KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1993
Üniversiteler
Açılırken
Üniversitelerde yeni öğrenim dönemi başlarken, genel bir umut, sevinç dalgası ortalığı kaplar. Yeni girenler için, yıllardır özlemini çektikleri, uğruna günlerce ders çalıştıkları, kurslara gittileri, sınavlarda heyecanlandıkları, günlerce sonuçlarının gelmesini bekleyerek düşler kurdukları, düşlerini yıktıkları "amaca" ulaşmanın neşesi, üniversitelerin bilmedikleri havasını koklamanın tedirginliğiyle birlikte koridorları, kantinleri ve anfileri kaplar. Eskiler, bilmenin getirdiği rahatlıkla, yeni gelenleri tanıma ve onlara bildiklerini gösterme, kimi durumda onlara yardımcı olma istemleriyle koridorları ve kantinleri doldururlar. Yaz tatilinde ayrıldıkları arkadaşlarını yeniden görmenin neşesi, yenilerin ilk olmanın neşesiyle garib bir birleşim oluşturur.
Bu ilk günlerin, neşe dolu, umut dolu, özlem dolu, çoşku dolu havası, yavaş yavaş yerini umutların önemsenmediği, özlemlerin ifade edilemediği garip bir okul yaşantısına dönüşür. Ve artık, üniversiteli, üniversiteli olarak, içinde yaşadığı koşulların dışsal biçimlenişi içinde devinmeye başlar. İşte o an, umutlardaki, düşlerdeki, kulaklardaki üniversite ile gerçek gerçeklikteki üniversite gözler önüne serilir. YÖK'ün üniversitesi ile özerk üniversitenin farkını somut olarak tanımayan bir kuşağın karşı karşıya olduğu bu durumu yeniden biçimlendirmesi de o denli zor olmaktadır.
Ortaokul ve Lise'de başlayan "üniversite sevdası", buralardaki "okul" yaşamını aşan ve insanları "üniversale" yönelten bir nitelik taşıması gerekirken, 12 Eylül faşist askeri yönetimiyle ülkede egemen kılınmak istenen depolitizasyon ve pasifikasyonun hedeflerinden biri olarak, yerini "aynı okul" olmanın yeniden üretildiği yerin sıkıcılığına bırakır.
YÖK'le özerksizleştirilen, İ. Doğramacı'nın Başkanlıktan alınmasıyla "vitrin" değiştiren üniversiteler, "işbitiricilik" yönünde "yetilerin ve bilgilerin" geliştirildiği yerlere dönüştürüldüğü, çok az üniversiteli tarafından kendiliğinden fark edilir. Çünkü, yıllar boyu "işbitiriciler" ortamında doğmuş ve büyümüş bir kuşağın, bunları "doğal ve gerekli" bir nitelik gibi algılaması, tüm eğitim sürecinde sağlandığı gibi, üniversitelerde yeniden biçimlendirilmektedir.
"İşbitirici-pragmatizm, kapitalizmin, kendini ideolojik olarak yeniden üretmek ve kendi insan modelini oluşturmak amacıyla yaygınlaştırmaya çalıştığı ve sistematize ettiği bir öznel-idealizm türünden başka birşey değildir.
Bu öznel idealizm; 'pragmatik pozivitizm' ve amaca yararlılık oportünizmi ile ete kemiğe kavuşturuluyor. İşbitirici-pragmatizm için bilgi bir kuram değil, bir yaşantıdır. Birlik'li ve genel değil, öznel ve biricik'tir. Bu yüzden uzun vadeli plan ve projeler yapılamaz. (!) Kişisellik, öznellik ve istemek önemlidir. 'İsteği' karşılayan, bu amaca ulaşmada başarı sağlayan her yol 'meşrudur'. Amaca ulaşmada 'başarılı olmak' tek geçerli ilkedir.
İşbitirici-pragmatizmin amaca yararlılık oportünizmi o'nun demokratiklik karşısındaki konumunu da açıklamaktadır. Bu felsefe yaşama sinince, demokratiklik kaygıları yerini hızla işi bitirilecek mekanizmalara, örneğin yürütmenin güçlendirilmesine bırakır. Yürütmenin güçlendirilmesi ve hızlandırılması ise, demokratiklik ile özü itibariyle uyuşmaz."
Ama üniversiteler, sadece, oligarşinin kendisine yeni personel sağlaması, kendi ideolojisini yaygınlaştırması için elverişli yerler değildir. Buralar, onlar isteseler de istemeseler de, evrensel bilgilerin, şu ya da bu oranda "sızdığı" yerlerdir.
"Sızma", çoğu durumda, ülkenin somut tarihsel, toplumsal, ekonomik ve politik koşullarının bir yansıması olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, üniversiteler, insanlığın evrensel bilgilerinin, planlarının, projelerinin konu edildiği yerler olma işlevini de yerine getirirler. Bu ise, toplumsal muhalefetin dinamik unsurlarının hareketi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, egemen sınıflar, üniversiteleri "depolitize" etmek için özel yasalar geliştirmek ve bunları uygulamak durumunda olmuşlardır. Doğramacı'lı ya da Doğramacı'sız YÖK bunun ürünüdür.
YÖK, üniversitelerin orta-okullaştırılmasının ifadesidir. ANAP iktidarlarıyla ortaya çıkartılan yeni "fırsatlar" ile bu sıradanlaştırma (ya da kışlalaştırma) bir bütünün parçaları olmuştur. Her türlü "sosyal güvence"den uzak (Bağ-Kur gibi adı var, kendi olmayan sosyal güvenceler de buna dahildir) bir yaşam süren insanların çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede, "kendini kurtama"da ifadesini bulan öznellik, bu konuda da maddi bir temel oluşturmuştur. Yaratılmak istenen, bu kesimlerin sınıfsal özelliklerini oligarşinin çıkarlarına tabi kılmaktır. Bunu, onların "çocukları" üzerinden yapmak, YÖK üniversitelerinin görevi olmuştur.
"Küçük mülkiyet doğası gereği ve ancak kendisinin birikmesi için gerekli zaman diliminin büyüklüğüne bağlı bir tarih bilinci sergiler. Ömrünün kısalığına bağlı bir perspektifle kendini tarihin başlangıcı görme eğilimi güçlüdür. Milad da, kıyamette o'dur. Ondan sonrası tufandır. Doğal olarak küçük girişimci ideolojisi, bu ölçüde kendine bağlı yorumladığı evrende, süreklilik ve ilke gibi bağlayıcı kavramları, yetki ve sorumluluk üzerine kurgulanmış örgütlülüğü sıkıcı, "bürokratik' bulacaktır!
Küçük girişimciye göre, kendi firmasının, kendi bölgesinin ve kendi mesleğinin ötesi 'merkezi'dir, 'hantal'dır, işleri geçiktiricidir. Bu ideoloji benzer pek çok saplantı üretir. Örneğin; 'meslektaşlar arasında en üstün o'dur, meslek dalları arasında en üstün o'nun mesleği, bölgeler içinde ise en iyisi o'nun bölgesidir.'
Küçük girişimci pratik şeyleri sever; kendi depragmatiktir !"
Evet, öğrenci kitlesinin yöneltilmek istendiği hedef budur. Bu hedef, emperyalizmin ve oligarşinin gereksinme duyduğu özelliklere sahip bir kuşağın yetiştirilmesi demektir. "İşbitiricilik", temelde, bir başkasının önüne geçmek, bir başkasının emekle yarattığı değerleri sahiplenmek, sözün özü, sömürücü olmak, açgözlü olmak demektir. Böylece, her zaman ve her yerde "patronunun", yani kapitalistin çıkarını savunan ve böylece sömürüden pay alan bir bireyler topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Adnan Kahveci gibi örnekler, bu amaçla medyalarda geniş ölçüde yer almaktadır.[*]
Bu ideolojik saptırma ve bireyin kendisi ve çevresine ilişkin yanılsamalar üretmesi, ANAP döneminde görülen pek çok yolsuzluk ve rüşvet olaylarında olduğu gibi, bireyi toplum-dışı/karşıtı hale getirmektedir. Emlak Bankası'nın ABD'den "transfer edilen" Genel Müdürlerinin durumu ortadadır. Engin Civan, Bülent Şemiler gibileri, Amerika'da YÖK'le hedeflenen bir ortamda eğitilmiş "işbitirici"lerden bazılarıdır. Sonuç ise, devlet bankasının milyarlarca lira zarara uğratılması ve bu paraların başka "işbitirici"lere kredi adı altında dağıtılmasıdır.
Üniversite gençliğinin karşı durması gereken bu saptırmalar ve toplum-dışı kişiliksizleştirmelerdir. Bu doğrudan doğruya mevcut toplumsal-siyasal düzenin sorgulanması ile olanaklıdır.
"Bireylerin bilimsel bilgi, gerçek ve demokratik kültür sahibi olmaları ve bunu sürekli olarak geliştirmeleri; toplumsal ve siyasal olaylarla ilgili olarak bilgilendirilmeleri; ekonomik, toplumsal ve siyasal oluşum ve gelişimin yasalarını kavramaları amacıyla, emeğin tüm değerlerin yaratıcısı olduğunun bilincinde, yurttaşlık hakkını koruyan ve kullanan, toplu yaşamın ve üretmenin evrenselliğini bilen özgür bireyler olarak yetişmeleri için" yürütülecek eğitim sistemi de ancak bu yapılabilindiği oranda var olacaktır.
Yine de, şu unutulmamalıdır: Mevcut toplumsal-siyasal düzen, kendisi için gerekli ve sadece kendisi tarafından istihdam edilebilir konularda ve mesleklerde eğitim verilmesini sağlar.
Bu nedenle, üniversite öğrencisi, ilk yıllarında olmasa bile, son yıllarında, egemen sınıfın verdiği işi "kapmak" zorunda bırakılmaktadır. Her koşulda ucuz emek-gücü kullanma eğiliminde olan kapitalist üretim ilişkileri, kaçınılmaz olarak kendisi için gerekli olandan daha çok nitelikli emek-gücü ortaya çıkaracaktır. Bunun anlamı ise, aynı iş ya da meslek kolunda istihdam edilebilir emek-gücünden daha fazlasının piyasada bulunmasıdır. Bu da, sürekli bir işsizlik tehdidini beraberinde getirir. Böylece üniversite gençliği, er ya da geç, kendisini burjuvazinin karşısında "beğendirme" yarışında bulur. Bu ise, birey olarak kendisinin, diğer "yarışmacılar"dan daha fazla "kazandıracağını" kanıtlamaktan geçer. Bir başka deyişle, üniversiteli, kapitaliste daha fazla kâr, daha fazla sömürü olanakları sunmaya zorunlu bırakılır.
Üniversiteli, bu saptırma ve yabancılaştırma çemberini kıramadığı sürece, doğrudan kapitalist, sermaye sahibi, sömürücü olmamakla birlikte, kapitalist için kapitalist sömürünün "düzenli ve sistemli" sürdürülmesini sağlama işlevlerini üstlenmek zorunda kalacaktır.
"İşbitiricilik" işte burada devreye girer. Artık o, şu ya da bu mesleği yapan, üreten ya da üretim sürecini rasyonelleştiren olmak yerine, tüm bunlara yabancılaşmış bir birey olur. İktisadçı olarak, kapitalistin kâr hesabını tutar, kaçırılacak vergileri hesaplar, mali yasaların boşluklarını bulup ya da düpedüz kapitalistlerin yararına yeni yasaların hazırlanmasına hizmet eder. Mühendis olarak, kapitalist üretimin aksamaması için çalışır; doktor olarak paralı sağlık hizmetlerinin sürdürülmesinden sorumlu bir tahsildardır artık vb...
Her koşulda, üniversitenin ilk yılları, anılarında neşeyi, umudu, ileriyi ve yarını simgeleyen güzel günler olarak kalacaktır.
Topluma yabancılaşmış, burjuvazinin hizmetine koşulmuş birey olarak, tüketicisi olduğu toplumsal üretimin ve ilişkilerin dışında sürdüreceği yaşam, yine de üniversiteye girdiği ilk günün coşkusunu, neşesini, heyecanını ve tedirginliğini unutturamıyacaksa, bu, sadece ve sadece üniversitelerin içerdiği evrensel insan değerlerinden ve üniversitelerin özerkleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi için verilmiş mücadelelerin yarattığı dostluktan, paylaşmacılıktan kaynaklanacaktır.
Belki bir gün, bir yerde, bir gazete haberinde, bir televizyon görüntüsünde, halkının kurtuluşu için mücadele eden, savaşan, kimi durumda ağır işkencelerden geçirilen, kimi durumda katledilen bir üniversite arkadaşının adı ya da görüntüsü, bu evrensel değerlerin bir zamanlar içinde ya da çevresinde olduğunu bireye duyumsatacaktır.
İşte bu anda, eğer daha dün, üniversite günlerinde birlikte çay içtiği, pilav kaşıkladığı, güldüğü arkadaşının ya da tanış bir yüzün kanlı görüntüsü, o eski üniversiteliyi etkilemiyorsa, biliniz ki, oligarşinin eğitim sistemi, kısacası YÖK, o kişide kişiliksizleştirmeyi, insani değerlerinden sıyırmayı başarmış demektir.
Dipnotlar
[*] Salt A. Kahveci'nin ölümü ile sonuçlanan "elim kaza" bile, bu "işbitiriciliğin" nerelere kadar uzandığını göstermektedir. Bilindiği gibi, A. Kahveci, yeni açılan otoyola ters yönden girmiş ve doğru yönden gelen bir araca çarparak, kendisinin, ailesinin ve diğer araç sürücüsünün ölümüne neden olmuştur. Daha önce inşa halinde olan otoyolun bu bölümü araç trafiğine kapalı olduğu için, A. Kahveci, "işbitiriciliğini" kullanarak -ve tabi milletvekili dokunulmazlığını da- yapıldığını düşündüğü şeritten giderek E-5'in zorluklarından kurtulmak istemiştir. Ama o gün, yolun trafiğe açılması söz konusu olmuş ve bundan "işbitirici"nin bilgisi olmadığı için, yaşamını yitirmekle kalmamış, hiçbir hatası olmayan diğer araç sürücüsünün ölümüne de neden olmuştur.