KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1993
Mevcut Durum
Üzerine
1993 kış aylarına girilirken, ülkemizdeki siyasal olaylar, oligarşinin Kürt ulusal hareketi karşısındaki politikalarının belirleyiciliği altında ve PKK hareketinin kendi siyasal-askeri yönelimiyle birlikte gelişmektedir. Hemen hemen son birkaç yıldan bu yana benzer beyanlar, politikalar ve eylemler ortaya çıkmakla birlikte, bu yıl içinde gelişen kimi olaylar ve olgular, siyasal olayların yönünü çeşitlendirmiştir.
Mart 1993'de PKK'nin tek yönlü ilan ettiği ateşkes süreci, oligarşinin T. Özal'a bıraktığı politik işlevlerin bir ürünü ve devamı olarak ele alınmıştır. PKK, arabulucu gazeteciler aracılığıyla yürüttüğü gizli görüşmelerin bir sonucu olarak ateşkes ilan ederken, kitlelerde görülen durgunluğu ve DYP-SHP koalisyonuyla beliren otorite sorununu politik bağlamda çözmeye çalışmıştır.
Ancak ateşkesin, oligarşinin politik kadrolarının -ve revizyonist ve reformist pek çok çevrenin de- beklentilerinin aksine, "beklenmedik" bir zamanda ve biçimde PKK tarafından sona erdirilmesi, yeniden eski politikalara bir dönüş eğilimi ortaya çıkarmıştır. "Ezme", "yakıp-yıkma" politikaları ile -popüler dilden söylersek- "ver-kurtul" politikaları birbiri içinde tam bir politik kaos ortamı yaratmaktadır.
Tüm bunlara PKK'nin, gerek büyük kentlere yönelik "missilleme" beyanları, gerekse Dersim'de sol örgütlere yönelik eylemleri eklenecek olursa, politik kaos daha da derinleşme eğilimi göstermektedir.
"Gelişen olaylar Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasal ortamdan soyutlanamayacağı gibi, ülkemizin yapısından da soyutlanamaz. Bizim için önemli olan, olayların gösterge niteliğini ve hangi dinamiklerin ürünü olduğunu kavramaktır. Bu konuda seçmeci, dar görüşlere kapılamayız. Marksist doktrin, dar görüşlülüğü ve olayları yüzeysel olarak ele almayı reddeder. Olguların iç çelişmelerini ve ülke çapında gelişen hareketin genel gelişim çizgisini (dinamiğini) kavrayamamak, bizi küçük-burjuvazinin dünya görüşlerine hapseder.
Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, her şeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini 'içinde bulunulan an'ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır.
Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve anti-marksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir. Olayların gelişimi, ülkenin (özel olarak Türkiye'nin) emperyalist sistemin belirleyiciliğinde sınıfların alacağı tavra göre biçimlenir. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal yapı nasıl sınıfların hareketini yönlendirirse, sınıfların tavrı da ülkenin yapısını aynı şekilde etkiler. Devrimci proletarya için önemli olan, ülkenin içinde bulunduğu durumu doğru tespit ederek ona uygun düşen (devrimci hareketi yönlendiren ve bu hareket içindeki sınıfsal öncülüğü koruyan) sınıfsal taktik tavrını belirlemektir. Nasıl ki durum tahlilleri sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin kavranmasını ifade ederse, her tavır da sınıfsal bir karakter taşır.
Proletarya adına hareket ettiğini söylemek ve proletaryaya 'sahip' çıkmak (uvriyerizm) proletarya öncülüğünü getirmez. Esas olan, mevcut durumu, gelişmenin temel hareketini kavradıktan sonra ona uygun düşen proleter tavrı geliştirmektir.
Olayların görüntüsünde kalan vulgar tahlillere dayanarak alınacak tavır, olguların iç dinamiğini kavrayamadığından olayların gerisinde kalmaya mahkumdur. Olayların ardından gelecek aktivist tavır ise, gerçek bir aktivizmi (doğru ve çözücü olan) değil, sahte, sol'a açık ve özde sağ bir görüşü ifade eder.
Sonuç, sözkonusu olan politik pasifizme varıştır.
Yanlış tahlil ve tavırların (istenildiği kadar olgulara dayandırılsın ve sınıfsal olduğu iddia edilsin) bizi Marksizm-Leninizmden uzaklaştıracağı, proletaryanın öncülüğünden saptıracağı ve bizi diğer sınıfların (özellikle küçük-burjuvazinin) seviyesine indireceği bilinmelidir.
Devrimimize proletarya dışındaki diğer emekçi sınıfların da katılacağı düşünülürse, proletaryanın öncülüğünün titizlikle korunması da o derece önem kazanır. Proletaryanın öncülüğü de (bu konudaki stratejik çözümleme yapıldıktan sonra) taktik meselelerde ortaya çıkar ve somutlaşır.
Taktik meseleler pratiğe ışık tutucu somut çözümlemeler olması nedeniyle devrimci pratiğin turnosoludur. Taktik sorunların pratiğin yönlenmesinde ortaya çıkması, devrimciler arasındaki teorik ve pratik tartışmaların, farklı görüşlerin çarpıştığı bir alan olmasına neden olur. Devrim adına hareket eden her fraksiyon veya her ideolojik-politik görüş, olayların öne çıkardığı taktik sorunlarda kıyasıya çarpışır. Olayların nasıl gelişeceği ve götürücü dinamiğin ne olduğu önceden kesin olarak bilinemeyeceğinden (elbette bu 'bilinemezlik', pratiğin nasıl şekilleneceğini pratik ortaya çıkmadan bilinemeyeceği anlamında bir bilinemezliktir, yoksa olayların ne yönde gelişeceği bilimsel olarak bilinebilir) taktik sorunlar oportünizme ve revizyonizme açıktır. Ve revizyonistler taktik meselelerde ahkâm kesmekten pek hoşlanırlar. Pratiğin canlı pınarında ise revizyonist görüşler açığa çıkar. Ne var ki, Marksist-Leninistler için bu durumlardaki görev, devrimci savaşın rotasını düzenlemek olduğu kadar, revizyonizmin yüzünü açığa çıkarmaktır da. Bu görev son derece önemlidir. Zira revizyonizmin egemen olduğu bir görüşle geliştirilecek taktik tavır, stratejik bir önem taşıyabilir ve devrimci hareketin kesin yenilgisine neden olabilir. Biz, her taktik meselede, karşı-devrime karşı başarılı olacağımızı iddia edemeyiz. Böylesi bir görüş idealizme saplanmak olur. Ancak, bazen öyle taktik meseleler vardır ki, stratejik öneme sahiptir ve stratejiyi belirler. Böylesine stratejik öneme haiz taktik meselelerde ise revizyonizme kesin darbeler indirmek ve insiyatifi kaptırmamak gerekmektedir. Taktik meselelerde devrimci pratiğin ve özellikle proletaryanın görevi, gerek tahlilleriyle ve gerekse politikayı belirleyen tavrıyla diğer sınıfların seviyesine inmek değil, aksine diğer sınıfları proletaryanın yanına yükseltmek olmalıdır. Revizyonist görüşler ve taktikler bizi, diğer sınıfların seviyesine indirir, proletaryanın ittifaklarını parçalar. Oysa doğru taktik tavırlar ve şiarlar, ittifakların temelini teşkil eder."[1*]
Sözün özü, sorun, mevcut durumun doğru bir tahlili olduğu kadar, doğru devrimci taktiklerin ortaya çıkartılmasıdır.
Hemen herkes PKK'nin politik-askeri yönelimi ile oligarşinin karşı-politikaları üzerinde belli bir netliğin ortaya çıkmasını beklediği bir ortamda, mevcut durumun yalın bir belirlenmişliği, sadece olguların basit bir dizimini yapmayı gerektirmektedir. Bu olgu sıralanışı, olayların gelişim seyrinin bütünsel bir kavranışına hizmet etse de, bilinenlerin ifade edilmesinden öteye geçememektedir.
Olaylar içinde sınıfların konumu ve nesnel tutumları, aynı zamanda sınıfların ve tabakaların politik örgütlerinin faaliyetlerince değişime zorlanması, aynı zamanda ülkemizde gelişen politik olayların temel unsurlarındandır.
Öncelikle, ülkenin nesnel koşulları doğru biçimde tanımlanmadığından revizyonist ve pragmatist yaklaşımlar belirleyici olmaktadır. Kitlelerin bunlara göre belirlenişleri, onları çoğu durumda politikaların uslu bir izleyicisi durumuna getirmektedir.
Herkesin kesinkes bilmek zorunda olduğu gerçek, ülkenin emperyalist hegemonya altında olan geri-bıraktırılmış bir ülke olduğudur. Dolayısıyla, ülkedeki dengeler, kendi dengesini emperyalist metropollerde bulmaktadır. Bu da. dünya ölçeğindeki gelişmelerle bağlantılı bir dinamik ortaya çıkarmaktadır.
12 Eylül askeri darbesi ile başlayan süreç, sözcüğün gerçek anlamıyla, ülkedeki suni dengenin yeniden ve yeni eklentilerle kurulması olmuştur. Ülke bütününde yürütülen askeri terör, kitlelerin pasifikasyonunda belirleyici unsur olurken, ANAP hükümetleri eliyle uygulanan "adam satın alma" politikalarıyla yeni bir eklentiye sahip kılınmıştır.
1970'lerdeki milli krizin derinleşme eğilimi, kitle pasifikasyonuyla yavaşlatılmıştır. Bu ortamda, başta köylülük ve küçük-burjuvazi olmak üzere değişik sınıf ve tabakalar, mevcut düzenin "değişmezliği" konusundaki yoğun ideolojik propaganda ile eski aktivizmlerinden uzaklaştırılmıştır. Bunun en tipik ifadesi ise, E. İnönü başkanlığındaki SHP olmuştur.
E. İnönü'lü SHP, kitlelerin depolitizasyonunun bir ifadesi olarak ve aynı zamanda depolitizasyonunun sürdürülüşünün bir aracı olarak oligarşinin istediği bir durumda olmuştur. 1970'lerde kitlelerin politize olmasında özel bir yere sahip olan CHP (ya da sosyal-demokratlar), 12 Eylül sonrasında, devlet terörü ile sindirilmiş küçük-burjuvazinin sınıfsal konumuyla uyumlu bir SHP haline dönüşmüştür. SHP'nin, 1970'lerdeki gibi kitlelerin politize olmasında bir işlev sahibi olacağı sanısı, özellikle revizyonist ve oportünist solda yaygındı. Bu sanı, kaçınılmaz olarak geleneksel revizyonist politikaların sürdürülmesi istemi ile çakışıyordu.
Revizyonistler ve oportünistler, sosyal-demokratların şemsiyesi altında gelişeceğini bekledikleri ekonomik-demokratik mücadelenin, giderek politik bir mücadeleye kendiliğinden dönüşümünü beklediklerinden, tüm politikalarını buna göre belirlemişlerdir. Bu kesimlerin, legal olanaklardan yararlanmaları, kaçınılmaz olarak bu tutumun sol kesimlerde de yansısını bulmuştur. Böylece, sendikal alanda Türk-İş'e dayalı politikalar yaygınlık kazanmıştır. Bugün açıkça görüldüğü gibi, Türk-İş, beklentilerin aksine, içinde çalışılarak "dönüştürülebilecek" bir sendikal alan değildir. Ki böyle bir "dönüşüm" karşısında oligarşinin kendisine, Türk-İş'deki kadroları aracılığıyla yeni alternatif bulması da zor değildi. Ancak 12 Eylül terörü karşısında yıldırılmış küçük-burjuvazi ve bunların sol politikaları, akla gelmedik bir makyavelizmle (pragmatizm) kendi sindirilmişliğini genel bir tutum haline dönüştürmüştür.
12 Eylül öncesinin sol kitlesi, gerek sol örgütlerin dirençsizliğinin, gerekse oportünizmin bedelini ödemek zorunda bırakılmıştır. Devletin kendi önlerine koyduğu tek yol düzene entegre olmak olan bu unsurlar, küçük-burjuva politikacılarının ideolojik saptamalarını bir çıkış olarak görmüşlerdir. Doğrudan devlet zoruyla "nedamet" getirme seçeneği karşısında, bu politikalar kendilerinin "politik" kimliklerini koruyor görüntüsü taşıması bu yöndeki gelişmeyi belirlemiştir.
İşte tam bu süreçte SSCB'de "glastnost" ve "perestroyka" politikalarının ortaya atılması, ülkedeki sol kitlenin devre dışı kalışında nihai etki yapmıştır.
Böylece "silahlı mücadeleyle hiçbir yere varılamaz" tezinin yaygınlığı, 1984'den itibaren PKK'nin yürüttüğü yerel silahlı mücadelenin gelişimiyle ters bir durum yaratmıştır.
İdeolojik-politik planda ortaya çıkan bu durum, ekonomik düzeyde de benzer bir gelişme göstermiştir.
Bütünsel ve merkezi bir ekonomiye sahip Türkiye, dış ödemeler dengesi açığını azaltmıştır. Yüksek enflasyon sürekli bir durum haline getirilerek, ekonomik faaliyetlerin buhranlarının yükü kitlelere ödettirilmiştir. Başta işçi sınıfı olamak üzere, tüm çalışanlar enflasyona endeksli ücret politikasında sürekli izleyici durumuna getirilmiştir. Yapılan ücret ve maaş artışlarının, enflasyonla geri alınması politikasına bağımlı kılınan çalışanlar, ücret ve maaşların artırılması için belli bir periyotta hareketlenmeleri bu izleyiciliğin ürünü olmuştur. Her hareketlenme, birkaç yıllık enflasyonist politikaların baskısını birkaç ay hafifletmeyle sonuçlanmaktadır. Böylece "ot-sopa" ilişkisi içinde çalışan kesimler yalın bir ekonomik mücadele içinde tutulmuşlardır. 1987-90 arasında 82 Anayasası'na yönelik demokratik istemler ise, DYP-SHP koalisyonu ile önlenmiştir. Bunun en belirgin örneği YÖK'e karşı üniversite gençliğinin yükselen hareketinin gerilemesi ve durma noktasına kadar gelmesidir.
Politik talepler ileri sürmenin, hatta politik sözler söylemenin bedelinin devletin resmi zor güçlerinin terörüyle karşı karşıya kalmak olarak gösterilmesi, gelişen ekonomik mücadelenin politize olmasını sürekli engellemiştir. İşçilerin ve memurların ekonomik eylemlerinde polisin silah kullanmaması görüntüsü ile sol örgütlenmelerin her türden etkinliklerinde silah kullandığı görüntüsüyle birleştirilerek, -ki bunda basın belirleyici olmaktadır- kitlelerin politikadan uzaklaştırılmalarında siyasal zor her zamanki belirleyici yerini korumuştur.
Legal olanaklardan yararlanan sol ve sol görünümlü çevre ve bireylerin ideolojik saptırmaları, 12 Eylül'ün kitlesel terör anılarıyla birleştirilerek silahlı devrimci mücadelenin sürekli dışlanmasını getirmiştir. Silahlı devrimci örgütlerin bunu kırmaya yönelik girişimleri, bir yandan devletin tüm zor güçlerinin her türlü yasal çerçeveden sıyrılmış karşı hareketi, diğer yandan ise silahlı eylemle prestij sahibi olmaya çalışan revizyonist ve oportünistlerin kısa soluklu birkaç girişiminin bertaraf edilmesiyle birleştirilerek etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Bunda, PKK'nin silahlı devrimci örgütler ile revizyonist ve oportünist örgütler arasında ayrım yapmaksızın -ve ikincileri yeğleyerek- yürüttüğü propaganda da etkili olmuştur. Özellikle "biz savaşıyoruz", Kemalist Türk solu" tümceleriyle yadsınan silahlı devrimci örgütler, sürekli olarak kendi olanaklarını aşan ve sınıfsal temeldeki bir mücadeleyle çelişen bir faaliyete zorlanmışlardır. "Dağa çıkmak" ya da "kırlarda var olmak" gibisinden salt pragmatik ifadeler, devrimci örgütlerin stratejik faaliyetlerini engellemeye yönelik olmuştur. Bundan etkilenen kimi çevreler, ülkedeki mevcut durumu, kitlelerin konumunu, milli krizin gelişme dinamiklerini, suni dengenin boyutunu bir yana bırakarak salt kendilerinin varlığını ispatlamaya yönelmişlerdir.
Stratejik bir planın parçası olmaktan uzak parçasal-yerel faaliyetler, yayın organları aracılığıyla, bütünsel bir hareketmişcesine sunulması, bu eğilimi bir yanılsama düzeyine ulaştırmıştır.
Artık devrim stratejisinden, devrimci ilkelerden, uzun vadeli mücadeleden söz edilmez olmuştur. Herşey günlük olarak ele alınmakta, günlük olarak yürütülmektedir. 1980 öncesinde, Marksist-Leninist temel tezleri kendi oportünizmine uydurmak için teorik tahrifatlara gidenler bile, günümüzde bunlara ihtiyaç duymamaktadırlar. Denilenlerin ya da yapılanların, değil Marksizm-Leninizmle ilişkisi, en sıradan bir nesnel bilgiyle ilişkisi bile önemsenmez olmuştur. Pragmatizm, böylece, oportünizmin fırsatçılığı ile birleştirilmiştir. Eğer birşey yararlıysa ya da belli bir gelişme sağlıyorsa "doğrudur" felsefesi, teorisi bile yapılmadan genel bir çizgi haline gelmiştir. Bu gelişmenin ürünleri ise, PKK'nin söyledikleri ve yaptıklarının son on yıldaki evriminde ve bu evrim karşısında solda ortaya çıkan ideolojik kaosta bulunabilir.
1984 sonrasındaki ilk yıllarda köy baskınlarında sivil insanların öldürülmesini, "devrimci bir örgüt olarak böyle bir şey yapamayacaklarını" kendi geçmişlerinden örnekler vererek üstlenmeyen PKK, bugün açık biçimde bu insanların bunu "hak ettiklerini" söylemesi, değişimin boyutlarını gösterebilmektedir.
İdeolojik kaosu etkileyen diğer bir yanda, oligarşinin karşı-devrimci taktikleri olmuştur . Genel olarak "psikolojik savaş taktikleri" olarak adlandırılan oligarşinin taktiklerinden birisi de, devrimcileri, demokratları ve ilericileri Kürt ulusal hareketinin karşısına çıkarmak olmaktadır. Bu taktik, ağırlıklı olarak, PKK'nin gerçekleştirdiği köy baskınlarının devrimci savaş kurallarına ters düşmesine dayandırılmıştır. Böylece devrimciler, demokratlar, ilericiler bir ikilemle karşı karşıya bırakılmak istenmiştir: Eğer PKK'nin gerçekleştirdiği silahlı eylemler eleştirilecek olursa, oligarşinin "demokrat" görüntülü propagandasına hizmet edilmiş olacaktır; yok eğer PKK'nin gerçekleştirdiği her silahlı eylem "haklı", "doğru" ya da "devrimci-ilerici" eylem olarak ele alınırsa devrimci ilkelere ters düşülecektir. Bu ikilemin, aynı tarzda ve aynı ifadelerle PKK tarafından da ortaya konulması, solda tam bir belirsizlik, tavırsızlık durumu yaratmıştır. Kimileri bu durumdan çıkmak için değişik yollar denemişse de, sonuç yine ikilem olmuştur.[2*]
Kürt yerleşim alanlarındaki PKK'nin politik-askeri faaliyetlerinin ürünü olarak gelişen durumun, ülkedeki genel durumla çelişmesi, bu temeller üzerinde giderek büyüyen bir ayrım ortaya çıkarmıştır.
"Batı"da ücretlerinin biraz daha artırılması için eylem yapan işçilerin, memurların ekonomik hareketi söz konusuyken, "Doğu"da sadece canı ve ulusal kimliği peşinde koşan bir ulus hareketi söz konusu olmuştur.
Kürt ulusal hareketinde orta ve küçük-burjuva unsurlarının artan etkinliği ve buna paralel gelişen milliyetçilik rüzgarları, ülkedeki bu çelişik durumdan güç almaktadır. Aynı topraklar üzerinde, aynı sömürü zincirinde ve aynı oligarşik baskı altında olan iki ulusun bireylerinin, birbirlerinin istemlerine ve mücadelelerine böylesine yabancılaştırılmaları, oligarşinin son dönemde elde ettiği en önemli başarı olarak kabul edilmelidir.
Bu yabancılaşmanın ideolojik boyutu da şüphesiz oligarşinin başarısında belirleyici olmuştur. Solun Kürt ulusal hareketini salt çıkarcı amaçlarla "destekleme" politikası, PKK'nin tarihinden gelen ayrı örgütlenme ve ayrı mücadele etme politikasıyla birleştirilmiştir. Ayrıların ayrı yerde, aynıların aynı yerde bulunmaları, böylece doğal kabul edilir olmuştur.
Ülkemiz solunun bu gerçekleri bilmesine karşın, bunları geleneksel oportünist tutumlarla seslendirmemesi yabancılaşmanın gelişmesinde belirleyici olmaktadır. Bunun sonucu ise, kitlelerin tam olarak neyin ne olduğunu anlayamadıkları bir sürecin izleyicisi olmanın getirdiği pasiflik içinde kalmalarıdır. Bu pasiflik, ulusal köken ayrımı yapmayan bir niteliktedir.
Bu konuda, PKK'nin son aylarda yeniden yoğunlaştırdığı okul yakma ve öğretmen öldürme eylemleri ile gazetecilerin faaliyetlerini "yasaklaması" karşısındaki tutumlarda görmek olanaklıdır.
Hemen hemen her kesimde PKK'nin bu eylemlerinin "doğruluğu" konusunda "şüphe" bulunmaktadır. Ama öte yandan PKK'nin "dediğini yaptırabilmesi" de "başarı" olarak kabul edilmektedir. Yapılan tüm değerlendirmeler ya da "eleştiriler" bu bağlamdaki düşüncelerin izlerini taşımaktadır. TKP/ML'lilerin Dersim bölgesinde peynir fiyatlarını belirlemesi ve bunu uygulayabilme gücü arasındaki ilişki ile PKK'nin sözü edilen eylemleri aynı temelde bulunmaktadır. Burada ortaya çıkan farklılıklar ve aynılıklar, mevcut durumun en temel özelliklerinden birini ortaya çıkarmaktadır.
Öğretmenlere ve gazetecilere yönelik son PKK kararları ve eylemleri karşısında sol kitlelerdeki "bananecilik" bir yana bırakılacak olursa, hemen herkesin "rahatsızlık" duyduğu nokta, bunların ne denli devrimci bir eylem olduğu ve ne denli devrimci bir hareketin programı olabileceğidir. İster Vietnam halk savaşına bakılsın, ister Latin-Amerika'daki gerilla savaşlarına bakılsın, bu türden eylemler ve programlar (hatta görüntüler) görülmemektedir. Buralarda gerillalar, ister kurtarılmış bölgelere sahip olsunlar, isterse daha henüz gerilla bölgeleri düzeyinde hareket ediyor olsunlar, her yerde ve her fırsatta halk kitlelerini eğitmek için "halk okulları" açmışlardır. Kitaplarda, dergilerde bu okullardaki eğitim üzerine görüntüler sık sık yer almıştır. Bu görüntülerle PKK'nin eylemlerinin çelişmesi ilerici, demokrat ve devrimci her kişinin hemen fark ettiği bir gerçektir. PKK'nin askeri eğitim alanlarından gelen görüntülerin, kitlelerin eğitimini amaçlayan "halk okulları" görüntüleriyle tamamlanmaması, devrimci bir hareket açısından bir zaaf olarak değerlendirilmek durumundadır.
Devrimci bir örgütün ve devrimci hareketin, gerici, şovenist eğitim karşısındaki tutumu, bu eğitim ile ilerici, yurtsever eğitimin yer değiştirmesini sağlamaktır. Sonal olarak ya da bütünsel olarak değişim bir devrim sorunudur; ama Halk Savaşı sürecinde bu değişim parça parça yerine getirilir.[3*] Doğal olarak, gerilla bulunduğu alanlarda, bu değişimi sağlayacağı koşulları ortaya çıkardıkça, kendi eğitim sistemini uygulamaya koyar. Bu süreçte diğer bölgelerde gerici, şovenist eğitim kurumlarının etkisizleştirilmesi ya da işlemez hale getirilmesi, doğrudan kitlelerin eylemi ile gerçekleştirilmek durumundadır. Bu eylem, mevcut oligarşik eğitim kurumlarının boykot edilmesinden, alternatif yarı-legal eğitim alanları kurulmasına kadar uzanan bir dizi faaliyeti içerir. Bu eylemlere, oligarşik eğitim kurumlarında çalışan ilerici, demokrat, yursever ve devrimci öğretmenlerinde katılımları sağlanmak durumundadır. Bu konuda 1980 önce inde ülkemizde oldukça geniş bir deneyim olduğu da ortadadır.
İşte PKK'nin okullara ve öğretmenlere yönelik silahlı eylemleri, kitlesel bir hareketin parçası olamadığı için sadece zora dayalı bir "çözüm" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da PKK hareketinin zaman içindeki evriminin bir yansısı olmaktadır.
Hemen hemen benzer durum gazeteler ve gazeteciler konusunda da ortaya çıkmaktadır.
Ülkemiz solunda, düzen gazetelerinin devrimcileri ve devrimci mücadeleyi karalamak amacıyla yaptıkları yayınları protesto etmek için "boykot" kampanyaları düzenlenmiştir. Ancak bu boykot kampanyaları çok sınırlı kalmış ve düzen gazetelerini (dolayısıyla düzeni) zora sokacak boyutlara hiç ulaşamamıştır. Kitlelerin duyarlılığının sağlanamamış olması katılımı azalttığı gibi, kitlelerin haber öğrenme istemlerinin başka türlü karşılanamamış olması da bunda etkili olmuştur. Günlük "sol" gazetelerin varolduğu ortamda bile, "sol" gazeteler kitlelerin haberleri günlük öğrenme istemlerine yanıt verememeleri, her zaman ikinci bir gazete olarak da olsa düzen gazetelerinin alınmasını getirmiştir. PKK'de benzer tarzda düzen gazetelerinin zaman zaman "alınmaması" için çağrılar yapmıştır. Ancak bunlar hiçbir biçimde etkili olmamıştır.[4*] Böylece son ay olduğu gibi doğrudan silah gücüyle bunlar yapılmaya çalışılır. Şüphesiz bunun etkinlik süresi de, karşılıklı güçler dengesine ve yaratılan psikolojik havaya bağlıdır, yani kalıcı değildir. Kitlelerin kendi eylemine dayanmadığı sürece kalıcı olmaları beklenilemez.
Halk kitlelerinin gelişen politik olayların yalın bir izleyecisi durumunda bulunması, ülkedeki depolitizasyon ortamının varlığını ifade etmekle birlikte, soldaki ideolojik kaos ve sınıfsal amaçlar ile ulusal amaçlar arasındaki farklılıklar da bunun sürmesinde etkili olmaktadır. Kitlelerin düzene karşı tepkilerinin oligarşinin siyasal zoru ile pasifize edilmesi, yani suni dengenin mevcudiyeti, milli krizin gelişme dinamiklerini de etkilemektedir. Yine de ülkedeki en temel sorunlardan birisi de, tepkileri pasifize edilmiş olsa da halk kitlelerinin içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal sorunların giderek keskinleşmesidir. Geçmiş dönemlerden farklı olarak, günümüzde halk kitleleri, değişik istemlerini legal ya da yarı-legal alanlarda ve örgütler aracılığıyla ifade edebilme, dışa vurabilme olanaklarına sahip olmamasıdır. Böylece pasifize edilen tepkiler, düzenin şu ya da bu kurumu aracılığıyla oligarşiye kanalize edilebilmektedir.
12 Eylül sonrasında solun etkisizleştirilmesiyle ortaya çıkan boşluk, kitlelerin devrimci bir değişim yönündeki hareketini de durdurmuştur. Ama kitlelerin bu yöndeki istemi, eski dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Bunların ifade edildiği ve dışa vurulduğu demokratik ya da devrimci bir hareketin gelişememesi, kaçınılmaz olarak kitlelerin farklı yönlere çekilmelerini sağlamıştır. Bu yönlerden en önemlilerinden birisi de şeriatçılıktır.
Radikal islamcılar" vb. adlarla düzenin kökten değişmesini ifade ettiği varsayılan kesimlerin tarikatlar aracılığıyla gerçekleştirdikleri örgütlenmeler, pek çok yerde düzene karşı bir alternatif görüntüsü yaratmaktadır. Bu kesimlerin, RP'nin seçimlerde başarı kazanacağı düşüncesiyle, son dönemde RP'ye yanaşmaları, bu yöndeki gelişmelerin odak noktasına RP'nin oturmasını getirmiştir. Emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesi karşısında sürekli durumu bozulan, eski ekonomik toplumsal ve siyasal etkinliğini yitiren ve tasfiye olan kesimlerin (Anadolu esnaf ve tüccarı ile orta-burjuvazi) çıkarlarının açık savunucusu olan RP'nin propagandasının "radikal" söylemi, solun etkisizliğinin bir ürünü durumundadır. Anti-emperyalist söylemden anti-şovenist söyleme kadar her düzeyde "radikal" görüntüsüyle RP, kitlelerin düzen değişikliği isteminin kanalize edilmeye çalışıldığı yer olmaktadır.
Gelişen diğer bir siyasal oluşum da faşist örgütlenmelerdir. MHP'nin, 12 Eylül sonrasında toplumun her kesimi içine yayılan ve buralarda kendilerini eski günlerin "imajından" uzaklaştıran faşistlerin birliğini sağlamasıyla birlikte, oligarşi için yeniden bir güç durumuna gelmiştir. Kürt ulusal hareketinin gelişmesinden çok, PKK'nin son dönemde izlediği milliyetçi politikalarla kendine yeni bir alan açmayı hesaplayan faşist milisler, yeniden oligarşinin sivil vurucu gücü konumuna doğru gitmektedirler. Faşistlerin, PKK'ya yönelik askeri saldırılarla eğitilmiş yeni silahlı unsurlara sahip olması, faşist saldırıların gücünü ve biçimini değiştirecektir. Kendi saldırılarının zeminini PKK'nin beyan ve eylemlerinde bulma durumunda olan faşist milis örgütlenme, önümüzdeki dönemde doğrudan oligarşinin alacağı kararlara bağlı olarak büyük ölçüde devreye sokulacaktır. Faşist milislerin "kitle tepkisi" adı altında Kürtlere yönelik saldırıları, gerçek bir soykırıma yönelecektir.
Bugün için oligarşi faşist milislerin hareketi konusunda kesin karar vermiş durumda değildir. Bu konuda oligarşinin siyasal kadroları arasında da anlaşmazlık bulunmaktadır. Oligarşinin bir kanadı, faşist milislerin devreye sokulmasının Türkiye'nin bütününde bir tepki yaratacağını düşünmektedir. Bunlara göre, MHP'lilerin saldırıları belli bir süre merkezi, planlı ve denetimli yapılabilse de, bir süre sonra denetimden çıkabilecek ve bugün için pasifize edilmiş sol kitleyi politize edebilecektir. Bu ise, ülkede devrimci kitle hareketinin yükselmesi için bir temel oluşturacaktır. Şu an oligarşi ve onun siyasal kadroları arasında bu eğilim ağır basmakla birlikte, oligarşinin her zaman devrimci mücadeleye karşı bir güç olarak yaşattığı faşist milis örgütlenme her an devreye sokulabilir.
Son Erzurum olaylarının gösterdiği gibi, faşist milisleri "özel ordu" temelinde resmi bir silahlı güç olarak kullanma eğilimi, bugün için ağır basan yan durumundadır. Ancak Erzurum'daki faşist gösterilerin ortaya koyduğu gibi, faşist milisler kendi içlerinde örgütlü olup, oligarşinin resmi güçleri tarafından kolayca denetim altına alınamamaktadır. Bunda koalisyon hükümetinin bir kanadının SHP olmasının rolü varsa da, faşist milislerin kendi örgütlülüğünün (MHP) politikaları belirleyici durumdadır.
Bugün oligarşi, Kürt ulusal hareketini "evcilleştirme"nin yolunun PKK'ya güçlü bir darbe vurmaktan geçtiğini düşünmektedir. PKK'ye vurulacak güçlü bir darbe, yeni bir ateşkes koşullarını yaratabileceği gibi, Mart 94 yerel seçimleri aracılığıyla PKK'ya kendini legalleştirme olanağı verilebilecektir. Tüm bu süreçte oligarşinin temel hedefi PKK üzerinde psikolojik üstünlüğü ele geçirmektir. PKK'ya indirmeyi hesapladıkları darbenin maddi sonuçlarından çok, psikolojik sonuçlarıyla ilgilenilmektedir. Ama bu durum sadece oligarşi için geçerli değildir; PKK'de oligarşinin bu taktiğine karşı benzer bir taktik izlemektedir. O da, son aylarda elde ettiği psikolojik üstünlüğü, oligarşiyle masaya otururken güçlü bir koz olarak elde tutmaya çalışmaktadır. PKK'nin kitle üzerindeki etkinliği, kitlelerin belli bir politik programa dayalı örgütlenmesiyle tamamlanmadığından, ağırlıklı olarak askeri duruma bağımlıdır. Bu nedenle tüm süreç, askeri güçlerin karşılıklı hareketine indirgenmiştir.
Mevcut durumda öne çıkan yan, oligarşi ile PKK'nin, karşılıklı olarak, askeri güçlerle taktik üstünlük elde etmeyi istemeleridir. Amaç "masaya" güçlü kozlarla oturmaktır. PKK bu durumu, "yeni ve daha kapsamlı bir ateşkes için savaş" olarak ifade etmektedir.
Oligarşinin taktik üstünlük arayışı, doğrudan kitlelere yönelik terör ve tenkil politikalarında yoğunlaşmaktadır. Daha önce Şırnak'da kullanılan yöntem, son olarak Lice'de yeniden uygulanmıştır. Bu yöntem, PKK'nin şehirlere yönelik en küçük silahlı eyleminin bedelinin doğrudan kitlelere ödettirilmesi yöntemidir. Bu yolla, PKK, bu tür silahlı eylemlerden uzak tutulmaya çalışılırken, kitlelerin de (özellikle çarşı esnafının) PKK'ye bu yönde baskı yapması sağlanmak istenmektedir. Önümüzdeki dönemde Şırnak, Lice türü katliamlar ve imhalar sürekli gündemde olacaktır. Ancak belirttiğimiz gibi, bunların yaygınlığı ve sıklığı, doğrudan devlet ile PKK arasındaki ilişki tarafından belirlenecektir.
Mevcut durumda diğer bir yanda, PKK'nin ve devletin, tüm faaliyetlerinde birbirleriyle sürekli temas halinde olmalarıdır. Bu temas, kimi zaman doğrudan aracılarla sağlanırken, kimi zaman basın-yayın organları aracılığıyla sağlanmaktadır. Karşılıklı beyanlar, tümüyle birbirlerine yöneliktir.[5*] "Yeni ve daha kapsamlı bir ateşkes için savaş" sloganı da bu bağlamda kullanılmaktadır. Yer yer hiçbir anlam verilemeyen eylemler ve beyanların arkasında bu gerçek yatmaktadır.
Oligarşi ve PKK'nin, taktik amaçlarla (kısa vadeli) karşılıkı hareketi önümüzdeki aylardaki politik gelişmelerin belirleyicileri durumundadır. Ama her dönemde olduğu gibi, anti-oligarşik mücadele öndedir. PKK'nin oligarşiyle oligarşik devleti; oligarşik devlet ile oligarşinin askeri kanadını birbirinden ayırma teorileri,[6*] solda ve kitlelerde anti-oligarşik mücadelenin (ve doğal olarak anti-emperyalist mücadelenin) hedeflerini ikincil bir hedefmiş gibi algılanmasına neden oluyorsa da, nesnel gerçeklik bu mücadelenin önde olmasını zorunlu kılmaktadır.
Komünist Manifesto'nun sözleriyle söylersek "şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir". Kürdistan'ın ister iç sömürge olarak tespit edilsin, her koşulda sömürülenlerin olduğu yerde sömürenler olduğu ve bunların da belli bir sınıf ya da sınıflardan oluştuğu kitlelere açık biçimde anlatılmalıdır. Bugün tüm katliamların ve tahribatların yürütücüsü oligarşinin silahlı güçleridir ve amaç oligarşik sömürü düzenini korumaktır. Bu nedenle Kürdistan'ın gerçek kurtuluşu bir devrim sorunudur ve bu da oligarşik yönetimin (dolayısıyla emperyalist hegemonyanın) yıkılmasından geçmektedir. Oligarşinin merkezi bir güç oluşturması nedeniyle de, savaş, oligarşinin yönetimi altındaki her alanda ve yerde, birleşik, bütünsel ve merkezi olarak yürütülmelidir. Merkezi devlet otoritesinin güçü kırılmadan ulaşılacak yer sadece "uzlaşma"dır.
Mevcut durumda, oligarşi ile PKK'nin taktik üstünlük elde ederek "masaya oturma" faaliyetlerinin belirlediği politik ortamda, temel sorun, sınıfsal mücadele ile Kürt ulusal mücadelesi arasında artan farklılaşmadır. Bu iki mücadele arasında ortak hedeflerin öne çıkartılması; Kürt ulusal hareketinin anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir temele oturtulması; ülke bütünündeki kitlelerin ekonomik mücadelesinin politik mücadeleyle birleştirilmesi ve demokratik halk devrimi hedefine kanalize edilmesi ve bu amaçlarla suni dengenin ülke bütününde bozulması temel devrimci görevlerdir.
Bu bağlamda, kitlelerin depolitizasyonu ile ideolojisizleştirilmesine yönelik olarak yoğun bir ideolojik mücadele yürütülmelidir. Bu mücadelenin hedefi, her alanda ve her yerde proletaryanın öncülüğünü sağlamak olmalıdır. Proletaryanın öncülüğü olmaksızın kalıcı ve sürekli bir çözümün olamayacağı kitlelere anlatılmalıdır. Bu görev, Marksist-Leninist ilkelerin yaşama geçirilmesiyle bağlantılıdır.
Taktik tavır, ekonomik, sosyal, politik, ulusal tüm sorunların bir potada ortaya konulması ve bağlantılarının gösterilmesi ve sorumlusunun oligarşi olduğunun kitlelere anlatılmasıdır.
THKP-C/HDÖ
GENEL KOMİTESİ
Dipnotlar
[1*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz, s. 17-20.
[2*] Bu konuda Ekim ayındaki Dersim olayları üzerine MLSPB'nin yayınladığı bildiri örnek verilebilir. MLSPB, PKK'nin son dönemde ilan etmiş olduğu bazı kararları bir "program" olarak ele almakta ve şöyle demektedir: "Bütün bu programların doğruluğu ya da somut duruma uygunluğu bir tartışma konusu olabilir. Ama, bu programların meşru olduğu tartışma götürmez bir gerçektir." Burada MLSPB, soldaki ikilemi sergilemektedir. Bulduğu çözüm ise, "meşruiyet-doğruluk" ayrımı yapılmasındadır. Genellikle Paris Komünü ya da 1905 Rus Devrimi karşısında Marks, Engels ve Lenin'in tutumu bu ayrım için pratik temel görevi görmektedir. Bu tutumlar, ülkemiz solunda oportünistler ve 12 Mart dönekleri tarafından, bu dönemde THKP-C ve THKO'nun silahlı eylemlerin yarattığı büyük sempati karşısındaki ikiyüzlü tutumlarını gizlemek için de kullanılmıştır. Söylenmek istenen, THKP-C ve THKO 1971'de silahlı mücadeleye başlamakta "haklıydılar", ama "yolları yanlıştı"! Oysa Marks, Engels ve Lenin'in tutumları, böylesinde bir amaç için kullanılamayacak kadar nettir. MLSPB'nin PKK'nin kitleselliğine dayalı hareketini tanımlayacak daha uygun ifadeler bulması gerekirdi. Ama belirttiğimiz gibi, bu yaratılmış olan ikilemin bir yansımasıdır.
[3*] Çin Halk Savaşı'nın izleyicisi olan ve son olarak da "Maoizm"i Marksizm-Leninizme ekleyen TKP/ML, bu gerçeği yer yer görmezlikten gelmektedir. PKK'nin öğretmenlere yönelik tutumu karşısında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: "Devletin şöven eğitim politikasından okullar ve öğretmenler sorumlu değildir. *özüm okulları kapatmak değil, "iktidarı ele geçirerek eğitimin içeriğini değiştirmektir." (abç) Oysa Doğu Perinçek'in Aydınlık'ında yayınlanan röportaj dizisinde, "okul yakma, öğretmen öldürme gibi uygulamaları doğru bulmuyoruz. Ancak öğretmenleri dönüştürebiliyorsan, devrimci eğitimi sağlarsın. Ayrıca varolan eğitime alternatif çıkarmadan, yerine bir şey koymadan bu tür politikalara girmek yanlıştır" denilmektedir.
[4*] Bunda PKK'nin pragmatik yaklaşımlarının özel bir yeri de vardır. Oligarşinin yeni dönem en gözde gazetecilerinden olan M. Ali Birand ve Milliyet gazetesi, bir dönem PKK'nin özel desteğine sahip olmuştur. Bir dönem düzen gazetelerinde propaganda olanakları var diye, bunların oligarşi ile bağlantıları kitlelere anlatılmayınca, bir başka dönem kitleleri bunlara karşı çıkmaya çağırmak anlamsızdır. Tıpkı Galatasaray'lı olmak bir övünç gibi sunulup, sonrada futbolun kitleler tarafından boykot edilmesini beklemek gibi birşeydir. Atasözünün dediği gibi, ne ekersen onu biçersin.
[5*] Bu tür temas ve beyanlara ilişkin olarak A. Öcalan'ın 28 Eylül'de düzenlediği basın toplantısı örnek verilebilir. Bu basın toplantısında bir gazetecinin "İdeolojiniz, komünizm mi?" sorusuna verdiği yanıt şöyledir: "Yani o bildikleri komünistlerden değilim. Toplumsallıktan yanayım. Doğanın ve toplumun tahrip edilmesine karşıyım. Bana göre mevcut rejimler doğayı da toplumu da tahrip etmişlerdir. Buna hangi ideoloji derseniz deyin, ben o ideolojidenim." Bu sözlerin muhatabının komünistler olmadığı kesindir. Ama Amerikan emperyalizminin son yıllarda Marksist-Leninist olmayan bir PKK istemiyle uyuşumludur.
[6*] Özgür Gündem'in 2 Kasım 1993 tarihli sayısında TÜSİAD Başkanı Halis Komili'nin açıklamalarını "Kâr, savaşa karşı" başlığı ile vermesi teorinin anlış bir bilinç oluşturduğunu da göstermektedir.