KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1994
Türkiye Ekonomisi
Nereye Gidiyor?
14 yıl sonra 27 Ocak 1994 günü Çiller hükümetinin yaptığı %13,6'lık devalüasyonla birlikte, Türkiye ekonomisi yeniden gündemin ilk maddesi olmaya başladı. Yerel seçimlerin popülist ortamında tam olarak neyin ne olduğu geniş kitlelere yansıtılmamaya çalışılmışsa da, Mart ayı ortalarında Koç Holding'in Arçelik'in üretimini durdurmasıyla gelişmelerin bir dizi siyasal sonuçlar da ortaya çıkaracağı görülmektedir. Emperyalistlerin özel kredi kuruluşlarını yönlendiren Standart and Poor's firmasının 15 Ocak tarihindeki değerlendirmesinden iki ay sonra yeniden değerlendirme yaparak Türkiye'nin "kredi alabilirlik puanını" ikinci kez düşürmesi, sorunun ekonomik ve siyasal boyutunun genişliğini ortaya koymaktadır.
Şüphesiz gelişen olayların, ne oligarşi açısından, ne de burjuva ekonomistleri açısından "sürpriz" olarak karşılanması söz konusudur. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi son beş yıl içindeki ekonomik uygulamalardan "pek fazla" memnun olmadıklarından, Çiller hükümetinin "beceriksizliği" ile önemli kayıplara uğramaya da pek hevesli olmayacağı ortadadır. Özellikle Ocak sonunda yapılan devalüasyon öncesinde döviz fiyatlarının tırmanışı karşısında hükümetin gösterdiği "beceriksizlik", tekelci-sanayi burjuvazisini büyük ölçüde rahatsız etmişti. Çiller'in "ekonomi profesörlüğü" siyasal plandaki "beceriksizlik" ile birleşerek lafta kalmasının bir sonucu gibi gösterilen döviz fiyatlarının tırmanışının, 27 Ocak devalüasyonu ile önlenmeye çalışılmasına rağmen durdurulamaması, tekelci-sanayi burjuvazisi başta olmak üzere, tüm oligarşiyi ciddi tavır almaya yöneltmiştir. Ancak yerel seçimlerin yaklaştığı bir ortamda yapılacak her girişimin "siyasal sonuçlar "doğuracağı hesaplanarak, bu tavır bir süre ertelenmişti. Ama Çiller ve ekibinin, oligarşinin istediği "beceriyi" göstermediği görüldüğünde de, seçim sonuçlarını da etkilemeyi hesaplayarak Koç'un Arçelik'te üretimi durdurması gündeme getirildi.
Yapılmak istenen basittir: Oligarşi Çiller'den "hiçbir siyasal gelecek kaygısı taşımaksızın" kendi istemleri doğrultusunda, "hemen ve şimdi" kararlar almasıdır. Daha DYP'nin başkanlığına aday olduğu andan itibaren bu görev için öne sürülen Çiller, aradan geçen beş-on ayda "sahibinin sesini" dinlememeye başlamıştır. "Politikanın dayanılmaz cazibesi" ne giren Çillerin, politik gelecek hesapları yapmaya başlaması ve buna bağlı olarak yeni çıkar çevrelerine yönelmesi, Koç'lar başta olmak üzere tüm tekelci-burjuvaziyi "çiller"den çıkarmıştır. Ülke ölçeğinde Koç gurubunun başını çektiği "tehdit", uluslararası ölçekte Standard and Poor's firmasıyla tamamlanmıştır.
Sorun, oligarşi ile onun siyasal kadroları arasındaki uyumsuzluk olarak kendisini dışa vururken, temelinde ülke ekonomisinin çarpıklığı yatmaktadır.
Türkiye ekonomisi, emperyalizm tarafından, dış dinamikle geliştirilen çarpık bir kapitalist ilişki içindedir. Bu çarpık kapitalizm, herşeyden önce emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerine göre biçimlendirilmiştir. Bugün olduğu kadar, geçmişteki tüm ekonomik krizlerin temelinde yeni-yömürgecilik yatmaktadır. Bu ortadan kaldırılmadan ekonominin düzeltilebilinmesi bir yana, sürekli ekonomik buhranları bile hafifletmek olanaksızdır.
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleri, 1945 sonrasında emperyalizmin pazarlarının daralmasının bir ürünüdür. Emperyalizm, pazarlarını önemli ölçüde yitirmesi üzerine, hegemonyası altında tuttuğu ülkeleri daha fazla mal talep eder hale getirmek zorunda kalmıştır. Aksi halde ekonomik buhranlar sistemi alt-üst edecek boyutlara çıkabilecekti.
Amerikan emperyalizminin başını çektiği emperyalist ülkeler, geri-bıraktırılmış ülkelerin kapalı ekonomilerini yıkarak, bunları kapitalist pazar ilişkisine çekmek amacıyla sermaye ihracının bileşenlerinde değişiklikler yapmıştır. Kimi "sol" ekonomistlerin "ithal ikameciliği" olarak karşı çıktıkları bu politika, geri-bıraktırılmış ülkelerde orta ve hafif sanayinin geliştirilmesiyle birlikte yürütülmüştür. Bu amaçla, nakit sermaye ihracından çok, diğer sermaye unsurları, yani know-how, management, patent hakkı vb. ihracına ağırlık verilmiştir. Böylece emperyalist ülkelerde bir kısım orta ve hafif sanayiler tasfiye edilirken, bunların tüm donanımları geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılmıştır. Ucuz emek-gücü kullanımı ile birlikte bu sanayiler, çok daha ucuza mal ettikleri ürünleri tekel fiyatlarıyla satabilecek duruma getirilmiştir. Ancak bu "sanayileşme" için gerekli "kaynak", yani döviz doğrudan geri-bıraktırılmış ülke içinden sağlanması esastır. Geri-bıraktırılmış ülkelerin ellerinde bulundurduğu hammaddeler ve tarımsal ürünler, bu sanayilerin kurulabilinmesi için yok pahasına emperyalist ülkeler tarafından talan edilmiştir. Sadece emperyalizmin çıkarlarına göre oluşturulan bu politikalar sonucunda, geri-bıraktırılmış ülkelerde yüzde yüz dışa bağımlı birkaç büyük sanayi oluşturulmuş ve bu sanayilere bağımlı yan sanayi kuruluşlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
İlk dönemde, emperyalizmin bu politikası, kendi ekonomisini askerileştirmesiyle birleşerek enflasyonist baskı oluşturmuşsa da (ki her sermaye ihracı, ihraç edilen ülkede kapitalizmin görece gerilemesine neden olur, ama bir bütün olarak dünya çapında kapitalizm gelişmesi pahasına bu duruma "katlanılır") IMF ve Dünya Bankası denetiminde %10'luk bir enflasyon "ulusal ekonomiler" için "önemsiz" kabul edilerek uluslararası emperyalist finans kurumlarınca karşılanmıştır.
1960'lardan itibaren gelişen ve 70'li yılların başında önemli bir işleyişe sahip olan yeni-sömürgecilik yöntemleri emperyalistlerin çıkarlarına uygun biçimde işlemiştir. Ancak Amerikan ekonomisinin Vietnam Savaşı'yla birlikte içine düştüğü ödemeler dengesi açığı, ilk anda doların devalüe edilmesiyle, dünya kapitalist ekonomisini genel bir buhrana girmekten alıykoymuşsa da, 1974 sonrasında geri-bıraktırılmış ülke pazarlarının daha da geliştirilememesiyle birleşerek 1980 dünya buhranına neden olmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranı, tam anlamıyla emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin kilitlenmesinin, yani bu yöntemlerin bunalıma girmesiyle ilgili olmuştur. 1950'lerden itibaren uluslararası finans kuruluşları aracılığıyla ya da ekonominin askerileştirilmesiyle sürekli şiddeti azaltılan ekonomik buhranın durdurulamaz hale gelmesinin temelinde yatan bu bunalım, kaçınılmaz olarak ek önlemlerin alınmasını getirmiştir.
Yeni-sömürgecilik yöntemlerindeki bunalımın nedeni ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme bağımlı ekonomiyi sürekli canlı tutabilmek için emperyalist ülkelerden aldıkları kredi borçlarını geri ödeyemez hale gelmeleridir. Bir yandan dışa bağımlı ekonominin "sürekli" ve artan oranda talep ettiği dövizler, hammadde ve tarımsal ürün dış satımlarıyla karşılanamazken, diğer yandan emperyalist tekellerin kendi ülkelerine transfer ettikleri kârlar kredi borçlarını bloke etmiştir. Bunun ürünü ise, dışa bağımlı sanayilerin üretim yapamaz hale gelmeleridir. Çünkü üretimi sürdürebilmeleri için gerekli girdiler, doğrudan "dışardan", yani emperyalist ülkelerden gelmek zorundadır ve bunlar da ancak döviz var olduğu sürece olanaklıdır. Burjuva ekonomistlerin "döviz darboğazı" adını verdikleri bu durum, aynı zamanda bugün ülkedeki "tıkanıklığın" da nedenidir. (Zaten Standard and Poor's firmasının Türkiye devletinin kredi notunu düşürmesinin önemi de buradan gelmektedir. Çünkü ülke ekonomisinin dışa bağımlılığı, sürekli artan bir döviz talebi oluşturmaktadır. Böylece uluslararası krediler, hem döviz "tıkanıklığı"nın nedenidir, hem de sonucudur.)
1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında emperyalizmin "borç krizi"ne bulduğu çözüm, bağımlı sanayilerin ürünlerinin dış satımı olmuştur. Burjuva ekonomistleri ile revizyonistlerin "ihracata yönelik sanayileşme" adını vererek çarpıttıkları da bu olmuştur. Sorun yeni-sömürgeciliğin tıkanmasıdır. Geri-bıraktırılmış ekonomilerin emperyalist ekonomilere bağımlılığının ürünü olarak ortaya çıkan bu tıkanıklık, hammadde ve tarımsal ürün dış satımlarıyla aşılamayınca, bu bağımlı sanayilerin ürünlerinin emperyalist ülkelere ihracı gündeme getirilmiştir. Emperyalizm bu yolla, bir taşla iki kuş vurmak istemiştir.
Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki sanayi ürünlerinin emperyalist ülkelere ihracı, bir yandan bu ülkelere olan borçların tahsili olarak işlev görmüş, diğer yandan metropollerdeki küçük ve orta sanayilerin yeni teknolojiye geçişlerinin getireceği sorunlar aşılmıştır. Bilindiği gibi, tekelci aşamada kapitalizm üretici güçlerin gelişimini sürekli engellemektedir. Bu yüzden, emperyalist aşamada, metropollerdeki ekonomik buhranlar sabit sermayenin yenilenmesiyle bir başka evreye geçmemiştir. Emperyalist sömürgecilik yoluyla azalan kârlar sömürge, yarı-sömürge ve geri-bıraktırılmış ülkelerden telafi edilmiştir. Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle Amerikan ekonomisi, eskimiş makine ve techizatları geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edebildiğinden 1950'lerde yeni teknolojiyi üretime kısmen uyarlayabilmiştir. Savaş sonrası Amerikan ekonomisinin boom noktasına ulaşması böyle sağlanmıştır.
Ancak 1980 dünya ekonomisi koşullarında, ekonomik buhran tüm emperyalist ekonomileri etkisi altına almıştır. Dolayısıyla 1950'lerdekine benzer bir tarzda gelişme sağlanamayacaktır. Çünkü sabit sermayenin yenilenmesi belli bir süreyi kapsamaktadır ve bu süre içinde metropollerdeki kitlelerin mal talepleri klâsik ekonomik buhran süreciyle ertelenemeyecektir. Böyle bir erteleme, emperyalist metropollerde kitlelerin mücadelesini yükselteceği için, emperyalizm buna dayanamaz. Bu durumda geri-bıraktırılmış ülkelerden, geçmiş döneme göre daha ucuz ve daha farklı ürünlerin iç pazara sokulmasıyla sabit sermayenin yenilenme süresi aşılabilecekti. Ancak emperyalist ekonomiler, özellikle küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarında gerçekleşecek bu gelişme için yeterli kaynağa da sahip değillerdi. Çünkü bu kaynaklar geri-bıraktırılmış ülkelerin daha fazla sömürülmesi için kredi olarak kullanılmış, ancak geri ödenememekteydi. İşte "ihracata yönelik sanayileşme" bu bağlamda devreye sokuldu. Ama ortada yeni hiçbirşey bulunmuyordu. Yapılan sadece var olan sanayinin ürünlerinin metropollere ihraç edilmesinden başka bir şey değildi.
Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist ülkeler 1980 ekonomik buhranını geçerken, "ek kaynak" olarak devlet kuruluşlarının "özelleştirilmesi"ni ve "verimsiz devlet kuruluşlarının kapatılmasını" da devreye soktular. Bu yolla elde edilen ek kaynaklar metropol ekonomilerinin canlandırılması için kullanıldı. Ama aynı durum geri-bıraktırılmış ekonomiler için geçerli değildi.
1990'lara doğru Türkiye ekonomisinde de görüldüğü gibi, dış borçların 1980 sonrasında düzenlenen yeni ödeme planları, dışa bağımlı sanayiler için döviz sorununun sürekli gündemde kalmasına neden olmuştur. Emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayilerin daha ileri teknolojiyi üretime uygulayarak elde ettikleri gelişmeler, geri-bıraktırılmış ülke sanayi ürünlerine olan talebi de düşürdüğünden, döviz sorunu had safhaya çıkmıştır.
1992'lerden itibaren başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bazı emperyalist ülkelerde görülen durgunluk Almanya'ya sıçramıştır. Bunun üzerine Japonya yeni vergi indirimleri getirerek, iç talebi artırmaya yönelmiştir. Fransa, İngiltere ve son olarak da Almanya'nın durgunluktan etkilenmesiyle mali sermaye önemli bir darboğazla karşı karşıya gelmek üzere olduğunu görmüştür. Bunun ilk ürünü, geri-bıraktırılmış ülkelere verilen kredi miktarlarında daralma olmaktadır. Artık emperyalist finans kuruluşları bu ülkelere yeni krediler verirken daha fazla "istikrar" istemek durumundadırlar. İşte Standard and Poor's firmasının iki ay gibi kısa bir sürede Türkiye devletinin kredi puanlarını düşürmesinin temel nedeni budur.
Bu koşullar altında bizim gibi emperyalizme bağımlı ülke ekonomilerinin yapabilecekleri çok sınırlıdır. Ne 1980-90 arasında olduğu gibi emperyalist ülkelere mal ihraç edebileceklerdir, ne de SSCB'ye yönelebileceklerdir. SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında toprak olarak emperyalist sistem büyümüş olmakla birlikte, pazar olarak kısa vadede hiçbir gelişme sağlanamadığı gibi, eski sınırlı ticaret olanakları da çökmüştür. Bu durumda geri-bıraktırılmış ülkelerin yapabilecekleri tek şey, devlet kuruluşlarının özelleştirilmesi ya da yabancılara satılmasıyla kısa vadeli ek bir kaynak yaratmaktır. İşte bu kaynak yaratılması sorunu, bugün Koç'un siyasal politikalarının amacı durumundadır.
Özal döneminden beri sürekli gündemde tutulan "özelleştirme", Çiller hükümeti tarafından PTT'nin T'si vs. şeklinde gündemde tutulmaya devam edilmiştir. Ancak 1994 yılına girildiğinde dışa bağımlı sanayinin döviz gereksinmesi had safhaya ulaşmıştı. Oligarşinin "serbest piyasa"dan, yani karaborsadan aldıkları dövizler (özellikle dolar) para piyasasını alt üst etmiştir. Ocak başlarında oligarşinin piyasadan topladığı dolar miktarındaki artış, kaçınılmaz olarak doların değerini artırmıştır. Bu durumda oligarşi Çiller'den acil olarak "taze para" bulunmasını istemiştir. Ancak ekonominin böyle bir olanağı olmadığından ve ellerinde "özelleştirme" adı altında kamu mallarının yabancılara satılmasından başka bir kaynak bulunmadığından, sadece para piyasasına Merkez Bankası'nın müdahalesi ile yetinilmiştir. Bu müdahale, açıktan tekelci burjuvaziye yılbaşından beri serbest piyasadan yüksek fiyatla aldıkları dolarla kaybettiklerini geri vermekle sınırlı bir operasyon olmuştur. Böylece tekelci burjuvazi için bir kaç aylık bir dönem kurtarılmıştır. 27 Ocak devalüasyonundan sonra basına yansıyan "dolar skandalı", tekelci burjuvazinin serbest piyasadan aldığı dolarlarla uğradığı zararların giderilmesinden başka bir şey değildir. Bu operasyon sırasında Merkez Bankası'ndan devalüasyon sabahı tekelci burjuvaziye aktarılan miktar 250 milyon dolardır.
Çiller hükümeti 27 Ocak devalüasyonu ile tekelci burjuvazinin iki-üç haftalık dolar alım-satımında uğradığı zararı telafi etmesine rağmen, tekelci burjuvazi için yeterli değildir. Onlar Çiller'den "seçim ortamında bile cesur kararlar alabilen, siyasal geleceğini oligarşinin çıkarlarına tabi kılan" bir başbakan olmasını istemişlerdir. Bu ortamda Çiller hükümeti ilk elden bir "özelleştirme" kararnamesi çıkararak yabancı müşteri aramaya yönelmiştir. Ancak yerel seçim ortamında kendisini "politikaya" kaptırdığı için, konuyu "izlememiştir". Böylece "özelleştirme" kararnamesinin ANAP'ın başvurusu sonucu Anayasa Mahkemesi tarafından bozulması gündeme gelmiştir. Ve artık Çiller'in yapabileceği bir şey kalmamıştır. Koç Holding işte bu noktada Çiller'e Arçelik'i seçim öncesinde kapatarak "son uyarı"yı yapmıştır. Söylenen açıktır: Sen bizim için varsın, politikaya girişin kadar kalışın da bizim elimizdedir.
İşte bugün politik planda Çiller ile M. Yılmaz arasındaki mücadelenin nedeni de burada yatmaktadır. M. Yılmaz, Çiller'in oligarşinin çıkarlarını kendi politik kariyeri için hiçe saydığı propagandasıyla oligarşiden kendisini desteklemelerini istemektedir. Çiller ise, M. Yılmaz'ın "beceriksiz"liğini, "korkak"lığını ve elinde "296 milletvekili varken işleri yapmadığını" söyleyerek oligarşiden süre istemektedir. Ancak bunların hiç biri ülke ekonomisinin kendi yapısal sorunlarını çözmek durumunda değildir. Dışa bağımlı bir ekonominin sürekli varettiği sorunların oligarşi açısından "kalıcı" çözümü yoktur. Ama kendi siyasal kadrolarının popülist bir söylemde ekonomi-politika izlemelerine de karşıdır. Çünkü ekonomik sorunların geçici çözümleri bile, halk kitlelerinin daha fazla sömürülmesiyle bağlantılıdır. Bir başka deyişle, emperyalist tekellerin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin kârlarını sürekli artırabilmesinin yolu halk kitlelerinin "kemer sıkması"ndan geçmektedir. Bu ise, kitlelerin ekonomik ve demokratik istemlerini göz ardı etmekle, kitlelerin bu yöndeki mücadelelerini engellemekle bağlantılıdır. Yani oligarşi için herhangi bir askeri darbe koşullarında kendi generallerinin gösterdiği "kararlılığı", sivil kadroları tarafından da gösterilmesi gerek-mektedir. "Oy kaygısına düşmeden" işlerin yapılması gerektiği şeklindeki tüm propagandanın amacı böyle bir durumun ortaya çıkartılmasıdır. Bu da oligarşinin 12 Eylül'den beri devlet işlerinin "teknokratlar"la yürütülmesi yönündeki politikasının bir yansımasıdır. "Teknokratlar"ın seçilme diye bir kaygıları olmayacağı için oligarşinin çıkarlarına hizmet eden en açık kararları bile alabilecekleri var sayılmaktadır.
Türkiye ekonomisinin emperyalizme bağımlı olmasının ürünü olan tüm ekonomik sorunlar, böylesine siyasal ilişkilerle iç içe girmiştir.
Bugün ekonominin en temel sorunu dışa bağımlı sanayinin üretimi sürdürebilmesi için, ucuz döviz bulmasıdır. Ancak bu sorun, doğrudan maliyetlerin aşağıya çekilmesi sorununun bir parçasıdır. Gerek işçi ücretlerinde yapılacak indirimler, gerekse devletin sosyal harcamalarının en aza indirilmesiyle sağlanacak tasarruflar, dövizin ucuza mal edilmesiyle bağlantılı olarak tekelci-sanayi burjuvazisi için maliyet sorunudur, kâr oranlarını yükseltme sorunudur. 1994'e girildiğinde ekonomide ortaya çıkan tüm sorunlar, genel olarak bu düzeyde geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde baş gösteren durgunluk ve artan işsizlik, kaçınılmaz olarak buralara yapılan ihracatın azalmasını getirmiştir. Devletin ihracatı teşvik primleriyle elde edilen ucuz döviz de böylece azalmıştır. Bu durumda tekelci sanayi burjuvazisinin yapılmasını istediği bir "istikrar tedbirleri paketi" olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu dönemde oligarşinin "istikrar tedbirleri", klâsik IMF'nin "istikrar tedbirleri"nden özde farklı değildir. Ancak 1994 koşullarına göre biçimlendirilmiştir.
Bu "istikrar tedbirleri"nin hedefi, oligarşinin kısa ve orta vadeli sorunlarını çözmektir. Bu hedef Avrupa ekonomilerinin içine girdikleri durgunluktan orta vadede çıkacakları varsayımına göre planlanmıştır. Bu bağlamda, sıkı para politikası, devlet harcamalarının azaltılması, KİT'lerin hızla tasfiye edilmesi, memur maaşlarında olanaklı en düşük artışların sağlanması ilk planda ortaya çıkmaktadır. Sürekli enflasyonist politikalarla ücretlilerin gelirlerinin sürekli aşağı çekilmesi olanaklı olduğundan, siyasal iktidarlar için tek sorun bu alanlardan gelecek tepkileri pasifize etmektir. Bunların sivil kadroları tarafından yapılabilindiği sürece oligarşi için, salt ekonomik nedenlerle yönetimin askerileştirilmesi gerekli olmamaktadır.
Bundan 22 yıl önce Mahir yoldaşın şu belirlemeleri ülkemizde hiçbirşeyin değişmediğini göstermektedir:
"Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı.
Amerika, Türkiye'deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi 'rasyonalizasyon' tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz. OECD Raporları) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti."
Kısacası, düzen aynı düzendir. Oligarşi kendi düzenini sürdürmek için ne yaparsa yapsın ülkenin emperyalizme bağımlılığının ürünü olan bunalımları ortadan kaldıramayacaktır. Bunların ortadan kalkması, ancak ülkenin emperyalizme bağımlılığının ortadan kalkması ile olanaklıdır. Bu da bizatihi oligarşinin ortadan kaldırılmasıdır.