KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1995
Özelleştirme
ve
Mülkiyetin "İşçilere" Devredilmesi
Aralık ortalarında TBMM'den çıkan özelleştirme yasasıyla birlikte Çiller hükümetinin bazı KİT'leri "işçilere" satmaya karar vermesiyle özelleştirme faaliyetlerinin bu yönü öne çıkmaya başladı. Ve ilk önemli "satış", Karabük Demir-Çelik'in "Karabük işçilerine" "1 liraya" satılmasıyla başladı ve ardından Et-Balık Kurumu'nun aynı biçimde satışı gündeme geldi. Her iki "satış"da da Hak-İş Konfederasyonu "alıcı" olarak ortaya çıktı. Diğer "özelleştirme" satışları ise, bu iki "satış"ın gölgesinde kaldı.
Hemen ardından Hak-İş'in RP ile ilişkisinden başlayıp Et-Balık Kurumu'nun "trilyonluk arsaları"na kadar uzanan bir dizi yayın sonrasında "satış"ın "iptal edildiği" kamuoyuna açıklandı. Ama ardından yapılan açıklamalar, sonuç olarak "satış" işleminin teknik yanları düzeltildikten sonra devam edeceğini gösteriyor.
Türk-İş ve DİSK, sendika olarak KİT'lerin satın alınmasına karşı çıkarken, Hak-İş'in "alıcı" olması, oligarşinin özelleştirme demagojisinin ve işçilere satışa evet demesinin ne anlama geldiği de ortaya çıktı.
Özelleştirme propagandasının yoğunlaştırıldığı 1994 ortalarında Karabük başta olmak üzere bazı KİT'lerin kapatılmasını düşünen oligarşinin en önemli sorunu başta işçiler olmak üzere, çeşitli halk kesimlerinden gelen tepkilerdi. Kapatılacağını ilan ettiği KİT'lerin işçilerinin eylemleri ve bu eylemlerin giderek sertleşmesi karşısında oligarşi bir süre ne yapacağını bilemez tutumlar sergiledi. Çünkü yükselen kitle eylemleri, aynı zamanda, bu KİT'lerin "işçilere devredilmesi" talebini de ortaya çıkardı.
Böyle bir talep, değil ülkemizde, hiçbir kapitalist ülkede kabul edilemez bir taleptir. Çünkü böyle bir talep, son tahlilde, üretim araçlarının mülkiyetinin işçilere verilmesi anlamına gelmektedir. Uzun yıllar ülkemizde atılan "Üreten biziz, yöneten de biz olacağız" sloganında ifadesini bulan bu talep, işçi sınıfının üretim araçları mülkiyetini kapitalistlerden alması demektir. Ve kapitalistler, parçasal ya da tekil durumda bile olsa, işçilerin mülkiyetinde bulunan bir üretim biriminin varolmasına asla izin veremezler. Böyle bir durumun varoluşu bile, işçi sınıfının, kapitalistlere gereksinme olmaksızın üretimi yönetebileceklerini ortaya çıkaracaktır ve dolayısıyla kapitalistlerin asalak bir sınıf olma durumu somutlaşacaktır. Böyle bir gerçeğin kitleler tarafından görülmesine asla izin veremeyecek olan kapitalistler, değişik dönemlerde ortaya çıkan "işçi şirketleri"ni, şu ya da bu biçimde tasfiye etmiştir. Aynı şekilde, değişik dönemlerde işçilerin doğrudan eylemiyle işgal edilen fabrikaların üretimi sürdürmesi de en kısa sürede engellenilmiştir.
Bu örneklerin her biri, bir yandan proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmeksizin tekil kazanımlarını bile koruyamayacağını gösterirken; diğer yandan burjuvazinin en küçük işçi girişimine bile tahammül edemediğini göstermiştir.
Teorik planda, herhangi bir işçi şirketinin, kapitalist toplum içinde, uzun dönemde varolabilmesinin ne denli olanaksız olduğunu ortaya koymak olanaklıdır. 19. yüzyılda Robert Owen'in girişimlerinin başarısızlığı, aynı zamanda böyle bir ikili mülkiyet ilişkisinin kapitalist toplumda yaşayabilmesinin "ütopya" olduğunu da açık biçimde ortaya koymuştur.
Robert Owen, 1 Ocak 1800'de İngiltere'de New Lanark adlı pamuk eğirme fabrikasının yönetimini devralmıştır. 1829 yılına kadar bu pamuk dokuma fabrikasını, 500 işçisiyle birlikte yönetti. Zaman içinde 2500 kişiye ulaşan bir nüfusu, Engels'in deyişiyle, "sarhoşluk, polis, yargıç, dava, yoksulları koruma yasası, sadaka nedir bilmeyen örnek bir göçmen topluluğuna dönüştürdü." İşçi çocukları için anaokullarının kurucusu R. Owen olmuştur. Ancak sorun sadece üretimi örgütlemekle sınırlı olmadığını görüp de, özel mülkiyet, din ve ailenin yürürlükteki biçimlerine gelip dayandığında Owen'in girişimi son buldu. Ve böylece siyasal iktidar ele geçirilmeksizin, kapitalist toplumun bir bütün olarak yıkılması söz konusu olmaksızın, tekil komünist girişimler bile yaşayamayacağı açığa çıktı.
Ancak bu gerçeğe rağmen, kapitalistler, küçük de olsa, kısa da sürse, işçilerin yönetiminde bir üretime göz yummamışlardır. Çünkü sorunun uzun dönemde "ütopya" olması ile kısa dönemde kitlelere somut bir gerçeği göstermesi arasında fark vardır ve kapitalistler bu yüzden buna izin veremezler.
Bu gerçekliğe rağmen, oligarşinin, ülkemizdeki bazı KİT'leri "işçilere satması" nasıl gerçekleşebilmektedir? İster Karabük işçileri olsun, ister Et-Balık Kurumu işçileri olsun, bu işyerlerini verimli hale getirirler ise, yıllardır KİT'ler aleyhine propaganda yapan oligarşinin kitleler üzerindeki inanırlılığını yitirmeyecek midir? Bu ise, oligarşinin kitlelerden tecrit olmasını daha da artırmayacak mıdır?
İlk bakışta, bu sorulara olumlu yanıt vermek olanaklıdır. Ancak bunları oligarşinin (ve özellikle emperyalizmin) bilmediğini ve hesaplamadığını düşünmek yanlış olacaktır.
Bu olasılıkları oligarşinin her yönüyle değerlendirdiği açıktır. Ama bu, her duruma ilişkin tutumları bugünden belirlediği anlamına gelmemektedir. Ortaya çıkabilecek değişik durumlar, oligarşi için, ortaya çıktığında ele alınacak durumlardır ve kesinkes bugünden üzerinde durulacak noktalar değildir. Bir başka deyişle, oligarşi, kısa vadeli olarak karar almış ve uygulamaya gitmiştir. Uzun dönemde ortaya çıkabilecek durumlar ise, doğrudan siyasal iktidarın kendi elinde olmasına dayanılarak çözülebileceği düşünülmüştür.
Kısa vadeli olarak oligarşinin Karabük Demir-Çelik ile Et-Balık Kurumu'nu Hak-İş aracılığıyla "işçilere satması", bir yandan buralardaki kitlesel muhalefetin radikalleşmesini engelleyecektir, diğer yandan kendisi için tasfiye edilmesi gereken bu kurumlar kendi dışına çıkartılmış olacaktır. Yani bir yandan kendisi için yeni sermaye yatırım olanakları ortaya çıkarırken, diğer yandan kitlelerin tepkisini pasifize etmiş bulunmaktadır.
Bu durumlardan ilki, yeni sermaye yatırım alanlarının açılması, doğrudan özelleştirme adı verilen uygulamanın istenilen sonucudur. Geri teknolojiye sahip Karabük Demir-Çelik tesislerinin, bugün dünya çapında demir-çelik üretiminde kullanılan teknolojiyle üretilen metalarla rekabet edebilme koşuları bulunmamaktadır. Gerek Özal döneminde yapılan Gümrük indirimleriyle, gerek GATT çerçevesinde yapılan ve yapılacak olan gümrük indirimleriyle, gerekse AT ile Mart ayına kalan "Gümrük Birliği" anlaşması ile ortaya çıkacak gümrük indirimleri, demir-çelik ürünlerini ağırlıklı bir biçimde kapsamaktadır. Bir başka deyişle, bugüne kadar yapılan gümrük indirimleri yanında, GATT ve "Gümrük Birliği" anlaşmalarıyla yapılacak indirimler, emperyalist ülkelerin demir-çelik ürünlerinin kolayca ithaline olanak tanıyacaktır. Bugün sadece Almanya'da Karabük Demir-Çelik ürünlerini üreten fabrikaların içinde bulundukları ekonomik buhran düşünülecek olursa, bu durumdan emperyalistlerin çıkarlarının ne denli açık olduğu görülecektir.
Böylece, bir yandan emperyalist tekellere yeni pazar olanağı ortaya çıkartılırken, diğer yandan "işçilerin satın aldığı" Karabük Demir-Çelik fabrikasının iflası garantiye alınmış olmaktadır. Karabük Demir-Çelik'in "yeni mülk sahipleri"nin, bundan sonra devletten gümrük koruması talep etmesi birşeyi değiştirmeyecektir. Hiçbir siyasal iktidarın bu konuda yapabileceği birşey yoktur. Çünkü gümrük tarifelerini belirleyen sözleşmeler "uluslararası sözleşme" niteliğindedir.
Ama bu arada Ereğli Demir-Çelik'in (Erdemir) "özelleştirilmesi", yani buradaki % 51.66'lık devlet hisselerinin devredilmesi söz konusu olduğunda "kıran kırana" bir "rekabet"in tekelci burjuvazi içinde ortaya çıktığı görülmektedir.
İşte iki demir-çelik fabrikasının farklı uygulamalara sahne olması, aynı zamanda "özelleştirme"nin tekellere yeni pazar olanakları yaratmak olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Eğer "özelleştirme", doğrudan devletin "sırtında kambur" olan KİT'lerin tasfiyesi olmuş olsaydı, bu iki farklı durum ortaya çıkmazdı.
Burada bir soru akla gelebilir: Eğer gümrük anlaşmaları demir-çelik ürünlerinin ithalatını serbest bırakacaksa, bunun sonuçlarından daha farklı bir biçimde özelleştirilen Ereğli Demir-Çelik etkilenmeyecek midir? Bunun yanıtı, doğrudan Ereğli Demir-Çelik' in ürünlerinde ve şirketin hisselerinin dağılımında yatmaktadır. 1960'larda oluşturulan bu şirket içinde, devletin payı % 51.66'dır. Kalan hisseler değişik tekellere aittir. Bunlar arasında ABD konsorsiyumu [*] önemli bir paya sahiptir. Yerli işbirlikçilerden ise İş Bankası, Ankara Ticaret Odası bulunmaktadır ve Vehbi Koç da Yönetim Kurulunda yer almaktadır. Bunun yanında Ereğli Demir-Çelik uzun süreden beri ithal demir cevheri işleyerek üretim yapmaktadır. Ve fabrikanın en temel ürünü ise, yassı çeliktir ve yassı ürün tipleri arasında soğuk haddelenmiş levha ile saç levha ilk sırayı almaktadır.
Ereğli Demir-Çelik'in ürettiği bu yassı ürünler, tekelci burjuvazinin fabrikalarının en temel girdileridir. Bu ürünler, otomotiv sanayinde, metal eşya yapımında, petrol ve gaz sanayinde ve gıda sektöründe (konservecilik) temel girdi durumundadır. Bu bağlamda Ereğli Demir-Çelik ürünlerinin en önemli alıcıları TOFAŞ, OYAK-RENAULT, BMC, OTOMARSAN, UZEL gibi otomotiv tekelleri; ARÇELİK, PROFİLO (AEG), BEKO, TÜRK DEMİR DÖKÜM gibi metal sanayi tekelleri vb.'dir. Bunlar bile Ereğli Demir-Çelik'in Karabük Demir-Çelik'den neden farklı uygulamaya sahne olduğunu göstermeye yeter.
Kısacası, Ereğli Demir-Çelik ürünleri, Karabük'e göre farklılıklar gösterir ve ağırlıklı olarak işbirlikçi sanayi burjuvazisi tarafından kullanılır. Bu durumu Erdemir'deki devlet hisselerinin satılmasına ilişkin açılan ihaleye katılanların bileşiminde de görmek olanaklıdır.
Erdemir'deki %51.66'lık devlet payının "satış" ihalesine katılan tekeller şunlardır:
** Bayındır Holding/OYAK konsorsiyumu
** Çolakoğlu Metallurji (İzmir Demir-Çelik, Çukurova Çelik Endüstrisi, Habaş, İçdaş, Çebitaş, Ekinciler Demir-Çelik, Metaş gibi şirketlerin oluşturduğu konsorsiyum)
** Ertuğrul Kurdoğlu/BORUSAN/USX Engineers and Colsultants Inc. konsorsiyumu
** Global Menkul Değerler/Hüseyin Bayraktar Holding/Ballı Group Plc.
** May Madencilik A.ş
** Rumeli Metal Sanayi (Uzanlar)
** Nippon Denro Ispat Ltd.
** Koç Holding
İşte Erdemir'in "özelleştirilme" ihalesi ve emperyalist tekeller ile onların yerli işbirlikçilerinin bileşimi böyledir.
Görüldüğü gibi, Karabük Demir-Çelik'in Hak-İş'e satılması, satın almadaki sembolik 1lira kadar değere sahiptir. Karabük Demir-Çelik bu satışla, oligarşi açısından kesinkes tasfiye edilmiş bulunmaktadır.
Ancak olayın ikinci bir yanı daha bulunmaktadır.
Satışın Hak-İş'e yapılması, Karabük'teki kitlesel tepkiyi açık bir biçimde pasifize etmiştir. Satışın sadece basına yansıyan bölümlerine bakılacak olursa, hiçbir biçimde mülkiyet işçilere ait değildir. Fiilen çalışan işçilere, hissenin %35'i verilmek durumundadır ve bu da Hak-İş aracılığıyla kullanılacaktır. Diğer hisseler ise, büyük ölçüde Karabük Ticaret Odası aracılığıyla bu bölgedeki demir haddahane sahiplerine aittir. Bir başka deyişle, Karabük Demir-Çelik, bu bölgedeki küçük ve orta sermaye sahiplerine devredilmiştir. Uzun yıllardır Karabük fabrikasının ürünlerinin alıcısı ve aracısı olan bu kesimler, sahip oldukları küçük hadda-hanelerle yeni dönemde ürünleri yarı-mamul hale getirerek satmayı sürdürmeyi planlamaktadırlar. Bu ise, Karabük Demir-Çelik'in geleceğini göstermektedir. Yani Karabük Demir-Çelik, bir süre sonra orta büyüklükte bir demir haddahanesi haline dönüşecektir ve büyük olasılıkla ithal demirle faaliyet yürütecektir. Ve bu demirin mevcut tek pazarı da inşaat sektöründe faaliyet gösteren orta büyüklükteki mütahhitler olacaktır.
Et-Balık Kurumu'na gelince. Bu kurumun durumu, Karabük Demir-Çeliğe göre görünüşte daha iyi görünmektedir. Ancak 1984'lerde başlayan gıda ürünlerinin ithalatını serbest bırakan gümrük tarifeleriyle birlikte AT ile yapılacak "Gümrük Birliği" anlaşması göz önüne alındığında, bu kurumun küçük çaplı bir mezbaha ve kasap olmaktan öte bir işlevi olmayacağı ortadadır. Yine Hak-İş aracılığıyla satılan bu kurum, aynı zamanda, Hak-İş'in işçi sendikası olmaktan çok, tekelleşememiş küçük ve orta sermaye kesimlerinin bir baskı kurumu olmasını açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Bilindiği gibi, Hak-İş, ambleminde kullandığı "hilal" ile "müslüman" işçilerin "sendikası" olarak ortaya çıkmıştır. Asıl işlevi, kendilerini MSP (RP) içinde ifade eden küçük ve orta tüccar ve sanayicinin işyerindeki sendikal örgütlenmeyi kontrol etmek ve bu yolla devlet üzerinde bir baskı aracı olmaktır. Bugüne kadar sadece "müslüman" işyerlerinde örgütlenen Hak-İş, bu özelleştirme olayında, bu kesimlerin temsilcisi durumundadır ve arka planda RP bulunmaktadır. Genellikle Anadolu esnafıyla iş yapan tekelleşememiş sanayi ve ticaret sermayesi, Hak-İş aracılığıyla "satın" aldığı bu kurumları kendi alanında kullanabilmeyi hesaplamaktadır. Görülen odur ki, Karabük Demir-Çelik, inşaat sektörü yanında, Kayseri ve Konya başta olmak üzere, bu kesimlerin faaliyette bulunduğu bölgelere yarı-mamul ürün verecek hale getirilecektir. Profile demir ürünleri işlemesine dayanan bu kesimlerin mülkiyeti kendilerine ait bir fabrikadan ucuza alacakları demirin getireceği kârla mutlu görünmektedirler. Bir zamanlar oligarşinin yaptığını yapmayı düşlemektedirler. Aynı durum Et-Balık için de geçerlidir. "Müslüman mahallesine" yeterince sucuk-pastırma üreterek, bunları Anadolu "müslüman" esnafı aracılığıyla pazarlamanın düşleri içindedirler. (Et-Balık Kurumu'nun sahip olduğu kombinalar, 28 tane olup, Kayseri, Konya, Sivas, Erzurum, Afyon, Erzincan, Burdur, Bursa, Kastamonu, Kars, Van, Diyarbakır, Bayburt, Manisa gibi illerdedir. Ve buraların sosyo-politik ilişkileri de açıktır. [**]
İşte yıllarca oligarşinin propagandasını yaptığı özelleştirmenin "işçilere" düşen payı böyle paylaştırılmıştır. Bu nedenle, oligarşinin, hiçbir biçimde işçilerin üretim birimlerinin mülkiyetine sahip olmalarına izin vermeyeceği bir kez daha görülmüştür. Söylenen her şey bir demagojiden ibarettir.
Tüm bunların arkasında yatan gerçeği Kurtuluş Cephesi'nin bir önceki sayısında şöyle ifade etmiştik:
"KİT'ler, gerek oligarşi için, gerekse emperyalizm için eskisi kadar önemli değildir. Çünkü emperyalist ülkelerdeki sermaye birikimi büyük ölçüde yoğunlaşmıştır. Emperyalist sermayenin artan birikimi, kaçınılmaz olarak, emperyalist tekellerin kâr oranlarında sürekli bir düşmeye neden olmaktadır. Biriken her sermaye yatırıldığı alandaki eski sermayeyi olduğu kadar, kendisini de verimsizleştirmekte, kâr oranlarını düşürmektedir. Bu durumda emperyalist tekellerin yapabileceği tek şey kendi sermayeleri için yeni yatırım olanakları bulmaktır. Aksi halde kâr oranlarındaki düşme, giderek hızlanacak ve büyük bir ekonomik buhran ortaya çıkacaktır. Emperyalist sermayenin kâr oranlarını yükseltmesi ve kendini yeniden değerlendirmesi için gerekli olan yeni yatırım alanları ise, mevcut devlet kuruluşlarının faaliyet alanları olmaktadır."
Böylece emperyalist tekeller için yeni pazarlar "özelleştirme" paravanası altında açılırken, halkın kendi birikimi olan üretim birimleri de elden çıkarılmaktadır. Burada altını çizmek istediğimiz nokta, sadece halkın onlarca yıllık birikimlerinin emperyalistlere ve çıkarcılara peşkeş çekilmesi değildir. Burada vurgulamak istediğimiz diğer bir nokta da, bu "özelleştirme"nin aynı zamanda küçük-burjuvazinin tüm siyasal etkinliğini yitirmesidir.
Yine de Marksistlerin, zarar ettiği bu kadar açık olan devlet kuruluşlarının "satış"ına neden karşı oldukları sorulabilir. Yani devrimciler, bu "özelleştirmeye" sadece "ahlâki" açıdan mı karşıdırlar? KİT'lerin yok pahasına elden çıkarılmasına karşı olmak, her türlü haksızlığa, sömürüye, yolsuzluğa karşı olmak kadar "ahlâki"dir ve bu oranda da sadece devrimcilerin karşı çıkmaları gereken bir durum değildir. Ama devrimcilerin, Marksistlerin devletin elinde tuttuğu üretim araçlarının özel mülkiyete devredilmesine de karşıdırlar. Üretim araçlarının mülkiyetinin mümkün olduğunca çoğunun devlet mülkiyetine geçirilmesi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin bir sosyalist devrimle ortadan kaldırılabilinmesi için uygun bir temel sağlayacağını da hiçbir Marksist görmezlikten gelemez.
Marks ve Engels, 1850 yılında yayınladıkları bir bildiride şöyle demektedirler:
"Hareketin başlangıcında (demokratik devrim hareketi-KC) işçiler, elbette, henüz hiç bir doğrudan komünistçe önlemler öneremezler. Ama şunları yapabilirler:
1) Demokratları, o güne dek varolmuş toplumsal düzenin olabildiğince çok alanına müdahele etmek, bu düzenin genel akışını bozmak ve kendileriyle uzlaştırmak, ve olabildiğince çok üretici gücü, ulaşım aracını, fabrikaları, demiryollarını vb. devletin elinde toplama zorunda bırakmak;
2) Her durumda devrimci değil, yalnızca reformist bir biçimde hareket edecek olan demokratların önerilerini en son sınırına dek itelemeli ve bunları özel mülkiyete doğrudan saldırı biçimine dönüştürmelidirler; böylelikle, örneğin küçük-burjuvalar demiryollarının ve fabrikaların satın alınmalarını önerecek olsalar, işçiler bu demiryollarının ve fabrikaların, gericilerin mülkleri olarak, devlet tarafından hiç bir tazminat ödenmeksizin doğrudan zoralımını istemelidirler." [***]
İşte sonal olarak sosyalist devrimle birlikte devletin tüm toplum adına üretim araçlarına el koyması ile demokratik devrim aşamasında devletin olabildiğince fazla üretim aracını kendi mülkiyetine geçirmesi, aynı zamanda demokratik devrim ile sosyalist devrimin kesintisiz bir devrim süreci olarak ele alınmasının ifadesidir. Bu nedenle devrimciler açısından, sorun, sadece devlet fabrikalarının, üretim araçlarının yok pahasına satılması değil, aynı zamanda demokratik devrimden sosyalist devrime geçişin koşulları açısından da önemlidir. Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki Marksist-Leninist partilerin asgari programı (demokratik halk devrimi programı) içinde özel bir yere sahip olan, üretim araçlarının, bu devrim aşamasında, nasıl devlet mülkiyetine geçirileceğinin yanıtı, aynı zamanda "özelleştirme"nin ideolojik amaçlarını sergiler. İşte bu nedenledir ki, "özelleştirme" karşısında, oligarşinin sözcüleri, ülkemizde "son sosyalist devleti yıktıkları"nı sevinçle haykırmaktadırlar. Ama unuttukları bir gerçek vardır: Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir ve daha yazılacak çok sayfası vardır.
Dipnotlar
(*) Konsorsiyum: Kapitalist şirketlerin, bankaların belli bir iş için oluşturdukları ortak birlikler.
(**) Tüm bunların içinde oligarşi dışında bazı politik çıkarlar da yer almaktadır. Çiller'in Fettullah Hoca denilen zevatla yaptığı görüşmenin aynı döneme rastlaması tesadüf değildir. İhlas Holding'den Hema grubuna kadar değişik kesimlerin demir-çelikle ilgili işler yaptıkları ortadadır. Çiller, RP'yi destekleyen bu kesimlerin oyunu, bu yolla kendisine kanalize edebileceğini de düşünmektedir.
(***) Marks-Engels : Seçme Yapıtlar, C: I, s: 224