşeyimiz varkenki -tüm traktörlerimizi, yakıtımızı, yedek parçalarımızı, hammaddelerimizi kullanabilirkenki- zamanlara ters düşen bir örneği anımsatırım:
Bir zamanlar inşaat sektörü, betonarmenin metre kübünde 700 kg'dan fazla çimento kullanırdı, -artık bir çok yerde taş ve kum kullanılıyor-, sadece çimento kullanırdı. Şimdi ise, bir metre küp betonarme yapımında 304 kilogram çimento kullanıyoruz.
Aynı şey kerestede de böyleydi. Bugün halkımız, yakacak odunluk ağaçları bile kullanıyor, ki bunu hiç aklımıza getirmemiştik! Ne bu işin bu kadar hızlı gelişeceğini, ne de bundan mobilya yapılabileceğini düşünmüştük. İnsanlarımız çok yaratıcı!
Aynı şey, çelikte de, yakıtta da geçerli: Traktörler, kızarkadaşı görmeye giderken ya da beyzbol oyununa giderken çok amaçlı kullanılıyor. Sahip olduğumuz 80.000 traktör hiç bir zaman yetmiyordu! Ve kamyonlarımızı da buraya, oraya, heryere sürüyoruz. Ve hala her yerde kamyonlar ve traktörler var, endişelenmeyin.
O zamandan beri, becerikli olmayı, tasarruf etmeyi, gözetmeyi ve hesaplamayı öğrenmek zorunda kaldık. Herkes, heryerde her şey için hesap yapmaya alışmıştı. Sadece verimliliği artırabilmek için değil, aynı zamanda kötü alışkanlıkları, kaynakları verimsiz kullanımı, rüşvet yeme ve zimmete geçirme vb.'ni engellemek için muhasebe, gözetim ve denetleme üç zorunlu iş haline geldi, çünkü pekçok yatırım, ithalat ve ihracat işlerini kolaylaştırmak için sorumluluğu dağıttık, desantralizasyonu gerçekleştirdik -bu zorunlu ve uygundu-.
Örneğin, ülkemiz için çok önemli ve değerli olan pekçok şeyin alınması için gerekli dövizin bulunması ve yönetilmesi. Görünen her türlü rüşvetçiliğe, sorumsuzluğa, yüzeyselliğe, ihmalkarlığa karşı bir savaş, gerçek bir savaş açmak zorundaydık. Yaptıklarımız budur.
Diğer acil önlemler ortaya çıktı, öyleki, devlet çiftlikleri ve tarım üretim kooperatifleri ve de UBPC'lerin katıldığı satış pazarları ile çiftçi pazarları; devlet sanayileri ve özel işçilerin katıldığı sanayi ürünleri pazarı. Çeşitli gelir kaynakları ortaya çıktı ve çeşitlendi: bazıları kamyonlarıyla ev eşyalarının taşınmasından belli bir gelir sağlamaya başladılar; bazıları sahile insan taşımak için ücret alıyorlar; bir başkaları özel arabalarını taksi gibi kullanıyor; bazıları da yiyecek ürünleri sağlıyor ve satıyor; başkaları odalarını pezo ya da çoğunlukla dolar karşılığı kiraya veriyor. Pekçok insanın ücretlerin yanında sağladıkları bu gelirlerle devlet işçilerinin ücretlerini ödeyebiliriz ve bu vergilendirmeyi gerektiriyordu, devletin, kuruluşların, ulusal kurumların ve birleşik risk ortaklıkları için gerekli fonları garanti altına almamız gerekliydi ve bütçe fonlarını garantilemek için, sosyal adaleti sağlamak için, yeniden dağıtımı yönetmek için bir vergi sistemi yaratmak zorunluydu. Vergi konusunda hiçbir fikri olmayan bir ülkede yaşıyoruz, tüm bunları avantajsız koşullarda öğrenmek zorundaydık. Ve adına Küba denilen bu ülkede, bir Kübalı, bildiğimiz gibi, yüksek bir eğitim düzeyine sahiptir, zekidir, akıllıdır ve hızlı kavrama yeteneğine sahiptir.
Bir zihniyet, bir bilinç yaratmak zorundaydık, bu hiç kolay değildi ve hala da hiç kolay olmamaktadır. Fakat tüm bunların tamamını denetleyebilmek ve kontrol edebilmek için bir yöntem ve mekanizma bulmalıydık. Bunun için çok çalıştık.
Tüm bankacılık sistemini modernize etmek zorundaydık, döviz ve finansmanla ilgili yeni formüller yaratmak zorundaydık. Bunun için de çok çalıştık.
Burada, Kongre'de ya da Kongre başlangıcında ortaya konan raporlarda ifade edilen bazı faaliyetleri anımsamama ya da bazılarını gözden kaçırma riski her zaman olmasına karşın, gerekli ya da uygunluğuna bakmaksızın sayabileceğim pekçok önlem var.
Bazı başarılı sonuçlar alındı, alınıyor ve gelecekte de alınacak. Bunlardan bazılarını söyleyebilirim:
Ulusal üretimimiz %34 düştüğü halde, 1994'de bu düşüş durduruldu ve %0,7'lik bir büyüme sağlandı. Bu konuda fikir verebilecek yeni bir kavram var, bu, makroekonomidir.
DİĞER ÜLKELERİN EKONOMİLERİNDEKİ DÜŞÜŞ DEVAM EDİYOR
Sosyalizmi terkeden ülkelerin ekonomileri hala bu noktaya ulaşamamışlardır ve düşme devam etmektedir. Dostumuz Ruslar örneğin, her yıl, bugüne kadar, şu ana kadar üretimlerinde düşüş görünüyor ve petrol, kömür, elektrik, hammadde, çelik, kereste fabrikalarında bunun nasıl olduğunu araştırıyorlar. Onların sahip olduğu tüm petrol, o doğal gaz, o elektrik, o madenler, o hammaddeler elimizin altında bulunsaydı neler yapardık.
IMF, Dünya Bankası ve diğer danışmanların ortaya koyduğu formüller bu düşüşü önleyemedi. Diğer konulara girmiyorum, fakat duyunca çok üzülünecek bir haber var. Rus nüfusunun azaldığını söylüyorlar; Rusya'da insan ömrünün 56 yıl olduğunu, ki bizden yirmi yıl daha az; belirli hastalıkların yaygınlaştığını; yoksulluk oranının yükseldiğini; sokaklarda evsiz insanlar olduğunu söylüyorlar. Tüm bunlar hassas konular ve gerçekten içtenlikle, Rusların durumunun düzeleceğini, dünyadaki etkilerini kullanacaklarını, güçlerinin bir kısmını ellerinde tutacaklarını, ekonomilerine kaynak bulabileceklerini ümit ediyoruz. Eğer bu olmazsa, herşey etkilenecek: güvenlik, savunma, bugün dünya kaynaklarının yeniden paylaşımı için süren büyük mücadele. Örneğin Hazar Denizi. Orada, etrafında petrol ve doğal gaz bulunan bir petrol okyanusu bulunuyor. Müthiş miktarlardan söz ediliyor.
ABD'nin uluslarötesi şirketlerinin en büyükleri bu bölgeye milyarlarca dolarlık yatırım yapıyorlar. Bir zamanlar bu doğal kaynaklar SSCB'ye aitti ve şimdi, eğer olabilirse, o kaynakların sömürülmesinde, ancak bir diğer ülke söz sahibi olacak. Elbette, enerji stratejik öneme sahip olduğundan beri, petrol ve doğal gaz yaşamsal öneme sahip olduğundan beri, Batı ülkeleri, özellikle ABD, bu kaynakları denetim altında tutmak istemektedir. ABD'nin pekçok gelişmiş silahlar yapması anlamsız değildir. Yeni bir uçak gemisi inşa ettiklerini okuyoruz, nükleer bir uçak gemisi; sahip bulundukları yetmiyor. 2,4 milyar dolar değerinde süper modern nükleer saldırı denizaltısı da inşa edecekler. Hergün geliştirilmiş silahlarla ilgili haberler okuyoruz. Bu silahları niçin istiyorlar, onları neden istiyorlar? Güç kullanmak, dünyanın temel kaynaklarını kendi denetimleri altına almayı garantilemek, müdaheleler yapabilmek, istediklerini zorla kabul ettirebilmek, gücünü ve hegemonyasını hergün kuşku götürmez biçimde sürdürmek için.
Orada, çok kutuplu bir dünyanın ülkeleri ve bölgelerinin bulunması dünya için bir avantajdır; güçlü bir Rusya'nın olması dünya için bir avantajdır; güçlü bir Çin'in, güçlü bir Avrupa'nın bulunması dünyanın avantajınadır, bunda en ufak bir kuşkum yok. Çünkü, tersi gerçek olursa, tekelci bir güç, ABD'nin ekonomik ve politik etkisi dayanılmaz, çekilmez olacaktır.
Gördüğünüz gibi, NATO, eskiden Avrupa sosyalist topluluğuna dahil olan ülkeleri bünyesine katıyor, eskiden SSCB'nin parçası olan Baltık ülkelerine doğru da genişlemek istiyor. Baltık ülkelerine ek olarak, SSCB'nin parçası olan diğer ülkelere de yayılmak istiyorlar. NATO neden doğuya doğru genişlemek istiyor?
Ukrayna'daki manevraları okuyoruz, Kırım'daki manevraları okuyoruz, ABD dünyanın heryerinde askeri manevralar yapıyor. Afrika üzerine haberleri okursanız, orada da ABD'nin askeri personel eğitim birlikleri olduğunu görürsünüz ve Afrika'da barış gücü adını verdikleri bir güç yaratma düşünceleri var. Latin-Amerika'nın her yerinde askeri manevralar var. Bu garip, ortada SSCB yok, sosyalist blok yok, soğuk savaşın bittiğini söylüyorlar, peki askeri manevralar niye?
Latin-Amerika'ya gelişmiş silahlar satıp yerleştiriyorlar. O ülkeler, kaynaklarını neden gelişmiş silahlara yatırıyorlar?
Tüm bunlar, ilk planda ticari amaçlar taşıyor, uluslarötesi şirketlere yardımcı oluyor, Latin-Amerika ülkeleri arasında bölünme yaratıyor, Güney Amerika'da mümkün olan ekonomik bütünleşmeyi engelliyor ve MERCORUS'u sabote ediyor. Şimdi yeni şeyler icat ediyorlar, NATO üyesi olmayan stratejik müttefikler. Arjantin'e bu statüyü bahşettiler ve diğer ülkelerin şikayetleri üzerine, onlara dediler ki, "siz de NATO üyesi olmayan stratejik müttefikler kulübüne üye olabilirsiniz" Hiçbir kulübe üye olmak istemeyen başkaları da var, çünkü egemen olma ve bölme amacı çok açık. Bu eski Roma'nın belitidir, böl ve yönet.
Tüm bu politik ve ekonomik numaralarla, gerçekte Latin-Amerika'ya, özellikle Güney Amerika'ya ekonomik olarak yakınlaşmak isteyen Avrupa'nın bu olanağını kesmek istiyorlar, bunu herkes görebilir. Askeri gücün takviyesinin ve yeni askeri ittifakların nedeni budur. Bu, dünyanın, imparatorluk (Castro, Amerikan emperyalizmini "imparator" olarak ifade ediyor-K.C) tarafından ve imparatorluk için düzenlenmesidir. Her yerde bulunuyorlar, her boğazda, her okyanusta imparatorluğu savunmak ve yeni ekonomik çıkarlar aramak için bulunuyorlar. Söylediğim gibi, bunlar Rusya'da görülebilir, petrol ve doğal gazla ilgili herşeyde bunlar görülebilir. Birgün bütün birliğin parçalandığı görülecektir ve onlar imparatorluk için doğal kaynaklar, pazarlar araştırıyorlar, imparatorluğu sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.
Şu bir gerçektir ki, bu türden her çelişkiyi gözler önüne sermemin nedeni, Rusya'nın gelişmesini ümit ettiğimi içtenlikle söylemek içindir. Kapitalizme zerre kadar inancımız yok, fakat o ülke müthiş doğal kaynaklara, bilimsel ve teknik kaynaklara sahip bulunmaktadır ve eğer dünyada farklı güçler olursa, o zaman tekelcilik ve hegemonya da zayıflayacaktır...
(Fidel Castro, Kongre konuşmasının bu bölümünde özellikle 1994 yılına kadar Küba ekonomisinde görülen negatif büyüme oranlarının durdurulduğunu ve 1994'den itibaren ekonominin yeniden olumlu gelişmeler gösterdiğini sayısal olarak anlatmaktadır. F. Castro, Küba ekonomisinin 1995'de %2,5 1996'da %7,8 büyüme oranı sağladığını söyleyerek, 1997 yılında ters bir kısım etmenlere rağmen pek çok sektörde %2-3 oranlarında büyüme hızı sağlandığını, pezonun değer yitirmesinin durdurulduğunu ve yeniden değer kazandığını belirtmektedir.)
HERYERDEKİ EKSİKLİKLERİN
VE SORUNLARIN FARKINDAYIZ
Yoldaşlar, heryerdeki eksikliklerin ve sorunların farkındayız, bunlara karşı mücadelenin görevimiz olduğunu biliyoruz.
Varolan sorunların uzun bir listesini yapmak istemedim, kendimi bazı örneklerle sınırlamayı tercih ettim.
İnsanların bilinçlerinin, ruh durumlarının bir hayli düzeldiğini düşünüyorum. Birşeyler var, Parti'de görülebilir, işçiler arasında görülebilir, halk arasında görülebilir, daha büyük bir anlayış içinde yaşadığımız ve yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuz bu zor zamanlarda tüm bu sorunların daha çok farkındayız.
Tüm bunlar gelişmeyle ilgili ve gelişmeyi ilerletmek zorundayız.
Kendine özgü sabit bir period içinde yaşayan ülkeler var. Belirtilerden bunu görebilirsiniz: bebek ölümlerinde, ortalama yaşamda. İki örnek verebilirim, doğumda ölen kadınlar, düşük kilolu doğumlar.
Ülkemiz 76 yıllık ortalama yaşam süresini koruyor; bebek ölümlerini her 1000 doğumda 8'in altına düşürmüş olmamız büyük bir başarıdır. Bu, tropikal bir üçüncü dünya ülkesinde imkansız görünmekte; şu anda ABD ile aynı seviyedeyiz ve birçok zaman diğer üçüncü dünya ülkelerinin seviyelerinin çok üzerindeyiz. Her 100 doğumda 40-50 bebeğin öldüğü yerler var, bu nedir, kendine özgü bir period mu? Bu yıl 7,4'teyiz, geçen yıl anne ölümleri 3,6'dan 2,3'e düştü ve bu nedenle her 10000 doğumda anne ölümleri oranı üçün altına düştü. Dünyada bu durumda olan çok az ülke var. Birçok sağlık istatistikleri düzeldi; daha kötüye giden bazıları da var, hatta kaygılandığımız bazı bulaşıcı cinsel hastalıklarda bazı artışlar var.
Bu ülkede AIDS'e karşı çok sıkı savaştık ve en düşük düzeye sahip ülkeler arasında kaldık, fakat kendine fazla güvenen insanlar var ve hastalığın yayılmasını önlemek için gerekli önlemleri almaktan başka bir yol yok. Yeni ilaç tedavilerinden söz ediliyor. Evet, yeni ilaçların, 12 ya da 15 ay içinde hastayı tedavi ettiği kanıtlandı, ama belirli bir süre için; sorun çözülmüş değildir. Aşı üzerine çalışıldı; bir tanesi üzerinde çalışıyoruz, ama etkili bir aşı yapabilmek zaman istiyor. Bu hastalıkta artış görüyoruz.
Tüm işçilerine emekliliğinde emekli maaşını tam olarak garantileyen çok ülke yok. Küba'da 1,4 milyon insan emekli, hiçbiri emekli maaşı almaktan yoksun kalmamıştır. Hiçbir yurttaş bu yıllarda kendi kaderine terk edilmemiştir; hiç kimse şok uygulamaları deneyimini yaşamamıştır. Yeni formüller bulduk, fakat yüzbinlerce işçiyi sokaklara atmadık; tüm bu ölçüler, halkla sürekli görüşmelerle belirlenmiştir. Uygulamaya koyduğumuz tüm önlemler, onları pratikte denemek için, uzun zaman alsa da, Ulusal Meclis'te, halkın arasında, fabrikalarda, heryerde tartışılmıştır.
Önlemler, dünyanın hiçbir bölümünde, bu ülkede tartışıldığı boyutta ve biçimde tartışılmamıştır; bunlar, ekonomik sorunları çözmeye yönelik önlemlere, bazı lüks malların fiyatlarının artırılmasına ve de hangi fiyatların artırılmayacağına ilişkin kararlara ilişkindir. Tüm işçilerin ve tüm yurttaşların görüşlerini dinledik, onlara hiçbir şey emredilmemiş ya da dikte ettirilmemiştir. Hiçbir yurttaş ücretsiz, gelirsiz bırakılmadı.
Başka yerlerde neler olduğunu biliyorsunuz, haberler buraya kadar ulaşıyor: 8 ay, 10 ay ücret alamayan işçiler. Ücreti ödenmemiş bir tek Küba yurttaşı bulmak olanaksızdır, yine de alçakgönüllü söyleyeyim, hiçkimse ücretiyle satın alabileceklerini almak için zorluk çekmemiştir.
Küba'da ücretler, gelirin tamamını göstermiyor, çünkü değerini ya da fiyatını belirlemenin çok zor olduğu bazı şeyler var. Örneğin, insanların konutlarından elde ettikleri yarar. New-York'a ya da ABD'nin herhangi bir yerine yahut bir Avrupa ülkesine gidin ve bakın, bakalım aynı şeyi görebiliyormusunuz? Dünyanın en değerli şeylerinden biri ve çok pahalı olan sağlık hizmetlerinden elde edilen yarar ve eğitimle ilgili yararlar, kültür ve spor alanlarındaki yararlar, tüm bunlar korundu, her ne kadar televizyon yayınları birkaç saat daha az olsa da. Radyo yayınları ise bu süreçte artırıldı. Tek bir gündüz bakım merkezi, tek bir okul kapatılmadı, yeni okullar açıldı, çünkü ihtiyaç vardı, daha çok öğrenci var, tek bir hastane, tek bir poliklinik kapatılmadı; okullarda, fabrikalarda, semtlerde, heryerde aile doktoru büroları var, halkın % 95'inin aile doktoru bakımı var.
Yoldaşlar, bu ve diğer alanlarda elde ettiğimiz sonuçların bazılarını açıklamanın başka bir yolu olduğunu sanmıyorum. Sporda göze çarpan sonuçlar almayı sürdürüyoruz, bazı spor faaliyetleri, eğiticilerin çabalarıyla, sporcuların kendi katkılarıyla kendini finanse etti. Kültürel yaşamımız ileriye doğru gelişmeyi sürdürüyor.
Hangi ülke aynı zamanda bunların olduğunu söyleyebilir? Sayıları çok değil. İşsizlik heryerde büyüyor. Avrupa'nın en gelişmiş ülkeleri bile işsizlik sorununu bertaraf edemiyorlar. Gerçek ekonomik güce sahip ülkelerde %20 işsizlik var, kimilerinde %15, %12. Bunları söylerken üçüncü dünya ülkelerini dikkate almıyorum; oralarda bunu hesaplamak bile olanaksız, çünkü oralarda, yeterli işi olmayanları, çocuk fahişeliğini vb. izleyebilmek için gerekli rakamlar yok; heryerde yüz milyonlarca çocuk haklarına sahip değil, birçok çocuk okula gidemiyor, gideceği okul bile yok, yaşayabilmek için, ailesine yardımcı olabilmek için düşük ücretli bir iş bulabilme uğruna rekabet etmek zorunda. Diğer ülkelerde görülen çocuk fahişeliği, uyuşturucu ticareti ve tecavüz bu ülkede görülmez.
Büyük olasılıkla birçok insan bu sorunları düşünmedi bile, çünkü onları görmüyorlar, onlar hakkında bilgileri yok ve belki biraz haberdar olanlar var, bizim ülkemizde çocukların korunmasına ilişkin yasanın değerini bilemeyeceklerdir. Bugün bizim insanlarımız için kutsal olan tüm bu şeyleri korumak için, bu yönde hareket etmek ve bunu sürdürmek zorundayız.
Bu yıllar boyunca yapılmış olan çabalardan sözederken Devrimci Silahlı Kuvvetlerden özel olarak söz etmek, başlı başına doğru olacaktır. Bu özel dönemde, onlar, yaptığı örnek yardımlarla, insan kaynaklarını ve malzemeleri korumada gösterdikleri olağanüstü başarılarla, ülkenin savunma kapasitesinin geliştirilmesi için gerekli mühimmatı fazladan sağlamaya gerek kalmadan, sadece elimizde bulunanlarla, elimizdeki silahların bakımı ile milyonlarca silahı kullanıma hazır durumda tutmalarıyla; insanların savunmaya hazırlanmasında, yurttaşların bilincinin güçlendirilmesinde, kaynakların, fabrikaların, tarımsal kuruluşların vb.'nin yönetimiyle ilgili yardımlarda ve azla çoğun nasıl başarılabilineceğini göstermesiyle özel bir yere sahiptir. Devrimci Silahlı Kuvvetler, bu özel dönemin koşullarına en çok uyum sağlayan, gösterilen yöntemleri geliştiren ve pekçok kadromuz için birer eğitim alanı olan kuruluşlardan birisidir.
İçişleri Bakanlığında görev yapanların işlerinin ne denli zor olduğundan söz etmemiz gerekir. Birçok insanın pek çok zorluklar nedeniyle polis gücüne katılmak istemediği bir zamanda, çok yetersiz kaynaklarla yapılan bu iş, çok zordur. Devlet tarafından merkezi olarak yönetilen diğer kuruluşlar gibi, ihtiyaçları olan tüm malzemelere sahip değillerdi. Mümkün olan her konuda denizaşırı ülkeden kışkırtılan suçlara karşı mücadele ediyorlardı. Bazen, bu, yurttaşların sorumsuzluğu ile tahrik ediliyor, çünkü eğer biri bir araba çalarsa, bu ülkedeki hiçbir onurlu insan, bunun parçalarını, motorunu, tamponunu, egzoz borusunu vb. nasıl olursa olsun satın alamaz; araba çalan insanlar var, alıp götürüyorlar, parçalıyorlar, motor numaralarını değiştiriyorlar ve parça parça satıyorlar; ortadan kaybediyorlar ve yaşamlarını bundan kazanıyorlar. İnsanlara sıkıntı, üzüntü, güvensizlik ve huzursuzluk veriyorlar, zarara neden oluyorlar. Ama bunları kim satın alıyor? Başka bir vatandaş! Parçalara ihtiyacı olan belki çok onurlu biri. Elbette başkaları da var, herşeyi satın alan bir komisyoncu olabilir, olamaz mı? Fakat zaman zaman onurlu ve dürüst insanlar bunları satın alıyor.
Evvelki gün, televizyonda, birinin bir gaz bidonu çaldığı haberi vardı. Bilmiyorum, ertesi gün polis memuru, benzini olmayan bir komşunun, ki bu da bir dert, bunu satın aldığı, ki her zaman bir alıcı vardır ve bunların soyuldukları için üzülen aileyi düşünmeyen onurlu insanlar olduklarını belirledi. O yakıt bidonları normal dükkanlarda ve de sanayi pazarlarında satılmadığından, çalındıkları besbelli. Bunlar gibi benzin bidonuna sahip olmak, bir televizyona sahip olmak ya da bir başka şeye sahip olmak duygusu hırsızlığın göstergesidir.
Bunun anlamı, yurttaşların tüm bu suçların kurbanı olmaktan kaçınmak için, daha çok işbirliği yapmaları gerektiğidir, çünkü bunlardan etkilenen yine kendileridir. Bu herkesin anlamasını gerektiren, suçlara karşı tüm halkın desteğini gerektiren zorlu bir mücadeledir. Elbette suçu kolaylaştıran durumları önlemek için, denetimler için herkesin desteğine ihtiyaç var. Bunlarla mücadele etmek zorundayız.
Zaman zaman, bu tehlikeli şans işini yapanların bazıları işçiler arasında da çıkıyor, üzerlerinde çalıntı mallar bulunuyor ve bunların çalıntı olduğu açık, çünkü bunlar bulunması zor, belirli mallar. Gece kulübü olan acayip kılıklı adamın herşeyi var; birayı, romu büyük miktarlarda buluyor, hiçbir şeyi eksik değil, bunlar ancak hırsızlıkla bulunabilir. Onlar, bunları hangi fiyatla olursa olsun satın alıyorlar.
Bu durumlarda başvurulacak yer var, yok mu? Bu da, dolarla satış yapan dükkanlardan satın almak, fakat satılan şeylerin çoğu çalıntı. Yasadışı olarak kesilmiş hayvan bifteği gibi. Biri hayvanı çalıyor, kesiyor ve birileri de satın alıyor. Böylece belki de en çok ihtiyacı olan yerler için, gündüz çocuk bakım merkezleri için ya da hastahaneler için et olmuyor ya da çocukların süt ihtiyacını karşılayacak bir ineği kaybediyoruz. Bu, toplumumuzun içten ciddiye alması gereken, bilincine varması gereken önemli bir sorundur, çünkü tüm bunlar ekonomimize zarar veriyor. Olaylar ortaya çıkartılıp cezaları verilmek zorunda. Çalınmış eşyaların alım-satımıyla uğraşanlarla mücadele etmek için her zaman zorluklar olacaktır, fakat bu, kendi kendimize açtığımız bir yara; eğitim düzeylerimizi iyi yansıtmıyor; büyük başarılarımızla, yeteneklerimizle çelişiyor, insan olarak niteliğimizi de iyi yansıtmıyor.
İçişleri bakanlığı bu koşullarda iş yapıyor ve bunlardan başka emperyalist düşmana karşı mücadele ediyor, emperyalizmin hizmetindeki mafyaya karşı mücadele ediyor, üstelik kapılarımızın sonuna kadar açık olduğu, herhangi birinin ülkemize gelebildiği ve başka bir alternatifin olmadığı bir anda.
Neden polis, bir şahıs hakkında, nerede kaldığı bir yana, ne yaptığı konusunda hiç bilgi sahibi olamaz? Neden insanlar, herhangi birine, o insanın olası niyetleri hakkında herhangi bir fikri olmadan güvenirler, bu kötü niyetliler tüm turistlerin %1'i kadar olsa bile? Kurallara uymak, insanların kurallara uymasını sağlamak zorunludur; yaptığımız en yeni yasanın uygulanmasını ve uyulmasını sağlamak ve eğer uyulmazsa en küçük bir çekince göstermeden gerekli yaptırımların uygulanmasını sağlamak zorunludur. Önemli durumlar var: birinin, komşularının kaçının kaydı yok, kaçının kimlik kartı yok, kaçı orada burda yasadışı yaşıyor? Yasadışı ikamet, şehirde ve heryerde elektrik, su temini ve kamu hizmetleriyle ilgili herşeyde sorunlar yaratıyor. Bu, insanlarımız için, halk için ciddi sorunlar yaratıyor.
Birçok insan bunlardan kurtuluyor, çünkü hoşgörü görüyor, sanki bu ülkede ve dünyada yaşayan sadece onlarmış gibi, başkalarını düşünmeden ve diğerlerine yarattıkları sorunlara aldırmadan.
Polisin herşeyi halletmesini istiyoruz, ama polis herşeyi, kendi başına halledemez. Bunları hep beraber halledebiliriz; polisin işi kolay değil ve tüm bu yıllar boyunca onların da görevi zordu.
PARTİMİZ, ÖNCÜ PARTİ DEMEYE LAYIK BİR PARTİDİR
Bu noktaya ulaşmak, direndiğimiz gibi direnmek, Partimiz olmaksızın mümkün müydü? Gururla söyleyebilirim ki, Partimiz çok ciddi bir partidir; öncü parti olarak adlandırılmaya layık bir kurumdur, bu Partinin üyesi olmak büyük bir onurdur, çünkü kadın ve erkek üyelerinin niteliği yüksektir.
Onun tarihini, belgeleriyle açıklandığı gibi, biliyoruz: nasıl oluştuğunu, geliştiğini, büyüdüğünü ve bundan öte, bu olağanüstü dönemde nasıl büyüdüğünü biliyoruz. Bu özel dönemde, 232.000 kişi bu Partiye katıldı, bunların yaklaşık olarak üçte biri tam üyedir. Bu Parti, yaklaşık 780.000 üyeli bir partidir, bunlar seçilmiş üyelerdir, kitleler tarafından seçilmiş üyelerdir, onlar yoldaşları tarafından kazanılmış prestij, otorite ile tanınmış oldukları için kitleler tarafından seçilmişlerdir.
Bu en zor yıllarda, 232.000 artan bir üyelik. Bu, şimdi öyle bir partidir ki, kolayca birbirinden ayrılamayacak, bölünemeyecek, ayrı rotalara yönlendirilemeyecek, bir günde ya da bir yılda yıkılamayacak bir partidir, çünkü yüzbinlerce üyesi vardır. Hatta kendi saflarımızdan her zaman çürük bir elmanın çıkacağını, her zaman dayanıksız birilerinin olabileceğini, her zaman birilerinin değişebileceğini, geri çekilebileceğini, dönebileceğini bilen, karşı karşıya olduğumuz gerçekleri kavramış insanlarımız var, bu nedenle üyelerimizin niteliği yüksektir. Onlar, bunu, her dönemde, her durumda, özveri ve tehlikenin her anında gösterdiler. Bazılarını ifade ettim: Füze krizinde, ekonomik ve toplumsal buhranda, gönüllü çalışma grupları kurulmasında, şekerkamışı kesme işinde.
Bu iş, bizim insanlarımız tarafından, bu ülkenin yüksek sıcaklığında, iklim değişikliklerinde, öğlen güneşinde başarıldı; burada, başkentte yiyecek üretiminin artırılmasından söz eder etmez, nasıl seferber oldular, kamplar nasıl doldu. Koşullar ne olursa olsun, her zaman olumlu bir yanıt verildi. Angola'da, Granada'da, Etiopya'da, Nikaragua' da, enternasyonalist görevlerde, askeri ve sivil hizmetlerde çalışmak üzere giden ve gitmek isteyen onbinlerce öğretmen, onbinlerce doktor, inşaat işçisi. Nerede ve ne kadar zor olduğu önemli değildi, halkımız her zaman oradaydı ve bunlar öncelikle Parti üyeleriydi ve üyeliklerini bu çabalarının bir sonucu olarak kazandılar; 500.000'den fazla kişi uluslararası görevlere gittiler. Bu, toplam nüfusla karşılaştırılınca, başka herhangi bir ülke veya partinin ulaşamadığı bir sayıdır.
Ne kadar uzak olursa olsun, dünyada hiçbir yer yoktur ki, böyle zamanlarda sözünü ettiğim türden görevler için ihtiyaç duyulan kadın ya da erkek Kübalı bir devrimci, dayanışma duygusuna sahip biri bulunmasın. Evet, onlar var, görülebiliyorlar. Onlar, bu nedenle takdir ediliyorlar, etki yaratıyorlar. Görüyoruz ki, hergün bir sürü insan Küba'ya geliyor. Başka ülkelerden, parti üyesi ya da politikacı olmayan, fakat çok değişik faaliyet alanlarında çalışan konuklarımızdan duyduğumuz çok yaygın bir kanı var. Diyorlar ki, "Bakın, Küba'nın böyle olduğunu asla tahmin etmemiştim, Kübalıların böyle olduğunu düşünmemiştim". Bu sözler, Küba'ya ilk kez gelen pek çok insan tarafından söylendi, ki düşmanın kitle iletişim araçlarının gücünü gösterir, tırmandırdıkları kampanyalarıyla bu ülke hakkında insanlara inandırdıkları şeyleri gösterir, onların yapmak istediği, bu kötü örneğin başka yerlere yansımasını önlemek, öyle ki bu devrimin hiçbir etkisi kalmasın, herkes ABD'nin herkesten üstün olduğunu onaylasın.
Bizim yurttaşlarımızın ruhuna, konukseverliğine, eğitim düzeyine hayran kalınıyor ve Parti, bu yurttaşların bir seçmesidir. Partili olmak için gerekli şeylere sahip daha bir çok insanımız var elbette. Başka yerlerde söylediğim gibi, bunlar, sadece Parti üyelerimizin nitelikleri değildir, bunlar bütün insanlarımızın ortak niteliğidir. Partimiz ayrı bir gruptan meydana gelmiyor. Partimiz toplumumuzun temsilcisi, toplumumuzun niteliğini ve yeteneklerini temsil ediyor; onlar olmaksızın, bu mücadele, bu direniş mümkün olamazdı.
KÜBA, DEVRİMCİ FİKİRLERİ KORUMANIN SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMİŞTİR
Bu zorlu yılları yaşadık ve inancımız odur ki, herşeyden önce ülkede ortaya çıkan zorlu ahlaki, politik ve ekonomik fırtınaya karşı duruldu; Küba, devrimci fikirleri ve devrimi koruma, bağımsızlığını koruma sorumluluğunu üzerine aldı. Başka bir deyişle, fırtınaya dayandı, karşı koydu, ama yine de bu fırtına, ümitsizlik, acı, düş kırıklığı üretti.
Bu, aynı zamanda ideolojik bir fırtınaydı, hatta bu duygusal bir fırtınaydı, bizlere, biz devrimcilere acı veren duygusal bir fırtınaydı. Düşmanlarımız bu durumda değildi, onlar bu durumdan çok memnundular, çünkü para yatırabiliyorlardı, satın alabileceklerini satın alabiliyorlardı. Devrimin, sosyalizmin, dayanışmanın, cömertliğin tarafında herşey kötüydü. Tek iyi şey, egoistlik, kendini kurtarmaktı; tek iyi insan, ruhunu şeytana satmış olandı. Onlar, bu trajediden memnundular.
Bu, uzun süredir devam eden bir savaştır, kahramanlığa karşı bir savaştır, yoksullara karşı bir savaştır, insanları kendi tarihsel mirasından mahrum etmeye yönelik bir savaştır, devrime karşı bir savaştır, sosyalizme karşı bir savaştır. Düşmanlarımız bu işleri nasıl yapacağını, insanların enerjisini nasıl tüketeceklerini biliyorlardı, ama halkımız ayağa kalktı, umutlarını yüksek tutmaya devam ettiler, morallerini bozmadılar, ülke deneyim kazandı, güçlendi.
Şimdi, beş, altı yıl öncesinden çok daha yüksek bir bilince sahip olduğumuzu düşünmekle yanılıyor muyum? Eski günlerdekinden daha güçlü insanlara sahip olduğumuzu söylerken yanılıyor muyum? Daha iyi insanlara ve daha iyi bir Partiye sahip olduğumuzu söylerken yanılıyor muyum? Yanıldığımı sanmıyorum. Bu, sadece bizim gördüğümüz, bizim farkettiğimiz şeyler değildir, tarih de bunları görüyor, takdir ediyor.
Şu da var ki, dünyaya neler yapılabileceğini gösterdik ve diğer pekçok ülke bundan dersler çıkaracak, deneyimi özümseyecek ve umutlarını çoğaltacaktır.
Sosyalizmden vazgeçmenin, kapitalist yola girmenin anlamı, bakın ne kadar kısa bir sürede belli oldu, çünkü birinin kapitalizmi bulmak için sosyalizme sırtını çevirmesi işi, yaşlı yurttaşlar alınmasınlar ama, bir çocuğun yaşlılar bakım merkezi kurmak için çocuk bakım merkezini terketmesine benzer.
Dünyada egemen olsa bile, sistem olarak kapitalizm tarih öncesine aittir ve biz, onun nasıl egemen olduğunu, egemenliğini nasıl sürdürdüğünü biliyoruz; insanlara verebileceği hiçbir şeyi yok. Bir kurt, diğer kurdu yutmak istiyor, ki bu dinsel bir öğüttür, acımasız bir bencillik, bunun insani hiçbir yanı yoktur.
Sonuçları gördük. Sosyalist devletlerin tüm malı, mülkü, serveti bir azınlık tarafından gaspedilmiştir, üstelik bir cent harcamaksızın. Bunlara özelleştirme diyorlar. Bunu nasıl yaptılar? En akıl almaz, en şeytani yolla, sadece Batı istediği için ve yalnızca ekonomik, politik ve askeri açıdan Batının işine geldiği için. IMF, Dünya Bankası uzmanları bunun nasıl yapılacağını iyi biliyor.
Ama burada, bu ülkede, bildiğimiz gibi, hiç kimse devlet işletmelerini ele geçirmedi, hiçbir bakan, hiçbir yönetici, hiçbir kadro hiçbir şeyi kendi malı haline çevirmedi.
Sosyalizmi terketmenin sonuçları nelerdi? Yüksek yoksulluk oranları, para için dilenenler, evsiz insanlar, eşi görülmemiş ekonomik ve sosyal felaketler.
Bazı ülkeler var -eskiden tanıdığım arkadaşlar aklıma geliyor- yeni zenginler tarafından yurt dışına çıkartılmış para, kredi ve yatırımlarla ülkeye gelen paranın üç katı. Bazıları bu baylar tarafından yurtdışına çıkartılan ve Avrupa bankalarına yatırılan paranın 150 milyar dolar olduğunu hesapladılar.
Bu ülkede, hiç kimsenin hiçbir yatırıma ortak olmadığını belirttim, hiç kimse hiç kimsenin hiçbir şeyini ele geçirmedi, ama bizlere bir cent bile ödünç para vermezler. Bizde neyi cezalandırıyorlar? Onurumuzu mu, insanların devletin malına, servetine olan saygılarını mı?
Küba batmalı! Eğer orada doğan her bir çocuktan yedisi ölüyor, buna karşılık başka yerlerde 60 çocuk ölüyorsa, bu önemli değildir. Başka ülkelerdeki çocukların, en temel insan haklarından olan sağlık hakları olmadığı gibi, yaşam hakları da yoktur; okula gitme, belli bir meslek sahibi olma hakları da yoktur. Hayır! Emperyalizmin, kapitalizmin felsefesinde ve ahlâkında bunlar hiçbir şey ifade etmez.
Birkaç yılda büyük servetler yapıldı. ABD' de 40 milyar doları olan bir adam var; borsaya giriyor, kazanıyor ve hisse senetlerinin değeri 40 milyar. Dünyada yüzmilyonlarca insanınkinden çok daha fazla parası olan birkaç yüz milyarder var.
Sayıyı anımsamıyorum, fakat orada birilerinin servetlerinin, dünyadaki yüz milyonlarca insanın değil, milyarlarca insanın kazancından daha büyük olan az sayıda insandan söz ediliyor. Bu azınlık, o servetin tartışmasız sahibi, onlarla canının istediğini yapıyor, canının istediği herşeyi yapabilir. Çok korkunç bir fark ve eşitsizlik, bu, onların savunduğu birşey. Ve eğer onlar çalıyorlarsa, biryerlerde birileri onların bu hırsızlığına izin veriyor demektir. "Kapitalist ya da emperyalist olmayan herşey cezalandırılmalı, onur cezalandırılmalı, adalet cezalandırılmalı, gerçek insan hakları cezalandırılmalı, gerçek demokrasi cezalandırılmalı." İşte felsefe bu. Kısacası, onlar bizi yoketmeye kararlılar ve bizde mücadele etmeye, kazanmaya kararlıyız.
Kapitalizmin hiçbir ahlaki yanı yoktur, politik ve ekonomik geleceği yoktur, çünkü yaptıkları herşey derinlemesine incelenecek olursa, ayakta kalamayacakları açıktır ve dünyaya sundukları reçeteler de doğru değildir. Bu, zaman içinde açık biçimde görülecektir...
PEKÇOK KÜBALI KAFALARININ KARIŞTIRILMASINA İZİN VERMEDİ
Bir keresinde Kutsal Ruh konusunda uyarı yaptım, çünkü bunlar, bizden hoşlanan, bize saygı gösteren ve bizi tanıyan ülkelerden ve örgütlerden geliyorlardı. Onlar, hayal görmeye başladılar ve amaçlarından saptılar, kurdukları tuzağı, temel görevlerini asla göstermediler; onlar sosyalizme katkıda bulunmuyorlardı, sosyalizmi, sosyalist değerleri tahrip ediyorlar ve kapitalizmin değerlerini yüceltiyorlar. Burada karışıklık tohumu atmak için üstlerine düşeni yaptılar, heryerde reklam yapıyorlardı. Onlar, sosyalist bloktan, Sovyetler Birliği'nden, Kutsal Ruh'tan geliyorlardı, öyleyse açıkladıkları gerçekti, inanmak gerekiyordu.
Ama kafalarının karıştırılmasına izin vermeyen, yeterince akıllı birçok Kübalı vardı. Elbette eksikliklerimizin üstesinden gelme ve sosyalizmi iyileştirme düşüncesi hepimizi sevindirir, fakat sosyalizmi gümüş bir tabak içinde ABD'ye ve dünyanın gericilerine teslim etmek büyük bir tarihsel suçtu ve bu suç işlendi. Bunu bizden daha iyi kim bilebilir?
Önceleri bazı sözcükler telaffuz edilmezdi, şimdi hiç kimse bunları gizlemiyor; önceden hiç kimse "kapitalizm" sözcüğünü anmazken, şimdi tüm konuştukları kapitalizm ve tüm yaptıkları kapitalizm ve artık şu açıkça görülüyor: sözcüklerle oynamaya, birşey söyleyip başka birşeyi ima etmeye gerek yok. Bu, başlangıçtan itibaren oldu, tekrar ediyorum, bu büyük bir tarihi suçtu ve işlendi ve birçok insan bu suça katıldı, çünkü Washington'dan değil, Moskova'dan geldi. Pek çok iyi şey de Moskova'dan geldi. Bunlar, onlara karşı çıkmamıza, Moskova'da yapılan büyük şeyleri, Rus komünistlerinin, Sovyet komünistlerinin yaptıklarını unutmamıza yol açmaz.
Orada yapılan hatalara karşı, herhangi birinin olduğundan çok daha eleştirici olabileceğim, o hataların insanlar ve örgütler tarafından işlendiğinin, herhangi bir insandan çok daha fazla farkında olduğum konusunda sizleri uyardım. Her türden hata işlendi, fakat bize yapılan çok, çok, çok kural dışı şeylerdir. Oradan gelen bazı şeyler dünyanın yararınaydı: sömürgeciliğe karşı, faşizme karşı savaş, kapitalist hegemonya koşullarında ayakta kalabilmek için savaş gibi. Kahramanlık tarihine sahipler, Ekim Devrimi'nden beri devrimci herşeyi onlar yaptı, bunlar kolay değildir. Birçok iyi kitap orada basıldı, Lenin'in bildiğimiz bütün eserleri Moskova'dan geldi. Lenin, yüreklerimizde Marks'ın yanında, Marti'nin yanında, Mella ve Che'nin yanında yeri olan çok istisnai bir kişiliktir. Tarih, onlara, ençok, o büyük devrimcinin, o büyük düşünürün kendi aralarından çıkmış olması nedeniyle büyük bir onur verecektir.
Şu an büyük üzüntüyle gördüklerimiz, Marks ve Lenin'in akıllarından belki de hiç geçmezdi, tıpkı, dev gibi heykelle yanyana olan bu küçük adada, onlara bu kadar çok saygı ve hayranlık duyulacağı da akıllarına belki hiç gelmediği gibi. Şehir isimlerinin değiştirilmesi gibi, Leningrad'ın isminin değiştirilmesi gibi, akla gelmeyecek şeyler yapıldı. Ben Leningrad demeye devam ediyorum, ben orayı Leningrad olarak biliyorum ve Leningrad dışında başka bir şehir tanımıyorum. Orayı yeni zenginlerin saraylarıyla doldurabilirler, bu olabilir; müzeleri, istedikleri her yeri ve hatta Kışlık Sarayı bile özelleştirebilirler, ama benim için orası Leningrad'tır ve öyle de kalacaktır. Şimdi tekrar çarın ismini verdiler, o kişi hakkında hiç bir yerde iyi bir biyografi henüz okumadım. Bu, bizim düşüncelerimiz ve ancak böyle düşünülebileceğine inanıyorum. O insanların, dünya işçileri için neler yaptıkları hiçbir zaman unutulmamalı.
Hernekadar biraz fazla konuştuysam da -ki bunu benden iyi biliyorsunuz, dikkat ediyorum, sizler henüz öğle yemeği yemediniz- burada ele alacağımız çok geniş konu gruplarından geride söylenecek sadece birkaç şey kaldı, fakat önce bizi yoketmek isteyen düşman hakkında birşeyler söylemek gerek.
Onlar da biliyorlar ve belki herkes gibi, Küba'nın bu koşullar altında neler yapabildiği konusunda, herşeye rağmen, onların planlarına, programlarına, propagandalarına rağmen Küba'nın bağımsız bir ulus olarak varlığını sürdürmesi, Küba'nın devrimci bir ulus olarak varlığını sürdürmesi, Küba'nın sosyalist bir devlet olarak varlığını sürdürmesi karşısında şaşkınlık içinde kalıyorlar. Çeşitli alanlardaki başarılarımızdan haberleri var, size anlattığım şeylerin bazılarını biliyorlar, ekonomik büyüme hakkında bilgileri var; yaptığımız herşeyi sabote etmeye, engellemeye çalışıyorlar. Kapitalizmle, çokuluslu şirketlerle, yabancı yatırımlarla ilgili bazı şeylere karar versek bile, "Hayır, Küba'ya bir cent yatırım yok" diyorlar ve Küba'da yatırımı düşünenler sabote ediliyor. Bizimle iş yapan herkese, sadece hükümetlere ve devletlere değil, özel kuruluşlara, dünyanın heryerinde onlarla konuşuyorlar, büyükelçiler gönderiyorlar, ticari girişimlere büyük sorunlar yaratıyorlar.
Ambargo, Küba'yla ABD arasındaki ticareti engellemeye ilişkin değildir; ambargo, ekonomik bir savaştır, politik bir savaştır; sabotajdan yıkıma kadar tüm gücün kullanıldığı bir savaştır, pek çok cephede sürdürülen topyekün bir savaştır. Ve şimdi, onların muhalifleri çok daha az ve şimdi geride kalan bazı sosyalist ülkelerle ticaret yapmayı planlıyorlar. Onlar, büyük ülkeler, elbette büyük çaplı ticaret yapabilirler; bizim gibi küçük bir ülkeye, Küba'ya, ambargoların ve tecrit politikaların yoğunlaşması lüksünü veriyorlar.
Onların savunduğu nedir, sosyalizm mi? Yabancı sermaye yatırımlarına ihtiyacımız var. Size az önce açıkladığım gibi başka bir alternatifimiz yok. Fakat öyle görünüyor ki, herşeyi yalnız başımıza yapmaya alışmamız gerekiyor, kimsenin bizimle işbirliği yapmasını, yatırım yapmasını, burada tek bir yatırım sahibi olmasını istemiyorlar. Programlarımızdan herhangi birinin uygulanmasını istemiyorlar ve çabalarını şimdi bu ekonomik durum üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bu nedenle, savunmada, askeri konularda asla dikkatsiz olamayız; ama şimdi kullandıkları temel silah, ekonomik silahtır. Bunun anlamı, bu savaşta, ekonominin askerleri olmak ve ekonominin iyi askerleri gibi savaşmak zorundayız...
BUGÜN SINIRSIZ BİR İDEOLOJİK SAVAŞ VERİLİYOR
Bugün, devlet müdahalesinin her şekline karşı, ulusal ekonomileri himaye etmek için alınmış her önleme karşı, işçilerin tüm kazanımlarına karşı, birçok ülkede kazanılmış sağlık hizmetlerine karşı, işsizlik sigortasına, emeklilik ödentisine karşı, bütün kitle iletişim araçları ve basın yayın kuruluşları aracılığıyla sınırsız bir ideolojik savaş veriliyor. Başka bir deyişle, kapitalist ülkeler, sadece sosyal devrim düşüncesiyle bile ürperiyorlar. Ekim Devrimi'nden sonra dünya işçileri tarafından kazanılmış herşey onları daha fazla korkutuyor. Ekim Devrimi, onları işçilerin taleplerine ve yoksul kesimlerin istemlerine taviz vermeye zorladı. Şimdi, sosyalist blokun ve SSCB'nin ortadan kaybolmasıyla, tüm bu kazanımlar, heryerde geri alınıyor, ekonomideki devlet katkıları kesiliyor ve devletin rolünü işçilerin grevlerini ve protestolarını bastırmaya indirgemek için vahşice savaşıyorlar.
Fakat geçenlerde çok ilginç birşey oldu: Güneydoğu Asya'daki krizler, ekonomik krizler. O ülkeler, büyük yabancı yatırımlarla, IMF ve Dünya Bankası'nın desteğiyle, kapitalist kalkınmanın modelleri olarak, "kaplanlar" olarak tanıtılıyordu. Ve birden kirli işler yapan, o ülkeleri mahveden spekülatörlerin ağına düştüler. Bu spekülatörler, borsada hisse senetlerinin değerlerini yönlendiriyorlar, döviz kurlarını ayarlıyorlar ve o ülkeler bunlar olmadan hiçbir şey yapamazlar.
Geçenlerde, o ülkelerden birinin önemli bir lideri bizi ziyaret etti. Malezya'nın başbakanı, önemli ekonomik gelişim göstermiş bir ülke. Yılların emeğinin, birçok yılın emeğinin yokedilmesinin nasıl birkaç dakikalık bir mesele olduğunu açıkladı ve bunları Latin-Amerika'da da açıkladı. O ekonomiler spekülatörlere karşı savunmasız ve onlara bu spekülatif durumlara karşı kendilerini korumaları için hiçbir yol gösterilmemiş ve izin verilmemiş. Para rezervlerinde bazen milyarları oluyor ve birkaç gün içinde kaybediyorlar.
Hisse senetlerinde muazzam servetleri var ve bunların değer yitirmesi birkaç günlük bir mesele. Örneğin, Endonezya'nın tedavüldeki parası, çok kısa bir sürede değerinin yarısına düşürüldü. Globalizm ve neo-liberalizmle neyin başarılabileceğinin örneği olarak sunulan ülkelerin, Tayland, Malezya, Filipinler, hatta Singapur'un paralarının başına gelen, tüketici toplum modelinin nelere malolacağı gerçeğinden bağımsız gelişmelerdir ve tüketici toplumların hiçbir geleceği yoktur.
Çokuluslu şirketler ve uluslararası finans kurumlarının empoze ettiği ölçülerle bu tür kalkınma, dünyaya ideal gibi sunuldu. Doğal ne varsa ortadan kaldırılacaklar. Neo-liberalizm ve kapitalist globalizasyon kavramı, sermayenin büyük miktarlarda bir ülkeden diğerine, bir bölgeden diğer bölgeye transferini engelleyen tüm engellerin kaldırılması demektir. En zengin ve en gelişmiş ülkelerin yararına, çokuluslu şirketlerin elinde olan dünya pazarlarının azami ölçüde geliştirilmesidir. İleri teknoloji ve modern iletişim araçlarıyla yapılan borsa ve döviz işlemleri, gerçek ticari işlemlerden çok daha fazladır ve tek hedefi, hiçbir şey üretmeden, kendini zenginleştirmektir.
Ne oluyor? Ortamı hiç hesaplamadan, karmakarışık ve tüketici bir model teşvik ediliyor. Petrol, gaz, kömür ve diğer nesnelere bağlı olanların daha uzun süre yaşayamayacağını herkes biliyor.
Bu modele göre, Hindistan gibi ülkeler, tüketim toplumu olmak ve aile başına bir araba sahibi olmak için çalışacaklar. Aynı model Güney Doğu Asya'nın tüm ülkeleri için de geçerli. Bu kavrayışa göre, Çin ve Latin-Amerika'nın da aynı tüketici kalkınma modeline sahip olması gerekiyor. Ve onlar, dünyayı, yıkıma doğru sürüklüyorlar...
DÜNYANIN MEVCUT SORUNLARINI DAHA DERİNLEMESİNE İNCELEMELİYİZ
Bizler, devrimciler gibi, öğretmenlerimiz, aydınlarımız, bilim adamlarımız dünyamızın mevcut sorunlarını daha derinlemesine incelemeli ve kaçınılmaz biçimde gelenin ne olduğunu önceden görmeliyiz. Bunun gerçekten yaşamsal önemde bir görev olduğunu ve bu çalışmaları ve araştırmaları artırmamız gerektiğini söylüyorum. Heryerden bir sürü bilgi, bir sürü haber ulaşıyor, kitle iletişim araçları insanın hayal gücünü aşan boyutlara ulaştı ve gezegenin çok kötü koşullarda bulunduğunun tasvirini yapıyorlar.
ABD'nin manevraları önceden görülebilir; onların kendi içinde bulundukları kaosları bir yana, hergün yeni düzenlemeler ortaya çıkıyor ve bunlar bir yasada, bir makalede, hatta bütçe hesaplarında görülebiliyor. Her defasında mafya bir düzenleme öneriyor ve Kongre üyeleri çoğu zaman ne önerildiğini incelemiyorlar bile; yoldaş Alarcon'un söylediği gibi, yasa tasarılarını okumaya zamanları bile yok. Hayır, eğer o yasa Küba aleyhine birşey getiriyorsa, okumuyorlar, sadece oylama yapıyorlar. Hergün birileri hakkında skandallar ortaya çıkıyor. Ama öte yandan kendilerini dünyaya örnek gibi gösteriyorlar. Eğer bu dünyada örnek olamayacak bir ülke varsa, bu, o ülkedir.
4. Parti Kongresinde alınan kararlar tümüyle gerçekleşitirildi, bunlar yasal düzenleme haline getirildi; doğrudan ve gizli oyla, bölgelerde delegeler ve ulusal kongre için temsilciler seçildi. Ülkenin temel sorunlarının tartışılmasında halkın büyük bir katılımı sağlanıyor, onların bize empoze etmeye çalıştığı modellerle kıyaslanamayacak ölçüde demokratik bir süreç. Burada, politik kampanyalarla, fonlarla, lobicilikle, mafya işleriyle ilgili skandallarımız yok; bu sorunların hiçbiri bu ülkede mevcut değildir ve asla olmayacaklarını umut ediyoruz. Bu, kıyas kabul etmeyecek kadar sağlıklı bir toplumdur.
Bu Kongre'den güçlenmiş olarak ayrılmalıyız. Kimsenin, cesaretinin kırılmadığını umuyorum, çünkü belirli şeylere dikkat çekmek zorundaydık; UJC (Genç Komünistler Birliği) üyelerinin söylediklerimden cesaretlerinin kırılmadığını umuyorum, onlar anlayacaklardır; onların, görevlerinin azami derecede farkında olmalarını, gelecekleri için ne yapabileceklerini bilmelerini istiyoruz. Bu Kongre'yi daha da kaynaşmış olarak terketmeliyiz.
Herşeyin ortaya konulduğu belgelerle ve görüşmelerle, düşüncelerimizin zenginleşeceğini düşünüyorum. "Birlik Partisi, Demokrasi ve İnsan Haklarını Biz Savunuyoruz" belgesinin asla yokedilemeyeceğini ve çocuklarımıza her zaman söz edebileceğimiz, ve böylece onların, tarihimizi olduğu gibi bilecekleri bu belgenin bir el kitabına dönüştürüleceğini umut ediyorum. Daha onlar doğmadan önce ulusallığımızı nasıl gaspetmek istediklerini, bağımsızlığımızı nasıl engellemek istediklerini, savaşlarımızın başarılarını nasıl önlemek istediklerini, halkımızın tüm güzel ve onurlu tarihini, dün yazılan, bugün yazılmakta olan ve yarın yazılmaya devam edilecek olan kahramanlıklarla dolu tarihini öğreneceklerdir. Ve gelecek nesiller, onlar için nasıl mücadele verildiğini, onların nasıl savunulduğunu, bu savaşın ne kadar zor ve çetin olduğunu, bugünün ve yarının erkek ve kadınlardan neler beklediğini bilmeleri gerek. Gerçekten, bu Kongre'den çıkan ilkelerin, temel düşüncelerin bu kadar iyi anlatıldığı, bu kadar önemli bir belgeden onur duyabiliriz; sosyalizmimizin bu kadar etkili ve tüm konuları kavrayan, hiçbir yanlış ve eksik bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapaylıktan uzak, düzgün bir anlatımla ortaya konulduğu bir belgedir. Bu belge, devlet sistemimizin ve toplumumuzun -onların haritadan silmek istediği- kendilerini örnek olarak öne süren toplumlardan üstünlüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu belgenin, ülkemizin politik yaşamının tarihinde bir direngi noktası olduğunu sanıyorum.
Artık bitiriyoruz, ama başlangıçta söylediğimi bir kez daha yinelemeden bitirmek istemiyorum: Yaptıklarımızdan onur duyuyoruz ve Che'nin erdem ve faziletinin bilincindeyiz. Ama eminim ki, Che de, devrimimizin erdem ve faziletlerinden onur duyardı; bu halkın, kendi halkının kahramanlığından ve cesaretinden onur duyardı.
Kaderin kaçınılmaz son çarpışmasında ölümünün 30. yıldönümünde, geride bıraktıklarını bir kez daha kavradık ve onlar burada, aramızda, onu hisseden yoldaşlarla birlikte.
Che'yi, Küba Devriminden uzak, hatta Küba Devrimini eleştiren biri gibi tanımlamaya çalışan kötü tüccar yazarlar var. Che ve Küba Devrimi, bir ve aynıdır; Che ve Kübalılar, Granmanın güvertesinde Küba'ya birlikte ulaştılar; Che ve Kübalılar Sierra Maestra'da birlikte savaştılar; Che ve Kübalılar Füze bunalımını birlikte yaşadılar; Che ve Kübalılar ülkemizde sosyalizmi kurmaya birlikte başladılar, bu sosyalizm, bizim olduğu kadar onundur da. Kübalı savaşçılar, onunla birlikte Afrika'daydılar; Kübalı savaşçılar, çoğunlukla ve kendisi tarafından seçilmiş olan mükemmel savaşçılar olarak Bolivya'da onunlaydılar. Ve bugün, onun etkileyici kişiliğini küçültemediler, bugün ona dünya çapında, artan oranda saygı ve hayranlık duyuluyor, hiç kimse Che ve Küba devrimi arasında herzaman varolan o olağanüstü yakınlığı inkar edemez.
Tarihi gerçeklere karşı yürüyorlar, bir çelik duvara çarpıyorlar ve halkımız daha da fazla saygınlık, daha büyük onurlar kazanıyor; bizim devrimci tarihimiz, bizim enternasyonalist tarihimiz ve bizim değerlerimizin sonsuz hazinesi daha da zenginleşiyor ve böyle anlarda, onun yapacağından hiçbir biçimde kuşku duymadığımız şeyi yaparken, onu daha fazla hissediyoruz; tıpkı, Marti'ye, Maceo'ya, Cespedes'e, Agramonte'ye, Gomez'e, tüm o büyük yurtseverlere layık olduğumuzdan; Marks'ın, Engels'in ve Lenin'in düşüncelerine layık olduğumuzdan emin olduğumuz gibi. Hiç kimse, bir yaşamda bundan daha fazla birşey isteyebilir mi? Biraz daha fazla şanslı olmayı isteyebilir mi? Hayır! Hiç kimse daha büyük bir mutluluk duyabilir mi? Hayır!
Zaman geçiyor ve bunlar oldu ve bugün görüyoruz ki, o bizim insanlarımız, hergünkü yoldaşlarımız efsanevi bir kişilik olmuşlar. Deneyimlerimiz halkımızın arzusuyla zenginleşti, deneyimlerimiz o büyük gerçekle zenginleşti, deneyimlerimiz ölüm kavramımızla da zenginleşti. Eğer öldüğü söylenenler, her zamankinden daha fazla yaşıyorlarsa ve her zamankinden daha fazla canlıysalar, burada, aramızda bulunuyorlarsa, ölüm nedir ki? Ve onlar, devrimciler varoldukça, yurtsever insanlar varoldukça, onurlu yürekler varoldukça, insanlık erdemlerini taşıyanlar var oldukça, varolmaya devam edeceklerdir.
Sonsuz sözcüğünün ifade ettiği hiçbir şeyden söz etmiyorum; o sözcüğü kullanmak isteriz, ama biliriz ki, hiçbir şey sonsuz değildir, Marksizm bize bunu öğretti. Biz, kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın sonsuzluğa kadar kalacaklarını sadece sonsuzluk varolduğunda söyleyebiliriz.
Bir kez daha onurla söylüyorum:
Ya sosyalizm, ya ölüm!
Patria o muerte!
Venceremos!