KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1998
"Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor -Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizor, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları."
Bu sözlerle başlayan Komünist Manifesto, ilk kez 1848 Şubat'ında yayınlandı. Marks ve Engels'in kaleme aldıkları Komünist Manifesto, o günden bugüne kadar, her zaman proletaryanın sınıf mücadelesinin temel bildirgesi ve yönergesi olarak kalmıştır.
"Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir."
Komünist Manifesto'nun bu ünlü belirlemesi, aynı zamanda, Komünist Manifesto'nun tüm tarihteki yerini ve önemini açıkça ortaya koymaktadır. Komünist Manifesto'nun yayınlandığı döneme kadar, pekçok tarihçi, felsefeci, politikacı, tarihi, değişik biçimlerde ele almışlar ve yorumlamışlardır. En yaygın tarih anlayışı, tarihi, belirli dönemlerde egemen olan kralların, imparatorların şu ya da bu nedenden dolayı gerçekleştirdikleri eylemlerle ele almış ve değerlendirmiştir. Bir başka deyişle, Komünist Manifesto'ya kadar, hemen hemen tüm tarih, bireylerin ve bireysel girişimlerin ortaya çıkardığı olaylar dizisi olarak değerlendirilmiştir. Hemen her zaman, bu bireylerin, bireysel düşünceleri, istemleri, özlemleri ve amaçları, onların kendi bireysellikleri içinde ele alınmış ve tarihin evrimindeki dönüşümler bunlarla açıklanmıştır.
Bu tarih kavrayışı, 19. yüzyıla girildiğinde felsefe alanında Hegel'le birlikte kesin bir formülasyona ulaştırılmıştır. Artık tarih, Hegel'in formüle ettiği gibi, "idea" adı verilen evrensel bir "fikrin" gerçekliğe dönüşme sürecinin ifadesi olarak kabul edilmiştir. Hegel'e kadarki tarihçilerin, tek tek bireylerin düşünce, istem, özlem ve amaçlarından yola çıkarken, Hegel, bu bireysel düşünce, istem, özlem ve amaçların evrensel bir bütünün parçaları olduğunu ileri sürerek, bu tekil bireysel düşünce, istem vb. unsurları tekleştirmiştir. Böylece tarih, Hegel'in tekciliğiyle, "mutlak idea"nın gerçekleştiği değişik momentlerden meydana gelen bir süreç olarak kavranılmaya başlanılmıştır. Ama tarihin öznel kavranışı, yani idealist tarih anlayışı hiçbir biçimde değişmemiştir.
Ancak bu idealist tarih anlayışı, Hegel'le birlikte, aynı zamanda tarihin devletler tarihi olarak ele alınması anlayışını da getirmiştir. Çünkü, Hegel'e göre, "mutlak idea"nın en yetkin gerçekliği kendisini devlette ortaya koyar. Böylece, tarihin, salt belli bireylerin, kralların, imparatorların bireysel girişimlerinin tarihi olmaktan çok, bu bireylerin temsil ettiği devletlerin karşılıklı eylemlerinin tarihi olarak değerlendirilmesi alışkanlığı ortaya çıkmıştır.
İşte Komünist Manifesto, bu tarih anlayışına karşı kesin bir tutum ortaya koymuştur: Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.
"Özgür insan ile köle, partisyen ile plep, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.
Tarihin daha önceki çağlarında, hemen her yerde, çeşitli zümreler halinde karmaşık bir toplum düzeni, çok çeşitli bir toplumsal mevki derecelenmesi buluyoruz. Eski Roma'da partisyenleri, şövalyeleri, plepleri, köleleri; ortaçağda feodal beyleri, vasalları, lonca ustalarını, kalfaları, çırakları, serfleri; bu sınıfların hemen hepsinde, gene, alt derecelenmeleri görüyoruz.
Feodal toplumun yıkıntıları arasında uç vermiş olan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmadı. Yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, eskilerin yerine yeni mücadele biçimleri getirmekle kaldı.
Ne var ki, biçim çağımızın, burjuvazinin çağının ayırıcı özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirilerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: Burjuvazi ve proletarya." (Komünist Manifesto)
Marks ve Engels'in Komünist Manifesto' da ortaya koydukları bu tarih anlayışı, tarihin idealist değil, materyalist olarak kavranılışından başka birşey değildi. Komünist Manifesto'nun yayınlanmasından yaklaşık üç yıl önce Marks, "Feuerbach Üzerine Tezler"de materyalizmi tanımlarken şöyle yazıyordu: "İnsanlar ortamın ve yetişme biçiminin ürünleri(dir) ve dolayısıyla değişik insanlar, başka ortamın ve değişik yetiştirme biçiminin ürünleri(dir)"
Komünist Manifesto'da ilk kez açık biçimde ortaya konulan tarihin materyalist kavranışı, yani tarihi materyalizm, daha sonraki yıllarda Marks ve Engels tarafından ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur.
1886 yılında Engels, materyalist tarih anlayışını şu sözlerle özlü biçimde ortaya koymaktadır:
"... toplum tarihinde, etkin olanlar, yalnız, bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiçbir şey bilinçli bir amaç olmadan, istenen bir erek bulunmadan meydana gelmez. Ama bu ayrım, tarihsel araştırma bakımından, özellikle çağlar ve olaylar tek başlarına ele alındıklarında ne kadar önemli olursa olsun, tarihin akışının genel iç yasaların hükmü altında olduğu gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Çünkü, burada da, bütün bireyler tarafından bilinçli olarak izlenen ereklere karşın, genel bir biçimde, yüzeyde, görünüşte hüküm süren rastlantıdır. Ancak istenen erek çok seyrek olarak gerçekleşir; çoğunlukla, izlenen ereklerin çoğu birbirleriyle çarprazlaşır ve birbirlerine karşı dururlar, ya kendileri önsel gerçekleşemez ereklerdir, ya da anları gerçekleştirecek araçlar henüz yetersizdir. Böyle oluduğu içindir ki, sayısız bireysel irade ve eylemlerin çarpışmaları tarihsel alanda, bilinçsiz doğa alanında hüküm sürmekte olana tıpatıp benzer bir durum yaratır. Eylemlerin erekleri istenmiş ereklerdir, ama bu eylemleri gerçekten izleyen sonuçlar istenen sonuçlar değillerdir, ya da başlangıçta gene de güdülen amaca uyar gibi görünseler de, sonunda istenmiş olanlardan bambaşka sonuçlara varırlar. Böylece tarihsel olaylar da, aynı şekilde, büyük çapta rastlantıların hükmü altında görünürler. Ama rastlantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktadır.
İnsanlar, herbiri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse burada da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade, tutku ile ya da düşünme ile belirlenir. Ama, kendileri de doğrudan tutkuyu ve düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik niteliktedir. Bunlar, gerek dış nesneler, gerek ülküsel nitelikte güdüler, yani hırs, 'gerçek ve adalet düşkünlüğü' kişisel kin ya da her çeşitten salt kişisel hevesler olabilirler. Ama bir yandan, tarih üzerinde etkili olan çok sayıda, bireysel iradenin, çoğunlukla, niyetlenilen sonuçlardan büsbütün başka sonuçlara -sık sık doğrudan karşıt sonuçlara- götürdüklerini, ve dolayısıyla, bunların güdülerinin, varılan sonuç bakımından ancak ikincil bir önemleri olduğunu gördük. Öte yandan, bu güdülerin de arkasında gizli olan devindirici güçlerin neler olduğunu ve etkin insanların beyinlerinde hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine sorabilir insan." (Engels: Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 57-58)
Bir başka yerde, yine Engels bu tarih kavrayışını şöyle ifade etmektedir:
"İktisadi koşulları, son tahlilde, tarihsel gelişmeyi koşullandıran şey sayıyoruz. Oysa soyun kendisi de iktisadi bir etkendir. Ama, burada gözden ırak tutulmaması gereken iki nokta var:
a) Siyasete, hukuka, felsefeye, dine, edebiyata ve sanata değgin gelişme vb., iktisadi gelişmeye dayanır. Ama bunların hepsi de birbirleri üzerinde ve iktisadi temel üzerinde etkide yaparlar. Böyle oluşu iktisadi durumun tek etkin neden, bütün geri kalanın ise ancak edilgen bir etki olmasından dolayı değildir. Tersine, son tahlilde her zaman üstün gelen iktisadi zorunluluk temeli üzerinde karşılıklı etki vardır... Demek ki, salt kolay geldiği için şurada burada inanılmak istendiği gibi, iktisadi durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, kendi tarihlerini yapanlar insanlardır, ama bunu, tarihi koşullandıran belli bir ortam içinde, daha önceki asıl gerçek koşulların temeli üzerinde yaparlar; bu koşullar arasında, iktisadi koşullar, öteki siyasal ve ideolojik koşullardan ne kadar etkilenebilirse etkilensinler, sonu sonuna, belirleyici koşullardır, bir baştan öbür başa iletken teli oluşturan koşullardır, yalnız bunlar, bizi, tarihi anlayacak duruma götürebilirler.
b) İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama şimdiye kadar, toplu bir plana göre kollektif bir iradeye uymamışlardır ve bunu, belirli, örgütlü ve belli bir toplum çerçevesi içinde bile yapmamışlardır. Onların çabaları birbirine karşı geliyor ve kesinlikle bu nedenle bu tür bütün toplumlarda, rastlantıyla tamamlanan ve kendini gösteren zorunluluk hüküm sürüyor. Rastlantıyla kendini kabul ettiren zorunluluk da sonuç olarak, iktisadi zorunluluktur. Burada büyük adamlar denilen soruna yaklaşıyoruz. Elbette ki, şu büyük adamın, şu belirli bir anda ve şu belli bir ülkede ortaya çıkması salt bir rastlantıdır. Ama, eğer biz, bu büyük adamı ortadan kaldırırsak onun yerinin doldurulması gereğinin ortaya çıktığı görülür ve onun yerini dolduracak olan biri iyi kötü bulanacaktır, ama her seferinde zamanla bulunacaktır. Napoleon'un, bu Korsikalının, kendi öz savaşıyla tükenmiş Fransız Devriminin kesinlikle gereksinme duymuş olduğu askeri diktatörü olması bir rastlantı oldu; ama tanıtlanmıştır ki, bir Napoleon olmasaydı, bir başkası onun boşluğunu doldururdu, çünkü ne zaman gerekli olsa, her sefer bir adam bulunmuştur: Sezar, Augustus Cromwell vb. gibi. Marks, materyalist tarih anlayışını buldu ise de, Therry, Mignet, Guizot, bütün İngiliz tarihçileri 1850'ye kadar buna çalışıldığını tanıtlıyorlar, ve aynı anlayışın Morgan tarafından da bulunması, zamanın bu anlayış için olgunlaşmış olduğunun ve zorunlu olarak bulunması gerektiğinin tanıtıdır.
Tarihteki bütün rastlantılar için ve bütün sözde rastlantılar için de durum aynıdır. İncelediğimiz alan ne kadar ekonomik alandan uzaklaşır ve ne kadar salt soyut ideolojiye yaklaşırsa, onun gelişmesinin rastlantılar gösterdiğini ve bu gelişme çizgisinin zikzaklar çizerek ilerlediğini o kadar çok görürüz. Ama, eğer bu gelişme eğrisinin ortalama eksenini çizerseniz, ele alınan dönem ne kadar uzun olursa ve incelenen alan ne kadar geniş olursa, bu eksenin de iktisadi gelişmenin eksenine o kadar yaklaştığını ve o kadar ona paralel olma eğilimi gösterdiğini göreceksinizdir." (Engels'den Heinz Starkenburg'a Mektup, 25 Ocak 1894)
Tarihsel hareket içinde bireyin rolünü en özlü biçimde ortaya koyan Marks-Engels, aynı zamanda kendilerinin proletaryanın tarihsel hareketi içindeki yerlerini de aynı netlikte belirlemişlerdir. Marks'ın 1852 yılında J. Weydemeyer'e yazdığı ünlü mektupta bunu şöyle ortaya koyar:
"... Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki mücadelenin varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) sınıf mücadelelerinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur..."
Lenin, Marks'ın bu belirlemelerinin ışığında Marksist olmanın ne anlama geldiğini "Devlet ve Devrim"de şöyle ortaya koyar:
"Marks'ın öğretisinin özü, sınıflar mücadelesidir. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marks tarafından değil, ama Marks'tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıf mücadelelerini kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıf mücadeleleri öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey, işte budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir."
Komünist Manifesto, tarihin materyalist kavranışının en açık bir biçimde ortaya konulduğu ilk metin olarak, Marksizm-Leninizmin oluşumunda ve gelişiminde temel bir yere sahip olmuştur. Ve bu tarih kavrayışı ile, kapitalizmin ve burjuvazinin genel bir değerlendirilmesinin yapıldığı Manifesto'da, proletarya devriminin niteliği ve bu devrim karşısında diğer sınıfların konumu şöyle ortaya konulmuştur:
"Nihayet, sınıf mücadelesinin karar saatine yaklaştığı anlarda, egemen sınıf içerisinde, aslında boydanboya tüm eski toplum içersinde, sürüp giden çözülme süreci öylesine sert, apaçık bir nitelik alır ki, egemen sınıfın küçük bir kesimi kendisini koparır ve devrimci sınıfa, geleceği ellerinde tutan sınıfa katılır. Demek ki, tıpkı daha önceleri soyluluğun bir kesiminin burjuvaziden yana geçmiş olması gibi, şimdi de burjuvazinin bir kesimi proletaryadan yana geçmektedir, ve özellikle de burjuva ideologlarının kendilerini tüm tarihsel hareketi teorik olarak kavrama düzeyine ulaştırmış olan kesimi.
Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içersinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür.
Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkancı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yokolmaktan kurtarmak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. Bunlar, şu halde, devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile, proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü böyledir; şu halde, o andaki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını korumakta, proletaryanın bakış açısını edinmek için kendilerininkini terketmektedirler.
'Tehlikeli sınıf' (lümpen proletarya), toplumsal tortu, eski toplumun en alt tabakaları tarafından fırlatılıp atılmış olduğu yerde çürüyen bu yığın, şurada burada, bir proleter devrimi ile, hareketin içine sürüklenebilir; ne var ki, kendi yaşam koşulları onu daha çok gerici entrikaların paralı aleti olmaya hazırlar...
Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle mücadelesi, ilkin ulusal bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır...
Burjuva sınıfının varlığının ve egemenliğinin esas koşulu, sermayenin oluşması ve çoğalmasıdır; sermayenin koşulu, ücretli emektir. Ücretli emek, bütünüyle, emekçiler arasındaki rekabete dayanır. Sanayiin, burjuvazinin elde olmayarak teşvik ettiği ilerleyişi, emekçilerin rekabetten ileri gelen yalıtılmışlıklarının yerine, birlikteliklerinden ileri gelen devrimci dayanışmalarını kor. Demek ki, modern sanayiin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edinidiği temeli çeker alır. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, herşeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır."
Proletaryanın devrimci mücadelesinin ve proleter devriminin bu tarihsel belgesi, aradan geçen 150 yıla rağmen, hala ilk günkü önemini ve yerini korumaktadır. Ve hala, ama sadece Avrupa'nın üzerinde değil, artık tüm dünyanın üzerinde, bir hayalet, ama çeşitli seferler somutlaşarak dolaşmaktadır, komünizm hayaleti.
Ve Komünist Manifesto'nun ünlü son sözü, proletaryanın savaş sloganı olarak, bugün de onun mücadelesini yönetmektedir:
"Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya var.
Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!"