KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1996
15-16 Haziran 1970'den
1 Mayıs 1996'ya
1970 yılının 15-16 Haziran günü, İstanbul kenti işçi sınıfının tarihinde ilk kez kendisi için sokağa çıktığı, polis ve asker barikatlarını aştığı, yıktığı tarihtir. Oligarşinin Süleyman Demirel hükümeti aracılığıyla sendikalar yasasında yapmak istediği değişikliklere karşı işçi sınıfının bu tarihsel eylemi, ülkemizdeki siyasal ilişkileri temelinden sarsmış ve değiştirmiştir.
1960'ların başlarında yavaş yavaş gelişen işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, 1970'lere gelinirken, tüm toplumsal ve siyasal düzeni sarsacak boyutlara ulaşmıştır. Öğrenci gençliğin mücadelesinin yükselişiyle birleşen işçi sınıfı eylemlerinin bu niteliği, oligarşinin 12 Mart darbesini gündeme getirmiştir.
15-16 Haziran, işçi sınıfının oligarşik düzene karşı bir başkaldırısı olmakla birlikte, ne onların demagojik bir biçimde sundukları gibi, "bir ayaklanma provası"ydı, ne de işçi sınıfının iktidarın ele geçirilmesine yönelik eylemiydi. 15-16 Haziran, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları için, kendi sendikal haklarına yönelik siyasal kararlara karşı bir eylemi olarak, tüm İstanbul'u içine alan tarihsel bir eylemdi.
15-16 Haziran, işçi sınıfının sendikal mücadelesine bile tahammül edemeyen oligarşiye verdiği bir yanıt olarak tarihe geçerken, aynı zamanda, işçi sınıfının kendisi için sınıf olmaya yönelik hareketinden korkuya kapılan sarı sendikacıların işçi sınıfından tecrit olmalarının ifadesi olmuştur.
Oligarşinin 12 Mart darbesi ve ardından gelen baskılar, işkenceler, katliamlar, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yönündeki hareketini durdurmaya yetmemiştir. 1 Mayıs 1977, işte bu tarihsel gerçeğin kanıtı olarak yüzbini aşkın işçiyi, memuru, öğrenciyi Taksim meydanında bir araya getirmiştir. 1 Mayıs 1977, Türkiye işçi sınıfının, kendi gücünü ortaya koyduğu, gücünü sergilediği bir gün olarak gündeme gelmiş ve oligarşinin katliamıyla tarihe geçmiştir.
1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı'nda meydana gelen katliam, politik iktidar sorununu açık bir biçimde gündemin ilk maddesi haline getirmiştir.
1 Mayıs 1977 sonrasında silahlı devrimci mücadelenin gelişimi, kitlelerin, mevcut düzen sınırları içersinde yürütülen bir mücadelenin hiç bir sonuç vermeyeceğini görmelerinin ifadesi olmuştur.
Revizyonistlerin ve pasifistlerin "provokasyon" çığlıklarıyla durdurmaya çalıştıkları devrimci mücadele, ülkenin her yanında kitleleri çevresinde toplamayı sürdürmüştür. Şehirlerde yapılan yasal ya da yarı-yasal kitle gösterileriyle, sokak çatışmalarıyla politik iktidarın ele geçirilemeyeceği gün be gün açığa çıkmıştır.
Ancak soldaki parçalanmışlık ve oportünizm, gelişen devrimci mücadeleyi, iktidar yönünden saptırmada etkili olmuş ve silahlı devrimci mücadele, kitle içindeki gelişimine eş değer bir yönelime, örgütlenmeye ulaşamamıştır. Özellikle revizyonist ve oportünist çevrelerin, şehirlerde geliştirilecek bir kitle eylemliliğine yönelik propagandaları, kitleleri beklentiye itmiş ve silahlı devrimci örgütlenmeye yönelik eğilimleri yavaşlatmıştır. Böyle bir ortamda, oligarşinin silahlı devrimci örgütlere yönelik imha operasyonları hızlandırılmış ve 12 Eylül askeri darbesine ulaşılmıştır.
Bu tarihsel sürecin ortaya koyduğu en temel gerçeklerden birisi, şehirlerde örgütlenecek kitle hareketleri ile politik iktidarın ele geçirilemeyeceğidir. Ülkemiz tarihi, "ayaklanma" yandaşlarının devrimci mücadelenin gelişimi önünde ne denli engel oluşturduğunu yeterince göstermiştir. Ülkemiz devriminin en temel sorunu, kitlelerin şu ya da bu tarzda harekete geçmeleri, "ayaklanmaları", "isyan etmeleri" değil, politik iktidarın ele geçirilmesi için bilinçli ve örgütlü olarak silahlı devrimci mücadeleye katılmalarının sağlanmasıdır. İktidarı ele geçirmenin tek yolu budur.
Tüm bu süreçte, devrimin yolu açık biçimde ortaya çıkmış olmasına rağmen, solda egemen olan revizyonizm, klâsik kitle çalışması ile faaliyet yürütülmesini, neredeyse tek yol olarak ortaya koymuştur. Başlangıçta devrimin yolu olarak nasıl bir çizgi belirlenmiş olursa olsun, revizyonizmin ideolojik etkisi, giderek pek çok sol örgütü klâsik kitle çalışmasına doğru yöneltmiştir. Mahir Çayan yoldaşın belirlemeleriyle ifade edersek, "demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı -rafa kaldırıldığı-, daha doğru bir deyişle, oligarşi tarafından kullanılmasına 'izin' verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde, bu tip klâsik 'kitle çalışması' ile ekenomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır."
Ancak bu belirlemeler yıllar önce yapılmış olmasına rağmen, üzerinden 12 Mart ve 12 Eylül geçmesine rağmen, hâlâ bu klâsik kitle çalışması, ülkemiz solunda egemenliğini sürdürmeye devam etmektedir. "Elbette bu yoldan gidildiğinde de görünüşte bazı ilerlemeler olacaktır." Ama bu ilerlemeler, sadece görünüştedir ve oligarşinin siyasal zorunun askeri biçimde maddeleşmesiyle birlikte dağıtılmakta ve yok edilmektedir.
Bugün ülkemizde ideolojik-politik belirlemelerin önemsenmemesi, yapılanların salt teorisiz bir pratik olarak ortaya çıkmış olması nedeniyle, yukarda ortaya konulan gerçeklerin unutturulabilinmesi ya da değersizleştirilebilinmesi için elverişli bir ortam yaratmıştır. Ama bugüne kadar hep söyledik, hep söyleyeceğiz: İster yapılanların teorik çerçevesi çizilmiş olsun, ister salt pragmatik bir yaklaşımla yapılıyor olsun, her koşulda bu pratik, "şehir proletaryasını anahtar rolü oynadığı ayaklanma ile sonuca gidilen Sovyet devriminin" çalışma tarzının aynısıdır. Emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde, bu tip çalışma tarzı, tipik revizyonist çalışma tarzıdır.
1 Mayıs 1996 olaylarından sonra ülkemiz solunda yapılan "tartışmalar"a göz atılacak olursa, sorunun hiçbir biçimde bu yönüyle ele alınmadığı, sadece olayların gelişimi içinde, "işyerlerinin tahribi", "molotoflama", "kürsü işgali" gibi öne çıkan yanların "doğru-yanlış" olup olmadığı tartışılmaktadır. (Günümüzde ülkemiz solundaki ideolojisizleşme açısından da bu tartışmalar bir örnektir. 1980 öncesinde ideolojik-politik tartışmaların yoğun olarak yapıldığı bir dönemde bu olaylar olmuş olsaydı, oportünistlerin bu olaylar karşısındaki değerlendirmesi "Lenin'in dediği gibi" olurdu. Yani, "Önce hareketi belli özel bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayrılır. Her çeşit mücadele biçimini kabul eder; onları 'icat' etmez, sadece genelleştirir, örgütler, hareketin akımı içinde kendiliğinden doğan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler verir." denilerek, olayların içindeki ayrıntıları değil, genel çizgiyi öne çıkartmak durumunda olurlardı. Ama günümüzde ideolojik-politik değerlendirmeler, kısaca teori, öylesine gözden düşürülmüştür ki, artık oportünistler bile kendi faaliyetlerini pragmatik ölçülerde ifade eder hale gelmişlerdir.)
15-16 Haziran olayları değerlendirildiğinde görülecektir ki, iki gün İstanbul kenti işçilerin fiili çatışması ve yerel denetimi altında kalmıştır. Devrimci öncünün mevcut olmaması ve kitle hareketinin gerektirdiği düzeyde silahlı bir gücün mevcut bulunmaması, kaçınılmaz bir biçimde hareketin kendiliğinden sona ermesini getirmiştir. Sorun, bir süre için belli bir kent içinde sayıları onbinlerle ifade edilen bir kitlenin şu ya da bu yöndeki hareketi değildir. "Kürsü işgali", küçük ve orta sermaye sahiplerinin "işyerleri"nin tahribi, her kitle hareketinde ortaya çıkabilecek çizgi dışı eylemler olarak, devrim mücadelesinde özel bir sorun durumunda değildir. Bu tür eylemler, olsa olsa gelecekteki yasal ya da yarı-yasal kitle eylemliliklerine katılımı düşürecek nitelikte sonuçlar doğuracaktır. Kendilerini "meşruiyet" içinde göstermek isteyenler için bunlar özel bir sorun olsa bile, silahlı devrimci mücadeleyi, uzatılmış bir savaş çizgisi içinde, Öncü ve Halk Savaşı olarak sürdürmek durumunda bulunan devrimci öncü için, sadece kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyi açısından bir yere sahiptir.
1 Mayıs 1996, oligarşinin kitlelerin yasal çerçevede bile olsa gerçekleştirmek durumunda olduğu hareketler karşısında siyasal zorunu kullanmaktan uzak durmayacağını bir kez daha göstermesi açısından, ülkemiz devrimci mücadelesi pratiğinde yerini almıştır. Bu yönüyle 1 Mayıs 1996, herkesin, Mahir Çayan yoldaşın belirlediği gibi, "silahla kontrol altına alınamayan kitle hareketleri" sorununu değerlendirmeleri ve kendi konumlarını gözden geçirmeleri açısından alınacak pek çok dersle doludur.
Ülkemiz devrim mücadelesindeki kitle hareketlerinin ortaya koyduğu, doğru devrimci çizgiye bağlı olarak, kitle örgütlenmesi ile silahlı gücün birlikte geliştirilmesi gerektiğidir. Böyle bir silahlı güç, ancak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin ortaya koyduğu kavrayışa uygun olarak yürütülen Öncü Savaşı ile ortaya çıkabilir. Bu ise, kitlelere, Öncü Savaşının, salt öncülerin yürüttüğü bir savaş olmayıp, gelişen, genişleyen, yayılan ve giderek Halk Savaşına dönüşen bir savaş olduğu kavratılabilindiği oranda bu başarılacaktır.