KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1993
24 Aralık 1978
Maraş Katliamından
Lice'ye
Bundan tam 15 yıl önce 1978 Aralığının son günlerine gelinirken Maraş'da MHP'li faşist milislerin gerçekleştirdiği katliamda 111 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmış ve yüzlerce ev, işyeri yakılmış, yıkılmıştır.
Olaylar, ne bir rastlantı, ne de "halkın galeyana gelmesi" sonucu olmuştur. Olaylar aylar öncesinden planlanmış ve alanlar belirlenmiştir. Yer Malatya'dır, Erzincan'dır, Çorum'dur, Maraş'tır. Amaç, kitlelerin hızla politize olduğu bir ortamda gelişen devrimci mücadeleyi durdurmaktır. 1978 yılına CHP hükümeti ile giren ülkedeki mevcut durum şöyleydi:
"Oligarşinin CHP'den beklediği, halk kitlelerinin politizasyonunu yavaşlatmak ve var olan politize kitleyi de silahlı devrimci mücadeleye kanalize olmaktan uzaklaştırmaktı. Oligarşi, CHP hükümetinden ekonomik bir 'istikrar' sağlamasını değil, 'sosyal ve ekonomik bunalımı yavaşlatacak' devlet kademelerindeki 'federalleşmeyi' ('parselasyon') ortadan kaldırarak, merkezi bir görünüm kazandırılmasını istiyordu. Özellikle işbirlikçi-tekelci burjuvazinin önemli bir sorunu olan 'döviz sorunu', dış politik ilişkilerdeki gerginlik,'işçi-işveren ilişkilerindeki gerilim', 'enerji açığı' gibi sorunlar CHP hükümetinin, bir MC'ye göre daha kolay 'halledebileceği' sorunlardı.
Ülkenin döviz rezervleri tükenmiş olduğundan, emperyalizme bağımlı sanayi için gerekli döviz kaynakları, tarım ürünleri ihracı, yurt dışında çalışan işçilerin yolladığı para ve devletten devlete krediydi. Gerek kredi alınabilecek ülkeler, gerekse tarım ürünlerinin ihraç edileceği ülkeler aynıydı. Hepsi de AET ülkeleriydi ve bu ülkelerdeki hükümetlerde sosyal-demokrat partiler bulunuyordu. Diğer bir kaynak ülke ise, Sovyetler Birliği'ydi. Bu durumda sosyal-demokrat bir hükümet daha kolay ve hızlı sonuç alabilirdi.
İkinci olarak, 'giderek artan gerginlik' içinde bulunan 'işçi-işveren' ilişkisinde, işçi sendikalarını bir süre için 'uyumlu' hale sokmada CHP'nin gücü tartışılmaz bir gerçeklikti. Halil Tunç başkanlığındaki Türk-Iş ile Abdullah Baştürk başkanlığındaki DISK kolayca 'tarihsel uzlaşmaya' çekilebilinirdi. ('Toplumsal anlaşma')
Üçüncü olarak, devrimciler ile sosyal-demokratlar arasındaki sınır çizgileri belirgin biçimde ortaya konulmadığı için, halk kitleleri gözünde 'sol' olarak kabul edilen bir partinin hükümet olduğu koşullarda, halk kitlelerinin silahlı devrimci bir mücadeleye yönlendirilmeleri oldukça zor olacaktı. Bu bağlamda, CHP hükümeti, bir pasifikasyon ortamı yaratabilirdi.
Dördüncü olarak, CHP hükümeti gerektiğinde devrimci kitleyi bir zor aracı olarak kullanarak, MHP ve MSP'lilerce 'parsellenmiş' devlet kurumlarından bu unsurları temizleyebilir. Ve böylece geleneksel bürokratların egemen olması sağlanabilinirdi.
Son olarak da, gerek kırsal nüfus, gerekse kent küçük-burjuvazisi 'sol' bir hükümet tarafından bazı özverilerde bulunmaya kolayca ikna edilebilirdi. Çünkü bu kesimler CHP'yi bir 'umut' olarak kabul ediyordu ve bu 'umut' için bir süre özveride bulunmaya hazırdılar.
İşte bu nedenlerle oligarşi, CHP hükümetinin kurulması için yeşil ışık yaktı. Ancak bu durum, oligarşi içinde tam bir oybirliğine (consensus) dayanmadığı gibi, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar için de kabul edilebilir değildi. Özellikle oligarşi içinde, kimi doğrudan MC hükümetlerinden daha büyük çıkar sağladığı için, kimi de Ecevit'in 'ikinci bir Kerensky' olacağı endişesiyle CHP hükümetine karşıydı. Bu kesimler değişik çözüm yolları öneriyorlardı. Tekstil ve madeni eşya alanında faaliyet gösteren bazı çevreler 'devlet' sorununu öne çıkararak, topyekün bir çözüm öneriyorlardı. (Yönetimin askerileştirilmesi şeklinde en son noktaya kadar.) Ancak bu çok konuşulan eski 'sivil darbe' planıydı. MHP, bu kesimlerin maddi desteği ile eylemlerini yoğunlaştırarak uygun bir ortam yaratabilirdi...
Ocak-Mart arasında faşist milis saldırılar, azalma yerine yoğunlaşarak sürdü. Ve bu saldırılar doğrudan kitleye yönelik oluyordu.
Aynı tarihte, soldaki durum ise tam bir kargaşa idi. Legal 'sol' partiler tam olarak CHP hükümeti ile işbirliğinden yanaydı. özellikle faşist milislere karşı 'daha aktif' tutum alınması ve "geçmişin hesabının sorulması" sloganları ile CHP hükümeti 'sol' hükümet olarak meşruiyet kazanıyordu. Demokrasinin sınırlarını genişletme planları, her türden oportünist ve revizyonistin durumuna göre hazırlanıyor ve kendi dergi ve gazetelerinde yayınlanıyordu. Öğrenci hareketi ise, 'aktif-pasif' tartışmaları içinde tam anlamıyla yönetimsiz kalıyordu.
Genel olarak hızla yükselen kitle hareketliliğinin karşısında, solda egemen olan 'kuyrukçu' anlayışın getirdiği pasifizme karşı duyulan bilinçsiz tepkiler, soldaki yapılanmaların hızla bölünmesine ve yeniden bölünmesine yol açıyordu.
Ülkedeki mevcut durumda, halkın kendiliğinden-gelme silahlanması tarihsel bir öneme sahipti. Faşist milis saldırıların kitleye yönelmesi, artan oranda silahlanmaya yol açıyordu.Ancak silahlanma, doğrudan 'kendini koruma' iç güdüsüyle gerçekleştiğinden, hiçbir biçimde etkin olamıyordu. Silahlara komuta edecek politik-askeri öncünün gerekliliği çok açık biçimde görülüyordu."( THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl, s. 97-100, Eriş yay.-1993.)
İşte bu ortamda oligarşinin faşist milis gücü olarak örgütlenmiş MHP'nin kitlelere yönelik saldırıları yeni bir boyut kazanmıştır. Bir yandan ekonomik buhranın derinleşmesi koşullarında hızla yoksullaşan ve mülksüzleşen kesimlere, diğer yandan "sol"a karşı olan kesimlere dayanan faşist milis hareket, ülkede bir kaos, kargaşa ortamı yaratarak, elindeki silahlı militan güçle herşeyin üstesinden gelebileceğini göstermeye yönelmişti. Ancak oligarşinin asıl amacı, yaygın bir kitlesel terör ortamı yaratarak kitlelerin pasifize edilmesiydi. Böylece stratejide ortaya çıkan uyum, kısa sürede MHP'li faşistlerin kitleye yönelik katliam girişimleriyle birleştirildi.
Bu amaçla seçilen yerler, kırsal özelliklerini koruyan, emperyalist üretim ilişkilerinin görece daha az geliştirildiği şehirlerdi. Zaten MHP'nin kitle desteği de ağırlıklı olarak bu şehirlerde bulunuyordu. Işte Maraş, Malatya, Erzincan, Sivas ve *orum bu nitelikleriyle faşist milislerin katliamlarının alanı olarak çizilmişti.
Planın diğer bir unsuru da, bu şehirlerin oligarşi için sağlamlaştırılması ve buna dayanarak ("mücavir iller") diğer şehirlere yayılmasıydı. Bu, olası bir "sivil savaş" ortamında oligarşi için hazır bir kitle de sağlayacaktı.
Bu planın ilk uygulamaları Malatya ve Erzincan'da yapılmış, ancak oligarşinin kesin bir tutumu olmadığı için fazlaca etkili olmamıştı. Ve böylece sıra Maraş'a geldi.
19 Aralık 1978 günü Maraş'ta faşistlerin propaganda aracı haline gelen C. Arkın'ın "Güneş Ne Zaman Doğacak" filminin gösterildiği Çiçek Sineması, bugün TBMM'de milletvekili olan Ökkeş Kenger ve birkaç faşist tarafından bombalanmasıyla olaylar gelişmeye başlamıştır.
Kendi attıkları bombaya "misilleme" olarak 21 Aralık günü iki öğretmeni öldüren faşistler, 22 Aralık günü öğretmenlerin cenaze törenine saldırdılar. Bir gün sonra "Allah adına savaş"a yapılan çağrılarla Maraş köylerinden gelenlerin katılımıyla Maraş katliamı başlatıldı. Hedef, çokluk "solcuların", Alevilerin oturduğu Yürükselim mahallesiydi. Devrimci, yurtsever kimi unsurlar yer yer silahlı direniş ortaya koymaya çalıştılarsa da, ellerinde yeterli malzeme olmadığı gibi, her hangi bir örgütlülüğe de sahip değillerdi. Bu durumda Mehmet Mengücek gibi bir kaç devrimcinin direnişi belli sokaklarda faşistlerin saldırılarını durdurabildi, ama yapabilecekleri fazlaca birşey yoktu ve orada toprağa düştüler.
Maraş katliamı, kendi içinde örgütsüz bir halk kitlesinin, nelerle karşılaşabileceğini de göstermiştir. Ama Maraş katliamının iki ana unsuru, ülke somutunda sürekli bir durumu ifade eder.
Birincisi, kitlelerin örgütlenmesi ve bu örgütlü gücün silahla korunmasıdır.
Gerek devrimci savaş koşullarında, gerekse ülkedeki milli krizin derinleştiği, dolayısıyla halk kitlelerinin oligarşiye karşı tepkilerinin açık hale geldiği koşullarda, kitle hareketleri her zaman oligarşinin ana hedeflerinden biri durumundadır. Bu yüzden, bir yandan kitlelerin bu koşulların bilincine ve somutluğuna dayanarak örgütlü hale getirilmesi, diğer yandan da bu kitle hareketini koruyacak silahlı gücün yaratılması temel devrimci görev olarak belirginleşir. Kitle örgütlenmesi ile silahlı gücün birlikte büyümesi, aynızamanda iki hareketin karşılıklı eşgüdümünü gerektirir. Devrimci silahlı gücün iradi ve sistemli eylemleri ile kitlenin ve kitle hareketiin uyumu sağlanamadığı sürece, yeni katliamlar ortaya çıkabilecektir.
Ikincisi, oligarşinin karşı-devrimci taktikleri ve faşist milislerin bundaki rolüdür.
Oligarşi, kendi iktidarını korumak için elindeki tüm olanakları sonuna kadar kullanmak durumundadır. Resmi zor güçlerinin yetersiz kaldığı ya da çeşitli nedenlerle etkinlik kuramadığı her durumda kullanabileceği bir silahlı gücü el altında tutmak oligarşinin temel politikalarından birisidir. Faşist milis örgütlenme, ister MHP adı altında var edilsin, ister "koruculuk" olarak biçimlendirilsin, isterse "özel ordu" şeklinde resmi ve yasal görünüme kavuşturulsun, her zaman oligarşinin kitle pasifikasyonu için kullandığı gücü oluşturur. Bu faşist güç, aynı zamanda gelişen silahlı devrimci mücadelenin karşısına çıkartılacak silahlı gücün politik-ideolojik zeminini de sağlamak durumundadır.
Oligarşinin kitle pasifikasyonunda kullandığı yöntemlerin temelinde kitlelere gözdağı vermek yatar. Bu gözdağı, bir yandan kitlelere kendi gücünü göstermeye dayanırken, diğer yandan devrimci öncülere güvenemeyeceklerini göstermeye dayanır. Burada kullanılan yöntem, gerek kitlenin kendi eylemliliği, gerekse devrimci öncünün eylemliliğinin yarattığı ortamın demagojik olarak kullanılmasıdır. Bu yolla, oligarşi, devrimci mücadeleye yönelmiş kitleyi pasifize etmeye çalışırken, kendisi için sağlam bir kitle temeli kurmayı da amaçlar.
İşte Maraş katliamının ortaya koyduğu bu politika, günümüzde Şırnak'da, Lice'de yeniden uygulamaya sokulmuştur.
Şırnak'da, Lice'de uygulanan yöntem PKK'nin silahlı eylemlerinin "bedelini" kitlelere ödetmektir. Yapılmak istenen basittir: Kitlelere, eğer PKK silahlı eylemlere devam ederse, bunun bedelini siz ödersiniz denilmektedir.
Ama oligarşi, bugünde faşist milislere dayalı bir politikayı da yaşama geçirmek durumundadır. Resmi zor güçleriyle Şırnak, Lice vb. yerlerde kitleye yönelik saldırılar, faşist milislerin kitleye yönelik saldırılarıyla tamamlanmak istenmektedir. Erzurum olayları bunun ilk belirtileridir. Yeni Maraşlar yaratılmak istenmektedir, ama henüz neresi olacağı belirginleşmemiştir. Ancak 1978'lerin planları yeniden şekillendirilmektedir. Bu yolla Kürt ulusal uyanışı pasifize edilecek ve Maraş katliamı sonrasında olduğu gibi, bu yerler boşaltılarak faşist örgütlenmeler için birer üs haline getirilecekti. Lice yeni bir Maraş olmasa da, oligarşinin kitleye yönelik terörle, onların pasifize edilmesi politikası bir ve aynıdır. Bu politika varlığını sürdürdükçe, potansiyel olarak yeni Maraşlar ortaya çıkacaktır. Bunu durdurmanın tek yolu, devrimci öncü ile kitle örgütlülüğünün bütünleştirilmesidir.