KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1994
Proletarya
ve Laik-Demokratik Cumhuriyet
Burjuvazinin yükseliş döneminde ortaya çıkan laiklik kavramı, temelde burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin ürünüdür. Ve aynı zamanda burjuvazinin egemenliğinin sağlanmasının bir ifadesidir.
En kısa tanımıyla laiklik, dini kurumların devlet işleyişinin dışına çıkartılmasıdır. Bir başka deyişle, dini kurumlar ile devlet kurumları arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi ve dini kurumların devlet düzeninin dışında faaliyet göstermesi laiklik fikrinin temelidir. Dini kurumlar ile devletin birbirinden ayrılması olarak laiklik, aynı zamanda, bütün dinsel toplulukların, istisnasız olarak devlet tarafından özel topluluklar olarak nitelendirilmesi demektir. Bu bağlamda, dini kurumların devlet hazinesinden aldıkları her türlü mali desteğin kaldırılması laikliğin bir gereğidir.
Bilindiği gibi, feodal dönemde feodal beyler ile din arasında doğrudan bir iktidar ortaklığı bulunmaktadır. Bu iktidar ortaklığı, kimi durumda feodal beyin aynı zamanda dini önder olması şeklinde görüldüğü gibi (Osmanlı İmparatorluğunda padişahın aynı zamanda halife olması; İngiltere'de Kral VIII. Henry'nin Angalikan Kilisesi'ni kurarak kilisenin başına geçmesi gibi), kimi durumlarda feodal beyin yanında yönetimi paylaşan din adamları bulunmaktadır. İspanya feodal döneminde en tipik durumuyla görüldüğü gibi, bazı durumlarda feodal krallık toplumsal ve siyasal yönetimi tümüyle dini kurumlara (kilise) bırakmışlardır. Bunun sonucu olarak, dini kurumlar (kilise) toplumun tüm faaliyetlerini belirleyen, yöneten ve yönlendiren güç haline gelmiştir.
"Feodal kilise hiyerarşisi, aristokratik sınıfı oluşturuyordu: Piskoposlar ve başpiskoposlar, manastır başpapazları, manastır başkanları ve öbür yüksek aşamalı papazlar. Bu yüksek kilise görevlileri, ya imparatorluk prensleri, ya da başka prenslerin metbuluğu altında, birçok serfler ve angaryalılar ile birlikte, geniş toprakları egemenlikleri altında tutan feodal beylerdiler." [1*]
Feodal beylerin zaman içinde güçten düşmesine paralel olarak dini kurumların (kilise) gücü artmış ve feodal egemen sınıflar adına toplumun yöneticisi haline gelmiştir. Bir çeşit feodal bey olarak dini kurumlar, kendi hiyerarşisine sahip oluşumlar olarak kendi egemenliklerini garantiye aldıkları geniş ekonomik olanaklara sahip olmuşlardır. Hemen hemen en güçlü feodal bey kadar geniş topraklar üzerinde egemen olan dini kurumlar (kilise), bazı durumlarda çeşitli feodal beyler arasındaki çıkar çatışmasında "uzlaştırıcı" bir güç olmuşlardır. Feodalizmin son dönemlerine gelinirken yerel mahalli otorite durumunda olan feodal beylere karşı krallığın mücadelesinde dini kurumlar (kilise), yerel mahalli feodal beylerin yanında tavır almıştır. Ama Engels'in ortaya koyduğu gibi, bu dönemde merkezi feodal devletin oluşumu olarak krallığın bu hareketinin dayandığı temel unsurlardan birisi de devrimci burjuvazi olmuştur.
"Bu genel karışıklık içinde, krallığın, ilerleme öğesi olduğu açıktır. Krallık, düzensizlik içinde düzeni, düşman devletler biçimindeki ufalanma karşısında oluşma durumundaki ulusu temsil ediyordu. Feoadalitenin yüzeyinde oluşan tüm devrimci ögeler, bundan ötürü, krallık ne denli onlara dayanmak zorunda idiyse, o denli krallığa dayanmak zorunda idiler."[2*]
Böylece burjuvazi, feodal egemen sınıflarla iktidar mücadelesi yürütürken dini kurumlar feodallerin yanında yer alarak burjuvazinin karşısına çıkmışlardır. Bu nedenle burjuvazi kendi iktidarını kurabilmek için, yani feodaliteyi tasfiye edebilmek için dini kurumların etkisini ve gücünü kırmak zorundaydı. Bu kırma eylemi dinin ideolojik niteliğine bağlı olarak yeni bir ideolojik eylemle olanaklıydı. İşte tüm burjuva ideologlarının üzerinde durduğu temel konulardan birisi de, din ve dini kurumların durumuydu.
Engels, bu durumu şöyle ifade eder:
"Ortaçağ, yola en ilk öğelerden çıkmıştı. Herşeye yeni baştan başlamak için, eski uygarlık, eski felsefe, eski siyasa, eski hukuk biliminden herşeyi silip süpürmüştü. Yitip giden eski dünyadan, hıristiyanlık ile, tüm uygarlıklardan yoksunlaşmış, yarı yarıya yıkık birkaç kentten başka birşey kalmamıştı. Sonuç şu oldu ki, gelişmenin tüm ilkel evrelerindeki gibi, rahipler, entellektüel kültür tekelini ellerine aldılar, ve kültürün kendisi de herşeyden önce dinbilimsel bir nitelik kazandı. Rahiplerin elleri arasında, siyasa ve hukuk bilimi, tüm öbür bilimler gibi, yalınç tanrıbilim kolları olarak kaldılar, ve tanrıbilimde yürürlükte olan ilkelere göre incelendiler. Kilise dogmaları, aynı zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta bağımsız bir hukukçular sınıfı oluştuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrıbilim egemenliği altında kaldı. Ve tüm entellektüel çalışma alanında tanrıbilimin bu egemenliği, aynı zamanda, feodal egemenliğin en genel bireşimi ve onaylaması olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
Buna göre, genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her
şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacakları, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacakları açıktır. Varolan toplumsal koşullara dokunabilmek için onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu." [3*]
Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynakları ve kendi eğitim kurumlarıyla devlet içinde devlet olma özelliği ve de dinin kendi içinde "dünyevi ilişkilerin düzenlenmesine" yönelen ana özelliği, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiştir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik değerleri (toprak) alarak onun gücünü sınırlandırmak, öte yandan dinsel dogmaları kendi iktidarına uygun hale getirmek.
Bunlardan ilki, burjuvazinin "toprağın millileştirilmesi" istemi ile çakışırken; ikincisi "dini reform" hareketiyle çakışır. Ancak dinin reforme edilmediği durumlarda, kilisenin devlet iktidarı üzerindeki etkisinin doğrudan kırılması gerekmiştir. Her iki durumda da, kilisenin devlet iktidarına müdahalesinin önlenmesi esas olmaktadır. İşte kilisenin siyasal iktidardan uzaklaştırılması ve iktidarın bir parçası olmaktan çıkartılmasının ideolojik ifadesi laiklik olmuştur.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiş olan dini kurumların, burjuvazinin iktidarının önünde engel teşkil etmesiyle ortaya çıkan laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte oraya çıkmış ve demokratik cumhuriyetin ayrılmaz bir unsuru olmuştur. Ancak, tıpkı "güçler ayrımı doktrini" (yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılması) gibi, laiklik de burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin bir ifadesidir ve sonal olarak bir uzlaşmayı içerir.
Fransa'da tüm yönleriyle uzlaşmaz bir biçimde ortaya çıkmış olan laiklik mücadelesi sonucu, kilisenin elindeki mülklerin bir bölümü devlet mülkü haline getirilmiş, ancak kiliseye kendisi için gerekli egemenlik alanları bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda olmuşlardır. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eğitim ve yardım faaliyetleridir. Birincisi kilise eğitimi olarak ortaya çıkarken, ikincisi Kızılhaç faaliyetleri olarak ortaya çıkmıştır.
Bu gelişme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eğitim sorunu olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Fransa örneğinde olduğu gibi "laik eğitim" ile "dini eğitim" birbiriyle sürekli çatışma durumunda olmuştur. Ancak politik iktidar tartışmasız bir biçimde burjuvazinin eline geçtiği için, kilise daha önceki yüzyıllarda kanlı savaşlarla geriletildiği için, kilisenin yeniden politik iktidara yönelmesi hemen hemen olanaksız hale getirilmiştir. Bu nedenle burjuvazinin kendi devrimini tamamladığı ülkelerde, laik eğitim üzerine ortaya çıkan kimi çatışmalar dışında, burjuvazinin iktidarı için laiklik özel bir sorun değildir. Bu andan itibaren burjuvazi, her konuda olduğu gibi bu konuda da, kitleleri aldatmıştır. 19. yüzyıla kadar kesin bir kilise karşıtı tutum içinde bulunan burjuvazi, iktidarını pekiştirir pekiştirmez, dini, kitlelerin uyutulması için bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. Avrupa'da görülen "Hıristiyan Demokrat" partiler burjuvazinin bu iki yüzlü tutumunun görüngüleridir. Ancak burjuvazinin iktidarının kurulduğu bu ülkelerde en temel olgu, kilisenin siyasal iktidar mücadelesi yapmaktan uzaklaştırılmış olmasıdır. Bu ülkelerdeki toplumsal denge bu temelde kurulmuş ve sürdürülmüştür. Bu açıdan herhangi bir "Hıristiyan Demokrat" partisinin iktidara gelmesi, kilisenin iktidarı olmak durumunda değildir. Bu partilerin temel özelliği burjuvazinin sınıf partisi olmasıdır. Onların dini kurumlarla ve dinle ilişkileri kitlelerin uyutulması bağlamındadır. Engels'in belirttiği gibi, din, "egemen sınıfların alttaki sınıfların dizginlerini elde tutmak için kullandığı basit bir yönetim aracıdır" ve "değişik (egemen) sınıfların her biri kendine uygun gelen dini kullanır".
Görüldüğü gibi, feodalizme karşı devrimci burjuvazi dinle mücadele etmeyi kendi iktidarı için yürüttüğü mücadelenin bir parçası haline getirmiş ve burjuva demokrasisinin bir parçası yapmıştır. Bu bağlamda, bu mücadelenin ifadesi olan laiklik, burjuva demokrasisinin temel unsurlarından birisidir. Bu durum, burjuvazinin kendi iktidarını kurar kurmaz dini kendi iktidarının sürdürülmesinin bir aracı haline getirmesiyle birlikte olmuştur. Reformdan geçmiş bir Hıristiyanlık, bu nedenle burjuvazinin yeni aracı durumundadır.
"Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batı'da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da engellemiştir). Gerek Fransa' da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir." [4*]
Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği emperyalist aşamada, demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde dinle mücadele görevinin proletaryanın omuzlarına kalması, aynı zamanda proletaryanın bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakışır. Ama proletaryanın, dinle olan mücadelesi salt bununla bağlantılı değildir. O, aynı zamanda, demokratik cumhuriyet kurulması yönündeki tarihsel eylemi ile dinin "kişisel bir sorun" olarak kalması gereği açısından da bu mücadeleyi yürütmek zorundadır.
Laikliğin Avrupa'daki burjuva devrimleri döneminde ortaya çıkmış olması ve buradaki dine, yani Hıristiyanlığın feodal dogmalarına karşı bir mücadelenin ürünü olması, Lenin'in de belirttiği gibi mücadelenin bittiği anlamına gelmemektedir. Özellikle İslamiyet gibi kendisini tarihsel gelişmeye uydurmamış, burjuvazi tarafından reformize edilmemiş bir din karşısında proletarya ve partisinin görevleri çok daha fazla özelliklere sahip olacaktır.
Bugün Avrupa'daki pekçok ilerici ve demokrat kesimlerde "fundamentalizm" olarak "radikal islamcılık" şeklinde ele alınan sorun, bizatihi İslamiyetin bir bütün olarak kapitalist toplumsal gelişme evresine ulaşmamışlığını dışlar. İslamiyet, bir yandan kendisinde bulunan orta-çağ dogmalarından arınmamıştır. Diğer yandan, Hıristiyanlık gibi, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenleme özellikleri ile bunlara dayalı siyasal iktidara yönelik eylemleri kesin bir yenilgiye uğratılmamıştır. İslamiyetin egemen olduğu ülkelerin emperyalist sömürgeler haline getirilmesi, bu ülkelerin kendi iktisadi evrimlerini yaşamalarını engellemiştir. Dolayısıyla tüm bunlar bu ülkelerdeki demokratik devrim sorununun parçası haline gelmiştir. Bu ülkelerde, proletarya ve partisinin görevi, ne Avrupa'daki gibidir, ne de Çarlık Rusyasındaki gibidir. Burjuvazinin din karşısındaki en basit karşı duruşu bile proletaryanın omuzlarına kalmıştır.
Bu görev, aynı zamanda, burjuvazinin dini kendi çıkarları için, devrimci mücadeleye karşı kullanma yönündeki faaliyetleriyle de yüz yüzedir. Bundan öte, kitlelerin dikkatini devrim mücadelesinden uzaklaştırmak amacıyla yapacağı ve yaptığı dine karşı kasıtlı "savaş ilanları"yla da yüz yüzedir.
İşte böylesine zorlu koşullar altında Türkiye'de yürütülen demokratik halk devrimi mücadelesi din karşısında çok duyarlı olmak durumundadır. Ama her koşulda, bu mücadele, halk demokrasisi ve sosyalizm mücadelesinin gerekleri olarak ele alınmak durumundadır ve her durumda halk iktidarının ve sosyalist devletin laik bir cumhuriyet olacağı açıkça ilan edilmek durumundadır.
Ancak bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadığı ve üstelik dini reformdan geçmemiş bir İslamiyetin egemen olduğu bir ülkede laiklik ve din bu belirlemelerle sınırlandırılamaz. Konu çok açık biçimlerde ortaya konulmalıdır. Hele ki, şeriatçılığın artan güçlenmesi ve oligarşinin dini anti-komünist propagandanın odağına yerleştirmesi, konunun önemini daha da artırmaktadır. Bundan öte, oligarşinin dini bir araç olarak kullanması karşısında, aynı aracı oligarşiye karşı kullanma tutumları, Alevilik üzerinde oynanan oyunlar düşünülecek olursa, konunun ne denli geniş kapsamlı olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Tüm Marksist-Leninistler için, "Din, devlet karşısında özel bir sorundan başka birşey değildir; ancak kendileri açısından, Marksizm açısından ve proletarya partisi açısından sorun, kişisel bir sorun, özel bir sorun değildir."
Bu öylesine bir ilkedir ki, Paris Komünü'nün ilk aldığı kararlardan birisi, "kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi" şeklinde olmuştur. Ancak Komün bununla da yetinmemiş, 8 Nisan 1871 günü aldığı kararla "bütün dinsel simge, imge, dua ve dogmaların, kısacası 'herkesin bireysel vicdanı ile ilgili herşeyin' okullardan uzaklaştırılması"nı sağlamaya yönelmiştir. [5*]
Görüldüğü gibi, proletarya ve partisi, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ve dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isterler. Ama aynı zamanda, dinsel dogmalara ve dine karşı mücadele ederler. Bu mücadele, dinle nasıl savaşılacağını bilmekle olanaklıdır. Bu da, dinsel inançların ve dinin kökenlerinin materyalist bir biçimde kitlelere anlatılması demektir. Marksist-Leninistler bunu yaparken, din sorununun birincil bir sorun haline geti-rilmesine izin vermemek durumundadırlar. Bu tutum, aynı zamanda, din sorununu birincil hale getirmek, kitleleri dinsel inançlarına göre bölmek isteyenlere karşı mücadele demektir.
Bunların ülkemizin somut koşullarında ne denli önemli olduğunu hemen herkes kolayca görecektir. Legal planda RP ile yükselen şeriatçılık, hemen her yerde kitleleri dini inançlara göre bölmeye çalışmaktadır. RP söylemindeki "inananlar" belirlemesi bu bölme eyleminin en tipik ifadesidir. Öte yandan, oligarşinin Alevileri yeni bir güç olarak kullanma çabalarıyla belirlenen faaliyetleri de yoğunlaşmıştır. Böyle bir ortamda, dinin kişisel bir sorun olduğunu, "tanrı ile kul arasında" bulunduğunu her zaman belirtmek gerekmektedir. Ancak devletin dayandığı temeller arasında sayılan "laiklik" ilkesinin, ülkemizde küçük-burjuva aydınlarınca kullanılmış olmasının getirdiği sorunlar ve buna karşı şeriatçı kesimlerin geliştirdiği propagandalar da unutulmamalıdır. Burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerden aktarılan "laiklik" uygulamasının 70 yıllık evrimi dikkatle incelenmelidir. Aksi halde küçük-burjuva aydınlarının tutarsız ve uzlaşıcı laiklik söyleminin karşısında geliştirilen şeriatçı propagandaya karşı etkin bir mücadele yürütülemez.
Tüm bunlar yapılırken, Marksist-Leninistler, dinin şu ya da bu nedenle devrimci mücadelede "kullanılabilecek bir araç" olarak kullanılması eğilimlerine karşı mücadele etmelidirler. Çünkü dinin "işe yararlılığı" bilinci bile dini önyargıların pekişmesine hizmet eder. Yapılabilecek en önemli hatalardan birisi de, ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunların açıklanmasında ve çözümünde dini belirlemeleri kullanmaktır. [6*]
Marksist-Leninistler, her zaman bu gerçeklerin ışığında hareket etmişlerdir. Dinsel hareketler ve dinsel dogmalara karşı mücadele, aynı zamanda, materyalizmin bir gereğidir. Materyalist bir dünya görüşüne sahip olanların din karşısında tavırsız ve tarafsız kalmaları olanaksızdır.
Ayrıca demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde dine karşı yürütülen mücadele, dini ideolojilerin bertaraf edilmesi demektir ve proletaryanın demokratik devrimdeki ideolojik öncülüğünün sağlanmasının temel unsurlarındandır. Bu nedenle Lenin'in şu belirlemesi her zaman geçerli olacaktır:
"Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çağın tüm kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanın partisi olmalıdır."[7*]
Dipnotlar
[1*] Engels: Köylülüler Savaşı, s: 36
[2*] Engels: Anti-Dühring, s: 602
[3*] Engels: Köylüler Savaşı, s: 46
[4*] Lenin: Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 18, s: 24
[5*] Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: II, s: 219
[6*] Bu bağlamda son dönemde Kürt ulusal hareketi içinde gelişen dini örgütlenmelerin etkinliğine dikkat edilmelidir. Ulusal kuruluşu bir "tanrı buyruğu" ola-rak sunan bu kesimler, son olarak PKK'nin ateş-kes istemine yönelik "fetva" vermişlerdir. Kendilerine Kürdistan İslam Hareketi diyen bir kesimin Almanya'da 9-10 Temmuz 1994'de düzenlediği "Kürt Sorunu ve İslami Çözüm Konferansı Sonuç Bildirgesi"nde şöyle denilmektedir:
"Savaşın iki tarafını da Hücurat Suresi 9. ayetine uygun bir temelde Kur'an'ın hakemliğine ve barışa çağırıyoruz. Bu çağrıya olumlu cevap vermeyen zalim ve mütecaviz olur. Dinimiz tüm inananların zalime karşı tavır almasını, zulüm ve tecavüzden vazgeçene kadar onunla savaşılmasını emreder." (Özgür Ülke, 13 Temmuz 1994)
Ve aynı bildirgenin sonunda şöyle denilmekdedir:
"Bizler, bu amaçları reddeden ve çözümler için gösterilen çaba ile yapılan çağrılar önünde engel teşkil eden her unsuru Kur'an ile Kürdistan ve Türkiye halklarının düşmanı ilan ediyor ve teşhir ediyoruz."
Görüldüğü gibi, tümüyle Kuran'ı yücelten bir bildirge söz konusudur. Ve altında ERNK Temsilcisi M. Karasu'nun imzası da bulunmaktadır. Burada adı geçen Hücurat Suresi, Kuran'ın 49. suresi olup, 9. ayetinde şöyle denilmektedir:
"Eğer iman edenlerden iki hizip birbirleriyle çekişirse, hemen aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine saldırırsa siz saldıran hizbe karşı o, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Dönünce artık adaletle aralarını bulup barıştırın. Onlara adil davranın. Allah adil davrananları sever."
Görüleceği gibi, Hücurat Suresi "Allah'ın emrinin" yerine getirilmesine ilişkindir. Bunun altına hiçbir Marksist imza atamaz.
[7*] Lenin: Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 18, s: 24-25