KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1994
Ulusal Kültür,
Bir Burjuva Aldatmacasıdır
"Ulusal kültür sloganı burjuva (hatta, çoğu zaman bir Kara-Yüzler ve papaz) aldatmacasıdır. Bizim sloganımız şudur: demokrasinin ve dünya işçi sınıfı hareketinin uluslararası kültürü...
Demokratik ve sosyalist kültür öğeleri, gelişmemiş biçimde de olsa, her ulusal kültürde vardır, çünkü, her ulusta, ezilen ve sömürülen kitleler vardır ve onların içinde bulundukları yaşam koşulları ister istemez demokrasi ve sosyalizm ideolojisinin doğmasına yol açar. Ama her ulusta aynı zamanda (çoğunlukla gerici ve papaz kültürü niteliğinde), yalnızca 'öğeler' halinde değil, ama egemen kültür biçimi olarak, bir burjuva kültürü de vardır. Bundan dolayı, genel 'ulusal kültür' toprak ağalarının, papazların ve burjuvazinin kültürüdür." [1*]
(Lenin)
Belçika'nın Maastricht kentinde düzenlenen Kürt Kültür ve Sanat Konferansı'yla birlikte, kültürde ulusallık bir kez daha güncel hale getirildi. Aynı Konferans çerçevesinde PKK' nin en üst düzeyden yaptığı açıklamalar konunun kapsamını belirlediği kadar, Kürt ulusal hareketinde burjuvazinin egemenliğini de ortaya koymuştur. Böylece salt politika alanında değil, kültür ve sanat alanında da, Marksist-Leninist eğilimler ve unsurlar Kürt ulusal hareketinden dışlanmışlardır.
"Kürt Kültür ve Sanat Konferansı-1994" ün programına kısa bir bakış bile, ulusal kültür arayışının nasıl herşeye egemen olduğunu göstermeye yetmektedir. "11 Oturum" olarak planlanan Konferans'da ana konular şöyleydi:
* Kürdistan Tarihinde Kültür ve Sanat
* Kürt Kültür ve Sanatının Dünyadaki Yeri ve Önemi
* Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve Kürt Ulusal Kültür ve Sanatı
* Ulusal Sanat ve Kültürün Geliştirilmesi, Birleştirilmesi ve Görevlerimiz.
Görüldüğü gibi, tüm Konferans, adında da belirtildiği gibi, Kürt Kültürü çerçevesinde ulusal kültür yanlılarının egemenliğinde gerçekleştirilmiştir. Adında "İşçi" ("Karkaren") geçen ve kuruluşunda Marksist-Leninist bir örgüt olduğunu ilan eden bir örgütün (PKK), böyle bir Konferans'a, "Sizin burada alacağınız kararlar bizim için bağlayıcıdır" [2*]diyerek yaklaşması, Kürt ulusal hareketinde burjuvazinin zaferinin açık ilanı olmuştur. PKK'nin politik pragmatizminin ifadesi olarak ortaya çıkan bu söylem, nasıl açıklanırsa açıklansın, Kürt ulusal hareketinin öncülüğünün sınıfsal niteliğini gözler önüne sermektedir.
"'Ulusal kültür' sloganının anlamı, onu 'o yolla uluslararası bir kültüre varma anlamında yorumlamaya çalışan' bir takım küçük aydınların iyi niyetine ya da kararlı sözlerine bağlı değildir. Olaya bu biçimde bakmak çocuksu bir öznelcilik olur.
Ulusal kültür sloganının anlamı, belli bir ülkede ve dünyanın bütün ülkelerinde bütün sınıfların nesnel çizgileriyle belirlenir. Burjuvazinin ulusal kültürü bir olgudur (tekrar edelim, burjuvazi her yerde toprak sahipleriyle ve papazlarla pazarlığa oturur). İşçilerin beynini uyuşturan, onları burjuvazinin peşine takmak için serseme çevirip işçiler arasındaki birliği bozan o saldırgan burjuva milliyetçiliği, günümüzün temel olgusu budur işte.
Kim proletaryaya hizmet için çalışıyorsa, bütün ulusların proletaryasını birleştirmesi, ister yerli, ister yabancı, burjuva milliyetçiliğiyle yılmadan mücadele etmesi gerekir. Ulusal kültür sloganını savunan bir kimsenin yeri, Marksistler arasında değil, milliyetçi küçük-burjuvalar arasındadır." [3*]
Tabi burada önemli olan olguların nesnel gerçekliği değil de, söylemin kimin tarafından yapıldığı olunca, bu açık olgular da bir işe yaramayacaktır. Burjuvazinin arayıp da bulamadığı bu ortam, "ulusal" öğelerin yüceltilmesi ve bunun dışındaki her türlü kavram ve belirlemenin dışlanması olmaktadır. PKK söyleminde sürekli yer alan "rönesans" ve "aydınlanma" kavramlarının burjuvaziyle olan açık tarihsel ilişkisi bile hiç kimseyi (hatta Marksist olduğunu söyleyenleri bile) "rahatsız" etmemektedir. Ancak aynı söylemde "Ulusal kültür, öncülük eden kesimin, sınıfın damgasını taşır" [4*] denilmesi kavram kargaşasının pragmatizmle nasıl körüklendiğini göstermektedir.
"Rönesans"a kısaca bir bakalım:
Almanların "Reformasyon" diye adlandırdıkları, İtalyanların "Cinquecento" dedikleri, Fransızların "Rönesans" olarak tanımladıkları çağ, "15. yüzyılın ikinci yarısında yükselmeye başlamış olan bir çağdır. Krallık, kentli burjuvaların da desteğiyle, feodal soyluluğun gücünü kırmış, temelde ulusçuluğa dayanan, içinde modern Avrupa uluslarının ve modern burjuva toplumun gelişmeye başladığı büyük monarşileri kurmuştur." [5*] "Aydınlanma" dönemi olarak da ifade edilen bu dönemde, orta-çağın tüm dinsel hurafeleri teker teker sorgulanmış, tüm önyargılar aklın yargısından geçirilmiştir. "Usun (aklın) egemenliği" işte bu çağda başlamıştır. Doğa bilimlerindeki büyük gelişmeler bu koşullarda ortaya çıkmıştır. "Kilisenin insanların düşünceleri üzerinde kurduğu diktatörlük yıkıldı." [6*]
Bu dönemde, "Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü, herşey, amansız bir eleştiriden geçirildi; her şey, ya us mahkemesi önünde varoluşunu doğrulamak, ya da varolmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Düşünen us, her şeye uygulanacak tek ve eşsiz ölçü oldu ... Ensonu, gün doğuyordu; bundan böyle boşinan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz doğruluk, sonsuz adalet, doğa üzerine kurulu eşitlik, ve insanın devrilmez hakları tarafından silinip süpürülecekti." [7*]
İşte "Rönesans" ya da "aydınlanma dönemi" böylesine bir gelişmeye denk düşüyordu. Ama hepsi burjuvazinin zaferinin arifesini ifade ediyordu.
"Bugün, usun bu egemenliğinin, burjuvazinin idealize edilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını; ölümsüz adaletin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; insanın başlıca haklarından biri olarak burjuva mülkiyetinin ilan edildiğini; ve rasyonel devletin, Rousseau'nun toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak bir burjuva demokratik cumhuriyeti biçimi altında geldiğini, ve ancak o biçimde gelebilecek olduğunu biliyoruz." [8*]
Görüldüğü gibi, Rönesans ya da Aydınlanma Dönemi, insanlığın tarihsel evriminin feodaliteden kapitalizme dönüşmesi aşamasına denk düşmektedir ve burjuvazinin yükselişinin ifadesidir. Bu tarihsel gerçekler bir yana bırakılarak, Aydınlanma, sözcüğünü sözlük anlamıyla almak ve böylece bir ulusun "bilinçlenmesi", yani kendi ulusal kimliğini tanıması ve bunu sahiplenmesi olarak kullanmak pekâlâ mümkündür. Ancak bu durumda evrensel değerlerle birlikte tarih bilinci de dışlanmış olacaktır. Özellikle Kürt ulusal hareketinde küçük ve orta burjuvazi ile feodal kalıntıların (toprak ağaları, zengin köylüler ve aşiret reisleri) artan egemenliği böyle bir gelişmenin maddi temelini oluşturmaktadır. [9*]
Bu kesimler, herşeyden önce ulusal yanın herşeyin önünde olmasını istemektedirler. Kendi iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizm söz konusu olmadığından, var olan kapitalist ilişkiler dış dinamikle, yani emperyalizm ta-rafından ve emperyalizmin çıkarlarına göre geliştirildiğinden, bu kesimlerin ulusalcılığı emperyalizmle ittifak kurmak ve emperya-lizmle uzlaşmak noktasına kadar vardır. Dolayısıyla bu kesimlerin milliyetçiliği, gerçek bir burjuva milliyetçiliğiyle ilişkili değildir ve emperyalizmle işbirliğini "ulusal çıkar" olarak koyabilme özelliğindedir. Küçük ve orta burjuvazi, emperyalist dönemin özelliklerine göre biçimlenmiştir ve emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak ellerindeki güçleri tüketmek durumundadırlar. Bu yüzden, emperyalist üretim ilişkilerine karşı tepkileri ile geçmişe dönme (özlem) istemleri arasında sürekli bocalamak durumundadırlar. Bu tepki-istem ilişkisini bir bütün olarak karşılayabilen siyasal bir hareket bu kesimlerde bir hareketlenme yaratabilmektedir. Bunun olmadığı yerlerde ise, aynı kesimler, aynı biçimde bir hareket yaratma yönünde çaba göstermektedirler. eriatçılığın, gerek İran'daki, gerek Türkiye'deki etki alanları incelenecek olursa, bu kesimlere nasıl ulaşabildiğini görmek olanaklıdır. İşte Kürt ulusal hareketi içinde şeriatçılığın artan güçlenmesi böyle bir sınıfsal zemine dayanmaktadır.
Ancak bu gelişmeler düz bir çizgi izlemek durumunda değildir. Bu kesimlerin hareketi, kendisini belli bir örgütlülük içinde toplamış olması gerekli olmadığı gibi, küçük ve orta burjuva olmalarından doğan eksiklikleri yüzünden böyle bir toparlanmaya gitmeleri de oldukça zordur. Bu nedenle, bulundukları her alanda kendi sınıfsal çıkarlarını egemen kılma yönünde hareket etmektedirler.
Bu gerçeklerin artık herkes tarafından gözle görülür hale geldiğini söyleyemesek de, Kürt çevrelerinde ne denli etkili olduğunu A. Fırat imzalı bir yazıdan okumak oldukça öğreticidir:
"Özgürlük Hareketi politika ve pratikte gelişmesini istikrarlı bir şekilde sürdürdükçe özgürlük mücadelesinin kazanımlarından yararlanmak isteyen çevreler gittikçe artıyor...
Bu kesimler iki kategoride yer alıyorlar. Birinci kategoride yer alanlar Özgürlük Hareketi dışında, sözümona dostluk temelinde yaklaşanlardır. İkinci kategoride yer alanlar ise, birincilerin umut bağladıkları Özgürlük Hareketi içindeki bazı orta yolcu kişiliklerdir. Bunlar neye dayanıyorlar? Siyasal kanat dedikleri veya diplomatik sahayı kullanma dedikleri yaklaşımın özünde orta sınıf anlayışı vardır. Özgürlük Hareketine dayanarak yapmak istedikleri, orta sınıf, küçük-burjuva veya sosyal zemin dışı ortamı değerlendirmektir. Böyle bir ortama küçük-burjuvalar, aydınlar, köylülük, zengin köylülük vb. girer. Bütün bunların teşkil ettiği sosyalizm, Özgürlük Hareketinin içinde veya dışında kendini partileştirmek istiyor." [10*]
İşte "Kürt Rönesansı" ya da "Aydınlanması" söyleminin burjuva karakteri, böylesine bir ortamda ve zeminde geliştirilmektedir.
Emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak tasfiye edilen ve geleneksel ilişkilerini yitiren feodal kesimlerin ve bu kesimlerin ayrılmaz bir parçası olan feodal esnaf ve tüccarların Kürt ulusal hareketinden ayrılarak şeriatçılığın bayrağı altında toplanmaları hemen hemen tamamlanmıştır. PKK'nin bu gelişmeyi durdurabilmek için İslamcı bir söylem geliştirmesi ve "yurtsever" din adamları örgütlenmeleri kurması da etkili olmamıştır. Çünkü sorun sınıfsal bir sorundur ve söylemle değil, sınıf çıkarıyla ilgilidir.
Bu kesimlerden sonra elde kalan, küçük ve orta burjuvazi ile emperyalist üretim ilişkileri ile belli oranda uyum sağlamış feodal kesimlerdir. Türkiye bütününde köylülüğün sınıfsal farklılaşmasının netleşmesinin bir ürünü olarak Kürt köylüleri arasında da sınıfsal farklılaşma belirginleşmiş ve böylece zengin ve orta köylülük etkin bir güç olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu kesimler PKK'nin örgütlülüğünde sürdürülen ulusal hareketin öncülüğüne talip olmuşlardır. Bunun en tipik temsilcisi ise Y. Kaya'dır. PKK söyleminde sınıfsallıkan çok, sınıfların belli "kişilikleri"nden söz edilmesi bile bu gerçekleri değiştirmemektedir. Sözün özü, sorun, öncülük sorunudur.
PKK'nin biçimsel olarak oluşturduğu bir dizi "örgüt" bulunmasına rağmen, parti ile cephe arasındaki sınırları belirleyememesi sonucu, ulusal bir cephe haline dönüşmesi, öncülük sorununu gündeme getirmiştir. Kendine ait ve kendi yapısında yeterli ve gerekli kadroyu oluşturamayan her siyasal örgütün başına gelen PKK'nin de başına gelmiştir ve değişik kesimlerden kendisine "yetişmiş eleman" devşirmek ve bunlarla faaliyet yürütmek zorunda kalmıştır. Belçika'da düzenlenen "Kürt Kültür ve Sanat Konferansı", bu bağlamda önemli bir dönemeç niteliğindedir ve sonuç olarak zayıf da olsa varlığını sürdüren proletarya ideolojisinin Kürt ulusal hareketinden gerçek dışlanması olmuştur.
Ancak burada altı çizilmesi gereken nokta, Kürt ulusal hareketinde öncülük sorununun proletarya açısından önemli bir kayıp durumu ortaya çıkmış olmasına rağmen, henüz bitmiş bir sorun olmadığıdır. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmediği tüm toplumlarda olduğu gibi, burjuvazinin egemenliği düz bir çizgi izlemez. Doğal olarak böyle toplumlarda aydınlar da homojen nitelikte değildir. Ancak emperyalizme bağımlı ülkelerin tipik özelliği olan küçük-burjuva aydın tipi egemen unsur durumundadır ve bunların emperyalizmle ilişkileri kendine özgü bir yol izler. "Uyum-çatışma" diyalektiği içinde gelişen sınıfsal ilişki, bu kesimlerin politik söyleminde ve sözcülüğünde de ortaya çıkar. Gün olur burjuva değerler yüceltilirken, gün olur sosyalist bir söylem gündeme gelir. Bu çelişik durumlara bakarak öncülük sorunu tanımlanamaz.
Bütün bunlar bir yana bırakılarak, Kürt tarihinde "ilk kez" böyle bir Konferans'ın düzenlenmesinin "önemi" üzerinde iyimser mesajlar yayınlamak, sadece bu çelişik ilişki zinciri içinde burjuva dünya görüşünün gelişmesine ve yerleşmesine hizmet edecektir. Hele ki, evrensel kültür değerlerini dışlayarak, Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadele düzeyinde "yarattığı" değerlerin Kürt kültür ve sanatında biçimlenmesini beklemek ve istemek ("büyük Kürt romanı yazma" esprisi) büyük bir çelişkidir.
Sorun, ideolojik-politik öncülük sorunudur ve proletaryanın öncülüğünde gerçekleşmeyen bir ulusal kurtuluşun, kaçınılmaz olarak burjuvazinin iktidarını kuracağı ve emperyalizme bağımlılığı geliştireceğini bilme sorunudur. Küçük-burjuva Arap iktidarlarının ilk dönemlerine bakarak emperyalizmden ve burjuvaziden bağımsız bir yol bulunabileceğini sanmak ise, sadece ulusal ön yargıları pekiştirmeye hizmet edecektir.
Kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde olduğu gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerde de, ezilen ve sömürülen sınıflar egemen sınıfların kültür tekeli ile yüz yüzedirler. Engels'in deyişiyle, egemen sınıfların "kültür tekeli ve entellektüel yönetimi", ezilen ve sömürülen sınıfları kültür alanında yoksul bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak egemen sınıflar kültür alanında kendi egemenliklerini koruyabilmektedirler. Bunun en önemli araçları ise, entellektüel üretim araçları tekeline sahip olmaları ve ezilen ve sömürülen kitleleri eğitimsiz bırakmalarıdır. Bu nedenle, proletarya partisinin iktidar mücadelesinde ve iktidarı ele geçirdiğinde yapmak durumunda olduğu en temel görevlerden birisi, egemen sınıfların kültür tekelini yıkmak ve entellektüel yönetimine son vermektir. Bu ise, ulusal kültür öğelerini öne çıkararak değil, ulusal kültür içindeki demokratik ve sosyalist kültür öğelerini öne çıkarmak ve bunları evrensel kültür değerleriyle birleştirmekle olanaklıdır. Bunun en temel aracı ise, ezilen ve sömürülen kitlelerin demokratik ve sosyalist kültür değerleriyle eğitilmesidir. Böyle bir eğitim, temel eğitimden, yani okuma-yazmanın öğretilmesinden başlayan bütünsel bir süreçtir. Proletaryanın öncülüğünde yürütülen bütün Halk Savaşı süreçlerinin ortaya koyduğu en temel olgulardan birisi de kitlelerin eğitilmesidir. Devrimci savaş sürecinde ortaya çıkan ve çıkartılan her ortamda kitlelerin eğitilmesi için özel çaba gösterilmiştir. Okuma-yazma olanaklarından bile mahrum bırakılmış kitlelerin, kendi devrimlerine sahip çıkmaları ve kendi iktidarlarını kendi elleriyle kurmaları açısından da bu eğitim özel öneme sahip olmuştur. İşte bu kitlelerdir ki, devrimi yapan, devrimci iktidarı kuran ve kendi kültürünü geliştiren devrimci kitledir. Böyle bir görevin, devrimci savaş sürecinde yerine getirilmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, Kürt ulusu gibi kendi dilini kullanmaktan uzak tutulmuş, bu nedenle kendi dilini geliştirememiş bir ulus için çok daha fazladır. Kendi içinde yazı dilini de geliştirme durumunda olan bir ulusun, kültürden sanata, politikadan felsefeye kadar pek çok alanda yoğun bir faaliyet içinde olması gerekir. Bu faaliyette esas olan, ezilen sınıfların demokratik ve sosyalist değerlerini ortaya çıkarmaktır. Bunun yolu ise, topyekün bir eğitim seferberliğinden geçer. Ezilen ve sömürülen sınıfların eğitimsiz bıraktırılmışlığını veri alan her kültür ve sanat girişimi, sonal olarak bu sınıfların ezilmişliklerinin sürmesine hizmet edecektir. Proletaryanın tarihsel "aydınlanması" ancak böyle olanaklıdır.
Kürt ulusal hareketinin içinde Marksist-Leninistlerin başlangıçtan itibaren sürdürdüğü "ayrı" örgütlenmenin yarattığı kimi olumsuzluklar, ezilen ve sömürülen sınıflar bağlamında da kendini ortaya koyması, Kürt ulusal hareketinde burjuvazinin egemenliğini nerdeyse kaçınılmaz kılmıştır. Dünya ve Türkiye çapında demokratik ve sosyalist değerlerin bir yana itildiği, bu bağlamdaki her sözün önsel olarak dışlandığı koşullarda yapılabilecek pek birşey olmadığı düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, devrim süreçleri düz bir çizgi izlemez. Marksist-Leninistler her koşulda proletarya ideolojisini kitlelere (ulusal köken ayrımı yapmaksızın) anlatmak zorundadırlar. Hangi ulustan olursa olsun, tüm işçilerin ve köylülerin burjuva ideolojisinin etkisi altına alınması karşısında tavır alınması gereklidir. Emekçilerin, ulusal kurtuluş söylemi arkasında burjuva kültürünün egemenliğine sokulmasına asla izin verilmemelidir. Bu bağlamda tüm Marksist-Leninistlere özel bir görev düşmektedir. Ancak aynı görev Kürt Marksist-Leninistleri için çok daha fazla önemlidir. Bu bağlamda demokratik ve sosyalist kültür öğelerini esas alan bir konferansın düzenlenmesi ileri doğru atılmış önemli bir adım olacaktır. Aksi halde "ulusal kültür" sözünün pratik çekiciliği ile kitleler burjuvazinin egemenliği için hazırlanılmış olacaktır.
Dipnotlar
[1*] Lenin: Sanat ve Edebiyat, s: 289-291, Ekim yay.
[2*] Kani Yılmaz: Özgür Ülke, 5 Temmuz 1994
[3*] Lenin: Sanat ve Edebiyat, s: 291-292, Ekim yay.
[4*] Hayri Doğan: Özgür Ülke, 3 Temmuz 1994
[5*] Engels: Doğanın Diyalektiği, s: 35-36
[6*] Engels: age, s: 36
[7*] Engels: Anti-Dühring, s: 66
[8*] Engels: Anti-Dühring, s: 67
[9*] Bu egemenliğin ne boyutlarda olduğunu PKK Genel Sekreteri A. Öcalan da fark etmiş gibidir. "Dayattıkları tarz, orta tabaka, orta sınıf tarzını henüz aşmıyor. Partinin ideolojik, siyasi ve pratik öncülük düzeyi ile halkın ve çalışan kitlemizin ortaya çıkardığı dayanma durumunu orta kademe öncülüğümüz bir türlü anlamıyor ve buna gereken anlamı veremiyor. Yani PKK'yi bir orta sınıf partisi gibi düşünme alış-kanlıkları hayli etkili." (Serxwebun, Nisan 1994)
[10*] A. Fırat: Özgür Ülke, 28 Haziran 1994