KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1995
Alevilik, Din vb. Üzerine
Bir Kez Daha
"Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, din kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi, ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalıdır, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır."
(Lenin: Novaya Zihn, Sayı: 28, 3 Aralık 1905)
"Dini inançların tarih boyunca sadece egemen güçlere hizmet etmedi. Belirleyici yönü bu olsa da egemenlere karşı halk isyanlarında da birleştirici, 'ideolojik' işlevler gördü."
(DHKC-Avrupa Örgütü'nün yayınladığı Alevilik üzerine bir broşür) [1*]
Işte Alevilik üzerine hazırlanmış bir broşür böyle başlamaktadır. Bu sözlerin içinde yer alan devrimci sözcükler ("egemen güçler", "halk isyanları" gibi),kaçınılmaz olarak, böyle bir belirlemenin üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Eğer ki, yukarda sözü edilen belirleme, yani "dini inançların tarih boyunca ... egemenlere karşı halk isyanların da birleştirici, 'ideolojik' işlevler gördü"ğü belirlemesi doğru ise, herhangi bir tarihsel dönemdeki herhangi bir dinsel hareketin ya da dinsel teorinin devrimci bir içeriği olması kaçınılmazdır. Böyle oluncu da, tarihte hangi dinsel hareketin ve hangi dinsel teorinin devrimci bir içeriğe sahip olduğu ortaya konulmaz zorundadır. Sözü geçen broşürde, bu konuya ilişkin olarak, sadece, "Baba Ishak, Äeyh Bedreddin, Pir Sultan"dan söz edilmektedir. Ancak tarih, ne Anadoluyla sınırlıdır, ne de dini hareketler, salt islamiyete ilişkindir. Hatta diyebiliriz ki, tarihte en büyük ve en uzun dinsel hareketler Avrupa'da ortaya çıkmıştır. Bu açıdan, tarihe bir bütün olarak bakmak gerekmektedir.
Burada, ilkel topluluklarda, yani ilkel komünal toplumda dinin nasıl ortaya çıktığı, nasıl geliştiği üzerinde durmayacağı. Ancak hemen her Marksistin bildiği bir gerçek, "tanrının, toplumsal duyguları uyaran ve örgütleyen" bir kavram olmayıp, "herşeyden önce, insanın bir yandan doğa öte yandan sınıf boyunduruğuna sokulmasının yarattığı fikirlerin -yani bu bağımlılığı pekiştiren, sınıf mücadelesini uyutmayı amaçlayan kavramların bir bileşimi" (Lenin) olduğudur.
"Tarihte, bu tür kavrama ve kökene rağmen demokrasi mücadelesi ve proletarya savaşının, bir dinsel görüşün bir başka dinsel görüşle çarpışması biçimini aldığı bir dönem olmuştur." Ancak, Lenin'in açık biçimde belirttiği gibi, "o dönem de çok gerilerde kalmıştır".
Böyle oluncu, eski dönemlerde, şu ya da bu dönemde ortaya çıkan isyanların kendilerini belli bir dinsel teoriye dayandırmaları ya da dinsel bir görüşün bir başka dinsel görüşle çarpışması olarak ortaya çıkması, sadece sonuç olarak, ya da tarihe ilişkin bir hüküm olarak ortaya konulamaz. Marksizm, her zaman, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle de, her hangi bir halk isyanını, sadece bu isyanda sözü edilen "ideolojik" kavramlar ya da sözlerle değil, bu isyanı ortaya çıkaran ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel tüm koşullarla bağlantılı olarak ele alır ve tanımlar. Engels'in 1517 Luther hareketini (reform hareketi) ve 1525 Thomas Münzer hareketini tahlil edişi buna örnek olarak verilebilir.
Engels, bu hareketlerin ortaya çıktığı tarihsel dönemdeki sınıf ilişkilerini ve bu sınıf ilişkileri içersindeki çıkarları dinle bağlantılı olarak şöyle ortaya koymaktaır:
"Ulusun bölünmüş bulunduğu üç büyük kamptan birincisi, tutucu-katolik kamp, kurulu düzenin sürdürülmesinde çıkarı bulunan tüm öğeleri: Imparatorluk iktidarı, papaz sınıfı ve laik prenslerin bir bölümünü, zengin soyluluğu, büyük din görevlileri ve kentler ayrıcalıklılarını bir araya getirirken, lüterci ılıman burjuva reform partisi, varlıklı muhalefet öğelerini, küçük soyluluk yığınını, burjuvaziyi ve hatta, laik preslerin, kilise mallarının zoralımı ile zenginleşmeyi uman ve imparatorluk karşısında daha büyük bir bağımsızlık kazanmak için fırsattan yararlanmak isteyen bir bölümünü bir araya getiriyordu. Son olarak, köylüler ve halktan kimseler de, istemleri ve öğretileri en açık bir biçimde Thomas Münzer tarafından dile getirilen devrimci bir parti oluşturuyorlardı." [2*]
Demek ki, dini inançların "tarih boyunca" halk isyanlarında "birleştirici, 'ideolojik' işlev" görmesinden söz etmek, sanıldığı kadar kolay değildir. Bilimsel ideoloji olarak Marksizmin ortaya çıkmadığı çağlarda, halk kitlelerinin şu ya da bu ideolojinin ya da teorinin kendisinde, kendi çıkarlarının ifadesini bulabilmiş olmaları, sadece o tarihsel dönemin ilişki ve çelişkileri ile açıklanabilecek bir durumdur. Martin Luther'in, Thomas Münzer'in birer din adamı oldukları, Äeyh Bedrettin ve Pir Sultan'ın aynı şekilde din adamı oldukları unutulmazsa, o tarihsel dönemdeki halk isyanlarının kendilerini neden dinsel bir görüşte ifade ettikleri anlaşılabilir.
Gerçek gerçeklikte, yani tarihte ortaya çıktığı gibi, her din ve dinsel teori, belirli bir sınıfın ya da sınıf kesimlerinin çıkarlarının ifadesi olmuştur. Ve yine tarihte görüldüğü gibi, her zaman egemen sınıflara karşı ezilen ve egemenlik altında olan sınıfların hareketi, kendilerini bu konumda tutmaya hizmet eden, sömürüyü "kutsayan" dinlere ve dinsel görüşlere karşı bir hareket de olmuştur. Bir başka deyişle, ister dinsel olsun, ister felsefik, her zaman egemen sınıfın ideolojisi, egemen ideolojidir ve egemenliği ele geçirmeyi amaçlayan her sınıf ya da halk hareketi, kaçınılmaz olarak bu ideolojiyle savaşmak zorundadır. Bu savaş da, herkesin bilebileceği gibi, egemen ideolojiye karşı bir ideoloji oluşturmakla olanaklıdır. Işte, herhangi bir tarihsel dönemde, egemen dinsel ideolojiye karşı ortaya çıkan diğer bir dinsel ideoloji, böyle bir mücadelenin üst-yapısal ifadesi olmuştur. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bilimsel bir ideolojinin (Marksizmin) ortaya çıkmadığı, ortaya çıkmasının koşulları mevcut bulunmadığı, ilk ve orta çağın karanlık dönemlerinde, hemen her mücadele din temelinde gelişmiş ve dini ideolojilerin doğmasına ve karşılıklı savaşına sahne olmuştur. 1515'de Luther hareketi, o dönemde egemen olan katolik kilisesine karşı olmuş ve katolik inançların "reforma" tabi tutulmasını talep etmiştir. Bunun sonucu ise, katolik kilisesinin bölünmesi ve protestan kilisesinin ortaya çıkmasıdır. Kimi din felsefecilerinin "zihniyet devrimi" olarak tanımladıkları bu gelişme, aynı zamanda kapitalizmin gelişmesinin üst-yapısal yansısıdır. (Calvinizm, protestanlık gibi kimi dinsel görüşlerin kapitalizmle ilişkisi üzerine sayısız araştırma olduğunu da burada belirtelim.)
Islamiyete ya da islamiyet içersinde ortaya çıkan değişik dinsel teorilere ya da görüşlere bakacak olursak, öncelikle bunların ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal koşullar ortaya konulmak zorundadır.
Kapitalist gelişmenin ortaya çıkmadığı bir dönemde Arap toplulukları içindeki sınıfsal ayrışmalar ve karşıtlıklar el alınmadan, Halifelik düzeni ve bu düzen içersindeki çatışmalar açıklanamayacağı ortadadır. Ancak bugün, kolayca reddedilemeyecek bir gerçek, Ali hareketinin, o dönemde ortaya çıkan bir iktidar mücadelesi olduğudur. Bu hareketin temsil ettiği ekonomik ilişkiler ve çıkarlar, o dönemdeki Arap toplumunun az gelişmişliği ile belirlenmiştir. Dolayısıyla, çıkarlar ve ilişkiler, keskin bir sınıf karşıtlığından çok, bir sınıf içindeki alt kesimlerin çıkarları ve ilişkisi olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar içinde, hangi kesimin, bedevilere, hangisinin fellahlara, hangisinin tacirlere, hangisinin de değişik meta ticareti yapan tacirlere denk düştüğünü elbette bir tarih araştırmasıyla ortaya koymak olanaklıdır. Ancak, genel çerçevede, bu farklı ekonomik ilişkilerin farklı çıkarlara denk düştüğünü ve bu farklı çıkarların da zaman zaman çatışma içine girdiği bilinmeyen bir şey değildir.
Alevilik bağlamında ele alacak olursak, tarihsel hareket içinde değişik çatışmaların ortaya çıktığını hemen herkes bilmektedir. Bu çatışmalar içersinde, Äiiliğin Iran'daki egemenliği, Anadolu'da Aleviliğin yayılması vb. olaylar ortaya çıkmıştır. Baba Ishak, Pir Sultan, Äeyh Bedreddin olaylarında ortaya çıkan hareketin yoksul köylü hareketi olması, kaçınılmaz olarak onların öncülerinin niteliğine ve görüşlerine yansımak durumundadır. Ancak bunların dinsel bir görüş çerçevesinde toplumsal ve siyasal bir görüş bütünlüğüne sahip olması bir olgu olmakla birlikte, hareketin demokratik niteliğini belirleyen unsur durumunda değildir. Bu hareketlerin demokratik niteliğini belirleyen yoksul köylü hareketi olmasıdır. Yoksa, Anadolu'da değişik dönemlerde, mevcut yönetime karşı değişik isyanlar ve hareketler ortaya çıkmıştır. Ve bu hareketlerin büyük bir bölümü, her zaman kendi amaçlarını dinsel olarak tanımlamışlardır. Ancak hareketin sınıfsal yapısı ve temsil ettiği sınıf çıkarları açısından pek çoğu gerici özelliklere sahiptir. Bunların yanında, çeşitli etnik ve göçer toplulukların isyanları da söz konusudur. Fakat bunlar, doğrudan kendilerinin konumuna yönelik merkezi devlet otoritesinin baskısına karşı hareketler oldukları ve azınlığı oluşturdukları için, dinsel bir görüş ya da ideoloji ortaya çıkaramamışlardır. Bu, bu hareketlerin gerici özelliklere sahip olduğu anlamına gelmediği gibi, dini bir görüşe sahip olmadıkları anlamına da gelmemektedir. Sadece kendilerine yönelik baskının egemen dinsel ideoloji ile biçimlendirilmemiş olması sözkonusudur. (Avşarların isyanları gibi.)
Yine aynı şekilde, 1925 Äeyh Sait isyanı, ağırlıklı olarak dinsel görüşlere kendisini dayandırmış ve Cumhuriyetin ilanı ile birlikte hilafetin kaldırılmasını kendi hareketine bir dayanak olarak almıştır. Bu isyana katılanların yoksul Kürt köylüleri olması, hareketin yöneticilerinin niteliğinde ve dinsel görüşlerinde yansısını bulmamıştır. Bu da, bu hareketin demokratik içeriğini tartışmalı hale getirmiştir.
Işte bu ve benzeri tarihsel gerçeklerden yola çıkıldığında, herhangi bir dönemde ortaya çıkan halk hareketlerinin ya da isyanlarının belli bir dinsel görüşü oluşturması ya da temsil etmesi, tarihsel hareketin açıklanmasında ve tarih bilincinin oluşmasında özel bir yere sahip değildir. Bu nedenle, "dini inançların ... egemenlere karşı halk isyanlarında da birleştirici, 'ideolojik' işlevler" görmesi sadece bir olgudur. Bu olgunun, tarihin materyalist kavranışıyla bütünleştirilmeden ve yalın olarak ortaya konulması, belki belli dinsel görüşlere yakın olmaya vesile teşkil edebilirse de, kitlelerin bilincini bulanıklaştıracağı için yanlıştır.
Sözünü etmiş olduğumuz broşürün, ortaya koyduğu yanlışlıklar bunlarla sınırlı değildir. Ve hatta kimileri, yukarda ele aldığımız belirleme kadar geniş bir tarihsel araştırma ve bilgiye gereksinme duymayacak kadar açık olgular üzerinedir.
Işte bunlardan biri:
"Faşizm din, mezhep, milliyet farklılıklarını emekçi sınıflar arasında güç bulabilmek, halkı bölmek, parçalamak, güçten düşürmek ve birbirine kırdırmak için araç olarak kullanır. Bu sadece faşizmin değil tüm egemen sınıfların yaklaşım şeklidir.
Esasen onların milliyetleri olmadığı gibi ne dinleri ne imanları vardır." (abç) [3*]
Evet, faşizme karşı söylenilmiş bu sözlerin içerdiği anti-faşist nitelik açıktır. Ancak, aynı sözlerin içerdiği anti-komünist görüş de aynı şekilde açıktır.
Bakın Marks ne diyor:
"Proleterler, bütün ülkelerde bir ve aynı menfaatin; bir tek ve aynı düşmanın, bir tek ve aynı savaşın karşısındadırlar; proleterlerin çoğu daha şimdiden tabi olarak milli peşin hükümlerden sıyrılmışlardır; onların bütün hareketleri, temel bakımından insancıl ve milliyet karşıtıdır. Milliyeti yalnız proleterler ortadan kaldıracaktır." [4*]
Bir de buna Komünist Manifesto'nun "İşçilerin vatanı yoktur" ünlü sözünü eklersek sanırız, söylenenlerin sonuçlarının ne olacağını kestirmek zor olmayacaktır.
Şüphesiz, komünistler, milliyet karşısında enternasyonalisttirler; din karşısında ise dinsiz. Ve her zaman devrimciler, komünistler, "dinleri ve imanları" olmadığını söylerler ve bunu gizlemeye asla tenezül etmezler.
Bu bilinirken ve hatta kendilerini "Marksist-Leninist bir parti" olarak kabul edip, onun "önderliğinde" savaşan "cephe"den söz ederken, sadece ajitasyon uğruna bu sözlerin söylenmesi kolayca açıklanabilir değildir.
Gelelelim faşizme.
Yukardaki değerlendirme (ya da ajitasyon sözleri) bir kez daha okunduğunda görülecektir ki, "tüm egemen sınıfların yaklaşımı" tikel, faşizmin "yaklaşımı" tümel olarak ele alınmaktadır. Bunun oluşturacağı kavram kargaşası oldukça önemlidir. Äüphesiz yazımızın konusu bu olmadığından üzerinde durmayacağız. Ancak küçük bir broşür bile olsa, ortaya çıkartacağı bilinç ve mantık çarpılmalarının ürünlerinin devrimci mücadeleye yansıyacağını, devrimciler asla unutmamalıdırlar.
Tarihte açıkça görüldüğü gibi, sömürücü egemen sınıflar, kendilerine yönelik muhalefeti bir yandan devlet zoruyla (siyasal zor) sindirip, baskı altına alırken; diğer yandan bu toplumsal muhalefet hareketini bölüp parçalamaya çalışırlar. Işe bu bölme ve parçalama eylemlerinin en temel unsuru olan "transformasyon", "adam satın alma"nın diğer bir ifadesidir. Ancak egemen sınıfların egemenliklerini sürdürebilmek için yaptıkları bununla sınırlı değildir.
Genel olarak "böl ve yönet" politikası olarak bilinen politikalar, bireysel bazda olduğu kadar, kitlesel bazda da kullanılır. "Balkanlaştırma" olarak adlandırılan devletler ve toplulukların küçük parçalara bölünerek yönetilmesi, yine egemen sınıfların kendi iktidarlarını koruma çabalarından başka birşey değildir. "Balkanlaştırma" politikasında olduğu gibi, bir bölge halklarının küçük devletçiklere bölünerek ve birbirlerine düşman edilerek ya da birbirlerini "tehlike ve tehdit" olarak görerek emperyalist politikalara uygun hale getirilmesi, belirli bir devlet sınırları içinde de kolayca uygulanabilmektedir. Özellikle sınıfsal ayrışmaya denk düşmeyen, tersine sınıfsal ayrışmayı bozan ve sınıfsal faaliyetleri bölen her türlü bölme faaliyeti egemen sınıfların temel politikalarındandır.
Egemen sınıfların tüm tarihte görülen bu tutumları ile faşizmin "tek ulus, tek devlet, tek şef" sloganında ifade edilen "birleştiricilik" birbirine karıştırılamaz. Ikincisine bakarak, faşizmin "bölme"den çok "birleştirici" olduğunu iddia etmek olanaklıdır. Ama bu tümüyle, faşizmin "birlik" ögesinin, kendi egemenliğini kabul eden sınıf ve tabakalar karşısında gösterilen bir tutum olduğu gerçeğinin ifadesidir. Bu açıdan, "böl ve yönet" politikaları, egemen sınıfların kendi egemenliklerine karşı sınıflara ve hareketlere karşı uygulanan bir politika olduğunun altı da çizilmek zorundadır. Bu durumu Stalin şu şekilde ortaya koymaktadır:
"'Ulusal birlik' adına ulusun içinde sınıflar arası barış, yabancı ulusların topraklarını fethetme yoluyla kendi ulusunun toprağını genişletme, başka uluslara karşı güvensizlik ve düşmanlık, ulusal azınlıkların ezilmesi, emperyalizm ile ortak cephe -işte bu ulusların toplumsal, siyasal, ideolojik bagajının içeriği bunlardır." [5*]
Salt faşizmden söz edecek olursak, faşizmin, bir yandan "tüm ulusu" kendi etrafında birleştirirken, diğer taraftan kendisine karşı güçleri bölmeye ve parçalamaya çalıştığını görürüz. (Faşizme karşı birleşik cephe, aynı zamanda faşistlerin bu politikalarının etkisizleştirilmesi demektir.) Bu nedenlerden dolayıdır ki, sorunun sadece bir yanını ortaya koyarak ("böl ve yönet" politikasıın sonuçlarını), diğer yanını (egemen sınıfların ve faşistlerin "ulusal birlik" vb. sözleriyle ifade edilen "birleştirici" öge) bırakmak, kitlelerde yanlış bilinç oluşturması yanında, gerçekliğin doğru bir biçimde ortaya konulmaması demektir.
Tüm bunlarlarla birlikte, ülkemizdeki faşizmin, "sömürge tipi faşizm" olduğu ve bunun klâsik faşizmden farkı da ifade edilmelidir.
Yine aynı broşürde, "Osmanlıların ilk dönemlerin"den başlayarak Maraş, Sivas, Çorum olaylarına kadar Alevilere yönelik katliamlara değinildikten sonra şöyle denilmektedir:
"Faşizmin din-mezhep farklılıklarına yaklaşımı ve tarihsel süreç içersindeki uygulamaları öz olarak budur." [6*]
Oysa ki, hemen herkes, faşizmin, finans-kapitalin, en gerici, en şövenist, en emperyalist kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü olduğunu söyler. Ama DHKC broşüründen faşizmin "Osmanlının ilk dönemlerinden" günümüze kadar var olduğunu öğreniyoruz. Işte yukarda ifade ettiğimiz gibi, tikel-tümel ilişkisindeki mantıksal hata, kaçınılmaz olarak böylesine bir sonucu ortaya çıkartan ifadelere dönüşmüştür.
Geçelim Iran "devrimi" ve Hizbullah vb. şeriatçılar üzerine yapılan değerlendirmeye.
"Sadece alevilik değil, sünniliğin, bir bütün olarak islami 'ideoloji'nin emperyalizme karşı anti-emperyalist savaşlara ve örgütlenmelere kaynaklık yaptığı unutulmamalıdır. Iran önemli bir örnektir. Bugün Ortadoğu'da anti-emperyalist savaşın önderliğini bu örgütler yapmaktadır." [7*]
Evet, bu bir değerlendirmedir. Herkesin kendisine göre bir belirlemesi, değerlendirmesi elbette olacaktır. Ancak kendisine "Marksist-Leninist" diyen bir partinin emir ve komutasında faaliyet gösterdiği ileri sürülen bir "cephe"nin değerlendirmesi de Hizbullahçılardan farklı olmasını beklemek de herkesin hakkıdır.
Sanırız tüm bu belirlemelerden sonra broşürün son değerlendirmesi okunmaya değecektir:
"Halkımızın büyük kesimi emperyalizm tarafından ezilmeye tepki olarak dini ve milli duygularına sığınmıştır. Bunlara uygun politikalarla yaklaşılmadığı için faşist ve gerici örgütlerin bu durumdan yararlanması ve büyük bir güç olması engellenememiştir... DHKC'de halklarımızın birliğini sağlamak için her türlü olanağa sahibiz. Bunun için gerektiğinde cami önlerine gitmekten çekinmemeliyiz." [8*]
Tüm bunlardan sonra, bize, bu broşürü hazırlayan ve yayınlayanların kendi görüşlerini bir kez daha gözden geçirmelerini söylemekten başka birşey kalmıyor.
Ama yine de, KurtuluşCephesi'nin Temmuz-Ağustos 1994 tarihli 20. sayısında oligarşinin Alevilik üzerindeki hesaplarını ortaya koyan yazının son bölümünü anımsatalım:
"Alevilik üzerinde oligarşinin politik hesabı tümüyle devrimci mücadeleye karşı olmakla ilintilidir. Aleviliğin içerdiği kimi dinsel tutumların toplumsal içeriği, özellikle de tarihsel olarak sürekli bir muhalefet hareketi olmasının getirdiği unsurlar, her dönemde egemen sınıflara yönelik politik mücadelelere katılmalarını getirmiştir. 1980 öncesinde devrimci mücadelenin en yoğun kitlesel destek bulduğu bazı bölgelerde Alevilerin yoğunlaşmış bulunması bu gerçeği göstermektedir.
Işte oligarşinin Alevilik üzerindeki politikası, bu devrimci potansiyeli yok etmek üzerine kurulmuştur. Oysa bu devrimci potansiyel, bu bölgelerde Aleviliğin olmasından değil, bu bölgelerin sınıfsal ayrışmayı yaşayan ve sınıf çelişkilerinin keskinleştiği yerler olmasından kaynaklanmakadır. Ama bunlar oligarşi için önemli değildir. Onun bütün amacı, Alevi kesimleri kendi dini sorunlarıyla uğraşır kılmak ve buna paralel olarak kendilerini bir 'ümmet' ya da 'cemaat' haline getirmektir. Bu yöndeki girişiminde 'Alevicilik' başlı başına bir araç olmak durumundadır. 1980'lere kadar devrimci mücadelenin ekisiyle önemli ölçüde güç kaybeden kimi çevreleri (özellikle dedelik kurumunu) yeniden güçlendirmek oligarşinin ilk hedeflerinden birisidir. Bu faaliyette gerekli 'giderler' dolaylı biçimde devlet tarafından karşılandığından, eski Alevi egemenlerinin faaliyetlerinde büyük artış olmuştur. Ancak hedef olarak konulan 'Alevi cemaati' oluşturmada ana parasal kaynak Diyanet Işleri bütçesi gösterilmektedir. Alevicilik yolunda ilerleyen kesimlerin ifade ettiği gibi, 8 trilyon 400 milyar liralık Diyanet bütçesinin 'en az dörtte biri' böyle bir gelişmenin ödülü olarak sunulabilmektedir. Özellikle yoksul emekçi kesimlerden oluşan bir kesim için bunun nasıl bir etki yapacağı üzerinde politikalar yürütülmektedir.
Oligarşinin Aleviciliği destekleyerek sürdürdüğü politikasından kısa vadede beklediği, Alevi kesimlerinin her türlü toplumsal mücadeleden uzak tutulmasıdır. Sivas Katliamı'ndan sonra görüldüğü gibi, katledilen devrimci, demokrat ve yurtsever insanlar, el çabukluğuyla 'can' olmuşlardır. Oysa şeriatçı ve faşist kesimlerin katliama girişirkenki temel gerekçeleri 'dinsizler' ve Pir Sultan Abdal'ın ülkemiz devrimci mücadelesinde şekillenen simgesi olmuştur. Sivas Katliamı, tıpkı Maraş, Çorum katliamları gibi, devrimci mücadeleye yönelik bir gözdağı ve imha hareketidir. Sivas Katliamı sonrasında yapılan yoğun propagandayla (ki başını Aleviciliğe soyunanlar çekmektedir) Alevi kesimler kendi içlerine döndürülmek istenmektedir. Bir yandan katliam tehdidi sürekli kılınarak kendilerini savunmaya yöneltilirken, diğer yandan açılan kanallarla 'savunmanın' silahlı devrimci mücadelede değil, devletle 'uzlaşmada' yattığı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bugün sorun, Alevilerin, kitle olarak oligarşinin mi, yoksa devrimcilerin mi yanında yer alacakları sorunu değildir. Sorunu böyle ele almak, oligarşinin belirlediği koşullara boyun eğmek ve destek vermek demektir.
Bugün sorun, devrimci mücadelenin kendi sınıfsal temelleriyle ve sınıf güçleriyle yürütülmesi sorunudur. Dinsel ya da ulusal farklılıkları esas alarak ve bunu bir kitlesel nitelik olarak belirleyerek devrimci mücadeleinin sürdürülmesi olanaksızdır.
Sorun, Alevi kitlesinin, 'Aleviler' olarak nasıl bir politik tutum takınacakları değildir.
Sorun, Alevi kesimlerinin 'Alevi kitlesi' ya da 'Alevi cemaati' haline getirilmesine boyun eğmek değil, bu kitlenin sınıfsal boyutlarını esas almak ve buna göre devrimci mücadeleyi, propagandayı ve örgütlenmeyi sürdürmektir."
"Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir konu değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz. RSDİP'ni, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur."
(Lenin: Novaya Zihn, Sayı: 28, 3 Aralık 1905)
Dipnotlar
(1*) Adı geçen broşür Mücadele-Yurtdışı'da Haziran 1995'de aynen yayınlanmıştır.
(2*) Engels: Köylüler Savaşı, s: 50
(3*) DHKC adına yayınlanan adı geçen broşür
(4*) Akt. Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
(5*) Stalin: Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s: 316-317
(6*) DHKC adına yayınlanan adı geçen broşür
(7*) DHKC adına yayınlanan adı geçen broşür
(8*) DHKC adına yayınlanan adı geçen broşür