KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1997
Bu yol,
oligarşik diktatörlük ile
halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan
suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir
Bugün ülkemizdeki devrim mücadelesinin durumuna bakıldığında, görülen ilk somut olgu, devrim için, değişik örgütlenmelerin, değişik yerlerde ve alanlarda, benzer faaliyetler içinde bulundukları olmaktadır. Kendilerini Marksist-Leninist ve hatta Maoist olarak tanımlayan değişik örgütlerin bu faaliyetleri, hemen her zaman, kendi yayın organlarında ya da yasal yayınlarda anlatılmaktadır. Öyle ki, herhangi bir yasal faaliyet ile yasal olmayan, yani illegal faaliyet, bir ve aynı şekilde bu yayınlarda ifade edilmektedir. Herhangi bir örgütün yayınları alınıp bakıldığında, görülen ilk gerçek, bu faaliyetlerin, diğer örgütler gibi, ağırlıklı bir biçimde ele alındığı ve hemen hemen benzer tarzda işlendiğidir. Yayınların birbirine benzeyen biçimleri, bu yönüyle, birbirine benzer bir içeriğe sahip olmalarıyla tamamlanmaktadır. Sayfa düzenindeki (mizanpaj) aynılık ve içerikteki benzeşlik, yayınların basıldıkları matbaaların özelliklerine göre değişen kimi ”biçim” farklılıkları dışında tam bir aynılığa ulaşmaktadır. Hemen hemen tek bir kentle ve bu kentin birkaç semtiyle sınırlı faaliyetler, değişik kentlerdeki faaliyetlerin kısa ve aksesuar niteliğindeki haberleriyle bezenerek sunuluşu, neredeyse, devrimci mücadelenin tümüyle bunlardan oluştuğu şeklinde bir izlenim vermektedir. Diyalektik materyalizmle az çok tanışıklığı olan herkesin çok iyi bildiği gibi, her biçim kendine ait bir özün ya da içeriğin dışa vurumudur. Dolayısıyla, bu tek biçimcilik, kaçınılmaz olarak, benzeş bir özün ya da içeriğin varlığını önsel hale getirmektedir. Stratejik bir mücadele olarak silahlı mücadeleyi kabul ettiğini söyleyenler ile, silahlı mücadeleyi taktik bir mücadele biçimi olarak kabul edenlerin, salt yayınsal alanda bile olsa, birbirleriyle olan benzeşliği, aynı zamanda ülkemizdeki devrimci mücadelenin mevcut durumu açısından önemli sorunlarla yüzyüze olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Şüphesiz, ülkemizdeki devrimci mücadelenin en temel sorunu ideolojik-politik çizgi yoksunluğu sorunudur. Her bir sol örgütün yıllar öncesine dayanan kökleri, aynı zamanda, yıllar ötesinde oluşturulmuş olan belli bir ideolojik-politik çizgiye sahip olmaları anlamına gelmektedir. Hemen hemen tüm sol örgütlerin, şu ya da bu zaman içinde ortaya koydukları belli bir devrim anlayışı, yani devrimin nasıl yapılacağı, rotasının nasıl olacağı ve hedeflerinin neler olduğu konusunda belli bir görüşleri bulunmaktadır. Ancak bunlar, bugün gelinen aşamada, hemen hemen hiçbir öneme ve değere sahip görünmemektedir. Böylece, pratikte aynı şeyleri yapan, aynı tür yayınlarda, aynı şeyleri yazan ve aynı olayları aynı biçimde ele alan bir sol örgütlenmeler topluluğu, ülkemizdeki devrimci mücadelenin unsurları olmaktadırlar.
Birbirlerinden farklı olduklarını söyleyen, ancak pratikte aynı şeyleri yapan, aynı tür yayınlar çıkartan ve aynı olayları aynı biçimde ele alan pekçok sol örgütlenmenin varlığı, ülkemizdeki devrim mücadelesinin en temel sorunlarından birisini oluşturmaktadır. Lenin'in ”Ne Yapmalı?”sını okumuş her kişinin kolayca görebileceği gibi, pratikteki bu aynılıklar, doğrudan doğruya, tüm faaliyetlerin ”yerel” faaliyetlerle sınırlı olmasından kaynaklanan aynılıklardır. Doğal olarak, bu ”yerel” çalışmalar, aynı tarzda yapıldıklarından, aynı ”amatörlüğü” taşımaktadırlar. Ve yine bunun doğal uzantısı olarak, uzun vadeli, ”sistemli bir eylem planı” (devrim anlayışları), bu faaliyetler içinde bulunanlar için, birbirlerinden farklılıklarını soranlara birşeyler söyleyebilmekten öte hiçbirşey ifade etmemektedir. Hatta günümüzde, örgütler arasındaki farklılıkların, herhangi bir yürüyüşte giyilen ”üniforma”ya ya da ”dağda bulunan gerilla”ya göre belirlendiği düşünülecek olursa, ”bir zamanlar belirlenmiş” devrim anlayışlarındaki farklılıklar, bu işlevi bile yerine getirmekten uzak bulunmaktadır.
Yapılan tüm faaliyet, bir kentin birkaç semtiyle sınırlıdır. Sözcüğün ideolojik-politik anlamında, ”ekonomik-demokratik” nitelikteki bu faaliyetler, ”kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme” faaliyetlerinden başka birşey değildir. Ancak ülkemiz solundaki ideolojik düzeyin alabildiğine düştüğü, ideolojik-politik çizginin ne anlama geldiğinin bilinmediği bir döneminde, sadece bu faaliyetlerin bu niteliklerini söylemek pek fazla bir ”işe” yaramamaktadır. Herşeyden önce, bunların ne anlama geldiğinin açık biçimde ortaya konulması gerekmektedir.
Bugün ülkemizde ”devrimci mücadele” olarak tanımlanan, özünde ise ”ekonomik-demokratik mücadele” olan faaliyetler için birkaç örnek vererek, konuyu somutlayabiliriz:
Bu konuda verebileceğimiz en somut örnek, ”halk meclisleri” adı altında yapılan örgütlenmelerdir. Bu örgütlenmeye ilişkin olarak ”Halk İçin Kurtuluş” dergisi 15 Kasım 1997 tarihli sayısında ”Halkın gözünde halk meclisleri” başlığı altında şunları yayınlamıştır:
”Her konuda yapacağı birşey vardı Meclis'in. Mahallenin sorunlarından, aile sorunlarına, kimsesiz insanlara ev, iş bulmaktan, fuhuşa, batakhanelere karşı mücadeleye kadar, herşeyi ele alıyor. Şadiye İpek şöyle diyor; 'Ben Halk Meclislerini meşru görüyorum. ... Nurtepe için anlatırsam Halk Meclisleriyle çok şey değişti. Örneğin aile sorunumuzu, kişisel sorunumuzu bile meclisler çözüyor. Her soruna çözüm buluyor. Bu halka güven kazandırdı.'
Halk böyle düşünüyordu. Halk Meclisi meşruydu, haklıydı. Halkın birliğini esas alıyordu. Halkın her sorununa eğiliyordu. Çözüm buluyordu. Halka güven veriyordu. Her türlü haksızlığın karşısındaydı.”
”Meclisi ben yaklaşık bir aydır tanıyorum. -diyor Zafer Aldoğan- Bu bir ay içinde meclis çalışmasında bulunan insanları tanıdım ve onların mantıklı, dürüst iş yaptığını gördüm. Örnek vermek gerekirse sünnet şöleni. Bu şölende mahalledeki insanların biraraya geldiği ve herkesin bir iş yaptığını gördüm... Bu mecliste bir ayrım yok. Elektrik sorunu var. Meclis bununla ilgileniyor. Ayrıca spor faaliyetleri üzerine meclisin çalışmaları var. Siyasi görüşü ne olursa olsun mantıklı, yararlı her insan bu meclise katılabilir.” [1*]
Görüldüğü gibi, ”halk meclisi” adı verilen örgütlenme, içerik olarak, yerel düzeyde kitlenin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında yapılan bir örgütlenmeden başka birşey değildir. Şu ya da bu biçimde ”halk meclisi” adı verilen çalışmaları desteklediğini ya da katıldığını söyleyen kimi çevreler, bu niteliği konusunda çok farklı şeyler söylememektedirler. ”Halkın yerel sorunlarının çözülmesinde araç” olarak da tanımlanan bu örgütlenmenin, 1980 öncesinin ”mahalle dernekleri”nden ya da DY'nin ”direniş komiteleri”nden tek bir farkı bulunmaktadır. Bu da, 1980 öncesinde ülkenin her yanında faşist milislerin kitlelere yönelik saldırılarının yoğunlaşmış olmasından dolayı, bu örgütlenmelerin, aynı zamanda, yerel düzeyde birer ”savunma” birimleri gibi tanımlanmasıdır. Bugün böyle bir durum olmadığı için, ”halk meclisleri” örgütlenmesi, hemen hemen tüm yönleriyle yerel bir ekonomik-demokratik örgütlenme düzeyindedir.
Kısacası, adı ne olursa olsun, bu tür örgütlenmelerin temelinde kitlelerin acil istemleri bulunur. İster adına ekonomik-demokratik mücadele denilsin, ister yeni sözcüklerle, örneğin ”haklar ve özgürlükler mücadelesi” olarak ifade edilsin, son tahlilde, kitlelerin acil istemleri etrafında örgütlenmesine dayanan mücadeledir.
Teorik düzeyde, hiç kimse, yürütülen mücadelenin kitlelerin ekonomik ve demokratik istemleri doğrultusunda bir mücadele olduğunu reddedemez. Nitekim, ”Halk İçin Kurtuluş”, teorik düzeyde şöyle ifade etmektedir:
”Haklar ve özgürlükler mücadelesi dediğimiz mücadele, muhtevası ve oynayacağı rol açısından bunlardan ekonomik-demokratik mücadele kapsamına girer. Ancak biraz daha geniş bir anlamı da vardır; siyasi mücadele konusu olan siyasal talepler de bu mücadele içinde ortaya konulur.
Niye böyle bir ayrım gerekiyor, bu ayrımın halkı örgütlemek açısından önemi nedir dersek, bu noktada da kısaca şunları belirtebiliriz: Haklar ve özgürlükler mücadelesi kitlelerle devrimi buluşturan bağlantı noktasıdır denilebilir.
Şöyle de ortaya konulabilir; devrim, sosyalizm, geniş, henüz belli bir bilincin götürülemediği kitleler için soyuttur, en azından belirsizdir. Onun somutluğu diyelim ki, sendikal hakkıdır, ücret, maaş artışıdır, örgütlenme özgürlüğüdür, kendi yaşadığı semtin, çalıştığı işyerinin sorunlarıdır, adalet isteğidir, konut, sağlık, eğitim hakkıdır.
Haklar ve özgürlükler mücadelesi bunları esas alıp, kitleleri bu doğrultuda örgütler ve mücadele içine çeker. Bu mücadele içinde ise kitlelerin göreceği şey, bu sorunların mevcut düzen içinde kesin bir çözüme kavuşamayacağıdır. İşte bu haklar ve özgürlükler mücadelesinin kitleleri devrime kazanmakta bir kanal haline geldiği noktadır.
Bu talepler, ilk ortaya konulduğunda düzen içinde yapılabilecek olanı istemek noktasındadır. Buna reformlar için mücadele de diyebiliriz.” [2*] (abç)
Sözün özü, ister ”halk meclisleri” adıyla yapılsın, ister ”sendika”, ”dernek” vb. adlarla yapılsın; adına ister ekonomik-demokratik mücadele denilsin, ister ”haklar ve özgürlükler mücadelesi” denilsin, tümüyle sözcüğün Marksist-Leninist anlamında ekonomik-demokratik mücadeledir. Doğal olarak, devrimci bir örgütün bu mücadele karşısındaki konumunun, onun devrim anlayışında açık bir biçimde ortaya konulmuş olması gerekir.
Mahir Çayan yoldaş, bu konuyu şöyle ortaya koymaktadır:
”Devrimci mücadeleyi, yaşadığımız dönemde, evrim ve devrim aşamaları diye kesin çizgilerle ayıran, uluslararası revizyonizmin, pasifizmin bu soruya cevabı şudur: (Aralarındaki ayrılıklar ne olursa olsun, şehirleri temel alandan, kırları temel alana kadar.)
'Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme.'
Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir deyişle oligarşi tarafından kullanılmasına 'izin' verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde, bu tip klâsik 'kitle çalışması' ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.
Bu yol 'oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir.' (Che)
Evet, devam ettirecektir. Elbette bu yoldan gidildiğinde de görünüşte bazı ilerlemeler olacaktır. Ancak bu yolun savunucuları, giderek başlangıçta savaşçı niteliklere sahip olsalar bile, bu niteliklerini kaybedecek, yozlaşacak ve giderek bürokratlaşacaklardır. Yitirilen devrimci öz ve de pasifize edilmiş beş-on emekçi; işte bu görüşün yolu basitleştirilince budur.
Bu görüş, şehir proletaryasının anahtar rolü oynadığı ayaklanma ile sonuca gidilen Sovyet devriminde olduğu gibi evrim aşamasını uzun, devrim aşamasını ise kısa bir aşama olarak gören görüştür.”
Mahir Çayan yoldaşın ”Kesintisiz Devrim II-III”de ortaya koyduğu bu belirlemeleri, sanırız ülkemizde devrim mücadelesiyle az ya da çok ilişkisi olan herkes çok iyi bilmektedir. Böyle olmasına karşın, kendilerini ”THKP-C'nin devamı” ya da ”mirascısı” olarak kabul eden pekçok kesim, bu belirlemeleri yok kabul etmişler ve etmektedirler. İşte ülkemiz solundaki temel sorunlardan birisi de böylesine açık bir çelişkiyle kendisini ortaya koymaktadır. Bir yanda teorik olarak belirlenmiş doğrular, diğer yanda bunlarla taban tabana zıt bir pratik faaliyet.
Elbette yazımızın konusu, soldaki bu durumları ortaya koymak değildir. Ortaya koymaya çalıştığımız, ülkemiz solundaki ideolojik, politik keşmekeştir. Sanırız, yazımızın başından beri ortaya koyduğumuz gerçekler, bu keşmekeşi açık biçimde sergilemeye yetecektir.
Mahir Çayan yoldaşın çok açık biçimde ortaya koyduğu gibi, ülkemiz solunda egemen anlayış, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında yürütülen ajitasyonla kitle örgütlenmesi yaratmaktır. Marksist-Leninist terminolojideki ifadesiyle söylersek, solda egemen anlayış kitleleri ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında örgütlemek ve bu istemler doğrultusundaki mücadele içinde, onları siyasi mücadeleye kanalize etmektir.
Ülkemiz solundaki ideolojik-politik keşmekeşi dikkate alarak, konuyu biraz daha açalım:
Herşeyden önce, ülkemiz solundaki örgütlerin kendilerini ”Marksist-Leninist” ilan ettiklerinden, konuya işçi sınıfıyla başlamak doğru olacaktır. Ancak, ideolojik-politik keşmekeşi dikkate aldığımızda, salt konunun işçi sınıfıyla bağlantısını ortaya koymanın bile yeterli olamayacağını hemen herkes görecektir. En basit bir ifadeyle, söylenenlerin ”halk” için söylendiği ileri sürülerek, işçi sınıfıyla ilgili olarak ortaya konulacaklar, kolayca bir yana itilebilecektir. Özellikle konu ”halk meclisi” gibi belirsiz bir örgütlenme kavrayışıyla bağlantılı olduğunda, bu çok daha kolay yapılabilinecektir.
Herkesin bildiği gibi, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin artırılması, sendikal örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması, grev sınırlamalarının kaldırılması vb. bir dizi hedefi içeren bir mücadele durumundadır. Bu mücadelenin örgütlenmesi de, dünyanın her yerinde ve her zaman olduğu gibi, sendikadır. Bu sendika sözcüğü yerine, ”işçi birliği” vb. başka isimler kullanmak, hiçbir biçimde bu örgütlenmenin ekonomik mücadele örgütlenmesi olduğu ve hedeflerinin de bunlar olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Tıpkı İngilizce konuşulan ülkelerde sendika sözcüğü yerine ”trade-union” sözcüğünün kullanılması gibi. Tıpkı, ”işverenler sendikası”nın bulunmasının, bu sözcüğün işçi sendikaları anlamını ortadan kaldırmadığı gibi.
İşçi sınıfının ekonomik mücadelesinin örgütü olarak sendikanın, salt işçilerin ücretlerini artırma hedefini güden örgütler olduğunu sananlar hariç herkes, sendikaların, işçi sınıfının çalışma koşullarının, yani fabrika ya da işyerlerindeki çalışma koşullarının iyileştirilmesinden, sendikal haklara ve grev hakkına kadar pekçok konuda mücadele ettiğini bilmektedir. Doğal olarak, böyle bir mücadele, kaçınılmaz olarak belli bir ”haklar ve özgürlükler” mücadelesi olarak da tanımlanabilir. Ama Marksist-Leninist literatürde, sendikal mücadele ile hak ve özgürlükler mücadelesi arasında belli bir bağlantı ortaya koyan sayısız belge bulmak olanaklı olmakla birlikte, bunu genel bir ”hak ve özgürlükler” mücadelesi olarak tanımlayan bir belgeye rastlamak oldukça zordur. Çünkü, Marksist-Leninistler için olduğu kadar, tüm dünyada, ”hak ve özgürlükler” tümüyle siyasal bir kavramdır ve siyasal mücadele konusu olarak ele alınır. İşçi sınıfının sendika kurma hakkı, grev yapma hakkı, sınıf olarak dünya çapında uzun yıllar süren kanlı mücadeleler sonucunda elde edilmiş haklar durumundadır. Bu açıdan bu hakların elde edilmesi doğrudan siyasal mücadeleyi gerektirir ve doğrudan siyasal iktidar sorunuyla bağlantılıdır. ”Haklar ve özgürlükler” denildiğinde ilk akla gelen siyasal haklar ve özgürlükler olması gerçeği, elbette ülkemiz solundaki keşmekeş içinde pek birşey ifade etmemektedir. Böyle olunca, Marksizm-Leninizmin ustalarının ortaya koyduğu belirlemeler de kolayca bir yana itilebilmektedir. (Bir kez daha yineleyelim, bu sözlerimiz, kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütler için geçerlidir. Yoksa Marksizm-Leninizmi kesinkes reddedenler için Marksizm-Leninizmin ustalarının yaptığı belirlemeler hiçbir şekilde kesin bir belirleme olarak kabul edilmeyecektir.)
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme hakkına ve buna bağlı olarak grev hakkına sahip olduğu koşullarda yürütülen mücadele daha yalın bir biçimde ücret artışlarına yönelik bir ekonomik mücadele olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla, sendikal faaliyetler, ağırlıklı olarak bu yönde sürdürülmektedir. Ancak sendikal örgütlenme hakkı ile grev hakkının sınırlandırılmış olduğu ya da sınırlandırılmaya çalışıldığı koşullarda, kaçınılmaz olarak gerek bu sınırlamaları kaldırma yönünde, gerekse yapılmak istenen sınırlamaları engellemek amacıyla sendikalar belli bir faaliyet içine girmek durumundadırlar. (Burada, düzenin kendisine bağlı olarak oluşturduğu ve bu yolla işçi sınıfı hareketini kendi denetiminde tutmaya çalıştığı ”sarı sendikalar”ı dışta bırakıyoruz. Çünkü bu ”sarı sendikalar” için böyle bir sınırlama ”istenilen” birşeydir.) Böylece, siyasal bir sorun, sendikal mücadelenin kapsamı içine girmektedir. Literatürde buna ”demokratik mücadele” adı verilmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, hemen her zaman ekonomik-demokratik mücadele olarak tanımlanmaktadır. İşte Hİ Kurtuluş'un ”Haklar ve özgürlükler mücadelesi dediğimiz mücadele, muhtevası ve oynayacağı rol açısından bunlardan ekonomik-demokratik mücadele kapsamına girer. Ancak biraz daha geniş bir anlamı da vardır; siyasi mücadele konusu olan siyasal talepler de bu mücadele içinde ortaya konulur” diyerek tanımlamaya çalıştığı, ekonomik-demokratik mücadelenin bizzatihi kendisidir.
Burada şunu kesinkes ortaya koymak zorunlu olmaktadır: İşçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi, hemen her zaman sendikalar aracılığıyla yürütülür ve her zaman ”siyasi mücadele konusu olan siyasi talepler”i de içerir ve bunları içerdiği için de, bu mücadeleye ”ekonomik-demokratik mücadele” adı verilir. ”Haklar ve özgürlükler”, sözcüğün tam anlamıyla siyasal nitelikte kavramlar olduğundan, bu kavramları ekonomik düzeyde kullanmak, kavram karışıklığı yaratmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Herhangi bir politik örgütün, ”hak” ve ”özgürlük” gibi kavramları, sıradan, günlük kullanımdaki anlamlarıyla ele alıp kullanmasının, o örgütün politik niteliği ile çelişeceği de unutulmamalıdır.
Kendimizi işçi sınıfının ekonomik nitelikteki mücadele ve örgütlenmesinin belli bir kısmıyla, örneğin ücretlerin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi istemi yönündeki mücadelesi ve örgütlenmesiyle sınırlarsak, böyle bir mücadele ”elle tutulur sonuçlar vaad eden” bir mücadeledir. Doğal olarak ”elle tutulur sonuçlar vaad etmeyen” bir mücadele olan siyasal mücadeleyle temelden farklıdır ve farklı bir örgütlenmeyi ifade eder. İşte sorunun can alıcı noktası burada ortaya çıkmaktadır.
Son dönemde Hİ Kurtuluş'un sıkca kullandığı ”soyut devrim propagandası”, işte bu noktada siyasal mücadeleye ilişkin propagandayı ifade etmektedir. Onlara göre, kitleler böyle ”soyut devrim propagandası” ile devrim saflarına katılmazlar. Bunun yerine -diyor Hİ Kurtuluş, ”Haklar ve özgürlükler” adını verdiği ekonomik-demokratik mücadele içinde kitleler kendi somut sorunlarının ”mevcut düzen içinde kesin bir çözüme kavuşmayacağını” görerek devrim saflarına katılacaklardır. Dolayısıyla Hİ Kurtuluş için, kitlelerin ”elle tutulur sonuçlar vaad eden” eylemler içinde mücadeleye sokulmaları gerekmektedir.
Bakın Lenin, yıllar önce buna benzer görüşleri savunan ekonomistlere karşı neler söylüyor:
”Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışlarına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hala bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır? Böyle bir eylem 'elle tutulur sonuçlar vaadetmediği'nden, 'olumlu' fazla birşey sağlamadığından, 'ekonomik mücadelenin' onları buna 'itmediği'nden ötürü müdür? Böyle bir görüşü benimsemek, yineliyoruz, saldırıyı gerekmediği yere yöneltmek olur, kişinin kendi darkafalılığını 'ya da bernştayncılığını' işçi yığınlarına yüklemek olur. Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirleri hala örgütleyemiyorsak, suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır... Şimdiye kadar çalışan yığınların önüne mümkün olan bütün konularda uygun teşhirleri sergilemekte çok az şey, ya da hemen hiç bir şey yapmadık. Bir çoğumuz, henüz bu yükümlülüğümüzün bilincine varmış değildir, ve fabrika yaşamının dar çerçevesi içinde 'günlük tekdüze mücadelenin' ardında kendiliğinden sürüklenmektedirler. Bu durumda, 'Iskra, günlük tekdüze mücadelenin ilerleyişinin önemini küçümseme ve buna karşılık parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasını yeğ tutma eğilimindedir' demek, partiyi geriletmek, hazırlıksızlığımızı ve geriliğimizi savunmak ve yüceltmek demektir.” [3*]
Ve sorun, Lenin'in bu belirlemeleriyle daha net hale gelmektedir. Kendimizi işçi sınıfıyla sınırlandırarak söylersek, kitlelerin ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesi, ekonomik mücadelesinin örgütlenmesi ile siyasal mücadelesinin örgütlenmesi birbirinden farklıdır ve farklı biçimde oluşturulur. Kendisine Marksist-Leninist diyen devrimcilerin görevi, kitlelerin siyasal mücadelesini yönetmek ve yönlendirmek ve kitleleri bu mücadele için örgütlemektir. Bu mücadele, bir siyasal iktidar mücadelesidir ve siyasal iktidar mücadelesi olduğu için adına siyasal (politik) mücadele denilmektedir. Doğal olarak, bu mücadelenin örgütlenmesi de, örgütü de, ekonomik mücadelenin örgütlenmesinden ve örgütünden temelden farklıdır. İşçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesinin örgütü sendikalardır, politik mücadelesinin örgütü ise proletarya partisidir. Ve siyasal örgütlenme, siyasi gerçeklerin teşhiriyle gerçekleştirilir.
Lenin'in şu sözleri, konuyu daha da anlaşılır kılacaktır:
”Son birkaç yıldan beri en yaygın olarak görülen sosyal-demokrat çalışma çevresi tipini ele alalım ve nasıl çalıştığını inceleyelim: Bu çevrenin 'işçilerle bağı' vardır ve bununla yetinir; sadece fabrikalardaki aşırı adaletsizlikleri, hükümetin kapitalistleri tutmasını ve polis zorbalığını şiddetle suçlayan bildiriler yayınlamakla kalır. İşçi toplantılarında, tartışmalar, bu konuların sınırlarını hiç bir zaman aşamaz ya da çok seyrek olarak aşar. Devrimci hareketin tarihi konusunda, hükümetin iç ve dış siyaseti sorunları üzerinde, Rusya'nın ve Avrupa'nın iktisadi evrimi sorunları üzerinde, modern toplumdaki çeşitli sınıfların konumları konusunda vb. konferanslar ve tartışmalar çok seyrektir. Toplumun öteki sınıflarıyla sistemli biçimde bağlar kurmaya ve bunları geliştirmeye gelince, kimse böyle bir şeyi aklından bile geçirmez. Gerçekten, bu türden çevrelerin üyelerinin çoğunluğunun kafalarında canlandırdıkları ideal önder, bir sosyalist siyasal liderden daha çok bir sendika sekreteri niteliğindedir. Çünkü herhangi bir sendikanın, örneğin bir İngiliz sendikasının sekreteri de, iktisadi mücadelede işçilere yardım eder, fabrikalardaki haksızlıkların teşhirinde onlara yardım eder, grev ve grev gözcülüğü (yani belirli bir fabrikada grev olduğu konusunda herkesi uyarma) özgürlüğünü baltalayan yasaların ve önlemlerin adalete aykırı olduklarını açıklar, hakem mahkemelerinin burjuva sınıflardan gelme yargıçlarının taraf tuttuklarını açıklar vb. vb. Kısacası, her sendika sekreteri 'işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyi' yürütür ve bu mücadelenin yürütülmesine yardımcı olur.” [4*]
Ama yine de, Lenin'in ifade ettiği gibi, darkafalılar, tüm bu belirlemelere rağmen, kendi faaliyetlerinin ”farklı” olduğunu ileri sürebileceklerdir. Onlar, kendilerinin Lenin'in ortaya koyduğu türden ekonomistler olmadıklarını, tersine ekonomistlerin mücadeleyi ekonomik taleplerle sınırlandırmalarına karşı olduklarını ileri süreceklerdir. Oysa, ekonomist olarak nitelenenler, hiç de kendilerini ekonomik mücadeleyle sınırlandırmak durumunda değillerdir. Ekonomizm, kitlelerin mücadelesini ekonomik taleplerle yürütülen bir mücadele ile sınırlandırmak değil, bu talepler için yürütülen mücadele aracılığıyla kitleleri siyasal mücadeleye çekmektir. En bilinen ifadeyle, ekonomizm, ”kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme” anlayışından başka birşey değildir. Lenin'in açık biçimde ifade ettiği gibi, bir Marksist-Leninistin, devrimcinin görevi, ekonomik-demokratik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak değildir. Böyle bir faaliyet ”sadece bir başlangıçtır” ve devrimcilerin ”temel görevi değildir”. Çünkü, diyor Lenin, ”Rusya dahil, bütün dünyada, ekonomik mücadeleye siyasal nitelik kazandırmaya ilk kalkışan, çok kez, bizzat polis olmuştur”. [5*]
Lenin'in şu belirlemeleri, ekonomik-demokratik mücadelenin ne olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır:
”İktisadi mücadele, işçilerin, iş-güçlerini daha elverişli koşullarla satmak için, çalışma koşullarını, yaşam koşullarını iyileştirmek için, işverenlere karşı kollektif mücadelesidir. Bu mücadele, zorunlu olarak, sendikal bir mücadeledir, çünkü çalışma koşulları farklı meslek dallarında büyük farklılıklar gösterir, ve bu yüzden de bu koşulların iyileştirilmesi uğruna mücadele, ancak meslek örgütü temeli üzerinde yürütülebilir. (Batılı ülkelerde sendika temeli aracılığıyla; Rusya'da geçici meslek birlikleri ve bildiriler vb. aracılığıyla) Demek ki, 'iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik' kazandırmak demek, bu mesleki istemlerin yerine getirilmesi için uğraşmak, her meslek kolundaki çalışma koşullarını, 'yasal ve idari önlemler' yoluyla iyileştirmek demektir. İşçi sendikalarının yapmakta oldukları ve her zaman yapmış oldukları da bundan başka bir şey değildir. Bay ve Bayan Webb gibi ağırbaşlı bilim adamlarının (ve 'ağırbaşlı' oportünistlerin) yapıtlarını okuyunuz, o zaman İngiliz işçi sendikalarının uzun zamandan beri 'iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma' görevini yerine getirmekte olduklarını, uzun zamandan beri grev hakkı için, kooperatif ve sendika hareketi önünde bütün yasal engellerin ortadan kaldırılması için, kadınların ve çocukların korunmasını sağlayacak yasalar için, sağlık, ve fabrika yasaları vb. aracılığıyla çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmekte olduklarını göreceksinizdir.
Demek ki, 'iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak' yolundaki gösterişli sözler, 'korkunç derecede' derin ve devrimci görünüş altında, sosyal-demokrat siyaseti, sendikal siyaset derekesine düşürme geleneksel eğilimini gizlemektedir!”
[6*]
Ancak bunlar hiç yazılmamışcasına, şunlar devrimci mücadelenin görevleriymişcesine açıkca yazılabilmektedir:
”Mahallelerde, halkın çözüm bekleyen, mücadele için seferber edilebileceği sorunlar çokçadır. Tek zorluğumuz olsa olsa bunlar arasından 'seçim' yapmak noktasında olabilir. Bu zorluğu da halk kendi taleplerinin, sorunlarının yakıcılığına bağlı olarak çözecek, neye, nasıl öncelik vereceğini kendisi kararlaştıracaktır. Semtin yaşamsal sorunları mı var? Onlar doğrultusunda bir mücadele geliştirilebilir. Halkın ekonomik, siyasi, ahlaki dayanışması örgütlenebilir. Bu dayanışma kooperatifler kurmaktan, örneğin mahalleden birileri hapishanedeyse ona mahalleli olarak ziyarete gitmek, mektup yazmak gibi biçimlere, o mahallenin meclisi adına, halkın diğer kesimlerinin yaptıkları eylemlere destekte bulunmaya kadar çok geniş bir muhtevada ele alındığında, halk bunların içinde kendi değerlerini, ahlakını, geleneklerini de bulacaktır. Meclislerde ve hatta semtte okuma yazma bilmeyen mi var, okuma yazma kursları örgütleyebiliriz. Halkın siyasal bilincinin gelişmesine hizmet edecek, çeşitli biçimlerde eğitim çalışmaları, toplantılar, paneller, tartışmalar, kültürel, sportif faaliyetler örgütleyebiliriz. Bütün bunlar biçim olarak da bilinmeyen şeyler değildir elbette. Ancak bunların yapılış biçimi öne çıkacak, önem kazanacaktır. Sportif bir faaliyet örgütlüyorsak bile, bu tüm mahallenin, meclisin sahiplendiği, yönlendirdiği, faaliyet içine giren herkesi Meclis çatısına davet eden bir biçimde yürütülmelidir.” [7*]
Görüldüğü gibi, nasıl ifade edilirse edilsin, kitlelerin acil gereksinmelerinden yola çıkarak, onları örgütleyerek ve bunlar için mücadeleye sokarak, onları ”kazanmak” ve buna paralel olarak bu kitleyi siyasal mücadeleye (siyasal iktidarın ele geçirilmesi mücadelesine) kanalize etmek ekonomizmdir ve bu yoldan iktidarın ele geçirilmesi olanaksızdır.
Ancak bu belirlemeler karşısında, ”ama kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri doğrultusunda mücadele yürütülmesine karşı çıkılıyor” diyenler, daha da öteye giderek, bu mücadelenin ”reformlar için mücadele” olduğunu, dolayısıyla ”reform için mücadelenin devrim mücadelesine kanalize edilmesi gerektiğini” söyleyenler elbette çıkacaktır. Hİ Kurtuluş'un Selim abisinin söylediği gibi, ”egemen sınıflar reformları devrimi engellemek için, devrimciler ise devrimin yolunu açmak için istemişlerdir”. Bu açıdan, bu mücadelelerin bu tarzda yürütülmesi savunulacaktır.
Lenin'den okumayı sürdürelim:
”Iskra'nın 'dogmanın devrimcileştirilmesini, yaşamın devrimcileştirilmesinden daha üstün' tuttuğu iddia edilen tek yanlılığını giderme maskesi altında, iktisadi reformlar uğruna mücadeleyi yepyeni bir şeymiş gibi önümüze sürmektedirler. Gerçekte, 'iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma' sözü, iktisadi reformlar uğruna mücadeleden başka bir anlam taşımaz. Martinov'un kendisi de, eğer kendi sözlerinin anlamını biraz düşünmüş olsaydı, bu basit sonuca ulaşabilirdi. Martinov en ağır silahlarını Iskra üzerinde deneyerek şöyle diyor: 'Partimiz, hükümetin karşısına, iktisadi sömürüye, işsizliğe, açlığa vb. karşı somut yasal ve idari önlem istemleriyle çıkabilirdi ve çıkmalıydı'. Somut önlem istemleri - bu, toplumsal reform istemleri anlamına gelmez mi? Ve tarafsız okura bir kez daha soruyoruz: Raboçeye Dyelo'culara Iskra'yla görüş ayrılıklarında, iktisadi reformlar uğrunda mücadele zorunluluğu tezlerini ileri sürdüklerinden ötürü (bu yaygın ve biraz garip adlandırma bize bağışlansın!) maskeli bernştayncılar dediğimizde kendilerine iftira mı ediyoruz?
Devrimci sosyal-demokrasi, reformlar uğruna mücadeleyi eylemine her zaman katmıştır ve şimdi de katmaktadır.”
[8*]
Demek ki, sorun, ekonomik-demokratik mücadelenin yürütülmesi ya da ”reformlar için mücadelenin devrim mücadelesine tabi kılınması” sorunu değildir. Sorun, devrimci mücadelenin, yani iktidarın ele geçirilmesine yönelik siyasal mücadelenin nasıl örgütleneceği, nasıl yürütüleceği sorunudur. Devrimciler, siyasal görevlerini, ekonomik-demokratik mücadelenin yürütülmesine ve geliştirilmesine bağlı kılamazlar. Ve Lenin, uzun yıllar, gerek ekonomistler ile, gerekse menşeviklerle, bu temelde mücadele etmiştir.
Yine de, devrim adına, devrimcilik adına, Marksist-Leninistlik iddiasıyla, ekonomik-demokratik mücadeleyi siyasal mücadeleye dönüştürmek yönünde faaliyetler ülkemizde egemen durumdadır. Öylesine yaygın durumdadır ki, hemen herkes neredeyse devrimci mücadelenin bundan ibaret olduğunu düşünmeden edememektedir. Kimileri ”legal olanaklardan yararlanma” amacıyla, kimileri sendikal faaliyetler içinde bulunarak işçi sınıfını ”sarı sendikacılardan”, ”sendika patronlarından” ya da yeni söylemle ”MGK sendikacılarından” arındırmak amacıyla, kimileri ”varoşların kitlesini örgütlemek” için, kimisi ”gecekondu halkını örgütlemek” için, artan oranda ekonomik-demokratik mücadelenin içine girmektedirler. Su katılmamış oportünistler ve revizyonistler dışında, hemen tüm sol örgütlenmeler, değişik gerekçelerle ekonomik-demokratik mücadele alanlarında faaliyet yürütürken, bu faaliyetlerin kendilerinin temel faaliyeti olduğunu ya da olacağını ileri sürmemektedirler. Bu alanlar, hemen herkes için ”tali” mücadele alanlarıdır, ”ikincil” faaliyet alanlarıdır. Dolayısıyla, Lenin'ın ortaya koyduğu gibi, devrimci mücadelenin başlıca alanı olarak düşünmemektedirler. Ama Hİ Kurtuluş örneğinde görüldüğü gibi, faaliyetin bizzatihi kendisi, kendisini birincil hale getirmektedir. Böylece teorik olarak ne söylenirse söylensin, pratik olarak yapılan ekonomik-demokratik mücadelenin ”siyasal mücadeleye dönüştürmek amacıyla” temel alınmasından başka birşey değildir.
Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde ifade ettiği gibi, bu yoldan gidildiğinde, başlangıçta belli bir ilerleme olacaktır. Kitleler, şu ya da bu oranda örgütlenecek ve ekonomik-demokratik istemleri doğrultusunda hareket edeceklerdir. Ancak bu yoldan gidildiğinde karşı karşıya olunan sorunlar birbiri ardınca bu yönde faaliyet yürüten örgütlerin karşısına çıkacaktır. Sorunların birbiri ardına yığılması, kaçınılmaz olarak, bu alandaki mücadeleyi öne geçirecek ve giderek tüm faaliyet alanı haline dönüştürecektir. (Tabi ülkenin koşulları oligarşinin yeni bir askeri darbesini ortaya çıkardığı zamana kadar.)
İlk sorun, acil istemleri doğrultusunda yapılan örgütlenme ve mücadele, kitlelerin en yakın ve hemen elde edilebilir hedeflere yönelmelerini getirdiğinden, bu hedeflere ulaşılmasıyla birlikte belirli bir dağılmanın ortaya çıkmasıdır.
”... hem mücadele, hem örgütlenme açısından asıl sorun yeni başlamaktadır. Bu kitleler, destek ve katılımlarıyla Meclislere önderlik edenlere, yeni ve daha ağır bir görev yüklemişlerdir. Evet biz Meclislerde mücadele etmeye, bu meclisin üyeleri olmaya hazırız demişlerdir. Bundan sonra bunun mümkün olup olamaması, bütünüyle o alandaki Cepheli'lerin sorumluluğundadır. Eğer bu alanlardaki kitleler, hem mücadele, hem örgütlenme açısından eylemler öncesi sürece dönerlerse, bunun suçlusu, sorumlusu, alanlara çıkabileceğini gösteren o kitlelerde değil, önderlik etmek, örgütlemek durumunda olanlardadır.
Mücadele boşluğu sevmez. Çünkü düşman boş durmaz. Bir örgütlülüğün rehavete kapılması düşmanın ekmeğine yağ sürer. Düşman rehaveti ve arada kazanacağı zamanı bu örgütlülükleri yok etmek için, geriletmek için kullanacaktır.” [9*]
İşte bu faaliyetin ortaya çıkardığı ilk sorun böylesine açıktır ve yapılması gerekenler de ortadadır.
Oysa ki, ”kitlelerin acil talepleri” doğrultusunda yürütülen her faaliyet, bu taleplere ulaşıldığı oranda sona erer. Kendilerini bu mücadele ile sınırlayanlar ya da bu mücadelenin kendisini sınırlı olarak ele alanlar, böyle bir gelişme karşısında ya sağlanan potansiyelin erimesini göze alacaklardır, ya da bu alandaki faaliyetlerini daha da yoğunlaştıracaklardır. Her ikisi de, başlangıçta belirlenenden çok farklı yerlere ulaşmaktan başka sonuç vermeyecektir.
Diğer bir sorun, ki devrimci bir örgüt için belirleyici niteliktedir, bu faaliyet zemini üzerinde sağlam bir devrimci örgütlenmenin ortaya çıkartılamayacağıdır. Bu gerçek, kimi zaman ”kadrolaşma” sorunu olarak ortaya çıkacak, kimi zaman ”temel mücadele biçimi” nin artan oranda güçsüzleşmesi olarak belirginleşecektir. Çünkü, bu faaliyet, baştan kendisini belirli hedeflerle ve alanlarla sınırlandırmıştır, sınırlandırmak zorundadır. Lenin'in deyişiyle, ”elle tutulur, gözle görülür somut hedefler için” yürütülen bu mücadelenin sınırları içersinde ”elle tutulur, gözle görülür somut hedefler içermeyen” bir mücadeleye dönüşmesi kadar, böyle bir mücadele için gerekli unsurların çıkmasını da engellemek vardır. Bu alanlarda faaliyet yürüten tüm sol örgütlenmelerin, az ya da çok karşılaştıkları bu sorunun temelinde, bu alanların kendi niteliği yatmaktadır. 12 Eylül 1980'de herkesin çok açık biçimde öğrendiği gibi, böyle bir mücadele içinde bulunan ve ”pişen” ”kadrolar”, kesinkes açık bir iktidar mücadelesinin kadroları haline gelememektedir. DY pratiği bu konuda yeterince açık sonuçlar ortaya koymuştur. Üstelik Mahir Çayan yoldaşın şu belirlemelerine rağmen: ”barışçıl mücadele metodları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez. Yunanistan örneği açıktır.”
Mahir Çayan yoldaşın ”Yunanistan örneği açıktır” diyerek verdiği örnek, 1967 Yunanistan askeri darbesi koşullarında KP'nin hiçbir şey yapamamasına yapılan bir göndermedir. Devrimcilerin, dünya devrim deneyimlerinden dersler almaları ne denli sıkça söylenmiş olursa olsun, yine de ”yaşayarak öğrenmek”, yani ampirik yöntemlerle öğrenmek, neredeyse devrimcilerin bir ”yazgısı” olmuştur. 1975 sonrasında yükselen kitle hareketleri karşısında, devrimci mücadelenin nasıl örgütleneceğine ilişkin tüm tartışmalar, her zaman olduğu gibi, temel mücadele biçiminin ne olacağı sorusu etrafında yoğunlaştığında, dünya devrimci mücadelelerinin deneyimleri de, Mahir Çayan yoldaşın uyarıları da etkili olamamıştır.
Kendisini KSD olarak örgütleyen kimi eski ”Cepheciler”, silahlı mücadeleye başlamanın öznel bir konu olduğunu, önemli olanın bir örgütlülüğe sahip olmak olduğunu, dolayısıyla ”günü geldiğinde”, eğer kişi ”su katılmamış pasifist ve namussuz değilse” silahlı mücadeleye başlama konusunda karar almanın fazlaca zor olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, ”Yunanistan örneği” değil, ”Vietnam örneği” ”açıktı”! Vietnam devrimcileri barışçıl mücadele biçimleriyle kitleleri örgütlemişler ve silahlı mücadelenin koşulları oluştuğunda da silaha sarılmakta tereddüt etmemişlerdir. Yunanistan KP'si ise, zaten revizyonist bir görüşe sahiptir, dolayısıyla onlardan savaşmalarını beklemek yanlıştır. Ve bunları teorik bir söylemle ortaya koyduktan sonra, kendilerinin bunu yapabileceklerini iddia etmişlerdir. Doğal olarak, böyle bir iddia sahipleri, hemen her alanda ”kitlelerin içine” girerek, onları ekonomik-demokratik hak ve istemler etrafında örgütlemeye yönelmişlerdir. Böylece birkaç üniversite ve fakültede yoğunlaştırılan çalışmalar sonucunda bazılarında öğrenci derneklerinin yönetimleri ele geçirilmiş ve giderek buralardan sağlanan yeni unsurlarla değişik şehirlerde dernekler kurulmaya başlanmıştır. Akdeniz Dev-Genç, Karadeniz Dev-Genç adlarıyla yapılan örgütlenme, Ankara ve İstanbul' un bazı gecekondu mahallelerinde etkinlik kurulması ve mahalle dernekleri oluşturulmasıyla devam etmiştir. 1976-80 döneminde sürdürülen bu faaliyetler içinde, faşist milis saldırılara karşı kimi silahlı eylemler gerçekleştirilmesi, bu çalışmanın zorunlu bir parçası olmuştur. Ancak tüm bunlar KSD için, silahlı mücadeleye başlamanın koşulları oluştuğunda başlayacaklarının birer ”garantisi” olarak sunulmadan da edilmemiştir. Ve tarihler 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde, tüm iddiaların aksine, silahlı mücadeleye başlamak KSD'ye nasip olmamıştır.
Hemen hemen benzer durum, ancak daha geniş ölçekte DY tarafından yaşanmıştır. Kurtuluş Cephesi'nin geçen sayısında ayrıntılarıyla ortaya koyduğumuz gibi, DY, tüm 1977-80 döneminde ekonomik-demokratik mücadeleyle sınırlı bir faaliyet yürütmüştür. Ancak onlarda ”günü geldiğinde”, ”Karadeniz kır gerilla deneyi” ile yetinmek zorunda kalmışlardır!
Aynı süreçte, 1978 ortalarına kadar DY saflarında yer alan ve bu tarihten sonra ayrılarak kendisini örgütleyen DS, teorik olarak DY ve KSD oportünistlerinin görüşlerini savunmakla birlikte, DY'den ayrılıklarını dayandırdıkları ”DY pasifizmi” iddiası temelinde örgütlenmiştir. Doğal olarak, daha örgütlenmenin ilk anından itibaren, ”aktivizm”i kendileri için zorunlu bir çıkış noktası olarak aldıklarından, o güne kadar DY olarak yaptıkları örgütlenmeyi dönüştürerek yeni bir oluşuma gitmişlerdir. Böylece teorik görüşlerinin aksine, daha örgütlenmelerinin ilk anından itibaren, silahlı eylemi esas alan bir yapılanma içinde olmuşlardır. Ancak gerek teorik görüşlerindeki oportünizm, gerekse DY örgütlenmesinin dayandığı ekonomik-demokratik mücadeleye bağımlı ilişkileri, onları KSD ve DY benzeri bir sondan uzaklaştıramamıştır. Ancak DS, kendi sürecini doğru bir biçimde tahlil etmek yerine, olanları kendi ”öznel”likleriyle algılamaya başlamışlardır. Onların kendi süreçlerinden çıkardıkları ise, ”barışçıl mücadele yöntemleriyle yapılan örgütlenmenin savaşma aşamasına geçmesi” için öznel irade yeterlidir. Oysa ki, 1978-80 döneminde DS'nin ekonomik-demokratik mücadele içinde oluşturmuş olduğu tüm ilişkiler, 12 Eylül koşullarında hiçbir etkinlikte bulunamamış ve bu süreçte ortaya çıkmış birkaç kadroyu bile barındıramamıştır. Sonuç, tıpkı DY gibi, kısa sürede polis operasyonlarıyla ele geçirilmek şeklinde olmuştur.
Nesnel süreçlerin insan bilincindeki yansıları sorunu, şüphesiz felsefik bir sorundur. Ancak, hemen herkesin ezbere bildiği en temel Marksist-Leninist belirleme, ”insanların bilincini maddi varlık koşullarının belirlediği”dir. İnsan iradesi, ancak ortaya çıktığı nesnel koşulların çerçevesi içinde etkin ve yönlendirici bir unsur durumundadır. İşte tüm bu sürecin ortaya çıkardığı gerçek böylesine felsefik, yani dünya görüşüyle ilgili olmuştur.
Ama yine de tarihten doğru biçimde ders alınmayınca, kısa sürede aynı yanlış kavrayışlar kendisine ortam bulabilmektedir. Ve DS pratiği, gerek ülkemizin devrimci mücadele deneyimlerinden, gerekse kendi deneyimlerinden yanlış sonuçlar çıkarmanın yeni bir örneğini oluşturmuştur. Buraya kadar ortaya koyduğumuz tüm Marksist-Leninist belirlemelere ve bu belirlemelerin ortaya koyduğu devrimci deneyimlere rağmen, DS, herşeyin ”öznel irade” ile bağlantılı olduğu sanısını bugüne kadar sürdüregelmiştir. 1980 öncesindeki devrimci mücadele içinde ortaya çıkmış kimi kadrolarına dayanarak 1989 sonrasında yürüttüğü silahlı eylemler ile ekonomik-demokratik mücadele alanlarında yaptığı örgütlenmeler, DS'nin bu sanısını yeniden sorgulamasını uzun bir süre engellemiştir. Ancak 1993'lere gelindiğinde, mevcut kadroların birbiri ardına yitirilmesiyle ortaya çıkan sorunlar, kaçınılmaz olarak DS içinde ayrışmaya neden olmuştur. 1989 sonrasında yürütülen ekonomik-demokratik mücadele alanlarındaki faaliyetlerde görülen ilerlemeler ile SDB adını verdikleri silahlı birimlerin kayıplarının doldurulması ters orantılı olmuştur. DS'nin, SDB'lere dayanan silahlı eylem gücü verilen kayıplarla orantılı olarak azalırken, ekonomik-demokratik mücadele alanlarında kurdukları ilişkileri bu alanın dışında mevzilendiremez hale gelmiştir. Bundan üç yıl önce kuruluşunu ilan ettikleri partilerinin kongre kararlarında yer alan şu belirlemeler, bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır:
”... SDB'lerle milislerin koordinesini sağlamak, şehirlerde her sokakta pervasızca halka zulmeden resmi devlet güçlerini ve bunların uzantılarını sürekli taciz ederek, imha ederek, düşman güçlerinin rahatça dolaşmasını engellemek ve giderek merkezlere hapsederek, halk kitleleri içersinde devrimci otoriteyi geliştirerek, daha geniş kitle örgütlenmelerinin önünü açacak eylem tarzını hayata geçirmeliyiz.” [10*]
Bu ifadelerde yer alan şehirlerde kurtarılmış bölgeler yaratma anlayışını bir yana bırakırsak, bugün geldikleri konumla ne denli uzak oldukları açıkca sergilenmektedir.
Bugüne kadarki tüm dünya devrim mücadelelerinin ortaya koyduğu gerçek, her mücadele biçiminin kendine özgü bir mekanizmayı gerektirdiğidir.
”Her mücadele biçimi, kendisine uygun bir tekniği ve uygun mekanizmayı gerektirir. Nesnel koşullara göre parlamenter mücadele başlıca mücadele şekli haline geldiği zaman partide kaçınılmaz olarak parlamenter mücadele mekanizmasının karakteristik çizgileri daha güçlü bir biçimde ortaya çıkar. Buna karşılık nesnel koşullar, yığınların mücadelesini siyasal grevler ve başkaldırmalar şeklinde ortaya çıkardığında proletaryanın partisi, bu mücadele biçimlerine 'hizmet edecek' bir 'mekanizma'ya sahip olmalıdır. Söylemeye gerek yok ki, bu, parlamenter mekanizmalardan farklı olarak biçimlendirilmiş özel bir 'mekanizma' olacaktır.
Öte yandan, sadece proletarya değil, her sınıfın politik bakımdan yönetici öncülerinin bileşimi, hem bu sınıfın durumuna, hem de mücadelenin temel biçimine bağlıdır.”
[11*] (abç)
İşte bu nedenlerden dolayı, ekonomik-demokratik mücadele alanlarında yapılan örgütlenmeyle ortaya çıkan ”kadrolar” ile silahlı mücadelenin (burada ayrıca silahlı propagandayı ele almayacağız) gerektirdiği kadrolar bir ve aynı olamayacaktır. Birincisinden belirli sayıda kadro çıkartılabilinirse de, bunların, ekonomik-demokratik mücadele alanının yarattığı kadrolar olmaktan çok, daha farklı ilişkiler sonucu ortaya çıkartılmış kadrolar olduğunu, benzer pratik faaliyet içinde bulunan her örgüt kendi öz deneyimiyle çok iyi bilecek durumdadır.
Sözün özü, silahlı devrimci mücadeleyi temel alan bir örgüt, ekonomik-demokratik mücadeleyi bu temel mücadeleye tabi, yani ikincil olarak ele alır. Bu alanlarda kitlelerin örgütlenmesini ve mücadelesini destekler ve yönlendirir. Ancak bunları devrimci mücadelenin temeli haline getiremez ve gelmesine izin veremez. Aksi halde, temel-tali ilişkisi yer değiştirecek ve silahlı mücadele, kısa sürede ekonomik-demokratik mücadeleyi destekleyen silahlı eylem düzeyine inecektir. Bu durum nesneldir ve hiçbir biçimde bu süreç içindeki bireylerin ya da örgütlerin öznelliği ile, iradesiyle değiştirilemez. Bu açıdan, her devrimci örgüt, içinde bulunduğu süreci ve bu süreçteki yönelimlerini, doğru bir biçimde tahlil etmek ve belirlemek zorundadır. Bunun tek yolu, doğru devrim teorisine sahip olmaktan geçer. Devrim teorisinin kılavuzluğunu yitiren her örgütlenme, kaçınılmaz olarak kendiliğinden bir faaliyetin içine savrulacaktır. Bu faaliyet içinde sağladığını düşüneceği her gelişme, kendisini temel yoldan uzaklaştıran bir adımdan başka birşey olmayacaktır.
Dipnotlar
[1*] Hİ Kurtuluş, Sayı: 55, 15 Kasım 1997
[2*] Hİ Kurtuluş, Sayı: 30, 17 Mayıs 1997
[3*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 91
[4*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 101-102
[5*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 93
[6*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 79
[7*] Hİ Kurtuluş, Sayı: 55, 15 Kasım 1997
[8*] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 80
[9*] Hİ Kurtuluş, Sayı: 55, 15 Kasım 1997
[10*] DHKP-C Kongre Belgeleri-I, s: 281
[11*] Lenin: Collected Works, C: II, s: 351