KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1995
Yurtdışı Gerçeği
ve
Seçimlerde Oy Hakkı
Son aylarda ülkedeki politik gelişmelere paralel olarak yurtdışında, özellikle de Almanya'da bir dizi gelişme ortaya çıkmıştır. 12 Eylül sonrasında yurtdışına çıkan devrimci unsurların içinde yer aldığı ve temelinde 12 Eylül askeri yönetimine yönelik protesto eylemlerinin bulunduğu birkaç yıl süren yüksek politik aktivitenin, zaman içersinde "konuk işçilik" ve bunun getirmiş olduğu kimi sosyal sorunlara yönelmesinden sonraki yıllarda görülen durağanlıktan sonra, meydana gelen gelişmeler, küçük de olsa, önemli bir gelişme olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, yurtdışında 12 Eylül faşist yönetimine karşı sürdürülen bir dizi politik protesto eylemleri sonrasında ortaya çıkan durağanlık, bir yandan Gorbaçov rüzgarlarıyla ideolojik çürümeye yönelirken, diğer yandan "Üçüncü kuşak" üzerine yapılan tartışmalar ve önerilerle, depolitizasyona yönelmiştir. 1990lara gelinildiğinde, devrimci faaliyetler, neredeyse iltica işlemlerinin takibi ve iltica alabilmek için yürütülen göstermelik politik faaliyetlerle özdeşleşir hale gelmiştir. "Üçüncü kuşak" tartışmaları ve bu kuşağa bağlanan büyük "umutlar" ise, denetlenemeyen bir gençlik sorunu olarak, hemen herkesin "umutsuzluğu" haline dönüşmüştür.
1985 sonrasında neo-nazilerin örgütlenmelerini genişletmeleri ve yabancılara yönelik saldırıları artırmalarıyla başlayan "politik" faaliyetler ise, bir dizi gençlik çetesinin ortaya çıkmasıyla bir çıkmaza girmiş ve Alman "otonom" gruplarının desteği ile sürdürülen ve birkaç büyük Alman kentiyle sınırlı "Anti-Fa" örgütlenmesinin körelmesini getirmiştir.
Ancak bu dönemin en önemli özelliği, kendisine devrimciyim diyen ya da devrimci örgütsel faaliyette bulunan unsurların, giderek politik ilişkilerden çekilmeleri ve kendi yaşamlarını yurtdışı "gerçeği" içinde kurmaya yönelmeleri olmuştur. Bu yöneliş, örgütsel faaliyetlerin terk edilerek, doğrudan kişisel yaşama yönelinmesi şeklinde ortaya çıktığı gibi, kimi durumlarda, "madem yurtdışındayız, öyleyse buranın gerçeğine göre faaliyet yürütmek gerekir" şeklinde bir kaçışa yönelmiştir. Özellikle bu yönelişlerde ve kaçışlarda, hemen her zaman "üçüncü kuşak" temel bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Kendi ana dillerini çok az bilen, kendi ana diliyle duygu ve düşüncelerini açıklayamayan bir gençliğin ortaya çıkması, "Türkiye devrimi"ni ikincil kılabilmek için bir gerekçe olarak kullanılmışsa da, ülkedeki devrimci mücadeleyle bağlantılı pekçok kişinin kendi bireysel yaşamlarını sürdürmeleri için birer kılıf olmaktan öteye geçememiştir.
12 Eylül sonrasında ülkede meydana gelen olayların benzerleri yurtdışında birkaç yıllık gecikmeyle yaşanmaya başlanılmıştır. Devrimci mücadeleden kopma, kaçma ve ülke devrimini, yurtdışının sosyal sorunları ile yerdeğiştirme, yıllarca yurtdışında egemen olmuştur. Bunun sonucu ise, 1980 ortalarına kadar yurtdışındaki işçi kitlesini etkileyebilen devrimci örgütlerin tüm kitle bağlarını yitirmeleri ve büyük bir prestij sorunu ile yüzyüze gelmeleri olmuştur. Kişisel ilişkilerinde kendisini "devrimci" olarak sunan, ama günlük yaşamda en sıradan ilişkiler içersinde bulunan unsurların yarattığı olumsuzluklar, kaçınılmaz olarak kitlelerin güvenini sarsmıştır. Daha düne kadar ülkedeki devrimci mücadelenin bir arka cephesi olarak tanımlanan yurtdışı, buralardaki devrimci unsurların sıradan bir yaşama yönelmeleriyle birlikte "rahat yaşam alanı" haline getirilmiştir. Bunun sonucu ise, kendi kişisel yaşamlarını kurmaya yönelen bireylerin, her türlü devrimci ve insani sorumluluklarından kendilerini "kurtarmaları" olmuştur. Bunun için bir dizi "teori" geliştirilmiş ve ülkedeki devrimci mücadele neredeyse yurtdışında yaşayanlar için bir "yük" haline dönüştürülmüştür.
Böylece 12 Eylül sonrasında ülkede devrimciliği bırakan ve giderek hiçbir değer tanımaz ilişkiler içersine yönelen unsurların kitleler üzerinde yaratmış olduğu büyük hayal kırıklıkları ve güvensizlik, hemen hemen aynı oranda yurtdışında da ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu ise, devrimci olmaya çalışan ve devrim için birşeyler yapmaya çabalayan bir avuç samimi unsur ve bunların karşı durmak zorunda kaldıkları büyük bir çürüme, yozlaşma ve sıradanlaşma olmuştur.
Soldaki bu gelişmeler olurken, PKK'nin eylemliliği ile aktifleşen bir Kürt kitlesi, aynı zamanda 1994'lere kadar yurtdışındaki tüm politik faaliyetin öznesi olmuştur.
Ancak, her toplumsal ilişkide olduğu gibi, herşey kişilerin öznel durumuna göre gelişmemektedir. Devrimcilikten ve devrimci ilişkilerden kaçma, politikadan uzaklaşma bir olgu iken, iletişim alanında ortaya çıkan gelişmelerle beslenen yeni gelişmeler, kendi rotasında ve kendi gelişme ritmiyle ortaya çıkmıştır. Özellikle televizyon yayınlarının uydular aracılığıyla izlenebilir olması, günlük gazetelerin düzenli olarak basılması ve telefonların çoğalması, "sessiz kitle"nin ülkeyle sıkı ilişkiler içersine girmelerini getirmiştir. İlk dönem ülkedeki depolitizasyona uygun olarak gelişen bu ilişkiler, giderek politik konulara belli bir ilginin ortaya çıkmasını getirmiştir. Daha düne kadar, kendi yalıtık ortamlarında, birbirleriyle ortak hiçbir ilgi ve konuları olmayan bir işçi kitlesi, bu gelişmelerle kendilerine ortak bir ilgi alanı ortaya çıkarmışlardır. Bu ortak ilgi alanı da, bizzat kendi ülkelerindeki olaylar ve gelişmeler olmuştur.
Solingen olayından sonra kendilerini yurt-dışında birer "yabancı" olarak bulan Türkiyeli kitlenin, "üçüncü kuşak" adı verilen kendi çocuklarının yozlaşması karşısında kendilerini yeniden kendi ülkeleriyle özdeşleştirmeye başlamaları, kaçınılmaz olarak en geri geleneklerin, düşüncelerin güçlenmesi için uygun bir zemin yaratmıştır. Kürt ulusal hareketinin, kendi kitlesini artan oranda "Türkiyeli"likten uzaklaştırması, kaçınılmaz olarak bu tanımlamanın içini boşaltmış olması da, aynı gelişmelerin ürünü olmuştur. Böylece bir aldatmaca olarak ortaya çıkan "kimlik sorunu", yurt-dışındaki Türkiyeliler için de önem kazanır olmuştur. Bu, bir yandan çeşitli düzeylerde kimlik tanımlamalarının gündeme gelmesini getirirken, diğer yandan milliyetçiliğin doğal bir eğilim olarak gelişmesine yönelmiştir. "Türk" ve "Türk bayrağı"nın yurtdışında da görünür hale gelmesi, kaçınılmaz olarak faşist milis hareketin gelişmesini getirmiştir. Özellikle "üçüncü kuşak"ın tam olarak entegre olamamış kesimlerinin içinde bulundukları yoz ilişkiler, faşistlerin bu kesimlerde etkili olmasını kolaylaştırmıştır.
Aynı biçimde, ancak ters yönden gelişen diğer olgu ise, şeriatçı örgütlenmedir.
İşte bu gelişmeleri gören oligarşi, kendi siyasal kadroları aracılığıyla, yurtdışındaki işçilerin oy kullanmalarını sağlayan anayasal değişikliği yapmakta tereddüt etmemiştir. 1980 ortalarına kadar "solcu" bilinen ve Avrupa'nın "demokratik değerlerine sahip çıkan" bir göçmen işçi kitlesinin bu içsel dönüşümü, bugün, kendisini ülkedeki seçimlerde "oy kullanma hakkı" temelinde oligarşinin siyasal olarak yedekleyebileceği bir kitle haline getirmektedir. Öyleki "sol", CHP'si de dahil olmak üzere bu kitle üzerindeki etkisini hemen hemen yitirmiş durumdayken bu durum ortaya çıkmıştır.
Diyebiliriz ki, bugün yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış Türkiyeli kitle, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde dikkatlerini ülkeye ve ülkedeki gelişmelere yöneltmişlerdir. Ve bu gerçeğin bilincinde olan oligarşi, bu kitleyi kendisine siyasal olarak yedekleyebilmek için "oy hakkı"nı içeren anayasal değişikliği yaparak, yurtdışında gerici bir kitle yaratmayı hedeflemektedir. Düzenin siyasal partileri aracılığıyla ve "oy hakkı"na dayanarak sürdürülecek ve giderek yoğunlaşacak faaliyetler, aynı zamanda solun en zayıf olduğu ve önemli ölçüde prestij yitirdiği koşullarda yürütülmektedir. Özellikle yurtdışındaki küçük iş yerlerine yönelik eylemler ve "bağış" kampanyaları, bu faaliyetler için uygun bir zemin de ortaya çıkarmıştır. Solingen olayının, yurtdışında kendi mülküne sahip olan bir aileye yönelik ortaya çıkması, bu olaylarla da birleşerek, küçük mülk sahiplerinin en gerici siyasal ilişkilere açık tutumunu öne çıkarmıştır. Kendi varoluşlarını Türkiye devletiyle kurulacak ilişkilerde arayan bu mülk sahiplerinin hareketi, aynı zamanda şeriatçı kesimler ile faşist milislerin etkinleşmesini getirmiştir.
Daha düne kadar, sıradan bir haraç çetesi durumunda bulunan faşistlerin, giderek bu küçük iş sahiplerinin "koruması" haline dönüşmeleri, mevcut gelişmelerden bir diğeridir. Kendi içinde bir dizi çatışma dinamiği taşıyan bu olgu, küçük iş sahiplerinin gericiliği ile birleşmektedir. Özellikle, adı ne olursa olsun, sol örgütlerin "bağış kampanyaları", bu "koruma"nın temeline oturtulduğu gözlenmektedir. (Burada sözünü etmiş olduğumuz doğrudan devrimci örgütlerin ilerici, yurtsever, demokrat ve devrimci kitleden aldığı maddi desteğe yönelik "bağış kampanyası" değildir. Özellikle belirli bir geliri olan ve belli bir işyerine sahip kesimlerden "önceden belirlenmiş" maddi olanak istenilmesi bir olgu durumundadır. Bunun gerçek bir "bağış kampanyası" ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını söylemeye gerek bile yoktur.) Zaman zaman ortaya çıkan kimi öldürme eylemlerinin arkasında bir faşist çetenin bulunması sık görülen durumlar haline gelmiştir.
Son yıllarda faşistlerin yurtdışında artan etkinlikleri ve etkinliklerini genç kesimler arasında yaygınlaştırmaları, kaçınılmaz olarak devrimci unsurlara yönelik saldırılar için uygun bir ortam yaratmaktadır.
Ancak bu olguların gelişme dinamikleri, günümüz açısından, yurtdışında oy kullanma durumuyla bağlantı içinde bulunmaktadır. şeriatçı kesimler ile faşistlerin yurtdışındaki varlıkları, kaçınılmaz olarak, kendileri için belli bir avantaj oluşturmaktadır. Ama seçimlerde oy kullanma hakkının anayasal olarak tanınmış olması, aynı zamanda diğer düzen partilerinin artan bir faaliyetinin yurtdışında ortaya çıkmasına neden olacaktır. Ve bu gelişme, yurtdışındaki kitlenin giderek politize olmasını getireceği gibi, aynı zamanda yeni çıkar gruplarının oluşmasını da getirecektir. DYP ve ANAP bu alanda kendilerine yeni ilişkiler yaratmak için, tüm devlet olanaklarını kullanacakları kesindir. Aynı şekilde, ülkede oy olarak önemli bir gücü olmayan pekçok düzen partisinin de yurtdışına ağırlık vereceği de ortadadır. Henüz yurtdışında oyların nasıl kullanılacağı ve yurtdışı oylarının nasıl sayılacağı konusunda gerekli yasal düzenlemeler yapılmadığı için, bu gelişmelerin nasıl olabileceği üzerine çok şey söylemek olanaksızdır. Ancak bir Cem Boyner'in Almanya "gezileri", gelişmelerin ne denli yoğun olacağını bugünden gösterecek niteliktedir.
Tüm bunlara, kendi içersinde değişik tavırlar geliştirmekle birlikte, kendilerini legalize etmiş sol örgütlenmelerin, bu "olanaklardan" yararlanmak yönündeki faaliyetlerinde meydana gelecek artışları da eklemek gerekmektedir. Özellikle ülkedeki genel seçim barajlarının yüksekliği ve bunların aşılamazlığı karşısında, sürekli olarak kendilerini "seçimleri boykot" ile "bağımsız adaylar çıkarma" arasında sıkıştıran pasifist ve oportünistlerin eylemlilikleri, gelecek aylar içersinde yurtdışındaki "sol" faaliyetlerin eksenine oturacağı da görülmektedir.
İşte bu ortam içersinde, yurtdışındaki faşistlerin ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci kesimlere yönelik saldırıları artırmaları gündemdedir. Kitlelerden uzun zaman önce kopmuş, kitlenin güvenini yitirmiş bir sol hareketin, bu saldırılar karşısında etkili bir karşı duruş geliştirebilmesi de oldukça zor görünmektedir. Ancak, tüm bunların içersinde belirleyici olanın, devrimci örgütlerin kitlelerle olan ilişkisi olduğu ortadadır. Bu ilişkiler ise, belki de yarın faşist saldırıların hedefi olacak eski sol unsurların yozlaşması ile yitirildiği bir gerçektir. Bu nedenle, devrimci örgütlerin, özellikle bu yozlaşmış bireylerin tecritinde etkin olmaları, gelecekteki kitle ilişkileri açısından belirleyicidir. Bu bireyler, bir yandan kendilerini "Alevicilik" ile, diğer yandan pasifist ve oportünist çevrelerle birlikte tanımlamaktadırlar. Bu durum, kaçınılmaz olarak, sadece devrimci örgütlerin iradi eylemlilikleriyle gerçekleşebilir nitelikte değildir. Ancak, devrimci örgütlerin, bu tür bireyselleşmiş bireylerin tecritine yöneldikleri oranda, kitlelerden destek alacakları unutulmamalıdır. Bunlar yapılmaksızın, salt faşist saldırıları çıkış noktası alan ve bunlara karşı "birleşik" anti-faşist hareket oluşturmayı amaçlayan girişimlerin birkaç protesto eyleminden öteye gidemeyecekleri unutulmamalıdır. Bir bakıma, Türkiye solu, yurtdışında da kendi geçmişiyle hesaplaşmak durumundadır.