KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1998
Kızıldere'den
Beylerderesi'ne
"Ocak 1976'da Malatya Beylerderesi'nde üç devrimci, oligarşinin zor kuvvetleriyle çarpışarak öldü. Bütün ülkede büyük bir etki yaratan bu olay hakkında çok şeyler söylendi, yazıldı. Ölenler kimine göre neyi savunduğu belli olmayan üç anarşist, kimine göre akıl hastaları, kimine göre ise provokatörlerdi."
İşte 26 Ocak 1976 günü Malatya-Beylerderesi'nde şehit düşen üç devrimciden birisi olan İlker Akman yoldaşın kaleme aldığı "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" adlı yazısının birinci baskısına THKP-C/HDÖ tarafından yazılan sunuş yazısı bu sözlerle başlıyordu.
Aradan geçen 22 yıl boyunca, Malatya-Beylerderesi olayı, değişik dönemlerde şu ya da bu biçimde sözü edilen bir olay olmaya devam etmiştir. Solda pekçok kesim kimi zaman açıkça, kimi zaman üstü örtük biçimde, kimi zaman imalarla atıf yaptıkları Beylerderesi olayı, ülkemizdeki silahlı devrimci mücadelenin, özel olarak da THKP-C'nin savaşında bir dönüm noktası niteliğine sahip olması, aynı zamanda soldaki yaklaşımların da nedeni olmuştur.
Bu arada, Beylerderesi olayını, bireysel planda ele alanlar da çıkmıştır ve çıkmaktadır. Kimilerine göre, Beylerderesi'nde şehit düşen yoldaşlar, teorik olarak "yetersiz" kişilerdir. Kimine göre, Beylerderesi'nde şehit düşen yoldaşlar, kendi bireysellikleriyle ve bireysel düşünceleriyle yola çıkmışlardır, belirli bir örgütsel ilişkileri ve yapıları yoktur! Aradan geçen yıllar bu türden beyanların ya da değerlendirmelerin gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını açıkça göstermiştir. Ama Beylerderesi'nde şehit düşenler, hiç tartışmasız belli bir örgütsel yapının mimarlarındandır ve onların eylemi aynı zamanda bu örgütsel yapının niteliğini belirleyen en temel unsurlardan birisi olmuştur. Bu yazı, bir ölçüde, bu gerçeğin, yeniden ve bir kez daha ortaya konulmasıdır da.
Yine kimilerine göre, onlar, içinde bulundukları ortamlarda bireysel çıkış arayan kişilerdir. Son yıl içinde ortaya atılan bazı savlara göre, onlar, İlker yoldaş bağlamında karşılaştıkları "ağır eleştirilerin ve çeşitli ilişkilerdeki başarısızlığın" etkisiyle ya da Hasan Basri yoldaş bağlamında "THKO kafa yapısıyla" yola çıkmışlardır. "THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl" yazısında ortaya konulduğu gibi, bu tür savlar, sadece onlar gibi kararlılık gösteremeyen, yapılması gereken yerde yapması gerekeni yapamayan vb. kişilerin kendi durumlarını haklı gösterme çabasından başka bir şey değildir. "Kimin ne düşüneceğine aldırmadan" yazı kaleme alanlar, tarih "insanların kişisel tarihinden ayrı yazılamaz" diyenler, böylesine kendi bireyselliklerini ve tutarsızlıklarını haklı gösterme çabasına girmesi belki anlaşılması güç gelecektir. Ancak ülkemiz devrimci mücadelesinin önemli bir döneminde yer almış ve önemli sonuçlar ortaya çıkarmış Beylerderesi olayının, aynı zamanda, devrimci mücadelede bireylerin ölüm gerçeğiyle somut olarak yüzyüze gelmelerini sağladığı kesindir. Beylerderesi'yle birlikte sadece ideolojik-teorik sözler söyleyerek, ideolojik-teorik konularla ilgilenerek, entellektüel tartışmalar yaparak devrimcilik yapılamayacağı, ülke pratiğinde bir kez daha somutlanmıştır. Devrim için savaşmayana komünist denilemeyeceği, bir kez daha Beylerderesi ile gösterilmiştir. Bu yönüyle de, Beylerderesi, eski bir dönemin bitişi, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş, 26 Ocak 1976 günü Malatya-Beylerderesi bölgesinde oligarşinin zor güçleriyle giriştikleri çatışmayla, bir dönemin sona erdiğini ilan etmişlerdir. Bu öyle bir dönemdir ki, 1960'ların ortalarından itibaren gelişerek yükselen devrimci mücadelenin 1971'de THKO ve THKP-C'nin yürüttüğü silahlı eylemleriyle ulaştığı düzey karşısında emperyalizmin ve oligarşinin 12 Mart muhtırasıyla başlattığı karşı-devrimci saldırı, imha ve pasifikasyon dönemidir.
Kısaca 12 Mart dönemi olarak adlandırılan bu dönem, bir yandan silahlı devrimci mücadelenin örgütlü olarak yürütüldüğü bir dönem olurken, diğer yandan silahlı devrimci mücadelenin ağır kayıplar verdiği ve peşi sıra gelen yoğun ve yaygın bir pasifikasyon dönemi olmuştur. 30 Mart 1972 günü Kızıldere'de THKP-C'nin kurucusu ve önderi Mahir Çayan yoldaşın aralarında bulunduğu on devrimcinin katledilmesi ve ardından 6 Mayıs 1972 günü THKO önderlerinin idam edilmeleri, ülkemiz devrim tarihinin bir dönüm noktası olmuştur. Tıpkı, 1971'de THKO ve THKP- C'nin silahlı mücadeleye başlamalarıyla ortaya çıkan büyük dönüm noktası gibi. Oligarşinin 1972'den itibaren sürdürdüğü pasifikasyon uygulamaları, bu gerçekleri değiştirememiştir. Bu tarihlerden itibaren, artık ülkemizdeki her politik gelişme, bu dönüm noktalarıyla birlikte anılmaya başlanılmıştır.
Özellikle THKP-C'nin 1971-72 yıllarında sürdürdüğü Öncü Savaşının 30 Mart 1972'de Kızıldere olayı ile birlikte kesintiye uğraması, oligarşinin pasifikasyonuyla birleşerek geçici bir dönemin başlangıcı olmuştur. İşte 26 Ocak 1976 yılındaki Malatya-Beylerderesi olayı, bu geçici dönemin sonunu ilan etmesiyle, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Doğal olarak 1980'lere kadar yükselerek gelişen devrimci mücadele, hemen her zaman bu olayın etkisi ve iziyle belirlenmiştir. Ancak olayın etki ve izlerini doğru kavrayabilmek için 30 Mart 1972'den 26 Ocak 1976' ya kadar geçen süredeki durumu iyi bilmek gerekmektedir.
Hiçbir tarihsel olay, kendi koşullarından ve geçmişten devraldığı tarihsel mirastan (ki bu miras, ideolojik, politik, teorik ya da deneyim olarak ortaya çıkar) ayrı olarak değerlendirilemez ve kavranılamaz.
Marksizm-Leninizmin tarih kavrayışı bir yana bırakılarak, "geçmişi bütün yönleriyle, olduğu gibi anlatmayı onu küçültmek olarak görmeye, onu kutsallık derecesinde ele almaya devam edersek eğer, sadece kendimizi yanıltırız. Bizim tekrarlara değil, ileriye gitmeye ihtiyacımız var. Bunun için de, tarihin ayrılmaz parçası olan biyografilerin iyi yazılması önemlidir" diyerek tarih karşısında "eleştirel" olmaya kalkanlar elbette olacaktır. Ama Marksizm-Leninizm, böylesine "safiyane" sözde eleştiricilere gereken değeri yıllar öncesinden çoktan vermiştir. Daha Marksizmin oluşumunun ilk başlarında Marks ve Engels, eleştirel eleştiricilerin anlayışını eleştirirken "Alman İdeolojisi"nde şöyle yazmaktadırlar:
"... bu tarih anlayışı, tarihte yalnız büyük tarihsel ve siyasal olayları, dinsel ve kısacası teorik mücadeleleri görebilmiştir, ve özellikle ele alınan her tarihsel çağ konusunda bu çağın yanılsamasını paylaşmak zorunda kalmıştır. Diyelim ki, bir çağ, kendisinin salt 'siyasal' ya da 'dinsel' nedenlerle belirlendiğini kuruyor, her ne kadar 'siyasal' ve 'dinsel', o çağın gerçek devindiricilerinin yalnız biçimleri olsalar da, o çağın tarihçisi bu görüşü kabul eder. Bu belirlenmiş insanların kendi gerçek pratiklerinden edindikleri 'imgeleme', 'tasarım', bu insanların pratiğine hükmeden ve onu belirleyen tek belirleyici ve etkin güç haline dönüşür. Hintlilerde ve Mısırlılarda, işbölümünün kendini gösterdiği ilkel biçim, eğer bu halkların devletlerinde ve dinlerinde bir kastlar rejimine neden oluyorsa, tarihçi, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğuna inanır. Fransızlar ve İngilizler, hiç değilse, hala gerçeğe en yakın olan siyasal yanılsama ile yetindikleri halde Almanlar, 'mutlak tin' alanında hareket ederler ve dinsel yanılsamayı tarihin devindirici gücü yaparlar. Hegel'in tarih felsefesi, Almanların bütün bu tarih yazma tarzının 'en salt ifadesine' kadar götürülmüş önemli en son ifadesidir, ve bu tarzda gerçek çıkarlar, hatta siyasal çıkarlar da sözkonusu değildir, sadece salt fikirler sözkonusudur; öyleyse bu tarih, Aziz Bruno'ya, biri ötekini parçalayıp yutan ve sonunda 'kendinden bilinci' içinde yok olup giden bir 'fikirler' dizisi gibi görünmekten geri kalamaz ve gerçek tarih diye bir şeyden hiç haberi almayan Aziz Max Stirner'e, tarihin bu akışının, herhalde, basit bir 'şövalyeler', haydutlar ve hayaletler öyküsü gibi görünmesi çok daha mantıklı bir şeydir ve Aziz Stirner, bunları görmekten, ancak 'kutsal şeylere karşı saygısızlık eğilimi' sayesinde kurtulabilmektedir. Bu anlayış, gerçekten dinsel bir anlayıştır, dinsel insanın, bütün tarihin başlangıç noktası olan ilkel insan olduğunu varsayar ve yaşamın kendi imgeleminde geçim araçlarının ve kendisinin gerçek üretiminin yerine hayali şeylerin dinsel bir biçimde üretimini koyar...
Teori, gerçekten tarihsel konuları, sözgelimi, 18. yüzyılı, incelemek durumunda kaldığında, bu filozoflar, ancak tasarımlar tarihini, o da, temelini oluşturan olaylardan ve pratik gelişmelerden kopuk olarak verirler ... Onların amacı, tarihsel niteliği olmayan bir kişinin ve onun hayallerinin şanına daha büyük bir parıltıyla ışıldatmak için bir geçmiş zaman tarihi yazmaktır; ve gerçek tarihsel olayları ve hatta siyasetin gerçekten tarihsel nitelikteki tarih içine sızmalarını anımsatmamak ve onun yerine ciddi bir çalışmaya değil de, tarihsel montajlara ve edebi dedikodulara dayanan bir öykü sunmak, bu amaca uygundur. Kendilerini ulusal önyargıların üstünde sanan bu tumturaklı ve böbürlenme dolu düşünce bakkalları, pratikte, küçük-burjuvaca Alman birliği düşünü kurup duran birahane gediklilerinden çok daha ulusaldırlar."
Elbette her zaman kişilerin kendileri için böylesine bir tarihçiye sahip olması söz konusu olamamaktadır. Kendisini tarihçi-biyografi yazarı olarak sunan Turan Feyizoğlu gibi (Mahir adlı kitapta görüleceği gibi) tarihçi bulmak zordur! Böyle durumlarda, kişinin kendisi, kendisi için tarihçilik yapması pek sık olmasa da rastlanılmayan bir olay değildir. Ama tarihsel olaylar ve süreçler, hiç de eleştirel eleştiricilerin savladığı gibi gelişmemiştir. Salt Beylerderesi olayında bile, bu gerçek açık biçimde görülebilir. Hiçbir olay, olgu ve eylem, kendisinin içinde varolduğu nesnel koşullardan ayrı olarak ele alınamaz ve değerlendirilemez.
30 Mart 1972 Kızıldere olayından sonra ülkemizdeki durum neydi?
Hemen herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır: Ülkemizdeki devrimci mücadele 1960'ların ortalarından itibaren gelişmeye başlamış ve devrimin olabileceğine olan inanç 1970'lere gelindiğinde geniş kitlelere yayılmıştı. 1971 başlarında THKO'nun gerçekleştirmiş olduğu birkaç silahlı eylem, propagandası yapılmamış olmasına rağmen, ülkedeki tüm politik güçleri etkilemiş ve kitleleri derinden etkilemeye başlamıştır. Mevcut iktidarın değişmesi gerektiğini düşünen samimi unsurlar, bu süreçte, aynı zamanda bu iktidarın değişebileceğini düşünmeye başlamışlardır.
Kitle arasında yayılan bu düşünceler, 16 Mart 1971'de Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan'ın oligarşinin eline tutsak düşmelerine rağmen, gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. 12 Mart muhtırasının verilmiş olması ve Süleyman Demirel hükümetinin istifa etmesi, kitlelerin mevcut düzenin değişebileceğine olan inançlarını daha da pekiştirmiştir. Ancak oligarşinin 12 Mart askeri müdahalesi ve yönetimi askerileştirmesi yönündeki hareketi, kitleler açısından yeterince kavranılmamış ve düzen değişikliğinin bir hükümet değişikliği ile sınırlı bir düzeyde algılandığına fazlaca önem verilmemiştir. İşte böyle bir ortamda THKP-C'nin gerçekleştirmiş olduğu E. Elrom'un kaçırılması eylemi, tüm kanıları, yanılsamaları ve oligarşinin kademeli planını altüst etmiştir.
Elrom'un kaçırılmasıyla birlikte, ülke tarihinin gördüğü en geniş "insan avı" başlatılmış, tüm evler didik didik aranmış ve binlerce kişi sadece sol düşünceli oldukları için gözaltına alınmıştır. Ülke tarihinde ilk kez, işkenceler ve gözaltılar kitlelerin açıkça görebileceği bir düzeyde uygulanmaya başlanmıştır.
Böylesine kitlesel ve yaygın bir zor uygulaması, birbiri ardına sonuçlar vermeye başlamıştır. Bu sonuçlardan en önemlisi, ülkemiz solunda pasifist ve revizyonist anlayışların yaygınlaşması olmuştur. 12 Mart öncesinde silahlı mücadeleyi hararetle savunan, silahlı mücadeleyi savunmayanları "hainlikle","döneklikle" suçlayan pekçok kişi, oligarşinin zor uygulamaları karşısında yılgınlığa düşmüşler ve teslimiyetçiliği seçmişlerdir. Bu gelişme, silahlı devrimci örgütlerin, özellikle de THKP-C'nin faaliyetlerini etkilemeye başlamıştır. THKP-C'nin üst düzey yöneticileri arasında ortaya çıkan yılgınlık ve teslimiyetçilik, kitle ölçeğindeki pasifikasyonla birleşerek, THKP-C'yi hareketsiz hale getiren bir sonuç üretmiştir.
Yine de bu gelişmeler, samimi unsurların devrimin olabileceğine olan inançlarını önemli ölçüde sarsmamış ve Kasım 1971 sonlarında Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'nın Kartal-Maltepe askeri cezaevinden kaçmalarıyla birlikte yeni bir güven duygusu kazanmıştır.
Kendisini devrimci ya da solcu olarak tanımlayan hemen herkesin çok iyi tanıdığı ve bildiği bu kişilerin askeri cezaevinden kaçışlarının yarattığı yeni umutlar, Mart 1972 sonlarına doğru, Ünye radar üssünden iki İngiliz ve bir Kanadalı askeri teknisyenin kaçırılması eylemi ile en üst seviyeye çıkmıştır. Oligarşinin tüm askeri önlemlerine, sokağa çıkma yasaklarına (ki bu tarihlerde sokağa çıkma yasağı gece 22.30'da başlıyordu), işkencelerine ve kitlesel gözaltılarına rağmen gerçekleştirilen bu silahlı eylem, aynı zamanda THKP-C'nin kitleler üzerindeki bugüne kadar kırılamayan etkisinin en önemli nedeni olmuştur.
Mahir Çayan yoldaşın "soldaki samimi unsurlar" olarak tanımladığı kesimler, Ünye eylemiyle birlikte, silahlı mücadelenin yeni bir evreye, kır gerillası evresine geçtiğini ya da geçmek üzere olduğunu düşünerek, büyük bir coşku içinde bulunuyorlardı.
İşte umudun ve coşkunun en üst boyuta çıktığı bir anda, 30 Mart 1972 günü Kızıldere'de Mahir Çayan ve yoldaşları kuşatıldılar ve katledildiler. 6 Mayıs 1972 günü Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilmeleriyle birlikte, hüzün ve umutsuzluk, tüm sola egemen oldu. Bu hava, gerek tutuklanmış devrimcileri, gerekse dışardaki samimi unsurları derinden etkisi altına aldı. Herşeye rağmen birşeylerin yapılması gerektiğini düşünen ve yapılabileceğine inanan bir avuç samimi unsur, böyle bir ortamda etkili olabilmek için, ne deneyime, ne de bilgi birikimine sahiptiler. Ve doğal olarak kitlesel ölçekte sonuç, pasifize olmak, düzenin içinde yaşamak oldu.
Böylece 1960'ların ortalarında yükselen ve kitleleri etkileyen devrimci mücadele, kitlesel ve kadrosal bir pasifikasyon ortamı içine girdi. 12 Mart'tan itibaren solda yayılan teslimiyetçilik ve pasifizm, Kızıldere sonrasında egemen unsur haline geldi. 12 Mart sonrasının ilk aylarında devrimci mücadeleyle ilişkisini kesen insan sayısındaki artış, Kızıldere sonrasında ulaşabileceği en üst seviyeye ulaştı. Evlerdeki kitaplar teker teker imha edildi, politik bir faaliyet anlamına gelebilecek her türlü ilişki ve davranış biçimi terk edildi, devrimcilik dönemindeki tanışıklıklar görmezlikten gelindi, kısacası, pasifikasyonun etkisi altında pekçok insan, kendi köşelerine çekildiler ve yapabildikleri en garip işleri yapmaya koyuldular. Ve bu dönemin en gözde kitabı ve konusu, Eric Von Daniken'in "Tanrıların Arabaları" ve dünyadaki uygarlıkların uzaydan gelenlerce gerçekleştirilmiş olup olmadığı oldu.
Bu pasifizm ve teslimiyetçilik, benzer biçimde içerde yatanlar arasında yayıldı. Kimileri "hidayete erdi", tanrıyı buldu; kimileri Süleyman Demirel'in "değerini" keşfetti; kimileri ise can telaşına düştü. Öyle ki, dışarda gerçekleştirilecek bir silahlı eylem, içerde onların idam edilmeleriyle sonuçlanabilecek gelişmeler yaratabileceği sanısıyla, "dışarıya", sürekli olarak "sakin olunması" gerektiği, "eylem yapılmasının yanlış olduğu" şeklinde uyarılar gönderilmeye başlanıldı.
Artık toplumsal ölçekte, birbiri ardına, devrimciliği bırakıp, iş güç sahibi olan, okulunu bitiren, evlenen "devrimciler"in hikayeleri anlatılmaya ve konuşulmaya başlanıldı. 1971-72 döneminde sürdürülen silahlı eylemlerin etkisiyle devrimciliğe sempati duyan pek çok yeni unsur, bu hikayelerle ve bu hikayenin kahramanlarının tutumlarıyla pasifize oldu.
İşte bu ortamda, bir avuç genç devrimci ve sempatizan, üniversitelerde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyorlardı. Özellikle ODTÜ'de, bu bir avuç insan, neler yapılabileceği üzerine kafa yoruyorlar ve bu amaçla birlikte olmaya ve çalışmaya gayret ediyorlardı. Ancak bu tutum içinde olan, sadece onlarla sınırlı değildi. 1971 öncesi ve sırasında kurulmuş ilişkilerin boyutlarına bağlı olarak, değişik yerlerde bu türden çabalar ve toplaşmalar bulunuyordu. Bunlar arasında SBF çevresi ve Ankara Beşevler bölgesi, bilinebilir boyutlarda bir çaba ve toplaşma içindeydi. ODTÜ'nin kampus niteliği ve bunun içindeki yurtlarda daha birlikte ve birleşik bulunabilme olanağı, kaçınılmaz olarak, bu küçük toplaşmalar içinde ODTÜ'lülerin görece uzun bir arada kalmalarını olanaklı kılıyordu. Yurtlarda bulunmayan kimi ODTÜ'lü devrimciler, oturdukları semte ya da geçmişte kurdukları ilişkilere göre, değişik çevrelerle ilişki içindeydiler. İşte bunlardan birisi de Beylerderesi'nde şehit düşen İlker Akman yoldaştı.
1973 yılına, ülke çapındaki pasifikasyonun olanca ağırlığıyla hissedildiği bir ortam içine girildi. Birşeyler yapılabileceğini düşünen devrimciler ve sempatizanlar, bu yıl içinde, bir yandan kendilerini teorik olarak yetkinleştirmeye çabalarken, diğer yandan çevreleriyle belli bir ilişki kurmaya çalışıyorlardı. Ancak her ilişki kurma girişimi, devrimciliği bırakanların artlarında bıraktıkları olumsuzluklarla karşılaşıyor ve gelişemiyordu.
14 Ekim 1973'de genel seçimler yapıldı. Bülent Ecevit yönetiminde CHP, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Uzun süren hükümet kurma çalışmaları sonucunda 6 Şubat 1974 günü CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu.
"Akgünler" ve "genel af" sloganlarıyla, "Karaoğlan" sıfatlarıyla sürdürülen CHP propagandası, kaçınılmaz olarak ülkemiz solunda, olası bir CHP iktidarı ile işlerin düzeleceği beklentisi yarattı. Böylece soldaki pasifizm ve yılgınlık, CHP'nin seçim çalışmalarına katılma ve CHP'yi destekleme şeklinde kendine yeni bir yön çizdi. Eski dönemin pekçok "devrimcisi", bu dönemde CHP'ye katılarak, kendilerini tümüyle devrimci mücadeleden ayırdılar. Ve gerek bunların çabalarıyla, gerekse CHP dışında kalmakla birlikte, her açıdan pasifize olmuş unsurların, özellikle de üniversite öğretim üyelerinin, teorik katkılarıyla, şeriatçılığı açık biçimde bilinen ve görülen Erbakan yönetimindeki MSP ile koalisyon fikri seçim sonrasındaki ayların en temel konusu oldu.
Devrimcilikle her türlü ilişkisini kesmiş, ama öte yandan kendisini "solcu" olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınlarının MSP üzerine tezleri, en popülist söylemden, en teorik söyleme kadar yaygınlaştırıldı. Onlara göre, MSP, şeriatçı olmakla birlikte, aynı zamanda işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve emperyalizme karşıydı. MSP'nin din karşısındaki tutumu değil, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm karşısındaki tutumu esas alınmalıydı. Ayrıca MSP, "genel af"ın çıkartılmasını da istiyordu. Bunları yazıp çizenler, her yolu kullanarak, MSP'nin küçük ve orta sermaye kesimlerinin politik sözcüsü olduğu, emperyalizme ve tekellere karşı oluşunun temelinde bu sınıf özelliğinin yattığını, dolayısıyla proletaryaya ve sosyalizme karşı bir politik güç olduğu gerçeğini özenle gizlemeye çalıştılar. Özellikle TKP ve TİP revizyonist çevrelerinin başını çektiği bu propagandalar ve MSP'yi aklama çabaları, aynı zamanda bu revizyonistlerin olası bir CHP iktidarı altında legalleşme ve legal parti kurma beklentileriyle gündeme getiriliyordu.
Ecevit'in yıllar sonra "en büyük hata" diye nitelendirdiği CHP-MSP koalisyonu, böyle bir zeminde oluşturuldu.
Kendilerinin olası bir CHP hükümeti koşullarında legalleşeceğini düşünen TKP' liler ve 12 Mart'ta kapatılmış TİP revizyonistleri, bu dönemde daha çok küçük gruplar halinde faaliyet gösteriyorlardı. Bunlar arasında en etkilisi aylık teorik yayın olarak İlke ve kitle yayın organı olarak haftalık Kitle çıkartan kesimdi. 12 Mart sonrasında Cumhuriyet gazetesindeki yönetim değişikliğinden sonra günlük olarak yayınlanan Yeni Ortam gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve buradan tüm solun adını sık sık duyduğu Oya Baydar, Tektaş Ağaoğlu gibi isimler bu kesimde yer alıyorlardı. 12 Mart sonrasında kendisini solcu olarak tanımlayan herkesin alıp okuduğu tek gazete olan Yeni Ortam, aynı zamanda sol politik değerlendirmelerin dikkatle izlendiği bir gazeteydi. Bu açıdan, İlke-Kitle grubu, pekçok kesimde önsel olarak benimsenecek bir durumdaydı.
Bu kesimin faaliyetine paralel olarak kurulmuş olan SGB, 14 Ekim seçimlerinden bir kaç ay sonra, Ankara ve İstanbul'da dernek faaliyetlerine başladı. ADYÖD ve İYÖKD adlarıyla kurulan bu dernekler, bu revizyonistlerin kurmayı planladıkları legal parti için gençlik kesiminde örgütlenmeyi hedefliyordu. O gün için, yasal üniversite öğrenci dernekleri faşistler tarafından gizlice kurulmuş olduğundan, öğrenci kesiminin üniversite dışında örgütlenmesinden başka bir seçenek yoktu. Ancak genellikle silahlı mücadeleye sempati duyan öğrenci kesiminin böyle bir deneyimi yoktu. Bu nedenle, bir yıla varmadan kendilerini TSİP olarak legal parti haline getirecek olan bu kesimlerin kurduğu ADYÖD ve İYÖKD, o aylar için Ankara ve İstanbul'da tek dernek durumundaydılar.
İşte böyle bir ortamda THKP-C çizgisini benimsemiş devrimciler, 1974 yılına girildiğinde, tekil düzeyde çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Daha sonraki aylarda TSİP'lilerin takacakları isimle "Cepheciler", bulundukları üniversite ve fakültelerde, dar bir çevre ilişkileri içinde çalışmalarını yoğunlaştırdılar.
Doğrudan 12 Mart dönemi pasifikasyonu ile yüzyüze gelmemiş, ancak 1971-72 döneminde sürdürülen Öncü Savaşının yarattığı etki ile devrimcilere ve THKP-C'ye sempati duyan yeni bir öğrenci kuşağı, 1974 başlarından itibaren üniversitelerde etkili olmaya başlamışlardır. Geleneksel olarak, üniversitelerde her dönemin sonunda yapılan toplantılar, aynı zamanda yeni dönemin (yaz tatili sonrası) faaliyetlerini belirleyen özelliklere sahip olmuştur. Benzer bir durum, 1974 yazına girilmeden önce ADYÖD ve İYOKD düzeyinde gerçekleşmiştir.
Yayınladıkları İlke ve Kitle ile, yönetimlerini ellerinde tuttukları ADYÖD ve İYÖKD ile kendilerinin soldaki tek güç olduğunu düşünen revizyonistler, 1974 yazına girerken, bu dernek faaliyetleri aracılığıyla 1971'in yarattığı etkiyi kendilerine kanalize edebileceklerini hesaplıyorlardı. Ve bu amaçla İstanbul'da Haziran 1974'de İYÖKD'ün I. Kongresi'ni toplamaya karar verdiler. Ankara'da ise, İstanbul'un sonuçlarına göre hareket etmeyi planlayan revizyonistler, ADYÖD faaliyetlerini salt pratik olarak "herkese" açtılar.
Genel af görüşmelerinin mecliste yapılmaya başlandığı sırada, hızla örgütlenmeyi tamamlamayı ve TSİP'i oluşturmayı planlayan İlke-Kitle çevresi, Haziran 1974 başında yapılan İYÖKD kongresinde beklenmedik bir şekilde yönetimi kaybetti. İYÖKD, bu kongreyle birilikte "Cepheciler"in eline geçmişti. Ancak bu revizyonistlerin bu gelişmeyi değerlendirecek zamanları bile yoktu. Genel Af çıkmak üzereydi ve başta Behice Boran olmak üzere 12 Mart öncesinin legalistleri dışarıya çıkacaktı. Bu nedenle "ellerini çabuk tuttular" ve 22 Haziran 1974 günü TSİP'i kurdular.
İşte bu dönemde, 1971-72 yıllarında ODTÜ'de bulunan ve Kızıldere sonrasında bir şeylerin yapılabileceğini ve yapılması gerektiğini düşünen devrimciler, THKP-C'nin ideolojik ve stratejik görüşleri etrafında yürüttükleri çalışmaları daha sistemli yürütmeye başladılar. Bu çalışmalar, çok dar bir kesimle yürütülmesine rağmen, en temel özelliği belli bir sistematiğe sahip olmasıydı. Kurulan her ilişki, daha ilk andan itibaren silahlı mücadele koşullarına göre biçimlendirilmeye çalışılıyordu. Dolayısıyla çalışmalarda illegalite ve gizlilik, deneyimin elverdiği ölçüde temel uygulama olarak ele alınıyordu. Değişik kentlere gitmiş olan bireyler arasında, periyodik olmasa da, önceden planlanmamış da olsa, belli bir ilişki sürdürülmeye çalışılıyordu. Ancak ortada, adına örgütsel denilebilecek bir yapı ve ilişki olmadığından, bu çalışmalar, bireylerin kendi öz çabalarıyla gerçekleştiriliyordu. Bu ilişkilerde öne çıkan unsurlar, değişik nedenlerle (ki çoğunluğu üniversiteyi bitirerek, işgüç sahibi, evli barklı insanlar olmaya yöneliyorlardı) sürekli değiştiğinden, düşüncede ve faaliyette birlik olmasına rağmen, çalışmalarda bütünsellik sağlanamıyordu.
Ankara'da bu eski ODTÜ ilişkileri, kendi aralarında daha sıkı ilişki geliştirebildiklerinden, ideolojik ve politik gelişmeleri yakından izleyebiliyorlar ve değerlendirebiliyorlardı. Bunun somut görünümü, kişisel bir çaba ürünü olan Rus Devriminden Çıkan Dersler oldu. Daha sonraki yıllarda THKP-C/HDÖ tarafından basılan ve yayınlanan bu yazı, İlke-Kitle çevresinin THKP-C'ye yönelik saldırı ve tahrifatlarına az da olsa bir yanıt getiriyordu. Ama asıl önemi, Rus Devrimi üzerine belli bir bütünselliği olan bir bilgi içermesiydi. Bu yönüyle, devrimci unsurların ideolojik-teorik eğitimlerinde yararlanılan bir yazıydı.
Daha sonraki yıllarda THKP-C/HDÖ saflarında sağ görüşleri savunan, üç kez özeleştiri vererek pratikte çalışmaya yöneltilen, 1978 yılında tümüyle örgütten koparak kendisinin de başında bulunduğu ayrı bir örgütlenmeye giden, 1980 sonrasında Teslim Töre kesimiyle birleşerek TKEP'e katılan, anı parçacıklarıyla birkaç tane "roman" yazan ve 1990'larda TKEP'in kendisini fiilen ortadan kaldırmasıyla tümüyle kendisini "sanat ve kültüre" vakfeden ve nihayet 1997 Nisan ayında, kendine ait "Avrupa'da ve Türkiye'de Yazın" da, yazının sahibi olduğunu ilan eden E. E., bu bireysel çalışmasıyla örgütlenme faaliyetinde çalışan kadrolar için önemli bir eğitim malzemesi sağlamış oluyordu.
Mahir Çayan yoldaşın bütün yazıları, ki içlerinde Kesintisiz Devrim II-III bulunuyordu, 1974 yazında teksir edilerek çoğaltıldı. İlk kez çoğaltılan Kesintisiz Devrim II-III, toplam olarak 60 civarında basılmıştı ve afla dışarı çıkanlar dahil eski dönemin belli başlı THKP-C'lilerine verilmişti. Rus Devriminden Çıkan Dersler, çoğu zaman daktilo ya da elle çoğaltılarak, yeni unsurların eğitiminde kullanılıyordu. (Ve Rus Devriminden Çıkan Dersler, yaklaşık bir yıl sonra, Ağustos 1975'de teksir olarak çoğaltıldı.)
1974 yazına girerken ortaya çıkan gelişmeler, özellikle İYÖKD yönetiminin revizyonistlerden alınması ve Haziran 1974'de affın çıkması, kaçınılmaz olarak yaz boyunca pek çok faaliyetin yoğunlaşmasını getirdi. Özellikle aftan yararlanarak çıkanlarla ilişki kurulması, onların düşüncelerinin alınması, yeni bir dönemin başlangıcını ortaya çıkarıyordu. Bu yeni dönem, THKP-C'nin örgütsel yapısını kurmak ve Öncü Savaşına yeniden başlamak başlığını taşıyordu.
Genellikle ülkemiz solunda ideolojik-teorik tartışmaların yoğun olarak yapıldığı Ankara, bu yeni dönemde yeniden ön plana çıkmaya başlamıştı. 1971-72 döneminde ODTÜ'de bulunanların bir kesimi (içlerinde E. E'nin de bulunduğu bir kesimi), 1974 yılında mezun olmuşlar ve mezuniyet sonrası nerede, neyi yapacaklarını araştırıyorlardı. Bir yandan sürdürülen ideolojik-teorik tartışma ve görüşmeler, diğer yandan askerlik, iş arama gibi çabalar, okullarından mezun olmuş tüm devrimci unsurların yüzyüze kaldıkları bir durumdu. Bu durum, bu tür insanlarda belirgin bir kararsızlık ve tutarsızlık yaratıyordu. Buna, içerden çıkanların kararsızlığı ve korkaklıkları da eklendiğinde, aylar boş ve anlamsız tartışmalarla geçirilmeye başlandı.
1974 affı ile içerden çıkanların kararsızlık ve tutarsızlığı, ilk andan itibaren 1971-72 dönemindeki silahlı mücadelenin tartışılmasıyla kendisini ortaya koymaya başladı. Gerek THKP-C davasından yatmış olanlar, gerekse THKO davasında yatmış olanlar, yeniden silahlı mücadelenin başlatılması yönünde bir faaliyetten önemli ölçüde uzak durma çabası içindeydiler. Kimileri 1971-72 dönemindeki mücadelenin yanlış olduğunu açık biçimde savunurken, kimileri bazı "taktik ve teknik hatalar" yapıldığını ileri sürüyorlardı. Bazı istisnalar dışında, tümünün ortak tutumu, gelişmeleri izlemek olarak belirginleşiyordu.
İşte bu istisnalar içinde yer alan Hasan Basri Temizalp yoldaş, THKO'lu olmasına rağmen, THKP-C'nin ideolojik-stratejik çizgisinin doğruluğunu açık biçimde görmüş ve bu çizgi doğrultusunda mücadelenin sürdürülmesini savunuyordu. THKO'nun içinde bulunduğu durum, yani bir kısım THKO'luların geçmişi tümüyle reddetmiş olmaları, diğer kısımın ise (T. Töre kesimi) ideolojik-stratejik olarak yüzeysel konumları, Hasan Basri yoldaşın, THKP-C çizgisinde mücadelenin sürdürülmesi düşüncesini daha da pekiştirmişti. Ancak Hasan Basri yoldaşın, hiçbir zaman THKO'nun anlayışına uygun bir faaliyete yönelmek şeklinde bir tutumu ve davranışı olmamıştır. Bu bağlamda, o dönemin söylemiyle, "THKO kafayapısı" denilebilecek bir düşünce ya da tutum içinde olmayan Hasan Basri yoldaş, geçmiş dönemdeki pratiğinden elde ettiği deneyimleri örgütle paylaşmış ve pratikten çıkartılması gereken dersleri aynı temelde değerlendirmiştir. THKP-C'nin ideolojik-stratejik çizgisinin doğruluğu konusundaki kesin düşüncesinin, aynı zamanda THKO'nun eylem anlayışına karşı kesin bir tutum almasını gerektirdiğini hiçbir zaman unutmayan Hasan Basri yoldaşın, kimi zaman riski yüksek ve cüretli eylem önerilerinde bulunması ve Öncü Savaşının yeniden başlatılması konusunda ısrarlı olması, hiç bir biçimde THKO anlayışı olarak yorumlanamayacak kadar açıktı. 1975 sonlarında silahlı eylemlere başlanılması yönünde tartışmalarda Hasan Basri yoldaşın gösterdiği kararlılık karşısında, silahlı eylemlere başlanılmasına karşı çıkanlar hemen her durumda onun THKO' dan gelmesini kullanmaya çalışmışlardır. Oysa, tartışılma konusu olabilecek tek şey, yıllarca Öncü Savaşını, yani THKP-C çizgisini savunduğunu söyleyenlerin, tüm nesnel koşulların silahlı eylemlere başlanılması yönünde geliştiği bir ortamda, buna karşı çıkışlarıdır. Hasan Basri yoldaşın, Sinan Cemgil' den söz ederken, "Sinan hoca" diyerek konuşması, onun, kendisini devrimci yapan ve pek çok şey öğrenmesini sağlayan insanlara karşı gösterdiği saygıdan başka birşey değildir.
Ankara'da bu gelişmeler olurken, 1971-72 dönemi ODTÜ'lülerinin bazıları İstanbul'da öğrenci hareketinden sendika hareketine kadar değişik alanlarda ilişkiler kurmaya ve geliştirmeye çalışıyorlardı. Ve bu ilişkilerin en önemli sonucu 1974 ortalarında BİRSİŞ sendikasının kuruluşu oldu. Daha sonraki yıllarda adını Devrimci Sağlık-İş olarak değiştiren sendika, aynı zamanda "Cepheciler"in sendikal alandaki ilk faaliyeti olarak ortaya çıkmıştı.
Beşevler bölgesindeki ilişkiler içinde olan İlker Akman ve Yüksel Eriş yoldaşlar, aynı dönemde, bu bölgedeki öğrencilerle ilişkilerini geliştirmeye yönelmişler ve bazılarını ideolojik-teorik olarak eğitmeye başlamışlardı.
1974 Ekiminde üniversitelerin açılmasıyla birlikte, o güne kadar parçasal ve tekil olarak yürütülen tüm faaliyetlerin sonuçları beklenmedik bir biçimde birden ortaya çıkmaya başladı. Öğrenci kesiminde THKP-C'ye duyulan sempati, tekil ve parçasal bir faaliyetle yönlendirilecek boyutları çoktan aşmıştı. Ancak bu faaliyetleri yönlendirebilecek herhangi bir örgüt yapısı da ortada görünmüyordu. Bu sırada, az çok örgütlü denilebilecek ilişkiler, sadace eski ODTÜ ilişkileriydi.
Bu ortamda, THKP-C'nin öğrenci gençlik içindeki etkisi öylesine gözle görülür hale gelmişti ki, hemen hemen tüm sol, bütün gücüyle THKP-C'nin ideolojik-stratejik görüşlerine saldırmaya başladı. Özellikle Kesintisiz Devrim II-III'de ortaya konulan emperyalizmin III. bunalım dönemi belirlemesi ve suni denge, revizyonist ve pasifistlerin saldırılarını yoğunlaştırdıkları iki temel konu oluyordu. TSİP'lilerin İlke dergisinin 16. sayısında yayınladıkları "Türkiye'de Sol Sapma" yazısı, belirli bir sistematik içinde THKP-C'nin görüşlerine karşı önemli bir saldırı başlatmıştı. Öte yandan adına "Sosyalist Birlik" denilen bir küçük-burjuva entellektüel çevre ile daha ilerki yıllarda kendilerini TİKB olarak yeniden örgütleyecek olan küçük bir öğrenci gurubu, Mahir Çayan yoldaşın özellikle "Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi" yazısında ortaya koyduğu sınıf mevzilenmesine ve proletaryanın ideolojik öncülüğü belirlemesine yönelik suçlama ve eleştirileri alabildiğince yaygınlaştırmaya çabalıyorlardı.
12 Mart döneminde üniversitede okuyan pekçok kişi 1974'de mezun olduğundan, bu tartışmalar, ağırlıklı olarak üniversite dışında, özellikle de TMMOB ve TİB içinde yapılıyordu. Öğrenci kesiminde ise, revizyonist ve pasifistlerin çabaları, çokluk, THKP-C'nin görüşlerini savunanların söyledikleri ile yaptıklarının birbirine uymadığı, yani "tutarsız" oldukları yönünde sözlü spekülasyonlar olarak belirginleşiyordu.
1974'ün son aylarına gelinirken Necmi Demir, İlkay Demir, Necati Sağır gibi THKP-C örgütlenmesinde yer almış ve içerde bulunan bir kısım "cazip şöhret", 8 sayfalık bir yazı yayınlayarak "sovyet sosyal emperyalizmi" tezini ortaya attılar. Bunlara göre THKP-C, küçük-burjuva hareketiydi ve ağırlıklı olarak sovyet revizyonizminin görüşlerini savunuyordu; içinde barındırdığı ihtilâlci yan, bu nedenle salt bir küçük-burjuva tutumundan öteye geçememişti. Bu ve benzeri söylemler, daha sonraki yıllarda (ve günümüze kadar) pekçok kesim tarafından THKP-C'ye sürekli yöneltilmiş suçlamalarda sürekli işlenen bir söylem olarak, ilk kez bu dönemde ortaya çıktı. Daha sonraki yıllarda bu kesim, kendisini THKP-C/ML olarak tanımlamaya çalışmış, Militan Gençlik adlı bir dergi çıkarmış, daha sonra Halkın Yolu adlı bir dergi çıkarmaya başlamış ve 1978'de Doğu Perinçek'e "özeleştiri" yaparak PDA saflarına katılmıştır. Bu duruma karşı çıkanları ise Devrimci Halkın Yolu dergisini çıkarmışlar ve daha sonraki yıllarda kendilerini TİKH olarak örgütlemeye çalışmışlar ve nihayet DHB ile birleşerek MLKP'yi oluşturmuşlardır. Necmi Demir-İlkay Demir çevresi, bir süre PDA içinde faaliyet yürütmüşlerse de, 12 Eylül sonrasında yeniden "reviziyonizmi" keşfetmişler ve bugün kendilerini ÖD Partisi içinde "bireyselleştirmişler"dir.
1974 yılının sonlarına doğru ortaya çıkan diğer bir gelişme ise, yeni İYÖKD yönetiminin 1971 öncesi Dev-Genç'in yayın organının adıyla bir dergi yayınlaması olmuştur. İleri dergisi, Kasım 1974'de 15 günlük olarak yayınlanmaya başlamış ve öğrenci kesiminde yaygın biçimde dağıtılıyordu.
Tüm olayların çok hızla geliştiği, herşeyin kısa sürede kendi sonuçlarını vermeye başladığı öyle bir süreç gelişmeye başlamıştı ki, birkaç ay içinde, neredeyse Türkiye devrim mücadelesinin tüm gelecek sürecini belirleyecek gelişmeler ortaya çıkmaya başladı.
Öğrenci gençliğin ekonomik-demokratik örgütlenmesi, birkaç ay içinde hiç beklenmeyecek bir düzeye çıktı. Ve 12 Mart sonrasının ilk boykotları yapılmaya başlandı.
Aralık ortalarında Ankara SBF ve BYYO'da başlatılan boykot, Yükseliş boykotu ile yeni bir evreye girdi. SBF-BYYO boykotu, tümüyle "Cepheciler"in yönetimi ve denetimi altında sürdürülürken, Yükseliş boykotu, asıl olarak faşistlerle çatışmaya dönüşmüştü. Hemen hergün faşistlerle devrimci öğrenciler arasında kanlı çatışmalar oluyor ve pek çok kişi polis tarafından gözaltına alınıyordu.
Bu gelişmeler, aynı zamanda, "Cepheciler" arasında hızlı bir ayrışmanın yaşanmasına da neden oldu. Gerek içerden çıkanların, gerekse 12 Mart döneminde üniversitede bulunanların yürüttükleri tartışmalar, bu gelişmeler içinde, öğrenci hareketinin kimin tarafından denetime alınacağı sorusuyla birlikte hızlandı.
Daha sonraki yıllarda kendilerini KSD olarak ifade edecek kesim, THKP-C'nin ideolojik-stratejik görüşlerinin yanlış olduğunu bu tartışmalarda açık biçimde ortaya koymakla birlikte, öğrenci çevrelerinde "aktivizm" yanlısı tutum takınarak, bu kesimleri etkilemeye çalışıyordu. Belli bir yayınevi çevresinde ve TMMOB içinde faaliyetlerini yönlendiren bu kesim, 1971 öncesinin "aktif militan" tipleriyle bu çalışmalarını yoğunlaştırmıştı.
Öğrenci hareketinin merkezi bir örgütlenmeye kavuşturulması yönündeki çalışmalar, İleri dergisinin yayınlanmasıyla belli oranda gelişme göstermişse de, ideolojik-stratejik anlamda yeni bir tartışmanın başlangıcı da olmuştur.
Özellikle 8 Kasım 1974'de ABD Dışişleri Bakanı H. Kissinger'in Türkiye'ye gelişi üzerine üniversitelerde yapılması planlanan boykota karşı faşist milislerin Hacettepe ve ODTÜ'ye yönelik baskınları ve bu iki baskında silah kullanmaları, kaçınılmaz olarak, silah ve silahlı mücadele kavramlarını öğrenci hareketinin en ileri unsurları arasında tartışma konusu haline getirmişti. Ve bu yeni tartışma, aynı zamanda THKP-C'nin örgütsel yapısının nasıl oluşturulacağına ilişkin tartışmayla birlikte sürdürülmeye başlanıldı.
Kendisini ilkin DG ve 1 Mayıs 1977'den sonra DY olarak ortaya koyacak olan kesim, öğrenci hareketinin merkezi bir örgütlenmesine dayanarak THKP-C'nin örgütsel yapısının oluşturulabilineceğini savunuyordu. Bunlara göre, 1965-71 döneminde olduğu gibi öncelikle Dev-Genç oluşturulmalı ve bunun mücadelesi içinde pişen militan kadrolarla parti kurulmalıydı. Ve bu militan kadrolar ortaya çıktıktan sonra, parti kurulduktan sonra, Öncü Savaşına başlanabilinirdi. Benzer görüşler daha sonraki yıllarda kendisini KSD olarak tanımlayacak olan oportünistlerce de savunuluyordu, aralarındaki tek fark, KSD, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni kabul etmiyor, ancak THKP-C adına sahip çıkıyordu.
Bu tartışmaların belirli bir netlik kazandığı bir dönemde, yaklaşık bir yıl sonra, İlker Akman yoldaş "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" yazısında bu durumu şöyle değerlendiriyordu:
"Bu konuda, THKP-C'yi savunanlar arasında da ayrılıklar vardır. Bir kısım görüşler, karşı-devrime karşı yürütülecek taktiğin, demokratik muhalefetin her alanda geliştirilmesi ve topyekün bir muhalefetin sağlanmasına yöneliktir. Bugün bu görüş, AYÖD ve İYÖKD' nin bir kısmı içinde ve (x) grubunda hakimdir.
(x) grubu ve Devrimci Gençlik grubunda hakim olan görüşe göre, oligarşinin siyasal zoruna karşı yürütülecek taktik, 'siyasal mücadelenin' öne çıkartılması, (bir başka deyişle, demokratik kitle örgütlerindeki siyasal mücadelenin öne çıkartılması) ve kitleleri faşizme karşı kitle örgütlerinde mevzilemektir. Bu anlamıyla esas görev, gençlik örgütlerinin merkezi üst örgütünü yaratmaktır.
Bu görüşler, kendilerini demokratik mücadele içinde sınırlı tutanlar tarafından ileri sürülse, mesele değildir. Ne var ki, (x) grubunun ve Devrimci Gençlik'in önderlerinin gerek devrimci mücadele, gerekse örgütlenme üzerine olan görüşleri, mutlaka eleştirilmesi gereken yerdedir.
Somut, hiçbir zaman için, bizim keyfi niyetlerimize göre şekillenmez. Biz istesek de, istemesek de olaylar kendi objektif gelişmesini (özellikle karşı-devrimin taktikleriyle) yaşamaktadır. Kendimizi ne hayallerle avutabilir, ne de kenara çekebiliriz. Devrimci mücadelenin sorumluluğunu duyan her devrimci, gelişen son olayları ve ülkeyi doğru bir şekilde tahlil etmek ve ona uygun düşen taktik tavrını belirlemek zorundadır. Eğer kendilerini demokratlıkla sınırlamıyorlarsa, doğru taktikleri benimsemek zorundadırlar. Aksi halde, karşı-devrimin saldırısı karşısında gençlik örgütlerinin (isterlerse federasyonu gerçekleştirsinler) 12 Mart sonrası Dev-Genç militanlarının durumuna komik bir biçimde düşmek zorunda kalırlar. Tarih, ikinci bir Dev-Genç olayına izin vermeyecektir."
İşte böyle bir ortamda, tüm ideolojik-stratejik ve politik tartışmalar, birkaç ay içinde ülkemiz tarihinde görülmedik bir hızda gelişmeye başladı. Hemen her yerde ve her gün sürdürülen tartışmalar, devrim mücadelesinin geleceğini belirleyeceğinden, alabildiğine geniş ve kapsamlıydı.
Bu tartışmalar içinde, kendi aralarında az çok eşgüdümlü bir ilişki bulunan tek grup durumundaki eski ODTÜ'lüler, bir yandan öğrenci hareketi içinde yeni kadrolar sağlamak amacıyla faaliyet yürütürken, diğer yandan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne uygun olarak faaliyetlerin düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle, tüm ideolojik-stratejik tartışmalarda, ağırlıklı olarak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin açıklanması, kavratılması ve revizyonizmin saldırılarına yanıt verilmesi temelinde bir tutum takınmışlardı. Bu da, konuları alabildiğine geniş bir çerçevede ele almayı zorunlu kılıyordu.
Bu kesim, bir yandan THKP-C'ye ve onun ideolojik-stratejik görüşlerine, yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne yönelik revizyonizmin saldırılarına yanıt verilmesine yönelik olarak emperyalizm ve emperyalizmin bunalım dönemleri konusunda çalışmalar sürdürürken; diğer yandan, Öncü Savaşının ne olduğu ve nasıl yürütüleceği konusunda tartışmaları sürdürüyordu. Ve bu iki yönlü çalışmalar, sonuç olarak bütünsel bir yazının hazırlanmasını zorunlu kıldı. İşte Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, böyle bir zorunluluğun ürünü olarak hazırlanmaya başlanıldı. Ülkemiz devrim tarihinde önemli bir dönemeç bu yazının ortaya çıkmasıyla geçildi. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I üzerine hemen her dönemde değişik spekülasyonlar ve eleştiriler yapılmasının temelinde bu durum yatmaktadır.
Gelecek tüm sürecin açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, ortaya koyduğu görüşlerle bütünsel bir kavrayışı ifade eder. Bu yönüyle, belli bir örgütlenmenin ideolojik, stratejik, politik ve askeri kavrayışının ortaya konulduğu bir metindir. Bu özelliğiyle, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, bir örgütlenmenin programıdır, dolayısıyla bunu kabul edenlerin biraraya geldikleri bir örgütlenmenin kendisini ifade eder. Ve sorun, burada ortaya konulan bütünsel kavrayışın kabul edilip edilmemesi ve bu yönde pratik faaliyette bulunulup bulunulmayacağıdır. Böylece Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, bir örgütün teorik görüşleri olarak, aynı zamanda pratik faaliyetinin yönünü ve rotasını belirleyen bir metindir. Bu metindeki görüşleri kabul etmek ve bu yönde çalışmak, bunun örgütlenmesinin içinde yer almak anlamına gelmektedir. Bu yönüyle Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, bu örgütün niteliğini belirleyen bir simgedir. Ama kimilerinin savladığı gibi, örgütün "kimlik kazanması" değil, belli bir oluşumun örgüt adı verilmeye layık bir yapılanmaya kavuşmasıdır.
Türkiye Devrimimin Acil Sorunları-I'in yayınlanması, böylesine bir örgütsel yapının ortaya çıkmasını ifade ettiğinden, kaçınılmaz olarak, bu örgütsel yapı içindeki kadroların tüm faaliyetleri belli bir homojenliğe ulaşmıştır. Ve böylece, tüm kadrolar, nerede olursa olsun, benzer olaylar karşısında benzer tutumlar takınmaya başlamışlardır. Eğer bu durum, kadroların kendilerine olan özgüvenlerinin artması olarak yorumlanabilecekse, bunun gerçekliği metinde değil, metinin içerdiği görüşlerin pratiğe geçirilmesi yönünde harekette aranmalıdır.
Yine yıllar içinde, ülkemiz solundaki spekülasyon ve dedikodu ortamında en çok sözü edilen konulardan birisi de, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in kim tarafından yazıldığı olmuştur. Kimilerine göre, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, İlker Akman yoldaş tarafından yazılmıştır. Örneğin, H. Yurtsever, bir yazısında bunu açık biçimde ifade etmiştir. Kimilerine göre ise, bu metin, "onun tarafından" kaleme alınmıştır. Ve nihayet, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in E. E tarafından "yazıldı"ğı, geçen yılın Haziran ayında ortaya çıkmış bulunmaktadır!
Tüm bu spekülasyonların ve dedikoduların amacı, her zaman, THKP-C/HDÖ'nun oluşumunda bir manifesto, bir program, bir yönerge ve bir eylem çağrısı olan Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in bir örgütün görüşlerini ortaya koyan bir metin olmaktan çok, bireysel bir görüşün ortaya konulduğu bir metin olarak gösterilme gayreti yatmaktadır. Kim ne söylerse söylesin, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, THKP-C/HDÖ'nün görüşlerini ortaya koyan bir metin olduğu gerçeğini değiştirmemiştir ve değiştiremeyecektir. Ancak yine de birkaç söz söylemenin gerekli olduğu dönemler olmuştur.
E. E, kendi kültür-sanat dergisinde, şıracının tanığı bozacı olur misali, Yalçın Küçük ile aralarında geçen bir konuşmayı aktararak, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'i "Yıldırım Koç" değil, "ben yazdım" demektedir. Ve bunu söyleyebilmek için Yalçın Küçük'ü tanık göstermesinin neden gerekli olduğu anlaşılamasa bile, "yazılması sürecinde çeşitli arkadaşlarla tartıştık, ama sonuçta ben yazdım. Broşürlere ad konulmazdı. 'Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz' de yazılırken aramızda tartışıldı, ama sonuçta İlker yazdı. Yaşasaydı eğer, o broşür de yıllarca adsız olarak yayınlanacaktı." demektedir.
Burada E. E'nin bir teorik metnin kaleme alınması ile o teorik metnin içeriğinin belirlenmesi arasındaki ilişkiyi bilmezlikten gelmesini elbette yadırgamamak olanaksızdır. Çünkü, sözü edilen metin, şu ya da bu kişinin bireysel bir çalışması olmayıp (örneğin Rus Devriminden Çıkan Dersler gibi), belirli bir oluşumun kendi içinde ortaya koyduğu ve belirlediği görüşlerin ifade edildiği bir metindir. Kişinin kendisinin bile, ele alınmamış, değerlendirilmemiş, tartışılmamış ve asıl önemlisi değiştirilmemiş tek bir satır, tek bir cümle bile gösteremeyeceği Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'i kişisel bir yazı gibi gösterme çabası, gerçeği hiçbir biçimde değiştiremeyecektir. Bundan öte, kendisinin ağırlıklı olarak N. ile tartıştığını söylemesi bile, metnin kendi bireysel görüşlerinin ötesinde olduğunu göstermeye yeter. Ama gerçek bununla da sınırlı değildir.
Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, ağırlıklı olarak iki konu üzerinde yükselir. Birincisi, III. bunalım dönemi ve bu dönemde ortaya çıkan gelişmeler; ikincisi, Türkiye Devriminin yolu, rotası ve Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin nasıl kavranacağıdır. İşte bu iki konuda, birey, kendi bireysel görüşleri ile (ki aynı görüşleri paylaşan kişi en çok tartıştığını söylediği kişidir ve ne yazık ki, bu kişinin adı, belli bir süre, "4 bunalım" olarak kalmıştır) Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de yazılanlar arasındaki farkları en açık biçimde bilecek durumdadır. Bunların Şubat-Nisan 1975 ayları içinde nasıl yoğun olarak tartışıldığını ve Mayıs 1975 başında teksir edilmek üzere daktilo edilirken bile nasıl değişikliklere uğradığını, hatta kendisinin bu değişiklikleri nasıl yapmak zorunda kaldığını unutmuş olmasını pek zihin yanılgısıyla açıklamak olanaksızdır. Tüm bunlar bir örgütsel sır değildir. Gerek o süreçte yer almış olanlar, gerekse daha sonraki yıllarda THKP-C/HDÖ saflarında faaliyet yürütmüş kadrolar, bu gerçekleri ayrıntılı olarak bilirler. Ve tüm kadroların bildiği gibi, bu örgütün III. bunalım döneminde ortaya çıkan gelişmeler konusundaki görüşü ile, bazı kişilerin III. bunalım döneminin sona erdiği ve IV. bunalım döneminin başladığı yönündeki görüşleri arasında kesin bir hesaplaşmanın sonucu olarak Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I yayınlanmıştır.
Yine pekçok kişinin açık biçimde bildiği gibi, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in, günümüzde emperyalistler arasındaki ilişkide bütünleşme-çelişki diyalektiğinde, çelişkinin mi, yoksa bütünleşmenin mi ağır bastığını, yani süreçte hangisinin belirleyici olduğuna ilişkin önemli bir stratejik tartışmanın sonuçlanmasıyla metin son hale getirilmiştir. Aynı yılda, aynı ayda kısa dönem askere gitmiş olan bir başka "okul mezunu" ile yoğun biçimde tartışma konusu olan bütünleşme-çelişki diyalektiği sorunsalının, aynı zamanda daha henüz Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I yayınlanmadan birkaç ay önce, aynı kişi tarafından yazılı bir metin olarak yayınlandığının unutulmuş olması, belleğin yıllar içinde eskimesiyle açıklanabilse bile, aynı kişinin örgütten ihraç edilmesini ve bu ihracın nedenlerinden birisinin de kendi bireysel görüşlerini örgüt ilişkileri dışında kendi adına açıklamış olması olduğu gerçeğini unutmasını açıklayamayacaktır.
Ve yine, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in en temel belirlemelerinden olan ve THKP-C/HDÖ'yü THKP-C çizgisini savunduğunu iddia edenlerden farklı kılan temel belirlemesi olan, temel mücadele biçimi ile tali mücadele biçimleri arasındaki ilişki sorununda, kişinin kendi kişisel düşünceleri ile Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de ortaya konan görüşler arasındaki farklılık, hiçbir biçimde bir yana bırakılamaz. Öyle ki, bu konudaki kişisel görüşlerinin, gerek 26 Ocak Beylerderesi öncesinde, gerekse 1977 26 Ocak Harekâtı öncesinde, kendisini iki kez örgütten ihraç noktasına kadar getirdiğini ve özeleştiri yapmak zorunda kaldığını unutması olanaksızdır. Ki bu konu, KSD ve DY oportünizmi ile THKP-C/HDÖ arasındaki sınır çizgilerini çeken en temel konu olmuştur.
Ve hiçbir zaman Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, "yıllarca adsız olarak yayınlan"mış bir metin olmamıştır. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, yayınlandığı Ağustos 1975 tarihinden itibaren, her zaman Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimci Öncüleri adıyla yayınlanmış ve bu örgüt saflarında savaşmış, yaşamını yitirmiş, büyük özveriler göstermiş yüzlerce kadronun kimliğini taşımıştır. Böyle bir ad, pek az teorik metin için sözkonusu olabilmiştir ve böyle bir ada sahip olmak kolay bir iş değildir. Öyle ki, bu isim, yıllar sonra, kendi deyimiyle söylersek, "iyi bir kimyacı, aile babası, kent gerillası, örgüt yöneticisi, teorisyen, beceriksiz bir adam, yıllarca hapiste kalacak ya da ölü" olabilme arasında gidip gelmiş bir kişiye bile, yıllar sonra onurlu bir geçmiş sağlamada bir araç olabilmektedir. Ve yine 1976 ortalarında Öncü Savaşına ilişkin olarak ayrıntılı bir yazının yazılmasına karar verildiğinde, aynı kişinin hazırladığı bir metnin, ki bu taslak bir metindir, sağ görüşler içerdiği için nasıl ortada kaldığını ve hiçbir zaman birkaç kişi dışında hiç kimsenin okumadığını kişinin unutmuş olması da olanaksızdır.
Mayıs 1975 tarihinde basım hazırlıklarına başlanılan ve Ağustos 1974 tarihinde 300 adet teksir edilerek çoğaltılan Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, o güne kadar belirgin bir bütünselliğe sahip olmayan, salt Kesintisiz Devrim II-III temelinde sürdürülen çalışmaların bütünleştirilmesini ve koordine edilmesini sağlayan yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Bu aylar içinde, bir yandan ideolojik-stratejik düzeyde THKP-C'ye yönelik saldırı ve tahrifatlara karşı bulunulan her alanda mücadele edilirken, diğer yandan yeni kadro örgütlemeye ve bu kadrolar belirli bir plana göre mevzilendirmeye başlanıldı. Okullarından mezun olmuş, dolayısıyla kendi bireysellikleri içinde yol ayrımına gelmiş kişiler, böyle bir dönemde, faaliyetlerin hızlandırılmasını ve yoğunlaştırılmasını belirgin biçimde engellemeye başlamıştı. Ancak buna rağmen, pekçok bölgede yeni ilişkiler yaratılmış, öğrenci hareketinde etkin bir konuma gelinmişti. 1975 yazı, Aralık 1974'den itibaren ortaya çıkan gelişmelerin ışığında yeni bir düzenlemenin yapılmasının gerektiği bir dönem oluyordu.
Şehir gerillasının yaratılmasına yönelik teknik ve pratik çalışmalar 1975 yazında yoğunlaştırıldı; kırsal bölgelerdeki ilişkiler kır gerillasının başlatılmasına yönelik olarak eğitilmeye ve yönlendirilmeye başlanıldı. Buna paralel olarak öğrenci hareketi içinde yer alan kadroların, Öncü Savaşının başlatılmasına yönelik olarak yeniden mevzilendirilmeleri gündeme geldi. Ve gelecekte önemli sorunlar doğuracak olsa da bir karar verilmesi gerekiyordu. Ya öğrenci hareketi içinde daha fazla kadro bulundurarak sağlanan gelişme bu alanda sürdürülecekti, ya da bu alandaki kadrolar Öncü Savaşının başlatılması yönünde şehir ve kır gerilla savaşı düzeyinde mevzilendirilecekti.
1972'den beri sürdürülen faaliyetler içinde yer almış, ancak belirgin bir yalpalama ve sağa savrulma içinde bulunan kişilerin mevcudiyeti, kaçınılmaz olarak bu karar aşamasında sert tartışmaların başlamasına neden oldu. İlker Akman yoldaşın "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" yazısında açıkça belirttiği gibi, bu bir yol ayrımıydı. Ya kendi başına demokratik muhalefet, yani ekonomik-demokratik mücadelenin yürütülmesi; ya da devrimci savaşa, yani Öncü Savaşına tabi olmak.
28 Mart 1975 tarihinde AP, MHP, MSP ve CGP'nin Milliyetçi Cephe hükümetini (I. MC) kurmalarıyla birlikte, hemen her yerde faşist milis saldırılar yoğunlaşmaya başlamıştı. 8 Kasım 1974 tarihinde ODTÜ ve Hacettepe baskınıyla birlikte yeniden başlayan faşist milis saldırılar, MC hükümetinin kuruluşuyla birlikte, ülkenin her yanına yayılmaya başladı. 19 Aralık 1974'de Şahin Aydın, 23 Ocak 1975'de Kerim Yaman, 24 Nisan 1975'de Abdi Gönen, 25 Nisan 1975'de Yükseliş'de 2 yaşında bir çocuğun öldürülmesi, 27 Nisan 1975'de Kars'ta Mehmet Toprak, 13 Mayıs 1975'de Sivas'da Hüseyin Esen, 12 Haziran 1975'de Artvin-Şavşat'ta Hasan Şimşek, 11 Temmuz 1975'de Bursa'da Ahmet Kırbulak, 15 Ağustos 1975'de Kırşehir'de Ahmet Deveci faşist milisler tarafından öldürüldüler.
İşte bu gelişmeler, salt ideolojik-teorik bir sorun olarak değil, aynı zamanda pratik-politik bir sorun olarak da bir yol ayrımına gelindiğini gösteriyordu. Bu dönemi, İlker Akman yoldaş şöyle değerlendiriyordu:
"Mevcut durumda, anti-oligarşik mücadele baştadır ve mevcut siyasi ve sosyal krize uygun düşecek şekilde yürütülmelidir. Bu mücadelenin, mevcut krizi derinleştireceği de göz ardı edilmemelidir.
Bugün ülkemizdeki siyasal gelişmelerde MHP, kitlelerin gerek ideolojik etkiler altına alınması, gerekse pasifleştirilmesi için önemli bir görev üstlenmiştir. Başka bir ifadeyle, oligarşi, kitleleri pasifleştirmede milis güçlerini kullanmaktadır. Hükümetler, bu saldırı ve sindirme eylemlerini 'adi vakalar' olarak lanse etmekte ve devletin araçları ile bazı durumlarda fiilen pasifikasyonu yürütmektedir. Bu işleyiş, oligarşik yönetimin normal bir işleyişidir ve mutlaka tavır alınması gereklidir. MHP'nin militanlarına karşı alınacak tavır, tek başına ele alınamaz. MHP, oligarşinin yaşattığı bir güçtür. Bugünkü görevi, kitleleri pasifleştirmek ve şovenist sloganlarla kitleleri ideolojik etki altına almak olduğu halde, devrimci hareketi saptırma görevini de üstlenmiştir. Hedef, devrimcileri sınıf mücadelelerinden saptırmak ve kısa bir 'vuruşma'ya indirgemektir. Dünya tarihinde bunun örnekleri vardır. En son örnek, Lübnan'da yaşanmaktadır.
Bu durumda MHP'ye karşı alınacak tavır ihmal edilemez. Ancak, mücadelenin tek boyutunu da teşkil etmez. MHP'ye karşı alınacak tavır, oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavrın içinde mütalaa edilmelidir. MHP'ye karşı verilecek mücadele, oligarşik devletin araçlarına karşı olan tavrın içindedir. Klâsik faşizmin ideolojik savunucusu MHP'nin sınıf desteği ve kitlelerle olan çelişkisi dikkate alınarak, olaylar içinde oligarşik devlet-MHP işbirliği kitlelere gösterilip, gerek MHP'nin ideolojik etkileri kırılmalı, gerekse de oligarşinin kitlelerden tecrit edilmesi görevi yerine getirilmelidir. Mevcut durumda MC hükümetinin gerek iç çelişkileri gerekse ülkenin ekonomik ve sosyal durumu, oligarşinin, siyasal zorunu 'madde'leştirilmesini beraberinde getirmektedir. Başka bir ifadeyle, oligarşinin siyasal zorunun açığa çıkartılması ve tecrit edilmesinin şartları vardır. İşçi sınıfına karşı yürütülen baskı politikası, her geçen gün daha belirginleşmektedir. Küçük-burjuva demokratlarına uygulanan baskı ve sindirme politikası ve gelişen olaylar, şehir küçük-burjuvazisini tedirgin etmekte, görünüşte MC hükümetine, özünde oligarşiye karşı olan tepkileri büyümektedir.
Küçük-burjuvazi, sınıfsal yapısı gereği, çabuk pasifize olan ve çabuk tepki gösteren bir sınıftır. Bu nedenle, oligarşiye karşı ilk tepkiyi koyan sınıf olmakla birlikte, siyasal zor karşısında ilk pasifize olan sınıftır da. Eğilimini güç dengesine göre somutlaştırır. Bu nedenle siyasi mücadelemizde ilk yanımıza gelecek ve yine ilk uzaklaşacak olan sınıftır.
Köylülüğün (özellikle yoksul ve küçük köylülüğün) MC hükümetine karşı olan tepkileri büyümektedir. Öğrenci gençlik olaylarının tüm ülkeye, ilçeler düzeyinde yayılması, bir tesadüf değildir. Ne var ki, köylülüğün oligarşiye karşı olan tepkilerinin yanında, oligarşik devlet de aynı şekilde gözlerinde büyümektedir. Bu nedenle, özellikle kırsal kesimlerde anti-oligarşik mücadelede devlet aygıtının yıpratılması ve otoritelerinin zaafa uğratılması gereklidir.
Anti-oligarşik mücadelenin politik hedeflerinin saptanması, ilk adımdır. Esas olan, bu mücadelenin nasıl yürütüleceğini kavramaktır. Pratiğin içinde şekillenmeyen ve pratiği yönlendirmeyen taktikler, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur.
Sorunu daha önceki çözümlemelerimiz ışığında ele aldığımızda, mücadelenin stratejik çalışma tarzımıza uygun olarak, politikleşmiş askeri savaş ile yürütülmesinin gerekli olduğu görülür.
Tespit edilen politik hedeflere yönelik olarak yürütülecek devrimci savaş yanında, en yaygın demokratik muhalefetin yürütülmesi gereklidir. Demokratik muhalefet ve kitle direnişleri, oligarşinin tecrit edilmesinde önemli araçlardır. Ancak, çözücü (tayin edici) değillerdir.
Gerek demokratik muhalefet, gerekse devrimci savaş içersinde kitlelere götürülecek temel propaganda, siyasi özgürlüklerin elde edilmesi olmalıdır.
Devrimin demokratik niteliğinin başında, oligarşinin siyasal zorunun bertaraf edilmesi ve kitlelerin siyasi özgürlüklerine kavuşması gelir.
Demokratik muhalefetin örgütlenmesini taktik mesele olarak öne çıkaranlar veya taktiklerini Mart ayındaki bütçe görüşmelerine ve CHP'nin nasıl olsa iktidar (!) olacağına bağlayanlar, kitlelerin siyasi özgürlükler meselesine gözlerini kapayan ve demokrasi meselesini CHP'de bulan küçük burjuva demokratlarıdır. Bu taktik (!), sağ çizgiye oturmaktadır ve revizyonisttir.
Evet beyler, siyasal tercihinizi yapmak zorundasınız; oligarşinin siyasal zoru kafanızda patladığı zaman, çok gecikmiş olacaksınız.
Bizim siyasal yolumuz, gündemdeki anti-oligarşik mücadeleyi, tespit ettiğimiz politik hedeflere yönelik olarak, politikleşmiş askeri savaş temel, demokratik muhalefet tali olmak üzere, her yerde, işçi-köylü ittifakı temeli üzerinde maddi ve fiili örgütlenmemizi, halkın kurtuluş cephesini inşa ederek yürütmek olacaktır.
İşte devrimci taktiğimiz budur."
Böyle bir ortamda, kaçınılmaz olarak, kendisine devrimciyim diyen her kişi bireysel olarak da olsa bir karar vermek zorundadır. Gerek planlı, programlı ve sistemli olarak iktidarın ele geçirilmesi yönündeki devrimci mücadelenin yürütülmesi, gerekse ülkede gelişen politik olaylara tavır almak ve bu somut siyasi gerçekleri teşhir ederek kitleleri bilinçlendirip örgütlemek için Öncü Savaşının başlatılması kaçınılmazdı.
İşte bu sırada, "Yurt-dışı grubu" denilen, 1971 öncesinde yurt-dışında bulunan bazı THKP-C'li unsurlarla karşılaşıldı. Ülke içinde belirgin bir örgütlülükleri olmamakla birlikte, THKP-C çizgisinde mücadeleyi savunan bir oluşumdu ve belli bir askeri eğitimden geçmiş ilişkilere sahiptiler. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de ortaya konulan görüşler temelinde birleşilebilineceği beyan ediliyordu. Bu konudaki tek itirazları, emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının mücadelesinin gereken önemde ele alınmadığına ilişkindi. Bu itiraz da, yapılan görüşmeler içinde metnin içeriği ve hacmiyle bağlantılı olarak ele alındığında giderildi. Bunun sonucunda, iki örgütsel yapının nitelik ve niceliğine bakılmaksızın birleşme kararı alındı.
Tam bu sırada, geleceğin DY'lileri, örgüte karşı yoğun bir spekülasyon ve karalama kampanyasına giriştiler. Özellikle yaz ayı olduğundan, ortada sadece devrimci mücadelede yer alma kararlılığına sahip ileri unsurlar bulunduğundan, ağırlıklı olarak bunlar arasında spekülasyon ve karalama faaliyetleri yürütülüyordu. ADYÖD yerine AYÖD kurulmuş ve geleceğin DY yönetici kliği burada yoğun olarak bulunuyorlardı. Tüm hazırlıklarını üniversitelerin açılacağı Ekim ayına göre yapan bu kesim, bu arada, kendi faaliyetlerinde dayanacakları ileri unsurları bu aylar içinde "kemikleştirmeye" çalışıyorlardı. Bunun en ilkel yöntemi olan demagoji ve dedikoduyu (yani bireylerin kendi yetişme koşullarına bağlı olarak oluşturdukları önyargılarını ve içgüdülerini harekete geçirmek), yaygınlaştırmaya başladılar. Yapılan dedikodu, spekülasyon ve demagoji içinde, ağırlık, örgütün illegal faaliyetine ilişkin sağdan soldan duyduklarını, küçümseyici bir tarzda ifade etmekteydi. Bir zamanlar öğrenci hareketi içinde yer almış kişiler, isim isim söylenerek, şimdi nerede ne yaptıkları anlatılıyordu. Böylece örgütün söylendiği gibi illegal olmadığı, gizli çalışmadıkları, aksi halde bunların bilinemeyeceği yeni unsurlara empoze edilmeye çalışılıyordu. Tüm bunlar AYÖD ve TMMOB salonlarında alenen yapılıyordu. Kendilerinin bu faaliyetlerinin objektif olarak polislik olduğu, ihbarcılık olduğu defalarca söylenmiş olmasına rağmen, hiçbir biçimde bu faaliyetlerini durdurmadılar. Kimi zaman kendilerinin belli bir merkezi işleyişi olan grup olmadıklarını söyleyerek, bunu yapanların kişisel davranışı olduğu söylenerek, yapılanların sistemli bir çaba olduğunu gizlemeye özen gösteriyorlardı. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'e yönelik ciddi bir eleştiri getiremediklerinden, kişiler hakkındaki spekülasyonlarına bazı teorik spekülasyonlar eklemeye başlamışlardı. Özellikle III. bunalım döneminde ortaya çıkan gelişmelerle ilgili değerlendirmelerden hiç söz etmeyerek, "4. bunalım dönemi savunuluyor" diyerek spekülasyon yapıyorlardı. Bu konuda da yapılan her uyarı, "biz örgüt değiliz ki" türünden gerekçelerle, kişisel davranış haline dönüştürülüyordu. Sonuçta, önemli bir çatışma kaçınılmaz olmuştu.
AYÖD içinde ortaya çıkan bir şiddet eylemi, bu çatışmanın başlangıcı oldu. Daha sonraki yıllarda hemen hemen DY çizgisinin pratik bir ifadesi haline gelen "dayılık", bu çatışmanın somutluğu oldu. Bunun üzerine, daha soldaki ayrışmalar ve örgütlenmeler henüz belirginleşirken ortaya çıkan bu duruma karşı kesin tutum takınıldı. Kendileriy-le salt taktik denilebilecek düzeyde farklılıklar olduğu düşünülen kişilere karşı, bu düzeyde alınan tavır her yönden uygulamaya sokuldu. Ancak gerek kendi kişisel yollarını nasıl çizeceğini bilemeyen bazı unsurların ikircikliği, gerekse yurt-dışı gurubunun bu kesime bakış açısı, alınan tavrın sonuçlandırılmasını durdurdu. Ve bu durum, içte yeni bir tartışmanın başlangıcı oldu.
Gelinen yol ayrımı, aynı zamanda, alınan kararların uygulanmasında kararlılık göstermeyi gerekli kılan ve karar alındıktan sonra hiçbir biçimde tereddüt gösterilmesinin bağışlanılamayacağı bir yol ayrımıydı. Bu nedenle, ortaya çıkan durum, kararsızlık gösterenlerin tutumlarının eleştirilmesi ve sorgulanmasına neden oldu. Bu durum, "THKP- C/HDÖ ve 15 Yıl" yazısında şöyle ifade edilmiştir:
"(Sorun) 1972'den bu yana sürdürülen çalışma ile oluşan yapıda, teorik faaliyetin ağır basması yüzünden, bazı bireylerin pratik-örgütsel faaliyetlerden uzak kalmasıydı. Bir başka deyişle, Merkez Yönetim'de bazı bireyler teorik konularda uzmanlaşırken, diğerleri pratik-örgütsel faaliyette bulunuyordu. Bu, giderek politik yönetim ile pratik ve askeri yönetim ayrışmasına yol açmak durumundaydı. Salt teorik konularla uğraşan bireyler, hem teori ile pratik arasındaki uyumsuzluğun artmasına yol açıyor, hem de politik ve askeri liderliğin birliği ilkesinin yaşama geçirilmesini engelliyordu. Özellikle silahlı eylem kararlarının (isterse teknik eylemler olsun) alınmasında 'teorisyenlik' tavrına girilmesi, çözülmesi gereken bir sorun yaratmıştı. İdeolojik ve politik düzey yönünden önemli sayılabilecek hiç bir farklılık yokken, salt akademik bazı çalışmaları olan bireylerin 'teorisyen' olarak kendilerini görmeleri, pratik faaliyeti engellemesiyle sorun haline geldi. Yapılan eleştiriler karşısında doğruyu kabul etmekten başka yolu kalmayan bu bireylerin, Öncü Savaşına başlama kararının alındığı bir ortamda 'manevra' olanakları pek yoktu. Sonuçta bazıları özeleştiri yaparak tutumun yanlış olduğunu açıkça kabul ederken, diğerleri iflâh olmayacaklarını sergilediklerinden örgütten ihraç edildiler. Bu ihraçlara paralel olarak, bundan böyle örgüt içinde, gerekli teorik metinlerin hazırlanması ve yazılmasında, 1972'den beri izlenen yolun özsel niteliği korunarak, hiçbir biçimde bireysel işbölümü yapılmayacağı karara bağlandı. Örgüt, yayınlanmış ve yayınlanacak tüm broşürlerin örgütün kollektif çabasının ürünü ve kollektif iradesinin sonucu olduğunu ve olacağını, bir kez daha vurguladı. Örgütün stratejik ve taktik görüşlerini içeren broşürlerin yayınlanmasında izlenecek rota şöyle tanımlanıyordu: Genel olarak dünyanın, özel olarak ülkemizin somutunda ve pratiğimize ilişkin olarak gereksinme duyulan bir ya da birkaç konu en geniş biçimde örgüt içinde ele alınacak ve bu süreçte ortaya çıkan genel değerlendirme bir taslak metin haline getirilecektir. Bu taslak metin, ilkin, Merkez Yönetim'de ele alınarak değerlendirilecek (varsa düzeltmeler, çıkartmalar vb. yapılarak) ve buna paralel örgüt içinde geniş bir katılımla tartışılacaktır. Bu tartışmalar ve değerlendirmeler ışığında, metin gerekirse yeniden kaleme alınacak ya da değiştirilmiş haliyle Merkez Yönetim tarafından son kez ele alınıp -oy birliğiyle- yayınlanacaktır. Eğer taslak metnin tümüyle değiştirilmesi söz konusu olursa, süreç gene aynı olacaktır. Böyle bir yolun izlenmesi (kimi durumlarda uzun bir zamanı gerektirir), hiçbir biçimde 'zaman' gerekçe gösterilerek değiştirilemez."
Bazı kişilerin örgütten ihraç edilmesinden ve bazılarının özeleştiri yaparak pratik çalışmaya yönlendirilmesinden sonra, tüm faaliyet yeniden Öncü Savaşının başlatılması yönünde tüm olanaklarla sürdürülmeye başlandı. Yurt-dışı grubuyla birleşilmiş olması sonucu ortaya çıkan yeni yönetim (GK ve MK olarak), bu yöndeki faaliyetlerin hızlandırılması yönünde hareket etmesi gerekirken, çalışmaların yavaşlamasına yol açan bir tutum içine girmeye başladı. Yurt-dışı grubundan gelen unsurlar belirli bir askeri eğitime sahip olsalar da, Öncü Savaşına başlanılması konusunda fazlaca çaba içinde bulunmuyorlardı. Ülkedeki mevcut politik gelişmeler, özellikle de faşist milislerin saldırılarının giderek yayılması karşısında bile bu tutumlarını değiştirmiyorlardı. Ve giderek pratikte iki farklı yapının, hemen her alanda farklı anlayışlara sahip olduğu görülmeye başlandı. Bazı kişilerin kendi kişisel geleceklerinin kaygısına düşmeleri, bu bağlamda belli bir korku içinde bulunmaları, bu farklılıkların daha hızlı ortaya çıkmasına neden oldu.
Mart 1977 tarihinde yayınlanan "THKP-C/HDÖ ve Tarihsel Gelişim" adlı yazıda ortaya çıkan farklılıklar şöyle özetleniyordu:
"Bütünleşen iki ayrı yapının uyumsuzluğu kısa sürede ortaya çıktı. Aramızdaki ayrılıklar oportünizme karşı tavır, çalışma tarzı ve örgüt anlayışı konularında odaklanıyordu.
Oportünizme karşı tavır konusunda bizler, özellikle 'Devrimci' Gençlik oportünizmine karşı teoride ve pratikte en sert mücadeleden yana idik. Teorik yazılarla oportünizmlerinin sergilenmesi, pratikte kitle önünde teşhir edilmeleri, yüzlerindeki 'Cepheci' maskesinin indirilmesi, THKP-C'nin adını kullanarak parsa toplamaya çalıştıklarının açığa çıkartılmasından yana idik. Bu arkadaşlar ise, 'Devrimci' Gençlik'e karşı açık ve kararlı bir mücadeleye girilmesine daima karşı çıktılar. 'Devrimci' Gençlik yöneticilerinin 'Kesintisiz Devrim II-III' ile çelişkili teorik görüşlerinin kitle toplantılarında mahkum edilmesini 'siyasi hata' olarak isimlendirdiler. Bu arkadaşların her türlü oportünizme ve özellikle 'Devrimci' Gençlik'e karşı yürüttüğümüz mücadeleyi frenlemeye çalışmaları oportünizme güç kazandırmıştır.
Çalışma tarzı ve örgüt anlayışı konularındaki ayrılıklara gelince: Devrimci bir örgüt yaşayan hayatın nabzını elinde tutar. Soyut olarak devrimci teoriyi savunmak hiçbir anlam taşımaz. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından izlemek, sınıflar mücadelesinin yönelimlerini dikkatle gözlemek, somut durumların somut tahlilini yaparak devrimci strateji doğrultusunda gereken hedeflere yönelmek ve gereken eylemleri yapmak gerekir. Ancak, bu arkadaşların böyle bir sorunları yoktu. Sınıflar mücadelesini ve bu mücadelenin ortaya çıkardığı hedefleri ve sorunları ya hiç dikkate almıyorlar veya sadece gözlemcilik yaparak sınıf mücadelesini seyrediyorlardı.
Öncü Savaşından bir grup askeri eğitim görmüş militanın yapacağı (genellikle sınıf mücadelesinden kopuk) eylemler anlaşılıyordu. Silahlı propagandanın kitlelere politik hedef gösteren, somut olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak kitleleri bilinçlendiren ve örgütleyen fonksiyonları tamamen unutulmuştu. Bu arkadaşlar (teoride ne söylenirse söylensin) pratikte silahlı propagandayı politik değil askeri, kitlevi değil, ferdi bir mücadele olarak ele alıyorlardı. Bu çalışma tarzına uyan örgüt ise bürokrat, sınıf mücadelesinin dışında, geniş ölçüde hareketsiz bir yapıdan başka şey olamazdı."
Ancak bu farklılığın ortaya çıkması tek yönlü gelişen bir olay değildi. Dolayısıyla, üstesinden kolayca gelinebilecek bir sorun, giderek, kişiselleşmeye ve yönetim faaliyetlerinin işlemez hale gelmesine neden oldu. Özellikle 1972 yılından beri sürdürülen ilişkiler içinden gelen ve yönetimde yer alan iki kişinin, yurt-dışı grubunun Öncü Savaşına başlama konusunda gösterdiği karşıt tutumu benimsemesi, kaçınılmaz olarak tartışmaların sertleşmesini getirdi.
Tüm bunlara rağmen yapılan toplantılarda mevcut durumdaki gelişmeler değerlendirilmiş ve buna uygun olarak oligarşinin MC hükümetiyle birlikte faşist milisleri de kullanarak yürüttüğü kitle pasifikasyonuna karşı tavır alınması gerektiği oybirliği ile kabul edilmişti.
Bu durum ve sonrasındaki gelişmeler, "THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl" yazısında şöyle belirtilmiştir:
"Örgüt içi bu sorun, giderek Öncü Savaşının hazırlıklarının tamamlanması yönündeki faaliyetin önünde engel oluşturarak, kesintilere yol açıyordu. Öte yandan ise, ülkedeki gelişmeler, alınan kararların yaşama geçirilmesini gün be gün kaçınılmaz kılıyordu. MC'nin oluşturulması ve aynı zamanda faşist milis saldırıların yoğunlaşması karşısında kitlelere öncülük edecek ve oligarşiye karşı gerçek bir siyasi alternatif (devrimci) olarak silahlı devrimci mücadeleyi yürütecek savaşçı bir örgütün varlığını duyurmak ve savaşmak, 1975 sonlarında acil sorun olarak varlığını yoğun biçimde ortaya koyuyordu. Özellikle, faşist milis saldırıların halk kitlelerini, özel olarak da işçi sınıfını politik faaliyetten uzak tutma (pasifikasyon) ve yıldırma amaçlarını genişleterek, kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadele ve örgütlenmelerini engellemeyi de kapsaması; kendiliğinden-gelme çalışmaların da önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Böylece başlatılacak Öncü Savaşı, kısa dönemde de oldukça önemli görevleri yerine getirmek zorundaydı.
Legal solda, tam anlamıyla bir iç mücadelelerin getirdiği kargaşa, keşmekeş, ve gövde gösterileri ortalığı toza dumana boğuyordu. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte öğrenci hareketini ele geçirme mücadelesi başlamıştı. 'Gençliği elinde tutan geleceği de elinde tutar' mantığıyla hemen hemen herkes buralarda toplanmıştı. Birbiri peşi sıra gençlik dergileri çıkartılmaya başlanıldı. İlk sayılarda gençlik üzerine yapılan değerlendirmeler -özde hiçbir farkı olmayan değerlendirmelerdir-, giderek her konuda fikir beyan etmeye yöneliyordu. Böyle bir ortamda hiç kimsenin halk kitlelerini düşünmeye zamanı olmayacağı doğaldı. 'Kitlelere' gittiklerini sananlar ise, öğrenci derneklerindeki tartışmaları mahallelere taşımaktan öte bir iş yapmıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda, örgüt içindeki sorunun yarattığı olumsuzluğa ve 'Yurt-Dışı' grubunun Genel Komite'de Öncü Savaşına başlanılması konusunda takındığı engelleyici ve karşı çıkıcı tutumuna rağmen, sınırlı amaçlı bir harekâta girişilmesine karar verildi. Karar oybirliğiyle alınmıştı, ama çoğunluk tamamıyla ikircikliydi. Sınırlandırılmamış bir harekât, kesintisiz olarak sürdürülmesi gereken bir Öncü Savaşı demekti, ama öte yandan sınırlandırılmış da olsa gerçekleştirilecek harekât Öncü Savaşına başlamak zorunda bırakabilirdi. Her iki durumda da, başlatılacak ya da başlamak zorunda kalınacak Öncü Savaşı için hazırlıkların yeterliliği konusunda şüpheler vardı. Asgari bir örgütlenme gerekliydi, ama asgarinin ölçüsü neydi? Asgari örgütlenmenin gerçekleştirilip gerçekleştirilemediği sorusundaki tutum, doğrudan Öncü Savaşından, dolayısıyla Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nden ne anlaşıldığına bağlıdır. Oysa bunlar 'Kesintisiz Devrim II-III' ve 'Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de net biçimde ortaya konulmuştu. Farklılık bu durumda özsel nitelikte görünüyordu. Böylesine özsel farklılıkların ortaya konulup tartışılması ise, yıllar önce yapılmış (ve aşılmış) olanların yinelenmesi demekti. Genel Komite çoğunluğu, sorunu bu gerçek boyutu ile ortaya koymaktan uzak durdu; aksi bir tutum, bu örgütte ne işleri olduğu sorusunun sorulmasına yol açacaktı.
Öncü Savaşına başlama konusundaki bu ikircikli tutum, her yönüyle yapılacak olan harekâtın planlanmasına yansıdığı için, özel bir öneme sahipti.
Herşeyden önce bu ikirciklik ve çekingenlik, THKP-C'nin birleşik yapısının ikili durumuna denk düşüyordu. Ve onun dışa vurumuydu. Politikleşmiş askeri savaşın ne olduğunu hiç düşünmemiş 'Yurt-Dışı' grubunun sorumlularının böyle bir savaşın başlatılmasıyla karşılaşacakları sorunları bireysel düzeyde ele almaları, pek çok şeyin ortaya çıkması demekti. Herşeyden önce bu unsurlar, mücadelenin olası gelişmesiyle birlikte, ortaya çıkacak zorluklara göğüs geremeyecek nitelikte olduklarını gösterdiler. Gerek bu unsurların, gerekse 1972'den beri süren hazırlık aşamasında, şu ya da bu nedenle örgüt saflarına katılmış bazı unsurların, silahlı devrimci mücadelenin sert, acımasız ve pek çok özveri isteyen niteliğini kavramamış ve her şeyin, her zaman hazırlık aşamasında olduğu gibi kalacağını sandıklarından, Öncü Savaşına başlamanın gündeme gelmesiyle tam bir paniğe kapıldıkları görüldü. Artık mücadele üst bir evreye geçecekti ve bu topyekün bir değişim, eski alışkanlıkların ve yetersizliklerin aşılması da demekti. Buna hazır olmayanların, devrimciliği salt entellektüel bir faaliyet, boş zamanları dolduran bir hobi olarak düşünenlerin (ya da sananların) karşı çıkması doğaldı. Sözün özü, küçük-burjuvazinin uzun dönemli, kalıcı, köklü (radikal-devrimci) değişikliğe karşı duydukları korku bir kez daha devrimci saflarda ortaya çıkmıştı. (Özel mülkiyet düzeninin getirdiği konformizm.)
Küçük-burjuvazinin, bu devrimin gelişimi karşısındaki tutumunun (ki belli ölçüde karşı-devrimci yanıdır) 1975 Aralığında ortaya çıkması doğaldı. Küçük-burjuva kökenli, proleter devrimci olamamış unsurların Öncü Savaşı karşısında duydukları korku, sağ bir anlayışın formüle edilmesiyle kendini netleştirdi. Bu sağ anlayışa göre: Öncü Savaşı sadece silahlı eylem ve propaganda değildir ve asıl önemli olan etkinin yaratılması değil, etkinin örgütlenmesidir. Bu da silahlı eylemlerle etkiyi yaratmak ve diğer mücadele biçimleriyle etkiyi örgütlemek demektir. Bu nedenle diğer mücadele biçimlerinin yürütülmesine ağırlık vermek gerekir. 'Etkinin yaratılması ile etkinin örgütlenmesi süreçleri' birbirinden farklı olduğundan, etkinin yaratılmasına ağırlık vermek gerekli değildir. İkinci olarak, etkinin yaratılması sınırlı bir değere ve görece olarak kısa bir zaman dilimine sahip olduğuna göre, bunun, tüm örgüt birimlerinde, bölgelerde, kısaca ülke çapında yapılması hiç de gerekli değildir. Zaten 'tek bir bölgede yapılan eylem, diğer bölgelerdeki örgütlenmeyi hızlandırır'. Böylece, mevcut durum nedeniyle gerekli olan silahlı eylemlerin bazı bölgelerde (bir ya da birkaç bölgede) yapılması gerekir. Bu bölgeler de, silahlı eylem yapmaya hazır ve bunun sonuçlarını kaldırabilecek durumda bölgeler olmalıdır."
Böylece, Öncü Savaşına başlanılması yönünde başlayan tartışmalar, sınırlı amaçlı bir harekât düzenleme boyutuna indirgenmiş olmasına rağmen, sürecin kaçınılmaz biçimde örgütün bütünsel olarak Öncü Savaşına başlaması yönünde gelişeceği de açıktı. Bu nedenle, Sivas-Malatya bölgesinde ilk silahlı eylemlerin gerçekleştirilmesine karar verildiğinde, yönetimdeki tüm sağ ve pasifist tutumlara rağmen, bu kararı pratiğe geçirmek için hazırlıklara başlandı. Ancak 1972 yılından gelen ilişkiler, bu ortamda olduğu gibi kalamazdı ve öyle de oldu. Yukarda da belirtildiği gibi, artık mücadele üst bir evreye geçecekti ve bu topyekün bir değişim, eski alışkanlıkların ve yetersizliklerin aşılması demekti. Buna hazır olmayanların, böyle bir ortamda engelleyici nitelik kazanmaları çok doğaldı.
İşte bu dönemde örgütsel faaliyet içinde engelleyici tutum içinde olanlardan birisi, yıllar sonra, kendine sağlamaya çalıştığı onurlu geçmişi anlatırken şöyle söylemektedir: "Biz (ki bu kendisinden başka birşeyi içermeyen bir sözcüktür-K.C.) düşüncelerimizi nasıl uygulayacağımızı bilmiyorduk... 1971 deneylerinden ve okuduğumuz Latin Amerika gerilla örgütlerinin tarihinden ilk adımın nasıl atılabileceğini biliyorduk. Sonrasını düşünemiyorduk. İyi bir eğitimi ve işi olan insanlar olarak bir adım atacak, dönülemeyecek noktanın ötesine geçecek ve artık toplumda başka özelliklerimizle tanımlanacaktık. Devrimci veya terörist, destek olunması ya da birlikte mücadele edilmesi veya hemen öldürülmesi gereken insanlar. Hiç kolay değildi o sınırı geçmek ve orası yavaşça da geçilemezdi... 1975-76'da geri dönüşün mümkün olmadığı çizgiyi geçmek zordu."
Bu sözlerden sonra, Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de Cezayir Komünist Partisi genel sekreteri Beşir Hacı Ali'nin yaptığı özeleştiriyi aktardıktan sonra yazdığı şu cümleyi anımsamamak olanaksızdır:
"İşte, iş işten geçtikten sonra pasifizmin trajik günah çıkarması!"
"O sınırı" geçmekte ikirciklenenlerin, somut tarihsel bir süreçte, bu tutumlarıyla nelere yol açtıklarını bilmezlikten gelmeleri, Beşir Hacı Ali kadar bile olamadıklarını gösterir. Ancak bundan önce, kendi ikircikliğini ve sağ anlayışını, bütüne maletme tutumu vardır ki, bu hiçbir biçimde "o yazıyı yazanın" tutumu olamaz!
İddia edildiği gibi, alınan kararın uygulanmasına E. E ile birlikte Yüksel Eriş yoldaşın "henüz erken" diyerek belli bir tutum aldığı ise, tümüyle, kişisel acizliğe ve tutarsızlığa ortak arama çabasından öte bir şey değildir. Gerek Yüksel Eriş yoldaşın o sıradaki, gerekse örgütün daha sonraki değerlendirmesi, asıl olarak böylesine sınırlı bir harekâtın gerçekleştirilmesinin ortaya çıkaracağı sorunlara ilişkindir. Öncü Savaşına, belirli bir bölgeden, hazırlık olarak daha gelişmiş bir bölgeden başlamak, daha sonraki pratiklerin de ortaya koyduğu gibi, doğru değildi. Ama gelişen siyasal olaylar karşısında tavırsız kalmak da aynı oranda yanlıştı. Ancak bu değerlendirme, hiçbir biçimde birilerinin "o sınırı" geçmekte gösterdiği tereddütlerle ilgisi yoktu ve olamazdı.
Yine Beylerderesi öncesinde yapılan tartışmalarda, hazırlıkların Sivas, Malatya ve Maraş bölgesinde yeterli olup olmadığına ilişkin değerlendirmeler yapılmış olmakla birlikte, tümüyle "asgari örgütlenme" kavramının nasıl anlaşıldığıyla ilgiliydi. Yoksa, "o bölgede kurulan ilişkiler de bana güvenli gelmiyordu" türünden öznel değerlendirmeler, nesnel süreçlere karşı takınılacak tutumu açıklayamayacak kadar yapay ve sığdır. Bu öylesine yapay ve sığ bir anlayıştır ki, aynı zamanda kişinin kendi kişisel acizliğini gizleme çabası ve sağ anlayışını unutturma amacını gütmektedir. Nitekim, Beylerderesi'nden beş ay sonra, örgütün bir bütün olarak Öncü Savaşına başlama kararı alındıktan sonra (Haziran 1976), aynı kişinin kararın uygulanmasını engelleme yönünde gösterdiği çabalar ve sağcı görüşlerini egemen kılmak için yaptığı girişimler, bu gerçeği açık biçimde ortaya koymuştur. 1975 sonunda silahlı eylemlere başlama yönündeki karar karşısında aynı bireyin takındığı tutum ile Haziran 1976 tarihinde bir bütün olarak Öncü Savaşına başlama kararı karşısında takındığı tutum bir ve aynı olmuştur. Ancak sonuçlar, aynı olmamış ve yapılan tüm engellemelere rağmen, 26 Ocak Harekâtı, 1977 Ocağında gerçekleştirilmiştir.
Başta da belirttiğimiz gibi, Beylerderesi üzerine çok şeyler yazıldı, söylendi. Beylerderesi'nde şehit düşen yoldaşların, belli bir örgütsel yapısı olmadığından, kendilerinin bireysel olarak çeşitli sorunlar yaşayan ya da ruhsal dengesi bozuk kişiler olduklarına kadar değişik sözler söylendi. Ama hiçbiri Beylerderesi olayının ülkemiz devrimci mücadelesinde bir dönüm noktası olması gerçeğini değiştiremedi.
Gerek örgütsel planda, gerekse 1972 sonrasındaki pasifikasyon ortamı açısından, Beylerderesi, sözcüğün tam anlamıyla bir yol ayrımı oldu ve bundan sonraki tüm gelişmeler, Beylerderesi'nin az ya da çok etkisi altında kaldı. Bu nedenle, Sivas-Malatya bölgesinde silahlı eylemlerin yapılması yönündeki karar ve bu kararın uygulanması yönünde gösterilen kararlılık, 12 Mart sonrasında solda egemen olan pasifizme ve sağcı anlayışlara karşı kesin bir tutum alınması olarak belirgin bir nitelik göstermiştir.
Yine de, Sivas-Malatya bölgesinde eylem yapılması kararı alınmış olmasına rağmen ve gerek Yurt-dışı grubuyla, gerekse bazı bireylerle ortaya çıkan farklılaşma, hazırlıkların istenilen boyutta yapılmasını engelliyordu. Üstelik, ilk eylemlerden sonra, belki birkaç hafta ya da ay sonra diğer bölgelerde eylemlerin başlatılması yönündeki çalışmalar, bu farklılaşmalarla, hemen hemen yürütülemez boyuta ulaşmıştı. Sivas ve Malatya'da gerçekleştirilecek silahlı eylemler için gerekli malzemeler, karara rağmen verilmiyor ve bu yolla eylemlerin yapılması engellenmeye çalışılıyordu. Bunun sonucunda, Aralık 1975 sonlarına doğru Yurt-dışı grubu ile olan ilişkiler fiilen sona erdi. İlker Akman ve Hasan Basri Temizalp yoldaşlar, askeri malzemeleri fiili olarak Yurt-dışı grubunun yöneticisinden almak zorunda kaldılar. Ve tarihler 20-21 Ocak 1976'yı gösterirken, ilk silahlı eylemleri gerçekleştirmek üzere Sivas'a gitmek üzere yola çıktılar.
Sivas'ta MHP'ye yönelik üç bombalama eylemi gerçekleştirildikten sonra Malatya'ya geçen yoldaşlarımız, akşam saatlerinde kalacakları yere doğru giderken kimlik kontrolu yapan polislerle karşılaştılar. Polislerle silahlı çatışmaya girdiler ve çatışmada bir polis ile bir bekçi öldürüldü. Olay yerinden hızla uzaklaşılmış olmasına rağmen, bölgeden çıkılması gerekliydi. Bu amaçla, Malatya dışına çıktılar. Ağır kış koşullarında Beylerderesi bölgesine zorlukla ulaştılar. Buradan tren yolunu kullanarak çıkmayı düşünüyorlardı. Ancak Kızıldere öncesindekine benzer boyutta bir insan avı başlatılmıştı. Harekâtı, 12 Mart döneminin İçişleri Bakanlarından Ferit Kubat yönetiyordu. 1972'deki Ünye olayı sonrasında sürdürülen harekâta benzer bir harekât yürütülmeye başlanılmıştı. Gerek Malatya içine, gerekse Malatya çevresine yoğun asker ve polis sevkiyatı yapıldı. Hemen her yer denetime alındı. Buna bağlı olarak, demiryolu hattı, asker ve polisler tarafından denetleniyordu. İşte bu sırada bir askeri tim, Beylerderesi bölgesinde demiryolu hattı üzerinde yoldaşlarımızla karşılaştı. Bunun üzerine, yoldaşlar, hızla en yakındaki kaysı kurutma evlerinden birisine girerek, çatışmaya hazırlandılar. Yüzlerce polis ve asker tarafından kuşatılan evde çatışma üç saat sürdü. Havadan helikopterlerle bombalanan ev, yerden açılan yoğun ateş altında Kızıldere'deki gibi yıkıntı haline getirildi. Yoldaşlarımızın ellerinde tek bir tabanca bulunmasına rağmen, teslim olmadılar. Üç saat sonunda Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş yoldaşlar öldürülmüş ve İlker Akman yoldaş ağır yaralı olarak ele geçirilmişti. Ancak yaralı bile olsa, onlar tehlikeliydiler ve İlker yoldaş orada öldürüldü. Daha sonra, yoldaşlarımızın cesetleri, polis arabalarının arkasına bağlanarak, kilometrelerce sürüklenip götürüldü. Ve böylece, 30 Mart 1972 Kızıldere'den sonra, oligarşi bir kez daha silahlı devrimci mücadeleyi sürdüren kadrolara karşı imha eylemini tamamlamış oluyordu. Yine de, Beylerderesi'nin, Kızıldere'nin bir devamı olduğu gerçeğini ortadan kaldıramadılar.
Beylerderesi olayı sonrası ve etkileri "THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl" yazısında şöyle ortaya konuluyordu:
"Beylerderesi'nin yarattığı ilk etki, oligarşi üzerinde oldu. Oligarşi, o ana kadar ideal gördüğü bir hükümetle (I. MC) işlerini yürütebileceğini düşünüyordu. Öğrenci hareketi, sendikal mücadele vb. gelişmeler karşısında tutumu belirgin olmasına karşın, silahlı devrimci bir örgütün mevcudiyeti ile ilk kez (1972'den sonrası) karşılaşıyordu. MİT'in elinde hemen hemen hiç bilgi yoktu. Özellikle katledilen yoldaşlardan birinin THKO kökenli olması, 1972 Kızıldere öncesi gerçekleşen silahlı devrimci cephenin devamı olarak görünüyordu. Az bir güçle bile THKP-C ve THKO'nun neler yaptığını görmüş olan oligarşi, konunun ciddiyetini anlamakta gecikmemişti. (Beylerderesi'ndeki askeri operasyonun yürütülüşündeki gelişmeler, bunu açıkça ifade ediyordu.) Bu olaydan hızla dersler çıkararak, planlarını yeniden gözden geçirmeye başladı. İleride göreceğimiz gibi, oligarşinin yeni planları oldukça geniş boyutta olmuştur.
26 Ocak 1976 sonrasındaki ikinci gelişme, ülkedeki sol hareket içinde oldu. Bugüne kadar THKP-C'nin çizgisini savunduklarını söyleyen, ama pratikte herşeye öğrenci hareketi merkezinden bakan ve bunun dışına çıkamayanlar oportünizmin etkisiyle ilk anda olayın bir rastlantı ürünü olduğunu düşündüler. Ama kısa sürede, Beylerderesi'nin gerçek niteliğini öğrenmeleri büyük bir şaşkınlık yarattı. Bu durumu gören lafta Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni benimseyen oportünistler, görünümü kurtarmak için bazı teorik yazılar yayınlayarak ne düşündüklerini az da olsa kamuoyuna açıklamak zorunda kaldılar. Öte yandan 1972'den beri silahlı devrimci mücadelenin örgütsüz olduğunu, bir daha toparlanamayacağını, 1971 mücadelesinin 68 öğrenci olaylarının doğal sonucu olan 'sol' maceracılık (!) olduğunu işleyen revizyonist propaganda, Beylerderesi ile birlikte anlamsızlaştı.
Beylerderesi, ülkede silahlı bir devrimci örgütün var olduğunu ve bu örgüt üyelerinin oligarşinin zor güçleri karşısında teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi göze alabilecek nitelikte olduğunu dosta ve düşmana gösterdi. Bu durum, samimi unsurların öğrenci hareketi içinde ve bu hareket merkezinden Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne bakmalarını engelledi. İlk şaşkınlığı üzerinden atar atmaz, öğrenci hareketi dışında bir dünya olduğunu kavradılar. Bunun ilk ürünü THKP-C adını sömürenlerle kendilerini ayırmaya yönelmeleri oldu. Ama oportünistler de, revizyonistler de ilk şaşkınlığı atlatmışlardı. Kendi gerçek yüzlerini daha bir ustalıkla gizleme gereksinmesiyle, slogan düzeyinde Kızıldere'yi ve poster düzeyinde Mahir Çayan yoldaşı sahiplendiler. O güne kadar zorla telaffuz ettikleri silahlı mücadele kavramını sık sık kullanır oldular. Öte yandan revizyonistler ise, Che Guevara'dan başlayıp Deniz Gezmiş'e, Mahir Çayan'a kadar giden bir dizi proleter devrimcinin 'itibarı'nı (!) geri verdiler. Ve onları 'yurtsever', 'devrimci' ilan ettiler. Beylerderesi'nin sol hareket üzerindeki en önemli etkisi, o güne kadar kendiliğinden-gelme biçimde sürdürülen kitle mücadelesinin -ilkin öğrenci kesiminden başlayarak- faşist milis saldırılara karşı silahlı bir karşı çıkış ve karşı hareket haline dönüşmesi oldu. Bir başka deyişle, halk kitleleri oportünist ve revizyonistlerce faşist milislerin insafına bırakılmışlığa baş kaldırdılar ve silahlandılar. Kendiliğinden-gelme bu silahlanma, giderek tüm ülkeyi kapsayacaktı. Ya kendiliğindenci süreç bilinçli hale getirilerek Halk Savaşına doğru yöneltilecekti, ya da kendiliğindenciliğe boyun eğilerek sonu belirsiz bir geleceğe yönelinecekti. Ya kitlelere öncülük yapılacaktı, ya da kitlelerin peşine takılarak denetlenemeyen bir süreç -kaos- yaşanacaktı. İşte bu olgu, Öncü Savaşının sürdürülmesinin önemini açıkça ortaya koyuyordu.
Beylerderesi'nin yarattığı bu durumda, örgüt içinde kaçınılmaz gelişmeler olmuştu. Genel Komite'de çoğunluğu oluşturan 'Yurt-Dışı' grubunun -bir bütün olarak- geldikleri ve bulundukları haliyle politikleşmiş askeri savaşa uygun olmadıkları, Genel Komite'de yer alan bireylerinin de tam bir korkaklık gösterdikleri açıkça görüldü. Bunun üzerine, bir yandan bu unsurların doğru devrimci çizgiye tabi olmaları çağrısı yapılırken, öte yandan da Beylerderesi'nde üç yoldaşın yitirilmesinde yaşamsal hatalar yapan, Genel Komite'nin lağvedilmesine karar verildi. (Zaten Genel Komite, iki üyesinin katledilmesi ve bir üyenin istifası ile tam olarak örgüt birliğini temsil etmekten çıkmıştı.) Buna paralel sağ görüşlere sahip ve yetersizliği açığa çıkmış kadroların örgütle ilişkisi kesildi. 'Yurt-Dışı' grubu, doğru devrimci çizgiyi benimsemiş kadrolar hariç, tümüyle tasfiye edildi. Ayrıca 1972'den beri örgüt içinde yer almış olup Genel Komite üyeliğinden istifa eden kişi, örgütten ihraç edilirken, bir başka Genel Komite üyesinin özeleştirisi yeterli bulunarak örgütte kalmasına karar verildi. Yine de özeleştirisi kabul edilen kadronun, birleşme öncesinde ortaya çıkan 'entellektüelizm' eğilimini taşıyanlardan olduğu gözönüne alınarak, pratik faaliyet içinde denenmesi kararlaştırıldı.
Kendi kaderlerine terk edilen 'Yurt-Dışı' grubu İstanbul ve İzmir'de kendi faaliyetlerini sürdürmeye çalışmışsa da, tabandaki samimi ve savaşçı unsurların, Beylerderesi'nin etkisiyle, pasifist yöneticilerine karşı çıkmalarıyla tümüyle tasfiye oldu. MLSPB ve EB olarak adlarını duyuracak olan bu unsurların bu hareketi ile 'Yurt-Dışı' grubu resmen tarih sahnesinden kalkmış oldu.
Yaşanılan olaylar, örgüte çok değerli deneyimler kazandırdı. Gelişmelerden yeterli ve gerekli derslerin çıkartılması, gelecekte daha az hatalı savaşılmasını sağlayacaktı. Ama hepsinden öte, Beylerderesi, örgüt içindeki 'romantik' (duygusal) ve 'iyi niyetli' (idealist) pek çok düşünce ve davranışa son vererek büyük bir itme sağladı.
Beylerderesi, silahlı devrimci bir örgütün ne olup ne olmayacağını ortaya koymuş ve bazı nüans farklılıklarının ne büyük sapmalara ve sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir. 'Kesintisiz Devrim II-III' ve 'Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de yapılmış formülasyonların, mücadelenin içinde bulunduğu aşamasına ve ülkedeki mevcut duruma bağlı olarak ayrıntılaştırılması gerektiği görüldü. (Somut durumların somut tahlili esprisi.) Aksi halde formülasyonların yanlış kavranılması ve giderek de önceden görülmeyen sapmaların ortaya çıkacağı anlaşıldı. Beylerderesi ile kadroların, nicelik ve nitelik olarak, Öncü Savaşını sürdürmeye uygun oldukları açığa çıktı. Bu yönden duyulan kuşkular ortadan kalktı. Hazırlık aşamasından Öncü Savaşına geçişte karşılaşılabilecek sorunlar (teknik, taktik ve örgütsel) yaşanılarak öğrenildi. O güne kadar 1971'in etkisi örgütlenmiş ve örgütlenen unsurlar, aynı temelde örgütlenme çalışmasına yöneltilmişti. Örgütün merkezi yapılanışı oluşmasına rağmen, bu kadroların kısa ve uzun dönemli -taktik ve stratejik, kentsel ve kırsal, temel ve tali mücadele biçimleri vb. alanlarda- mevzilenmesine kendiliğindenci bir yaklaşım içinde olunduğu görüldü. Örgütlenme çalışmalarında bile planlı bir gelişme yoktu, tersine nerede olanak bulunmuşsa oralarda faaliyet gösteriliyordu. Ülke solunda egemen olan kendiliğinden-gelmeciliğin örgüt içinde bu etkileri, kadroların niteliğine, yani onların Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni özümsemiş olmalarına duyulan güven ve sağ sapmalar nedeniyle önemsenmemişti. Beylerderesi'yle bunun önemi görüldü. Yine yaşanılan birlik süreci, örgütsel birleşmelerin ne olması gerektiğini öğretti. Herşeyden önce örgüte katılımda strateji, program ve tüzük ilkelerinin kabul edilmesiyle yetinilemeyeceği anlaşıldı. Katılımların grup halinde gerçekleştirilmesi, bu grupların örgüt içinde grup alışkanlıklarını sürdürmelerine olanak tanıyordu. Zaman içinde, örgüt içinde bir grup (hizip) olarak, içine sızılmaz, etki yapılamaz bir oluşuma meydan verilmesine yol açtığından, katılımlar -grubun bütün üyeleri katılacak olsa da- bireysel olmalıydı. Örgüt üyeliğine alınacakların tek tek, bireysel olarak değerlendirilmesi yapılmalıydı."
26 Ocak 1976 Beylerderesi sonrasında, Şubat 1976'dan itibaren, olaydan çıkartılan dersler ışığında, Öncü Savaşına bir bütün olarak başlamak üzere, tüm çalışmalar alabildiğine yoğunlaştırıldı. Öncü Savaşı hazırlıkları tamamlanmaya çalışılırken, bulunulan her alanda ve yerde, faşist milislere yönelik yerel silahlı eylemler Mart 1976'dan itibaren gerçekleştirilmeye başlanıldı.
24 Mart 1976 günü, faşist işgal altındaki Gazi Eğitim Enstitüsü bombalandı. Aynı gün, Ankara'da faşist milislerin üstlendikleri Kayseri ve Sivas yurtları kurşunlandı. 8 Nisan 1976 günü Ankara SBF'ye saldıran faşist milisler Hakan Yurdakuler'i öldürdüler ve olayı protesto etmek için Kurtuluş meydanında toplananlara polis ateş açtı ve Eşari Oran ve Burhan Barın katledildiler. Bunun üzerine 9-10 Nisan 1976'da SBF'ye saldıran faşist milislerin üstlendikleri Niğde yurdu bombalandı. Mayıs-Haziran aylarında İstanbul'da faşist işgal altındaki Vatan MMYO bombalandı, Erzurum yurdu kurşunlandı. Balıkesir, Kars ve Antakya'da MHP binaları bombalandı. Ankara'da faşist Atatürk Lisesi müdürünün lojmanı bombalandı.
Ve bu bir dizi eylemler sonrasında, 15 Haziran 1976 günü, örgütün ilk resmi açıklaması yapıldı. Bu tarihten itibaren, örgütün adı, resmen THKP-C/Halkın Devrimci Öncüleri olarak ilan edildi.
İşte, 30 Mart 1972 Kızıldere'den Beylerderesi'ne kadar geçen süreç, öz olarak bu şekilde yaşandı. Bu süreç, Beylerderesi olayı ile birlikte kesin olarak sona erdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı ve öyle de oldu. Eskinin tüm yanları, bu tarihten itibaren tümüyle bir yana bırakıldı. Ama hiçbir tarihsel süreç, birden, bıçakla kesilmiş gibi sona ermez. Eskinin pekçok özelliği, yeni dönemde, bir daha ortaya çıkamayacak bir biçimde, kısa bir süre için de olsa kendisini gösterdiği zamanlar olur. Öyle de olmuştur. Ancak, bu süreler de geçilmiş ve eski, tarihteki yerinde bırakılmıştır. Yine de, benzer olayların ve sapmaların yenilenmesini, yeni bir dönemde yeniden ortaya çıkmasını yadırgayanlar olacaktır. Marks'ın şu belirlemeleri, sanırız, bu konuda yeterince açıklayıcı olacaktır:
"Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş; birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak...
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında carlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar...
Tarihin ölülerine okunan bu dualar incelendiğinde, hemen, çok göze çarpan bir fark ortaya çıkar... Bu devrimlerde, ölülerin dirilmesi, sonuç olarak, eskilerini taklit etmeye değil, yeni savaşımları ululamaya, gerçeğe sığınarak, onların çözümünden kaçınmaya değil, tamamlanacak, yerine getirilecek ödevi muhayyilede devrimin hayaletini yeniden çağırmaya değil, devrim ruhunu bulmaya hizmet eder.
19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçimişin bütün hurafelerinden kendini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor...
Toplum, bugün için, kendi başlangıç noktasına geri dönmüş görünüyor. Gerçekte, toplum ancak şimdi, kendine devrimci başlangıç noktası yaratmak, yani ciddi bir toplumsal devrime yol açabilecek tek durumu, ilişkileri, koşulları yaratmak zorunda bulunuyor...
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere,daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta!
Gül burada, burada raksetmelisin!"