KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1993
Dersim Diye Diye...
Dersim'de, Ekim ayına girerken Kawacı Kamer Özkan'ın PKK tarafından "ajan" olduğu gerekçesiyle öldürülmesinin ardından, 4 TDKP'linin PKK tarafından öldürülmesi haberi geldi. Böylece yıllardır içten içe sorulan pek çok soru ve olasılık birden gündem maddelerinden birisi haline geldi.
Karşılıklı bildiriler, açıklamalar birbiri peşi sıra yayınlanmaya başlandı. Hemen herkes, olayların "aslını" öğrenmek için çabalarken, birden "Dersim" sorunu tartışılmaya başlandı.
PKK'nın başlattığı ve şimdilik sadece kendi kendine tartıştığı "Dersim sorunu", "sol adına 20 yıldır, bir adım boyu gelişemeyen, savaşamayan, halkı sokağa dökemeyen ve onun sırtından asalakça geçinenlerin" "sonu" olarak ilan edilmektedir.[1*]
Ve böylece hüküm verilmiştir: "Devrimcilik adına, Kürtlüğü kullanmaya çalışanların kullandığı son alan da düşmüştür."[2*]
Böylece TDKP'lilerin öldürülmesi, salt bir "yerel sorun" ya da "PKK'nin sol örgütlere karşı genel bir tavrın" ürünü olmadığı iddiaları da ortadan kalkmaktadır.[3*]
Yıllar boyu "sol içi çatışma" kavramlarıyla örülen "beklentiler", PKK'nin yaptıkları ve yaptıklarına ilişkin açıklamalarıyla somutlaşırken, sorunların görüntüsel boyutlarına bakarak politikalar üretmenin ne denli yanlış olduğu da ortaya çıkmıştır.
Olayların "yerel gerçekliği", sanıldığının ötesinde fazlaca bir öneme sahip değildir. Yani, sorun sadece Dersim sorunu, Dersim'in PKK tarafından "düşürülmüş" olması değildir. Sorun, ideolojik, politik ve askeri alanları kapsayan bir sorun olup, son tahlilde sınıfsal ve ulusal boyutlara sahiptir.
Olayların Dersim'de patlak vermesi, şüphesiz bir rastlantı değildir. Dersim, Kürt ulusal hareketi ile sol hareketin iç içe bulundukları, sürekli temas halinde oldukları ve birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri birkaç alandan birisidir. Doğal olarak tüm gelişme ve çatışma olasılıkları buralarda yoğunlaşmak durumundaydı ve öyle de oldu.
Uzun süredir PKK'nın yürüttüğü silahlı mücadelenin biçimi, hedefleri ve yöntemleri solda sürekli bir tartışma konusu olagelmiştir. Köy baskınlarıyla başlayan bu tartışmalar, ilk dönemlerde "kurşun adres sormaz" teorileriyle geçiştirilmişse de, yerel düzeyde PKK'nın gerçekleştirdiği kimi öldürme fiilleri "küçük, sessiz ve alttan" kınama konuşmalarıyla birlikte sürmüştür. Beş yıl kadar önce, kendisinin DY'li olduğu söylenen bir öğretmenin asılarak öldürülmesiyle başlayan gelişmeler, PKK ve sol örgütlerin "pragmatizmi" ile birleştirilerek unutulmuştur. Ama sorun Dersim'de faaliyet gösteren silahlı (ya da "silahlandırılmış") sol örgütlerle şu ya da bu oranda ilişki içinde olan öğretmenler ve köylüler söz konusu olunca, örgütsel sorumluluklar "anımsanmaya" başlanılmıştır. PKK'nin "kendine 'biat' etmeyen her insanı 'ajanlık' ve 'provakatörlük'le suçlayıp mahkum etme ve ortadan kaldırma çizgisi izlediği"[4*] "bilinmekte" olmuştur.
Bunlar ülkemiz solunun "hegemonyacı" zihniyeti ile oportünizmin egemenliğinin birer dışa vurumudur. Nicelik olarak azınlıkta bulunulduğu durumlarda "esnek", "uzlaşmacı", "demokratik" politikalar izlemek, değişik ittifaklar peşinde koşarak başkalarının sırtından kendini varetmek; ama belli bir niceliğe ulaşıldığında kendisi dışındakilere yaşam hakkı tanımamak, herşeyin kendilerinden sorulması gerektiğini ilan etmek ve bunların sonucu olarak zor kullanmak, ülkemiz solunda egemen bir çizgidir ve son tahlilde oportünizmin çizgisidir. Öğrenci derneklerinde, sendikalarda, mahallelerde, cezaevlerinde sıkça görülen ve yaşanılan örnekler, hep bu oportünist anlayışın ürünü olmuştur. Halk deyişiyle, "köprüden geçene kadar ayıya dayı demek", oportünizmin ittifaklar politikasının temelini oluşturmaktadır.
"Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılığını, kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler.
...Oportünizmde ilke istikrarı diye bir şey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar."[5*]
Bugün ortaya çıkan olaylar, işte bu oportünist etkinliğin ürünleridir.
Mahir yoldaşın yukarda aktardığımız değerlendirmesinin 1970 yılında PDA (Aydınlık) oportünistleri için yaptığı anımsanacak olursa, gelinen yer daha net anlaşılabilinecektir. Ve belki de, solun ve de PKK'nın alması gereken en önemli derslerden birisi de burada bulunmaktadır.
Evet, bundan 22 yıl önce PDA (D. Perinçek) oportünizminin niteliğini Mahir yoldaş açık ve net biçimde sergilemişken ve sonraki yıllarda pratikleriyle bunu binlerce kez kanıtlamışken, aynı kesimle 1987-91 arasında ittifak kurmaya yönelen, onların nezdinde "Türkiye halkına rapor verdiğini" ilan edenlerin, bugün söyledikleri bir kez daha okunmalıdır.
"Doğu Perinçek'te işçi sınıfı ve sosyalist kültürde olmayan herşey bulunur. Perinçek ve Aydınlık bu konuda dillere düşmüştür. Türk Solu dergilerini şöyle bir gözden geçirirsek Perinçek hala toplum içinde ne yüzle geziyor şaşkınlığı içine gireriz. Özellikle 12 Mart süreci ve sonrası 20 yıl incelenirse sol için yüz karası (ihbarcılık vb.) olan bir geleneği Aydınlık şahsında görürüz."[6*]
Görüldüğü gibi "20 yıllık" gerçekler, şimdi anımsanmaktadır.
Ama D. Perinçek'le bundan birkaç yıl önce kolkala girilmesinin yarattığı tahribatlardan kimse söz etmemektedir. Oportünizme karşı uzun yıllar sürdürülen bir mücadelenin ürünü olarak yaratılan değerler, bu şekilde yok farzedilirken, D. Perinçek bir çırpıda "en enternasyonalist" ilan edilebilmiştir.
Şüphesiz buna kimi sol örgütler gıptayla bakacaklardır. PKK'nın ne denli uyanık olduğu, nasıl da akıllı politikalar izlediğini D. Perinçek örneğiyle açıklamaya çalışacaklardır.
Hatta TDKP'nin bir zamanlar överek söylediği gibi "PKK pragmatizmi"nin başarı hanesine de yazılacaktır. "Kullanma" fiilinin en "seçkin" örneği olarak gösterilebilecek bu tutumlar, gerçekte ülkemizdeki oportünizmin etkinliğinin boyutlarını göstermekten öte bir değere sahip değildir.
Diyebiliriz ki, bugün Dersim'de yaşananlar, bir ülke devriminde yaşanılması olası olaylardandır. Kaçınılmaz olaylar değildir, ama bir ülke devrimi ancak bu tür aşamalardan geçerek olgunlaşabilir. Bu açıdan Dersim olayları gelişmenin dinamiklerini ortaya koyan niteliklere de sahiptir.
Kendi öz gücüne, kendi sınıfına güvenmeyen; proletarya adına, prolataryanın ideolijisini küçük çıkarlar için tahrif eden; devrimci değerleri "tabular yıkıyoruz" diyerek yokedenlere ses çıkarmayan; kendi dışındaki herkesi "küçük" gören; "Küçük"leri "alim" ilan eden; silahlı mücadelenin en kararlı karşıtlarıyken, birden silahlı birlikler kuran ya da "silahlandırılmış" "propaganda ve ajitasyon grupları" oluşturan, ama öte yandan silahlı propagandaya karşı "haçlı seferi" düzenlemeyi iş edinen; "bugün kayda değer iki güç var: Biri PKK, diğeri biz"[7*] diyerek övünenler, oturup bir kez daha düşünmelidirler. Sorun, ne PKK'nın içsel dönüşümüdür, ne de PKK'nın "yanlış politikaları"dır. Sorunun özü, Marksizm-Leninizm adına oportünizmin egemen kılınmasıdır.
Bunlar kavranılmadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel kalacaktır. Olayları, Dersim'in yapısı ile açıklamak ise, basit bir yanılsama üreticisi olarak kalacaktır.
PKK'da ve onunca oluşturulan ittifak ya da ilişkilerde şöyle bir söylem son yılda yaygınlık kazanmıştır:
"'Kır' denince aklına çözülmekte olan feodal ilişkilerin hakim olduğu Kürdistan gelen 'sol', Kürdistan'ı bir türlü Türkiye'nin 'kır'ı olarak görmekten kurtulamadı".
İşte bu sözler Dersim "gerçeğini" ve son olayları net biçimde özetlemektedir.
Evet, PKK, son yıl içinde Dersim bölgesinde kendi politikalarını uygulayacağını açıkça ilan etmiş ve bu bölgedeki güçleriyle yoğun bir propaganda faaliyetine girişmiştir. Bu faaliyetin amacı, burada gerilla savaşı yürütmeye çalışan ya da bu nedenle "silahlandırılmış propaganda ve ajitasyon grupları" oluşturan sol örgütlere "kendi denetimlerine girmeleri yada bölgeyi terk etmeleri" mesajını vermekti. Burada faaliyet gösteren sol örgütler, bu mesajı almakla birlikte, ne kendi içlerinde, ne de dışlarında gerekli değeri vermemişlerdir. Buna ilişkin olarak gösterilen tavırsızlığı TKP/ML'nin Ekim ayında açıkladığı şu değerlendirmeyle birlikte ele almak gerekmektedir.
"Konferans'ımız, partimizin daha önce PKK hakkında yapmış olduğu değerlendirmeyi onaylamıştır: PKK'nin ulusal burjuva karakterli ve Kürt milli burjuvazisinin temsilcisi olduğunu, milli zülme başkaldırması, faşist Türk devleti'ne ve dolayısıyla emperyalizme darbe vurup gerilettiği bu suretle ilerici muhtevaya sahip olduğunu, devrimci ve dost bir örgüt olması nedeniyle de desteklenmesi gerektiğini bununla birlikte ileri sürdüğü talepler, ateşkes ve uzlaşma çabalarıyla reformist bir rotaya adım attığı, ancak hala devrimci özünü koruduğu ... görüşüne varmıştır."[8*]
Görüldüğü gibi, PKK "ulusal burjuva karakterli ve Kürt milli burjuvazisinin temsilcisi" olarak tanımlanmaktadır. Eğer bu değerlendirmelerine değer veriyorlarsa, Lenin'in şu değerlendirmesini de anımsamalıdırlar:
"Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir. Ezilen ulus burjuvazisinin, bir yandan pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan söz etmesi hiç de seyrek görülen bir şey değildir."[9*] (abç)
Ve İ. Kaypakkaya'nın Kemalizm'in sınıfsal niteliği üzerine yaptığı şu değerlendirmeyi de okuyalım:
"Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, topak ağalarının, tefecilerin, az miktarda sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesimlerinin bir devrimidir. Yani devrimin önderliği büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıfıdır... milli burjuva devrimidir."[10*]
Öte yandan TDKP-MK'nın Dersim'de 4 TDKP'linin PKK tarafından öldürülmesi üzerine yayınladığı 13 Ekim 1993 tarihli bildirisinde şöyle demektedir:
"Kemalizmin 'Kürtçe'ye kopye edilmesinin, emekçi halk için hüsran ve yenilgi olacağı, emperyalizme boyun eğmeye varacağı anlaşılmak zorundadır."
Görüldüğü gibi, gerek TKP/ML'nin, gerekse TDKP'nin değerlendirmeleri, PKK hareketinin sınıf niteliklerini kendilerine göre net biçimde ortaya koymaktadır. Ama yine görüldüğü gibi, bunların mantıki sonuçlarına kadar gitmekten kendilerini alıkoymaktadır. Ve PKK'nın kendi propaganda kanallarıyla söyledikleri de, sadece bu mantıki sonuçlardır. Bu bağlamda, PKK, kendi kitlesine, sürekli olarak "Türk solu"nun ne denli "Kemalist" olduğunu söylerken ifade ettiği herşey, bu değerlendirmelerle PKK'ya karşı ifade edilmiş olmaktadır. Bu yüzden PKK, bunlara karşı olağanüstü tepki göstermektedir. Sonal olarak, "PKK milliyetçi bir örgüttür" değerlendirmesini, Türkiye somutunda "milliyetçi" kavramının faşistlerle özdeş olması nedeniyle "en ağır suçlama" olarak ele almaktadırlar. (Tabii PKK bu propagandayı, uzun yıllardır, sözel olarak yapmaktadır.)
Şüphesiz Kürt ulusal hareketinin, nesnel olarak içinde barındırdığı demokratik yan, pratikte bireysel ya da topluluksal olarak demokratik bir kavrayışın olduğu anlamına gelmemektedir. Bu yüzden, demokratik bir hareketin içinde olması gereken demokratik ilişkileri aramak ve var olduğunu kabul ederek ideolojik yada politik değerlendirmeler yapmak, "karşı bir tepki" (zora dayalı) oluşturmayacağını düşünmek anlamına gelmez. Ama böyle bir tepkinin olması, ne ideolojik eleştiriyi "hafifletmeli", ne de "çıkar" için bir yana bırakmalıdır. İşte oportünizmin yapmadığı da budur.
PKK'nin sola yönelik "Kemalizm" suçlamasını demagojik boyutlara varacak tarzda ortaya koyması, kendi kitlesini koşullandırdığı için, her türlü eleştiriye karşı hoşgörüsüz davranmak zorundadır. Bu durumun, Kürt ulusal hareketinden Marksizm-Leninizmin dışlanmasını zorunlu gören emperyalizm ve Kürt egemenleri için uygun bir ortam da yarattığı açıktır. PKK'nın kuruluşunda belirleyici olan Marksist- Leninist yaklaşım, ülkemiz solundaki oportünist yöntemlerle birleşerek, PKK'nın "sol" kültürünü ve görünümünü belirlemiştir. Bu nedenle, ortaya çıkan çatışmalar, bir yandan bu kültürden kendini beslerken, diğer yandan hareketin ulusal (milli) niteliğinden güç almaktadır.
Bu konuda PKK'nın resmen ve yazılı olarak yaptığı DS'ye yönelik "eleştirisi" örnek gösterilebilir.
Bu "eleştiri"nin nedeni, görüntüde, DS'nin "Dersim sonrası Kürdistan'da doğrudan devlete yönelik ilk silahlı çıkışı yapmış" olduğu iddiasıdır.
"En sol, en radikal, anti-emperyalist. devrimci Türk milliyetçiliği: Devrimci Sol" başlığıyla PKK, Berxwedan'da şöyle yazmaktadır:
"Böyle olunca:
1- Sömürge bir ülke olan Kürdistan'da egemen ulusun devrimcilerinin eylem yaparak kendilerini o ülkenin kurtarıcısı olarak göstermeleri, siyasal ilhaktır.
2- 1978 yılında kurulan PKK'ye ve verilen mücadeleye rağmen, Dev-Sol'un bir eylemi, Dersim'den sonra ilk eylem olarak göstermesi o dönemde mesafeler kateden mücadeleyi provoke etmektir. Kürdistan'da halk içinde olmayan bu hareketin, devrimci mücadelenin dışından sızarak eylem yapması tahribattır.
3- Dev-Sol Yunanistan, Bulgaristan, hatta TC'nin 3. kolonisi Kıbrıs Türk kesiminde eylem yapmıyor. Kürdistan'da eylem yapmayı devrimci bir görev addediyorsa, bu, ... kemalist iktidarın bir 'müsadesi' olarak algılanmalıdır.
4- ... Dev-Sol'un 'Dersim'den sonra ilk çıkış' olarak adlandırdığı eylemin kimliği enternasyonal değil, sömürge ülkelerde Türklüğün egemenlik arayışıdır."[11*] (abç)
Sonuç olarak PKK'nin vargısı şudur:
"Tüm 'devrimci' ve 'sol' iddialarında, 'Marksist-Leninist' çözümlere rağmen Dev-Sol, TC sömürgeciliğini diğer bir ton ve pratikte canlandırmaktadır."[12*]
DS'nin "Dersim sonrası Kürdistan'da doğrudan devlete yönelik ilk silahlı çıkış" türünden iddialarının "doğru bir tarih bilgisine" dayanmadığına ilişkin pek çok örnek verilebilir. DS, aynı biçimde "Çakırcalıdan beri ilk kez" iddialarıyla Ege dağlarında olduklarını ilan etmiştir. Bu ifadeler, DS'nin kendi taraftarlarına yönelik ajitatif sözler olduğu açıktır. Ama PKK'nin bu iddialardan çıkardığı sonuçlar büyüktür.
Burada PKK'nin DS'ye yönelttiği bu ağır suçlamaları yanıtlamak durumunda değiliz. Bu doğrudan DS'nin kendi örgütsel sorumluluğudur. Ancak değerlendirmeler ve vargılar, hemen hemen tüm solu kapsamına alacak kadar genel niteliktedir ve aynı zamanda son Dersim çatışmalarındaki kavrayışları sergilemek açısından önemlidir. Çünkü, PKK'nin bu belirlemeleri, Dersim'e ilişkindir ve bu yılın başlarında yapılmıştır.
Şu kadarını söyleyelim ki, devrimcilerin eylem yapmasına "ulusal sınırlar" çekerek, eylemleri "siyasi ilhak" ya da "tahribat" olarak nitelemek hiçbir sol, ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci bir örgütün ya da hareketin işi olamaz. Örneğin, 1917 Ekim Devrimi'nden sonra başlayan İç Savaş'da Sovyet Kızıl Ordusu Ukrayna'dan Tacikistan'a, Kazakistan'dan Ermenistan'a kadar tüm Çarlık toprakları üzerinde savaşmıştır. Ve emperyalistler hariç, hiç kimse çıkıp da Kızıl Ordu'yu "Çarlığı pratikte canlandırmakla" suçlamamıştır. Emperyalistler, Sovyetler Birliği'ne "Kızıl Çarlık"; SBKP Genel Sekreterlerine -özellikle Stalin'e- "kızıl Çar" diyerek sürdürdükleri propagandanın, Çarlık Rusya'sının halklara yaptığı zulümlerin yarattığı tepkiyi kendi çıkarları için kullanmayı amaçladığı unutulmamıştır. Aynı şekilde, emperyalistler, Bolivya'da savaşan Che Guevara'yı "Küba yayılmacılığının ifadesi" olarak kullanmaya çalışırken, dünya halkları Che Guevara'yı enternasyonalizmin bir simgesi olarak kabul etmişlerdir. Bu iki örnek bile, söylenenlerin ne denli yanlış ve tehlikeli sonuçlar yaratabileceğini göstereceği kanısındayız.
Görüleceği gibi, son Dersim olayları ile açığa çıkan, soldaki oportünizm ve PKK'nin Marksizm-Leninizmden kopartılışıdır.[13*] Bu nedenle, her durumda, ortaya atılan değerlendirmeleri, belirlemeleri Marksizm-Leninizm bağlamında, onun içinde ve onun yöntemleriyle, ölçütleriyle yapılmış gibi ele alıp değerlendirmek yanlış olacaktır. Yapılması gereken ilk iş, Marksist-Leninistlerin olaylara ve olgulara bakışını kendi ideolojik-politik perspektifinden ortaya koyması ve değerlendirmesidir.
Lenin'in 26 Temmuz 1920'de Komünist Enternasyonal'in II. Kongresine sunduğu rapordaki şu belirlemeleri açıkça ilan edilmelidir:
"Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle, sömürge ülkeler burjuvazisi arasında belli bir rapprochement (birbirine yakınlaşma) görülmektedir. Öyle ki, ezilen ülkeler burjuvazisi, sık sık -belki hemen her durumda- bir yandan ulusal hareketi desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle tam bir uyuşum içindedir, yani bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı emperyalist burjuvaziyle güç birliği yapmaktadır. Bu durum, komisyonda reddedilemeyecek biçimde kanıtlandı ve biz, tek doğru davranışın, sözkonusu farklılığı dikkate alarak, hemen her durumda, 'burjuva demokratik' terimi yerine 'ulusal-devrimci' terimini koymak olduğuna karar verdik. Bu değişikliğin önemi şuradadır: Komünist olarak biz, sömürgelerdeki burjuva-kurtuluş hareketlerini, bu hareketler ancak gerçekten devrimci olduğu ve bizim, sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz." [14*] (abç)
Marksist-Leninistlerin ortaya koymaları gereken diğer önemli konu da devrimci savaşa ilişkindir. Özellikle PKK'nın son dönemde sıkça kullandığı şu ifadeler bunu zorunlu kılmaktadır:
"Bütün ulusal kurtuluş mücadelesinde, haklı bir temelde savaşan güce nasıl yaklaşılır, bunun gelenekleri oluşmuştur. Savaşın psikolojisi nedir? Savaşta kullanılması gereken uslüp nasıl olmalıdır? Normal dönemlerde bile sarf edilen bir sözcük bile, savaş ortamında nasıl dikkate alınmalıdır?"
Denilmek istenen açıktır: Biz savaşıyoruz ve savaş bir şiddet hareketidir, normal zamanlarda söylenen bazı sözler önemsenmese de, şimdi önemsenmek durumundadır, herkes lafına dikkat etsin ! Yada, kendi sözcükleriyle söylersek: "Akıllı olun!", yoksa...
Evet bu, savaş konumunda olan, elinde önemli sayıda silahlı savaşçı bulunduran herhangi bir gücün kuvvetini kullanmadan önceki uyarısı gibidir. Bunu ister ciddiye alırsınız, isterse sonuçlarına katlanırsınız !
Şüphesiz bu tür beyanlardan bir hareketin ya da silahlı bir gücün ya da olayın politik niteliğini belirleyen bir sonuç çıkartılamaz. Çünkü, söz konusu olan savaştır ve savaşta güç dengesi savaşan güçlerin hareketlerini belirler. Zayıf bir gücün, güçlü bir güç karşısındaki tutumu, genellikle boyun eğicidir. Bu nedenle güçlü olduğunu düşünen taraf, diğer tarafı boyun eğmeye, teslim olmaya çağırır. Ve savaşın sonu da buna göre belirlenir. Ama bunun bir tek istisnası vardır: Devrimci güç ve devrimci savaş.
Devrimci savaş, her savaş gibi bir şiddet hareketidir ve savaşların genel yasalarına bağlıdır. Ama aynı zamanda devrimci savaşın kendi yasaları ve kuralları vardır. İşte bu yasalar ve kurallar, haklı ve devrimci savaşlar ile haksız ve gerici savaşları birbirinden ayıran temelleri ortaya koyar.
"Biz savaşıyoruz, savaş psikolojisi hesaba katılmalıdır" türünden ifadeler, herhangi bir devrimci savaşçının hatalı tutumunu ya da elindeki silahı bireysel olarak kullanmasını haklı ve mazur gösteremez. Bu ülkede yirmi iki yıldır gerilla savaşı sürdürülmektedir. Ne kadar küçümsenmeye çalışılırsa çalışılsın, bu gerilla savaşı, her zaman devrimci savaş kurallarına uygun olarak yürütülmüştür. Bu süreçte şehir gerilla savaşı ağırlıklı bir yere sahiptir. Şehir gerillası, sürekli düşmanın yok etme tehdidi altında yaşamak durumundadır. Doğal olarak sürekli bir gerilim altındadır, PKK söylemiyle söylersek, savaş psikolojisi sürekli mevcuttur. Bunda öte, şehir gerillası, eylemlerini geniş kitlelerin (sivillerin) bulunduğu alanlarda yapar. Her durumda şehir gerillası, kır gerillasına göre daha fazla kendisini denetlemek, silahını doğru hedeflere yöneltmek zorundadır. Ve bu savaşta görülmüştür ki, hiçbir şehir gerillası "kurşun adres sormaz" mantığı ile silahını kullanmamıştır. Bunun en açık göstergesi, şehirlerde meydana gelen gerilla-polis çatışmalarında, birkaç istisna dışında, sivil insanların ölmemiş ve yaralanmamış olmasıdır. Eğer savaş içinde, savaşçının psikolojisinin gerginlikle belirlendiği, dolayısıyla "hassas" olduğu ileri sürülecekse, bunun en uç durumlarının şehir gerilla savaşında ortaya çıktığını, bu alanlarda az çok faaliyet yürütmüş her savaşçı bilir. Bu nedenle, "savaşın psikolojisi" ile savaşçının politik bilinci birbirine karıştırılamaz. Belirleyici olan gerillanın politik bilincidir ve bu bilinç taşıdığı silahın hedefini belirler ve silaha komuta eder.
Devrimci savaşın diğer bir yanı da, savaşa koyduğu kurallardır. Vietnam halk savaşından, Nikaragua'ya, Küba'dan Bolivya'ya kadar sürdürülen gerilla savaşlarında, devrimcilerin temel kuralı, düşman güçleri ile halkı birbirinden ayırmak olmuştur. Vietnamlılar otuz yılı aşkın süre dişe diş savaştıkları emperyalist ordular ile emperyalist ülkenin halkını birbirinden ayırabilmişlerdir. Ve bu tutumlarıyla uluslararası desteği savaş sonuna kadar korumuşlardır. Ve Vietnamlı devrimciler, hiçbir zaman, düşman emperyalist de olsa, onun "ülkesini ve halkını" hedef almamışlardır. Oysa bunu yapabilmek için ellerinde eğip bükebilecekleri pek çok değerlendirme vardı. Örneğin, emperyalist ülkelerin küçük-burjuvazisinin nasıl emperyalist sömürüden yana olduğu, işçilerin nasıl "aristokratlaştırıldığı", sosyal-demokratların su katılmamış "sosyal-şovenler" olduğuna ilişkin yüzlerce kanıt bulabilirler ve bunlara saldırmalarını "teorik" olarak haklı ve mazur gösterebilirlerdi. Bunu yapmamış olmaları, onların "yanlış yaptığı"[15*] ya da PKK'dan daha az deneyimli olmalarından kaynaklanmadığını, dünya devrimci savaşları hakkında az çok bilgisi olan herkes bilir.
Ama şu sözler yine de açıkca ifade edilmiştir:
"Kısaca yol görünmüştür, gelişmelerden öyle anlaşılmaktadır ki önümüzdeki süreç ekonomik, siyasi, askeri sahalarda, hatta politik, diplomatik diğer tüm sahalarda bir misilleme dönemi olacaktır. Bir söz vardır: 'Sana bu ülkeyi, zindan edene sende ülkesini zindan et, vatanını harabeye çevirenin vatanını harabeye dönder, ormanlarını yakanın ormanlarını kül et, ocağını söndürenin ocağına kibrit suyu dök, dağlarını bombalayanın, maddi varlığını yerle bir et, seni birbirine düşürenin bağrında kendini bomba yap patlat, sana ölümden başka bir şey reva görmeyene sen ölümü dayatarak kendi yaşamını yarat.' Bu felsefenin önümüzdeki süreçte hayat bulacağı ... bir gerçektir."[16*]
İşte tüm bu beyanlar, olaylar ve bunların ortaya koyduğu gerçekler, sorunun bir Dersim olayı olmadığını ve Dersim'de dört TDKP'linin PKK tarafından öldürülmesiyle başlamadığını açıkça gösterir.
Gelişmenin bir yanı PKK'nin içsel dönüşümü, yani Marksizm-Leninizmden ayrılışıdır. Bu ayrılış, Amerikan emperyalizminin Kürt sorunu konusundaki açıklamalarıyla birlikte gelişmiş ve 1993 Mart'ında ilan edilen ateş-kesin uzatılmasına ilişkin ikinci basın toplantısında orak-çekiçli bayrağın indirilmesiyle en üst boyuta ulaşmıştır.
Dersim'deki gelişmenin diğer yanı ise, oportünizmdir.
Bu iki yan, her koşulda, Marksist-Leninist perpektifin politikaların ve devrimci savaş kurallarının titizlikle uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yapılabilindiği oranda, değişik sınıfların devrimci bir halk hareketini bozucu faaliyetleri önlenebilir. Ancak o zaman "Dersim Dersim olacaktır".
Dipnotlar
[1*] İzzet Gezgör, Neden Dersim?, Özgür Gündem, 20 Ekim 1993.
[2*] İzzet Gezgör, Neden Dersim?, Özgür Gündem, 20 Ekim 1993.
[3*] PKK'nın "sol örgütlere karşı genel bir tavrı olmadığı" beyanları, Avrupa'da da sıkça duyulmaktadır. Son bir yıldır, PKK, kendi düzenlediği gecelerde ya da kendi etkinliğinin olduğunu düşündüğü yerlerde devrimci örgütlerin dergi, bildiri, kitap vb. Yayınlarını dağıtmalarını engellemektedir. Bunun nedeni ya da nedenleri konusunda net bir açıklama yapılmazken, ilk söylenen "özel bir tavrın olmadığıdır". Ama biraz konuşulduğunda, bunun bir karar olduğu anlaşılmaktadır.
[4*] TDKP-MK Bildirisi, 13 Ekim 1993.
[5*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.
[6*] Hasan Munzur, Doğu Perinçek'in Yavuz Hırsızlığı, Özgür Gündem, 20 Ekim 1993.
[7*] Bu tür ifadeleri DS ve TKP/ML'nin yazılarında sıkça görmek olanaklıdır. En sonuncusu, Dersim'de PKK ile çatışmaların yoğunlaştığı günlerde yayınlanan Özgür Gelecek'de yer almaktadır. Bkz. Özgür Gelecek, 1-15 Ekim 1993, S: 13.
[8*] Özgür Gelecek, S: 13, 1-15 Ekim 1993.
[9*] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s: 73-74.
[10*] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, C: II, s: 110-130.
[11*] Berxwedan, S: 157, 15 Mart 1993.
[12*] Berxwedan, S: 157, 15 Mart 1993.
[13*] Marksizm-Leninizm'den ayrılış ya da kopartılış, son yıllarda belirginlik kazanmıştır. Mart ayında PKK'nın ilan ettiği ateş-kes sürecinde orak-çekicin, simgesel anlamda da olsa ortadan kaldırılması basit bir görüngüdür. Pratikte faaliyet gösteren her kişi, bu gelişmeyi net biçimde görebilmektedir. Son aylarda Kawa'nın açıklamalarının bu yönde yoğunlaştığı görülmektedir. En son olarak Özgür Gündem'de C. Gündoğan "Kürt Aydınının İndoktirinasyonu" adlı yazısında şöyle yazmaktadır:
"İndoktirinasyon ... bir kişi ya da gruba, sistemli bir ideolojiyi (eleştirel bir yaklaşım olmaksızın) benimseme işlemine verilen ad oluyor. Dolayısıyla kişide veya grupta daha önce varolan ideolojinin yok edilmesi anlamını da taşıyor. Kürt aydınları şimdilerde, işte böyle bir ameliyeyle karşı karşıyadır ...
İndoktrinasyon kısaca, yerleşme için varolanı kazıma işlemi olduğuna göre, bir kazılanı, bir de kazıyıcı gerektiriyor. Örneğimizde kazılmak istenen sosyalist ideolojidir." (Özgür Gündem, 19 Ekim 1993)
Yazıda, bu faaliyetin bugün "liberaller ile islamcılar" tarafından yerine getirildiği ve bunların temel sloganlarının "ulusal davaya ideoloji bulaştırmayalım" olduğu ifade edilmektedir. Yazıda, bu süreç günümüzde ortaya çıkmış gibi ele alınıyorsa da, Marksizm-Leninizmden kopartılış sürecinin kökleri çok daha derinlerdedir. Ama bugün olgunun görülmesi bile önemli bir gelişme sayılmalıdır.
[14*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 404-405.
[15*] PKK'nin yeni söylemlerinden birisi de, Marksist-Leninist ustaların "yanlış" yaptığı, kendi önderliği gibi yapmaları gerektiği şeklindedir. Bu yolla pek çok konuda ters düştükleri Marksist-Leninist temel belir-lemeler ve dünya devrimci pratiğinin ortaya çıkardığı gerçekler ve dersler dışlanmaktadı.
[16*] Ali Fırat, Özgür Gündem, 15 Ekim 1993.