KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1993
Ya Duvar Yazıları
Konuşursa!
12 Eylül sonrasında ülkemizdeki gelişmelerden en önemlisi, şphesiz, kitlelerin depolitizasyonudur. 1980 öncesinin politize olmuş kitlesi, devrimci kadroların 12 Eylül döneminde etkisizleştirilmelerine paralel olarak gelişen yaygın bir pasifikasyona maruz kalmışlardır. Bu pasifikasyon, ağırlıklı olarak, ilerici yada devrimci en küçük bir kıpırdanmanın bile kitlelere pahalıya mal edileceği kanısının verilmesine dayanır. 1980 öncesinin politikayla, devrimci politikayla ilgilenen milyonlarca insanı, 12 Eylül döneminin yaygın devlet terö-rüyle pasifize edilmeleri, oligarşi ile halktan gelen tepki arasında yeni bir suni dengenin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
1986'lardan sonra yeniden gelişmeye başlayan toplumsal muhalefet, ağırlıklı olarak belli bir bilinç düzeyine ulaşmış ve buna uygun bir eylemliliğe girmenin gerekliliğini düşünen unsurların üzerinde yükselmiştir. Ilk öğrenci derneklerinin faaliyetlerinin gelişmesi, öğrenci eylemlerinin ortaya çıkması hep bu temelde olmuştur. 1960'larla, 1970'lerle kıyaslanamayacak kadar az sayıda bir katılıma sahip bu hareketler, daha ilk günden itibaren, oligarşinin siyasal zorunun hedefi haline gelmiştir. Yapılan birkaç "korsan" gösteri, dağıtılan bildiriler ve birkaç yazılama eylemi, bu eylemlerin "yasa-dışı"lığını ifade ediyordu.
12 Eylül döneminin getirdiği devlet terörü, bu gelişme karşısında, kendini yeniden anımsatmakla yetinmemiş, kimi durumlarda bu eylemlilik içinde olanlar üzerinde en uç noktalarda uygulanmıştır. Yapılan herhangi bir "korsan" gösteride yakalananlar, "gizli örgüt üyesi" olmaktan 8 ila 15 yıl arasında hapis cezasına çarptırılmış, bildiri dağıtanlara TCK'nın 141. ve 142. maddesi "gereğince", komünizm propagandası yapmaktan 5 ila 7,5 yıl hapis cezası verilmiştir. Duvarlara slogan yazmanın "cezası" ise, polisler tarafından kurşunlanmak noktasına kadar çıkartılmıştır.
İşte böyle bir ortamda, kitlelerin depolitizasyonu ile birleşen devlet terörü, kitleleri "apolitik" bir konuma getirmiştir. Bu durum, ister istemez, devrimci bir faaliyet içinde bulunan her kişiyi, "toplum dışı" bir unsur haline getirmiştir. Pek çok devrimci ve devrimci
örgüt, bu ortamda "çağ-dışı" olmakla, "gelişmeleri anlamamakla", "dogmatik"likle suçlanmıştır. Ama bu suçlamaları yöneltenler, ne yazık ki, eski "solcular", "örgütler" olmuştur.
Bu gelişmelerin son bir örneği de, Gerçek dergisinin 3 Temmuz 1993 tarihli sayısında görülmektedir.
Gerçek dergisi, "haber dergisi" olarak "Duvarlar Konuşurken" başlıklı bir "kültür-sanat" "haberi" yayınlamıştır. "Haber"de, "duvarlara yazılan sloganlar konu edilmekte ve sloganların çevre kirlenmesine neden olup olmadığı" "sorgulanmakta"dır.
1980 sonrasında Avrupa'da başlayan ve giderek kapitalistlerin "üretim artıklarını yeniden değerlendirme kampanyasına" dönüşen "yeşilcilik"in bir yansıması olan bu "sorgulama", kendi içinde bir haber olarak kalsaydı belki de hiç dikkat çekmeyecekti. En azından, belli bir konuda bilgi verdiği varsayılacaktı. Ancak "haber", "ilgililer"e yöneltildiğini varsaymamızı gerektiren sorular ve yanıtlarla, bu boyutları aşmakta, doğrudan ideolojik bir konu haline gelmektedir. Bu yanıtlardan birisini okuyalım:
"Duvar yazılarına, bir saldırı kimliği veren özelliklerinden birisi de, her yere, her türlü boya ile yazılabilmesidir. Tarihi binalarda, kalıntılarda, 'duvar yazısı', özellikle bu saldırı kimliğiyle çarpıcılık taşıyor. Ama bu saldırının, devrimci ve özellikle sosyalist olduğu söylenebilir mi? Tarihi, kültürel birikimin gerçek sahibi, onları gerçek insani içerikle dolduracak olan devrimci işçi sınıfıdır. Onların korunmasından, geliştirilmesinden ve sahiplenilmesinden birinci derecede sorumlu olanlar, devrimcilerdir.
Bir 'Nuh Tufanı' gibi dünyayı tüm kirden ve pasından arındıracak olan devrimin, bir kirletici olarak algılanmasına yol açmamak gerekir." (Aydın Çubukçu)[1*]
Evrensel Kültür dergisinin yayın yönetmenliğini de yapan bir kişinin, "Duvar yazıları çirkin ve çevre kirletici bir saldırganlığa dönüşmemeli" başlığı ile düşüncelerini böylesine ortaya koyması, duvarlara devrimci sloganları yazmak için yaşamlarını tehlikeye atanlara saygısızlık yapmamış bile olsa, devrimcilerin "saldırgan" olarak algılanmasına zemin hazırlamaktadır.
Belki devrimci değerler, moral unsurlar 12 Eylül sonrasında aşındırılmıştır. M. Belge gibilerinin "somut bugün" için, devrimden vazgeçmeleri (ki bize göre hiçbir zaman bu kişinin devrim diye bir sorunu olmamıştır) sonucu tüm devrimci değerlere saldırmaları anlaşılabilir bir şeydir. Ama A. Çubukçu gibi, onlarca yıl cezaevinde yatmış, binlerce genç devrimci unsurla birlikte bulunmuş, onların istem ve özlemlerini yakından anlamak durumunda olmuş birisi için, bu değerler önemli olmak zorundadır. Ekim Devrimi'nde, Lunaçarski'nin Moskava ayaklanmasından sonra, proletaryanın başta Çarlık sarayları olmak üzere, kilise vb. "tarihi binalar"ı "tahrip" etmeye başlamaları üzerine gösterdiği duygusallık, onu kısa bir süre için de olsa, devrimi terk etmeye yönelttiğini hiç kimse bilmezlikten gelemez.
Bu olayı John Reed'in "Dünyayı Sarsan On Gün"ünden okuyalım:
"'Kremlin'i bombaladılar!' Haber Petrograd sokaklarında kulaktan kulağa yayılarak dehşet saçıyordu ortalığa. 'Küçük anne' yaldız kubbeli beyazlık diye adlandırılan Moskova'dan gelen yolcular korkunç öyküler anlatıyorlardı: ™lüler binleri geçiyor, Tvarskaya ve Kuznetski köprü sokakları alevler içinde yanıyor, Basil kilisesi birer yıkıntıya dönüyor, Uspenski kadetrali çöküyor, Kremlin'deki Kurtarıcı Kapısı sallanıyor ve Duma yerle bir ediliyordu. Bolşeviklerin yaptıkları kötülüklerden hiç birisi, bu aziz Rusya'nın yüreğine sokulan kƒfirlik ateşiyle kıyaslanamazdı. Dindarlar, Rus ulusunun tapınağını yerle bir ederek aziz Ortodoks kilisesine ateşler yağdıran topların gümbürtüsünü işitir gibi oluyorlardı.
15 Kasım'da, Halk Komiserleri Kurul toplantısındaki Eğitim Komiseri Lunaçarski birden ağlamaya başlayarak salondan dışarı fırlamış ve haykırarak:
-Elimde değil, demişti, bu güzellik ve törelerin canavarca yıkılışına artık dayanamayacağım...
Aynı gün istifa mektubu gazetelerde yayımlanıyordu"[2*]
Görüldüğü gibi, yüzyılımızın ilk ve en büyük devriminde bile, devrimin bir zor hareketi olduğunu; bu zor uygulamasının proletaryanın bir "seçimi" değil, burjuvazinin başka türlü devrilmesinin mümkün olamamasından kaynaklandığını, "tarihi binalar" ve "kültür değerleri" karşısında unutanlar olabilmektedir. Rus proletaryasının, yüzyılların Çarlık despotizmini yıkışlarında, Çarlığın simgelediği herşeye karşı duydukları tepkiyi, nefreti, sadece ve sadece sınıf perspektifiyle açıklamak olanaklıdı. Yoksa, herhangi bir küçük-burjuvanın "eski kent dokusu nostaljisinde derin içerik bulması"[3*] devrimin alt-üst ediciliğiyle yer değiştiremez.
Vietnam devrimcileri, Saygon'a (bugünkü adı Ho Chi Minh) girdiklerinde Amerikan emperyalizminin geride bıraktığı pek "tarihi bina" yoktu. Ama Vietnamlı devrimciler, Saygon'a girmekte acele etmemişler ve Amerikalıların kenti tümüyle terk etmesini beklemişlerdir. Böylece Saygon savaş alanı haline gelmemiştir. Vietnamlı devrimciler bunu yaparken, korumaya çalıştıkları, "tarihi binalar" değil, Saygon'da yaşayan milyonlarca insandır.
Nikaragua'da, Sandinistler, kentleri ele geçirdiklerinde, pek çok kent yerle bir edilmiş, yakılmış ve yıkılmıştı. Bu Sandinistlerin kendi "seçimleri" yada "eski kent dokusunda nostaljik derin içerik" bulamadıklarından değil, kent merkezlerinde toplanmış Somoza askerlerinin başka türlü yok edilememesinden kaynaklanmıştır.
Ama tarihte tersi örnekler de mevcuttur. II. paylaşım savaşında Nazi orduları Paris'e tek bir kurşun atmadan girmişlerdir. Işbirlikçi Vichy hükümetinin, her Fransızın bugün bile utanç duyduğu teslim anlaşmasını imzalarkenki gerekçesi, "tarihi Paris kentini yıkılmaktan kurtarmak" olmuştur.
Soyut bir tarih-kültür koruyuculuğu, onun somut bir tarihteki insan eyleminin ürünü olduğunu unutur. Tıpkı çevreciliğin, kapitalist üretim ilişkileriyle olan bağlantısını unutan yeşilcilik" gibi. Şüphesiz burada en önemli konulardan birisi de, duvarlara politik sloganların yazılıp yazılmayacağıdır. Duvarlara devrimci, ilerici slogan yazmanın bedelinin kurşunlanmak olduğu bir ülkede, bunların "çevre kirleticisi" olarak sunulması yada öyle algılanılacağını/algılandığını düşünerek birşeyler söylemek, sadece olaylara düzenin kendi koyduğu sınırlar çerçevesinden bakmak olacaktır. Ve hiçbir devrimci, kendi eylemine ve yaşamına bu noktadan bakamaz ve yabancılaşamaz.
Devrimci sloganların duvarlara yazılması, aynı zamanda, kitlelere yönelik bir savaş cağrısıdır. Her koşulda, egemen sınıflar, bu sloganlardan kurtulmanın yollarını aramışlar ve pek çok durumda silahlı güçlerini duvarlara slogan yazılmasını engellemek için kulanmışlardır. 12 Eylül döneminde askeri cunta, ev sahiplerine duvarlarındaki yazıları silmeleri ve yeniden yazılmalarını engellemeleri konusunda talimatlar yağdırırken, buna uymayanları gözaltına aldırmayı da ihmal etmemiştir.
Ama emperyalist burjuvazinin duvar yazılarına karşı bulduğu yöntem daha da çarpıcıdır ve "çevre korucuları" için eğiticidir de. Emperyalist ülkelerde, ister toplumsal düzene karşı olsun, isterse düzen içinde marjinal yaşam sürdürmeye zorlanmanın ürünü olsun, yaygın bir duvar yazılaması gelişmiştir. Özellikle sprey boyaların piyasaya çıkmasından sonra, eski dönemin elde kova ve fırçayla yazılamanın getirdiği "hantallık" aşılmış ve polislerden (yada "çevre koruculardan") daha hızlı hareket olanağı ortaya çıkmıştır. Böylece başta ABD olmak üzere, pek çok ülkede duvar yazıları sıkça görülür olmuştur. "Çevreyi kirletmeden ötürü" para cezasına çarptırma yöntemi, sprey boyaların hızına ulaşamayan polisler yüzünden işlevsiz kalmıştır. Bu da, ister "nostaljik" olsun, ister "sanatsal" olsun, her türden "çevre kirlenmesi"nin önünün alınamamasını getirmiştir.
Emperyalist burjuvazinin, 12 Eylül generallerinin duvarları beyaza boyatma yöntemleri yerine, yazı yazılacak duvarları beyaza boyatması, yarı-legal "duvar yazıcıları" mesleğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece "yazılabilir duvarlar-yazılamaz duvarlar" ayrımı yapılmıştır. Tabi burjuvazi, "yazılamaz duvarları", kendi reklam panolarıyla donatmayı ihmal etmemiştir. Ağustos ayında Alman demiryolu şirketinin vagonları duvar yazılarıyla "süslemek" için açtığı ihaleyi, bu yarı-legal "duvar yazıcılarının" "yeterli donanıma sahip olmadıklarından" kazanamamaları, olayın boyutlarını göstermeye yetmektedir.
Işte emperyalist burjuvazinin duvar yazılarını, bir süsleme aracı haline getirerek, onları politik içerikten soyutlama faaliyetini sürdürürken, ülkemizde insanlar duvar yazıları yüzünden kurşunlanmakta öldürülmekte ve bazıları da "çevre koruculuğu" adı altında depolitizasyona katkı yapmaya çalışmaktadırlar.
Sözün özü, yazılama, afişleme, pullama vb. faaliyetler, devrimci mücadelede, sloganların kitlelere ulaştırılmasının birer araçlarıdır. Bu araçları, hangi gerekçeyle olursa olsun, kullanılamaz hale getirmek yada kullanılmasını engellemek, devrimci sloganların ve tepkilerin kitlelere ulaştırılmasını engellemek anlamına gelecektir. Devrimci sloganların kulaktan kulağa yayılabilmesinde bu araçların kullanımı, bizim gibi ülkelerde, oligarşi için, silahlı bir eylem kadar tehlikelidir. Bu yüzden, her durumda dikkatli olunması, gerekli durumlarda önceden planlanması ve örgütlenmesi zorunlu olmaktadır. Devrimci unsurları bu konularda uyarmak ve eğitmek yerine, bu araçların "kirleticiliğinden" söz etmek, duvarları susturmakla eşdeğerdir. Ve unutulmamalıdır ki, duvarlar, her zaman egemen sınıfların devrimcileri kurşuna dizmek için kullandığı yerler olmuştur.
Dipnotlar
[1*] Haberde Yorumda Gerçek, 3 Temmuz 1993.
[2*] J. Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, s. 279-80.
[3*] Haberde Yorumda Gerçek, 3 Temmuz 1993.