KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1994
Devrimci Tutsakların Mücadelesi
ve "Kamuoyunun uyarlılığı"
Marksist devlet teorisi, sınıflı toplumlarda devletin egemen sınıfın bir baskı, zor aygıtı olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Bu baskı aygıtı, Engels'in ifade ettiği gibi, "yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir". Lenin'in deyişiyle, devlet, "elleri altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine" dayanır. Egemenlik için mücadele eden her ezilen sınıf, ilkin karşısında bu devlet güçlerini bulur. Bu devlet gücü etkisizleştirilemediği sürece, egemen sınıfın devrilmesi olanaksızdır. Bu yüzden, her devrim mücadelesi devlete karşı, devlet iktidarını ele geçirmek için yürütülen bir mücadeledir. Kaçınılmaz olarak böyle bir mücadelede, egemen sınıfın baskı aygıtı, egemen sınıfın iktidarını korumak amacıyla son kertesine kadar kullanılır.
Devrim mücadelesine karşı egemen sınıfın devlet aygıtı ile sürdürdüğü karşı-devrimci baskı, şiddet, mücadelenin gelişmesine paralel olarak hiçbir sınır tanımayan boyutlara kadar sürdürülür. Özellikle tüm çağların pisliğini son kez ve kalıcı bir biçimde temizlemeye yönelen proletaryanın devrimci mücadelesi, burjuvazinin her türlü baskı ve şiddeti ile yüz yüzedir. Proletaryanın ve öncülerinin mücadelesi, burjuvazinin her türlü ve sınır tanımayan baskı ve şiddetine karşı verilen bir mücadele olarak, daha başlangıçta karşı-devrimci zor ile savaşmak zorundadır. Bu savaşta proletaryanın devrimci öncüleri, burjuvazi tarafından, onun baskı aygıtı tarafından, daha ilk oluşum anından itibaren yok edilmeyle, katledilmeyle, işkencelere maruz kalmayla ve yıllar süren tutsaklıklarla yüzyüzedirler.
İşte bu bağlamda, devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline gelen katliamlar, işkenceler ve tutsaklıklar, burjuvaziye karşı yürütülen mücadelenin olgularıdır. Devrim mücadelesinde şehit düşen devrimcilerin anılarının yaşatılması, her koşulda anılması devrimci mücadelenin en temel unsurlarındandır. Aynı şekilde işkenceye karşı verilen mücadeleler, tutsaklık koşullarında verilen mücadeleler de devrim mücadelesinin ayrılmaz parçalarıdır.
Devrim mücadelesinin gelişme seyri, neredeyse devrim mücadelesinde yaşamını yitiren devrimcilerin, tutsaklık koşullarında yaşayan devrimcilerin niceliği ile ölçülür hale getirilmesinin temel nedeni de burada yatmaktadır. Egemen sınıfların, kendi düzenlerine karşı yürütülen mücadeleyi ezmedeki başarısının "ölçütü" olarak kullandığı bu nicelik hesapları, devrimci savaşın boyutlarını göstermeken ne denli uzak olursa olsun, egemen sınıflar için "başarı ölçütü" olarak kullanılıyor olması da, onların baskı ve şiddetinin sınır tanımazlığının ifadeleridir. Son yıllarda sıkça sözü edilen "topyekün savaş" da bunun ifadesidir.
Egemen sınıfların baskı ve şiddeti ile belirlenen bir ölçütün devrimciler için ve devrimci mücadele için kullanılması şüphesiz olanaksızdır. Böyle bir "ölçüt" (ki ülkemiz solunda çok sık kullanılmıştır) devrim mücadelesinin etkinliğinin değil, karşı-devrimin şiddetinin sınır tanımazlığını gösterdiği hiç unutulmamalıdır.
Ama yukarda da ifade ettiğimiz gibi, devrim mücadelesi egemen sınıfların sınır tanımaz baskı ve şiddetine karşı yürütülen bir mücadeledir ve amacı bu karşı-devrimci baskı ve şiddeti bertaraf etmektir. Bu süreçte, devrimci tutsaklar en elverişsiz koşullarda tutulmak ve bu yolla sindirilmek istenmektedir. Bu nedenle, devrimci tutsakların gerek kötü yaşam koşullarına karşı, gerekse yüzyüze oldukları baskı ve şiddete karşı verdikleri mücadele her dönemde önemlidir ve devlete karşı sürdürülen mücadelenin bir parçasıdır. Onların bu koşullarda yalnız bırakılmamaları, her devrimci, demokrat, ilerici ve yurtseverin görevi olmalıdır. Devrimci tutsakların, gerek tutsaklık koşullarına ilişkin, gerek toplumsal mücadeleye ilişkin yaptıkları her açıklamada "kamuoyunu duyarlılığa" çağırmaları, bu görevin anımsatılmasından başka birşey değildir.
Fakat tutsaklık koşullarında verilen mücadelenin kendine özgü yanları da vardır. Bunun en temel unsuru, değişik kesimlerden gelen, değişik sınıflara ait ve değişik politik görüşler taşıyan devrimci tutsakların varlığıdır. Dolayısıyla böylesine değişken ve farklılık içinde birleşik ve ortak mücadele etmek, koşulların açık zorunluluğu ise de, bir dizi politik-ideolojik sorun yaratmadan ya da çözmeden kalıcı ve sürekli olamamaktadır.
Cezaevlerinde devrimci tutsakların birleşik mücadelesi olarak "güç ve eylem birlikleri" oluşturmanın ideolojik-politik sorunları, kimi zaman en zorunlu bir tavrın bile alınamamasına neden olabilmektedir. En açık bir olguya karşı geliştirilecek bir tavır için, gerekli programatik hedefler bir yana, en basit bir basın açıklaması bile bu sorunlarla yüz yüze kalabilmektedir. Böyle durumlarda, cezaevlerinin koşullarına, orada bulunan siyasal örgütlenmelerin unsurlarının niteliğine bağlı olarak çeşitli çözümler yerel olarak bulunabilirse de, bir başka yerde aynı koşullar oraya çıkamamaktadır. Devrimci, ilerici ve yurtsever örgütlerin, cezaevleri koşulları dışında sürekli bir ilişki, iletişim içinde bulunamamaları ya da bulunmaktan kaçınmaları, cezaevlerindeki mücadelenin seyrinin yavaş seyrettiği anlarda pek fazla önemli olmasa da, diğer zamanlarda ne denli sorunlar yaratabildiğini, tutsaklık koşullarındaki her devrimci açıkça görebilmektedir.
Yapılacak her eylemde kendi siyasal söyleminin ifadesini görmek isteyenlerden, her eylemi kendi politik faaliyetinin bir uzantısı haline getirmek isteyenlere kadar bir dizi yapılanma ya da zihniyet cezaevinin dar sınırları içinde kıyasıya "savaşa" giriştiği bilinen gerçeklerdir. Bu "savaş", kimi zaman devrimci tutsakların kendi niteliklerini yok saymaya kadar uzanan bir dizi sorun da yaratabilmektedir. Öyle ki, devrimci tutsaklar, kendi tutsaklık koşullarından ayrılarak birkaç küçük-burjuva aydınının "özgürlüğü" için mücadele veren destekçiler durumuna düşürülebilmektedir. Bundan öte, devrimci tutsakların bu yöndeki mücadelesi, doğrudan adı geçen kişiler tarafından da desteklenilmemektedir. Yayınlanan herhangi bir açıklamaya imza koymayan ya da bu faaliyetlere bireysel katkısını bile vermekten kaçınan bireyler söz konusudur. Öyle ki, adlarına açıklama yapılan bu bireyler, her fırsatta devrimci tutsaklarla bir ve aynı görülmemek için, cezaevi içinde ve dışında farklılıklarını vurgulama peşindedirler. Son DGM boykotunda da görüldüğü gibi, bu bireyler eyleme katılmamaktadır.
Marksist-Leninistlern, hangi sınıf gadre uğrarsa uğrasın, hangi toplumsal tabakaya ya da bireye baskı yapılırsa yapılsın, her türlü baskı ve zulme karşı oluşlarının bu istismar edilmesine izin vermemelidir.
Yine aynı şekilde, oligarşinin her türlü demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırısı devrimcilerin her zaman mücadelesi ile yüz yüze olacaktır. Ama tutsaklık koşularında yaşayan binlerce devrimci örgüt üyesini bir yana bırakarak, kendilerine verilen "gazeteci" ya da "yayıncı" sıfatlarıyla bazı bireylerin öne çıkarılması yanlıştır. Hele ki, bu durumun oportünist ya da revizyonist bir çizginin ürünleri olduğunda, devrimci tutsakları bir kaç "basın" mensubunun kitlesi haline getirmek kabul edilemez. Sokak ortasında ya da gecenin bir yarısında katledilen ya da tutsak alınarak günlerce ağır işkencelere maruz bırakılan devrimci örgüt üyeleri için ellerini kaldırmayanların, değişik sıfat sahiplerini "alkışlarla" tutsaklığa uğurlamaları garip bir çarpıklıktır.
Evet, devrimciler, her zaman ve her yerde, kendileri için değil, milyonlarca ezilen, sömürülen, baskı gören kitleler için, ölümden işkenceye kadar her türlü karşı-devrimci şiddete maruz kalmayı önsel olarak kabul etmişler ve bu uğurda savaşmışlardır. Tutsaklık koşullarında bile, pekçok tutsaktan çok daha ağır baskı koşullarında tutulmaya çalışılan devrimciler, kendi koşullarını bile düşünmeksizin her türlü baskıya karşı mücadeleden bir an bile vazgeçmemişlerdir. Herhangi bir bilim adamının, aydının ya da "namuslu insanın" karşılaştığı baskı ve katliamlara, herkesten önce devrimciler ve devrimci tutsaklar karşı çıkmıştır. Ama bu, küçük-burjuva bireylerin yüceltilmesi şekline sokulmamalıdır. Ya da oligarşinin düzeni içinde faaliyet gösteren "iş adamları"nın "namusları"nın garantisi devrimciler ve devrimci tutsaklar götserilmemelidir.
Evet, "işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat (Marksist) açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz." [*]
Devrimciler bu bilinçle, ister bir küçük-burjuva aydını olsun, ister bir din adamı olsun, ister bir gazeteci, ister bir profesör olsun, baskı gören her kişi ve kesimin yanında olacaktır. Onları mücadele etmeye yöneltecek, onların mücadelesini devrim mücadelesi ile birleştirmeye çalışacaktır. Ama bunları yaparken kendi bilincini köreltmeyecektir. Devrimciler, "toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin ikisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yönlerini bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır". [2*] Ancak o zaman devrim mücadelesi kendi rotasında sapmadan ilerleyecektir.
Tüm bunlarla birlikte, devrimci tutsakların mücadelesi, aynı zamanda demokratik mücadelenin bir parçasıdır. Gerek cezaevlerindeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi, gerek iyileştirilmiş koşulların sürekli korunması demokratik haklarla bağlantılıdır. Ancak "kamuoyunun duyarlılığının" yaratılamaması, bu alanda etkin bir faaliyet göstermek için oluşturulmuş İHD gibi kuruluşların kısırlığı ve demokratik haklar mücadelesi örgütleyememesi, çoğu zaman devrimci tutsakları devlet güçlerinin sürekli baskılarıyla, haklarının gasp edilmesi girişimleriyle tek başlarına mücadele etmekle yüz yüze bırakmaktadır. Oligarşinin devrimci tutsakların özgürlüklerini elde etmeleri yönündeki faaliyetlerini gerekçe göstererek yaptığı baskılar, sınırlamalar kamuoyunca değil, kamuoyunu oluşturmak durumunda olan kuruluşlarca onaylanması ve bu kuruluşların "yönetici bireyleri" tarafından "onlar da uslu dursunlar ama" diyerek geçiştirilmesi, günümüzün en önemli sorunlarından birisidir. Kendilerini "meşrulaştırmak" ya da "yasallaştırmak" için birer "uslu" kurum haline getirilen İHD türü örgütlenmeler artık işlevsizdirler. Bu yüzden devrimci tutsakların demokratik hakları için mücadelelerinin gelişmesinin engeli haline gelmiştir. Daha dün muhalefet konumundaki SHP ile girdikleri ilişkiler, bu kuruluşları "arpalık" haline getirdiği açıktır. Kendi içinde onlarca "ücretli memura" sahip İHD' nin yokluğu varlığından çok daha yararlı olacaktır. [3*]
Ancak devrimci tutsakların demokratik haklar mücadelesi yanında, temel faaliyet olarak siyasal demokrasinin elde edilmesi yönündeki mücadeleleri söz konusudur. İşte bu mücadelenin günümüzdeki unsurlarından olan DGM'lere (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) karşı yürütülen teşhir ve tecrit mücadelesi geniş kapsamlı ele alınması gereken bir konu haline gelmiştir. Bazı politik taktikler gereğince geçici ve sınırlı olarak devreye sokulmaya çalışılan DGM'yi boykot eylemleri, salt devrimci tutsakların eylemliliğiyle sınırlandırılmıştır. Bu da, kimi zaman politik örgütlenmelerin kendi program ya da taktik hedefleriyle çelişebilmektedir. Uyum durumlarında "süreklilik" arz eden, ama çatışma durumlarında farklılaşılabilen bir politik hedef, uzun soluklu bir mücadelenin hedefi olamayacaktır.
DGM'lerin boykot edilmesi politik bir eylem olmak zorundadır ve ülkedeki demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi mücadelesiyle bağlantılı sürdürülmelidir. Bunun belli bir politik perspektiften uzaklaştırılması, Nasrettin Hoca misali "ya tutarsa" mantığıyla yaklaşılması, eylemin geleceği açısından büyük bir handikaptır. [4*]
Bugün oldukça elverişli bir konjonktür yakalanmıştır. Oligarşinin DYP-SHP koalisyonu eliyle yapmayı tasarladığı "demokratikleşme" gösterisi, gerek oligarşi içinde ayrışmaların ortaya çıkması, gerekse RP'nin "düzene entegre edilmesi" amaçlarıyla tam bir açmaza girmiştir. Bütün bunlara DEP milletvekileri olayında olduğu gibi, mevcut demokratik görünümlerini bile kullanamaz hale gelmeleri de eklenince, DGM'ler başlı başına bir konu halini almıştır. Özellikle Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral'ın "şovu", DGM'lerin ne denli hukuk dışı hale geldiğini açıkça göstermiştir. Böyle bir dönemde, devrimci tutsakların başlattıkları DGM boykotu, demokrasi demagojilerinin etkisizleştirilmesine hizmet edecekir. Ancak boykotun yasa-tanımaz bir devlet düzeninde yürütüldüğü ve 12 Eylül yasaları düzenlenirken özel olarak DGM'lerin boykot edilebileceği olasılığı göz önüne alınarak CMUK'da değişiklikler yapıldığı unutulmamalıdır. DGM'leri boykot eyleminin tutsakların tekil düzeyde yasal koşullarını dışlayarak yürütülmeye çalışılması da bazı ek sorunlar ortaya çıkaracağı bilinmek zorundadır. Bu ve benzeri bazı durumlar ve olasılıklar göz önüne alınarak DGM'leri boykot eylemini genel bir siyasal tutum haline getirmek gerekmektedir. Ve eylem bir bütün olarak ülkedeki demokrasi sorununun kapsamını kitlelere göstermesi açısından da yararlı olacaktır. Ama değişik durum ve olasılıklar hesaba katılabilindiği sürece bu olanaklıdır.
Merkezi kararlar çerçevesinde yürütülmeyen her türlü eylemin tutsaklık koşullarında tekil cezaevlerinin öne geçmesine ve pek çok durumda yalnız başına hareket etmesine neden olduğu da altı çizilmesi gereken bir olgudur. Kendi politik çizgisini kavramış ve de bu yönde somut kararlar alabilen unsurların bulunduğu yerlerde gerçekleşen eylemlerin etkinliği ile diğer cezaevlerinde ortaya çıkan çelişkiler üzerinde durulması gerekmektedir. Merkezi kararlara dayanması gereken eylemlerin yerel düzeyde yapılması, kimi durumlarda eylemi olduğu kadar eylem hedeflerini de ekisizleştirmektedir. Bugün DGM'lerin boykot edilmesi merkezi kararlara dayanmamaktadır. Dolayısıyla sadece devrimci tutsakların kendi öz güçleriyle yürütülmek durumundadır. Ama bu cezaevleri gerçeğinden başka birşey de değildir. Ülkemiz solundaki oportünist ve pragmatist tutumlarla belirlenen bu gerçek elbette aşılacaktır. Fakat bugün için sürekli, ilkeli ve programatik bir faaliyetten söz edemeyiz. Her durumda cezaevlerinin kendi somutluğu devrimci tutsakların mücadelesini belirlemeye devam edecektir.
KURTULUŞ CEPHESİ'nin 14. Sayısında şöyle yazmıştık:
"Güç ve eylem birlikleri' için verilebilecek en somut örnek cezaevlerinde ortaya çıkmıştır. Cezaevlerindeki baskılara karşı ortak mücadele etme gereği, tüm diğer alanlardan çok daha açıktır. Değişik dönemlerde ve değişik cezaevlerinde farklı kesimlerle değişik oluşumlara gidilmiştir. Kimi durumlar, gelişmelerin sürekli izlenmesini gerektirdiğinden oluşturulan siyaset temsilcileri komiteleri yarı-sürekli yönetim işlevine sahiptir. Ancak bunun yanında değişik amaçlarla daha sınırlı birlikler kurulabilinmektedir de. Bu yönüyle oldukça esnek bir ilişki zinciri oluşturmaktadır. Cezaevlerinde ortak hedeflerde ve eylem biçimlerinde anlaşma sağlandığı koşullarda birlikler kurulabilmektedir. (Zaman zaman bu durum bazı kesimler tarafından istismar edilebilmekteyse de, uzun yıllardır etkili bir biçimde sürmektedir.)"
İşte bu gerçeklik zemininde değişik koşullarda değişik eylemlilikler ortaya çıkmıştır ve çıkacaktır. İstenen elbetteki sürekli ve programatik bir mücadele sürecinin oluşmasıdır. Bunun yolu ise, devrimci tutsakların özgün siyasal örgüt çıkarlarıyla yüz yüze bırakılmamasından geçer. Hiçbir siyasal örgüt ya da oluşum, gerek kendi iç sorunlarını, gerek özgün politik-taktik hedeflerini gerçekleştirmek için devrimci tutsakların eylemliliğine yaklaşmamalıdır. Özellikle "insani" denilen, insan haklarının en temel ve vazgeçilmez haklarıyla ilişkili konularda çok duyarlı olunması gerekmektedir. "Destek açlık grevleri" bu bağlamda en duyarlı eylem biçimidir ve istismar edilmemelidir. [5*]
Diğer taraftan devrimci tutsakların eylemlerinin yansıtılışında da duyarlı olunması gerekmektedir. DGM'lerin boykot edilmesi eyleminde görüldüğü gibi, duyurularda "yakınlık" ve "ilişki" koşulları öne geçirilmiştir. Kimi durumlarda ise, devrimci tutsakların eylemlerinin duyrulmasında tekil siyasal örgütlenmelerce salt kendileriyle ilgiliymişcesine duyrulabilmektedir. Pragmatizmin böylesine uygulanmasının uzun yıllar hiçbirşey getirmediği yeterince görülmüşür. Devrimci tutsakların mücadelesinde kendilerinin yapmadığı bir ayrımı hiçbir nedenle yapmak olanaklı değildir. Mücadelenin birleşik ve olumluluğundan çok, ayrıksı ve olumsuzluklarına dayanarak gelişme sağlanamaz.
THKP-C/HDÖ davalarında yer alan örgüt üyeleri, her zaman bu çerçevede hareket etmişlerdir. Mücadelenin gerekli olduğu her yerde ve bunun için gerekli birliktelikler yaratılabilindiği her koşulda, uygulamaların merkezi olup olmamasına bakmaksızın, eylemlerin içinde yer almışlardır. Ama her zaman ve her yerde, devrimci tutsakların kendi örgütlülüklerinin merkezi kararları çerçevesinde sürekli ve kalıcı bir mücadele ve örgütlülük yaratmak gerektiğini de ısrarla savunmuşlardır. Hiçbir zaman kendi merkezi kararlarını ya da kendi örgütsel gerekliliklerini devrimci tutsakların mücadelesinin ön koşulu yapmamışlardır. Aynı şekilde, her cezaevinin kendi koşulları içinde hiçbir devrimci siyasal örgüt ya da yapılanma ayrımı gözetmemişlerdir. Amaç her zaman cezaevlerindeki devrimci tutsakların somut koşullarının belirlediği mücadeleyi yürütmek olmuştur.
Dipnotlar
[*] Lenin: Ne Yapmalı ?, s: 89
[2*] Lenin: Ne Yapmalı ?, s: 90
[3*] Kendilerine Kürdistan İslam Hareketi adını veren birilerinin Almanya'nın Berlin kentinde düzenledikleri "Kürdistan Sorunu ve İslami Çözüm" adlı panelin katılımcıları arasında "İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar"ın adı gazete ilanlarında yer almıştır. Görülen o ki, adı geçen kişi, İstanbul Sağmalcılar Cezaevi'ndeki insan haklarıyla ilgilenmek yerine İslami çözümler üretmeyi daha fazla insani bulmuş!
[4*] 11 Temmuz 1994 tarihli Özgür Ülke'de yayınlanan "383 PKK'li ve 13 DHP'li tutsak adına" yapılan açıklamada PKK'li tutsakların DGM boykotunu "süresize çevirdiği" belirtilmektedir. Şöyle denilmektedir: "22 Haziran'dan itibaren Sağmalcılar zindanında bulunan tüm Türkiyeli devrimci-demokratik güçler de mahkemeye çıkmamaya fiilen başlamış bulunmaktadır. Eylemimiz giderek basın-yayın davalarından tutuklu olan devrimci-demokrat aydınlarca da destek görmeye ve kamuoyuna malolma sürecine girmiştir." Böylece DGM'yi boykot eylemini "süresiz" bir eyleme dönüştürdüklerini ilan etmektedirler.
[5*] Heyva Sor'un (Kızılay) yardım kampanyasına katılmak bu değerlere verilen önemin bir simgesidir. Ancak bu, dinsel bir temele oturtulmuş yardım kuruluşlarının (Kızılhaç ve Kızılay adları bunun ifadesidir) devrimci savaşta halk komitelerinin görevlerini devralması yönündeki girişimlerin onaylanması anlamına gelmemektedir. Devrimci savaştaki sağlık ve yardım görevlerinin dinsel görünüme sokulması, kitlelerin devrimci bilincini geriletecektir. Savaşta, tıbbi yardımın, ayrımsız her asker ve sivile ulaştırılması için gerekli "yansızlık" din adamlarının tekelinde değildir.