KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1996
Gecekondu Yıkımları
ve Konut Sorunu
"Eski bir kültüre sahip bir ülkenin manifaktür ve küçük üretimden büyük sanayiye, üstelik elverişli koşullarla çabuklaştırılmış böylesine hızla geçtiği bir dönem, aynı zamanda ileri düzeyde bir 'konut darlığı' dönemidir. Bir yandan, kırsal işçi yığınlarını, birdenbire, sanayi merkezlere dönüşen büyük kentler çekmekte; öte yandan da, bu eski kentlerin yapı düzenlemeleri yeni büyük sanayi koşullarına ve buna tekabül eden trafiğe uymamakta; sokaklar genişletilmekte, yenileri açılmakta ve kentlerin ortasından demiryolları geçirilmektedir. Tam işçilerin yığınlar halinde kentlere aktığı sırada, işçi meskenleri büyük ölçüde yıktırılmaktadır. İşçiler ve küçük tüccarlar ve müşterileri işçiden oluşan zanaatçılar için aniden ortaya çıkan konut darlığı burdan gelmiştir." (abç) [1*]
"Bugünlerde basında öylesine büyük bir rol oynayan sözde konut darlığı, işçi sınıfının genellikle kötü, aşırı kalabalık ve sağlığa aykırı konutlarda yaşamalarını içermemektedir. Bu darlık günümüze özgü bir şey değildir; hatta, bu, daha önceki bütün ezilen sınıflar karşısında farklı bir yere sahip olan modern proletaryaya özgü bir sıkıntı da değildir. Tam tersine, bütün ezilen sınıflar bütün dönemlerde oldukça aynı biçimde bir sıkıntıyı çekmişlerdir. Bu konut darlığına son vermek için bir tek araç vardır: işçi sınıfının egemen sınıflarca sömürüsüne ve ezilmesine tümüyle son vermek. Bugün konut darlığı ile kastedilen, nüfusun ani bir şekilde kentlere akışı sonucu işçilerin kötü konut koşullarının kendine özgü bir şekilde yoğunlaşmasıdır; kiralardaki çok büyük artış, tek evlerdeki daha da büyük yoğunlaşma ve hatta bazıları için, yaşamak için bir yer bulma olanaksızlığı. Ve bu, konut darlığından bu kadar çok sözedilmesi, yalnızca işçi sınıfıyla sınırlı kalmayıp aynı zamanda küçük-burjuvaziyi de etkilediği içindir." [2*]
Engels'in bundan yaklaşık yüz yıl önce yaptığı bu belirlemeler, aradan geçen tüm zamana karşın, hâlâ geçerliliğini koruduğu şüphesizdir. Şöyle her bireyin kendi yaşadığı çevreye ve kendi yaşam koşullarına genel bir bakışı bile, bu belirlemelerin ne denli geçerli ve evrensel nitelikte olduğunu anlamayı sağlayacaktır.
Bizim gibi, emperyalizme bağımlı ve emperyalist sömürü altında olan ülkelerde, Engels'in ortaya koyduğu gerçekler, çok daha çarpıcı niteliktedir. Bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden, yani dış dinamikle, emperyalizmin istek ve çıkarlarına uygun olarak yukarıdan aşağıya geliştirildiğinden, çarpık ve dengesizdir. Dolayısıyla, kırsal alanlardan göç ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sosyal sorunlar (ki konut sorunu bunlardan birisidir), çok daha büyük ve çarpıktır. Bu çarpıklık, kırsal nüfusun olabildiğince azaltılması yönündeki ekonomi-politikayla birleşerek, daha da büyük çarpıklıklar oluşturması kaçınılmaz olmuştur.
Genel olarak kırsal alandan göç eden nüfus, her durumda, sanayi merkezlerinde, yani kentlerde, iş ve barınma olanaklarına sahip olmaksızın yaşamak durumundadır. Bunun bir sonucu olarak, "marjinal işler" kadar, "marjinal" barınma koşulları yaratılmıştır. Latin-Amerika ülkelerinde "teneke evler" olarak ifade edilen, ülkemizde "gecekondu" olarak tanımlanan konutlar, bu yeni yaratılmış koşullardır. Sanayinin daha eski dönemlerde geliştiği kentlerde ya da ülkelerde görülen işçi mahalleleri ve işçi konutları, günümüz koşullarında yerlerini "gecekondular"a bırakmıştır.
İster kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde olsun, isterse eski sanayi kentlerinde olsun, doğrudan iş ile işçi konutlarının yanyana bulunması, giderek farklılaşmıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerde açık bir biçimde ortaya çıkan bu farklılaşmayla belirlenen "gecekondular" ve "gecekondu mahalleleri", büyük kentlerin dış kesimlerindeki boş arazilerin üzerinde inşa edilen ilkel barınaklar olarak ortaya çıkmıştır.
Özellikle 1950 yılında DP'nin iktidara gelmesiyle yoğunlaşan ve gelişen kırdan kente göç, kentlerin dış kesimlerindeki "boş araziler" üzerinde inşa edilen "gecekondular"la birlikte gelişirken, işbirlikçi-tekelci burjuvazi için gerekli ucuz emek-gücünü, maliyeti daha da aşağıya çekerek sağlamasının bir aracı olmuşlardır. Uzun süre hazineye ait olan arazilerde kurulan "gecekondular"a gözyumulmuş olmasının nedeni de aynıdır. Burjuva ekonomistlerinin, her işçinin kendi konutuna sahip olmasına yönelik tüm teorileri, bu yolla sağlanmıştır. Böylece emek-gücünün değeri, geri-bıraktırılmış ülkelerin genel ortalamasının altına indirilmesi olanaklı olmuştur. (Bilindiği gibi, ücret belirlemelerinde, işçinin barınma masrafları önemli bir yere sahiptir. Barınma masraflarının en aza indirilmesi, kaçınılmaz olarak, kapitalistin maliyetlerinin azalması ve dolayısıyla kâr oranının yükselmesi demektir.)
1950'lerden günümüze kadar geçen sürede, kentlere yönelik göç sürmüş ve dönem dönem yoğunlaşmıştır. Uzun süre "gecekondu" kurulmasıyla barınma sorunu geçiştirilmiş olmakla birlikte, zaman içinde sanayi için yeni yatırım alanları ve metaların pazarlara ulaştırılması için gerekli alt-yapı (ulaşım, vb.) ihtiyacı artmıştır. Ancak "gecekondulaşma", sanayinin gerektirmiş olduğu genişleme alanlarını doldurmuş bulunduğundan, öncelikle sanayinin yeni alanları için ortadan kaldırılması gereken bir olgu haline gelmiştir. İşte ülkemizde hemen her dönem ortaya çıkan "gecekondu yıkımları"nın temel nedeni bu olmaktadır.
1990'lara gelindiğinde, kent çevresindeki gecekondulaşmanın gelmiş olduğu boyut, her türlü sanayi ve ticari faaliyetler için gerekli alanların kurulması için elverişsiz bir ortam yaratmıştır. Gerek işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi için, gerekse küçük ve orta sermaye için oluşturulan "küçük sanayi bölgeleri" için gerekli arazi, mevcut sanayi tesislerinden çok uzaklarda ortaya çıkmaktadır. Bu durum, her hangi bir sanayi tesisinin genişletilmesinde olduğu kadar, yeni ünitelerinin kurulmasında da ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullarda, oligarşik yönetim, bir yandan kırsal alanlardan kentlere göçün devam etmesi yönünde politikalar izlerken; diğer yandan, kendi yatırımları için gerekli arazinin gelecekte "gecekondu mahallesi" haline gelmemesi için önlemler almaktadır. Böylece gecekondu yıkımları, potansiyel olarak gecekonduların genişleme alanlarını durdurmayı amaçlarken, aynı zamanda mevcut ihtiyaçlar için varolanların yıkılması olarak ortaya çıkmaktadır.
Böylece, mevcut düzen içinde, sorunun kendisi, sürekli olarak yeniden üretilen ve üretildikce çözülmeye çalışılan bir sorun durumundadır.
"O halde konut sorunu nasıl çözülecektir? Günümüz toplumunda herhangi bir diğer toplumsal sorunun çözüldüğü gibi: arz ve talepin tedrici ekonomik ayarlanması ile, sorunu her zaman yeniden yaratan ve dolayısıyla çözüm olmayan bir çözümle." [3*]
Bu nedenden dolayı, Engels'in çok açık bir biçimde ifade ettiği gibi, bu sorunu, gerek konut sorunu olarak, gerekse gecekondu sorunu olarak ortadan kaldırmak, işçi sınıfının egemen sınıflarca ezilmesine ve sömürülmesine son verildiğinde, yani bir devrimle olanaklıdır.
Yine de ülkemizdeki "gecekondu sorunu" nun, çarpık gelişimle birlikte ortaya çıkardığı kimi çarpıklıklarının da ortaya konulması gerekmektedir.
Herşeyden önce, ülkemizdeki toprak sorunu, Osmanlı İmparatorluğundan günümüze kadar çözülmeden kalmış bir sorun olduğunu kavramak gerekir.
İkinci olarak, Osmanlı İmparatorluğunun toprak düzeninden gelen kamu toprakları, yani hazine arazileri, ülkedeki toprakların büyük bir kesimini kapsamaktadır. Bir bakıma, toprak, devlet mülkiyeti olarak, kapitalistlere kiralanmaya hazır bir durumdadır.
Üçüncü olarak, kamu mülkiyetindeki hazine arazilerinin, ister tarımsal üretim için, ister arazi olarak özel mülkiyete devredilmesi, büyük bir toprak ve arazi rantının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Dördüncü olarak, bu rantın özel ellere devredilmesinde siyasal iktidar (hükümet) önemli ve belirleyici bir yetkiye sahiptir.
İşte bu ve benzeri nedenler, günümüz koşullarında, gecekondu arazilerinin önemli bir rant kaynağı olarak alım-satım konusu haline gelmesini sağlamıştır. 1970'li yılların ortalarına kadar süren kırsal göçün oluşturmuş olduğu gecekondu mahallelerinin, 1980 sonrasında T. Özal'ın "tapu tahsis belgeleri" ile, apartman sistemiyle kent semtleri haline dönüşmesi, bu rantı daha da cazip kılmıştır. 1980 öncesinde devrimci kitle mücadelelerinin yoğun olarak yaşandığı gecekondu mahalleleri, 1980 sonrasında yeni bir kent küçük-burjuva kesiminin yaşadığı alanlar haline dönüşmesi, bu rantın özel kişilere devredilmesiyle olanaklı olmuştur.
12 Eylül sonrasında T. Özal aracılığıyla yürütülen politikanın temel hedefi, gecekondu mahallelerini devrimci mücadelenin alanları olmaktan çıkartmak olmuştur. Verilen "tapu tahsis belgeleri", doğrudan doğruya gecekondularda yaşayan nüfusun devrimci mücadeleden uzak durmaları ve durduklarını kanıtlamaları koşuluna bağlanmıştır. Böylece, CIA'nın karşı-ayaklanma taktiklerinde açık bir biçimde ifade edilen, önce ayaklanmanın ezilmesi için en sert ve yaygın zor uygulanması ve ardından bölgede reforma gidilmesi planının uygulaması olmuştur. Ve sonuç, hemen her devrimci örgütün pratikte gördüğü gibi, eski gecekonducular, günümüzün "serbest pazar ekonomisi" yanlısı küçük-burjuva mülk sahipleri haline dönüşmüştür.
İşte ülkemizdeki bu gerçekler, gecekondu sorununda, toprak ve arazi rantının paylaşımında ortaya çıkan çatışmalarda devrimci örgütlerin bir taraf olup olamayacakları konusunda kesin bir tutum takınılmasını olanaklı kılacak niteliktedir.
Devrimci örgütler, hiçbir biçimde, sistemin kendi içinde çözüme bağlayamayacağı sorunları, sistem içinde çözüme bağlanabileceği umutları yaratamazlar.
Devrimci örgütler, sistemin kendi içsel işleyişiyle belirlenen rant paylaşımında, şu ya da bu kesimin daha fazla pay alabilmesi için bir güç olarak ortaya çıkamazlar.
Devrimci örgütler, kitlelerin "istemleri" adı altında, doğrudan mülkiyet konusu olan istemlerini, ister onlarla temas kurmak için, ister onlar üzerinde sempati oluşturmak için, kendi mücadele hedefleri içine alamazlar. Aksi halde, halk dalkavukluğunun sonuçlarına katlanmak zorundadırlar.
Devrimci örgütler, kırsal alanlardan göç etmiş, ancak henüz proleterleşememiş kitlelerin bilinçlerini bulanıklaştıran, emek-gücü dışındaki olanaklarla "köşe dönücü" olmaya yönelten hayallerden kitleleri korumak zorundadırlar.
Bunların yolu, gecekondu yıkımlarında, bir taraf olduğunu ilan ederek, olan çatışmalarda bir güç olarak ortaya çıkılacağı umudunu yaratmamaktan geçer. Bunun yerine, doğrudan sorunun mevcut düzen içersinde neden, nasıl ortaya çıktığını kitlelere göstermek ve sorunun, sağlanabilecek bir "rant getirici mekan" ile değil, doğrudan iş olanakları ve buna bağlı sosyal olanaklarla çözümlenmesi gerektiğinin propagandasını yapmak gerekmektedir.
Dipnotlar
1* Engels: Konut Sorunu, Seçme Yapıtlar, C: II, s: 353
2* Engels: Konut Sorunu, Seçme Yapıtlar, C: II, s: 365
3* Engels: Konut Sorunu, Seçme Yapıtlar, C: II, s: 379