KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1993
Taşova --> Solingen --> Taşova
24 Mayıs 1993 gecesi Almanya'nın Solingen kentinde Türkiyeli ailelerin oturduğu binanın ateşe verilmesiyle birlikte Almanya'da ırkçılık ve ırkçı saldırılar yeniden gündeme geldi. šç kişinin ölümüyle sonuçlanan Mölln'deki olayın üzerinden 7-8 ay geçmeden Solingen'de benzer bir olayın meydana gelmesi pek çok yanılgıyı, yanılsamayı ve bunlara zemin teşkil eden "iyimser yorumları" da beraberinde alıp götürdü. Daha düne kadar Almanya'daki ırkçılığı, yabancı düşmanlığından çok, Alman toplumuna entegre "olamayan"ların yarattığı tepkiler olarak bakan ve sonuçta, bu saldırıları "ilticacılara yönelik" olarak düşünenler de ırkçılık ve faşizm konusunda düşünmek zorunda kalmışlardır.
Solingen'de 5 kişinin yanarak öldürülmeleri üzerine, Türk faşist ve şeriatçıların başını çektiği ilk protesto hareketleri sırasında yapılanlar (özellikle küçük Alman işyerlerine yönelik saldırılar) Alman basın ve yayın kuruluşlarında geniş ölçüde yer alırken, sorunun boyutları yeniden tartışma konusu haline geldi. Alman devletinin yabancı emek-gücü kullanarak sağladığı gelişmeler ve bu yabancılara yönelik yasal sınırlamalar bir yana bırakılırken, olası bir "sokak çatışmaları" kamuoyunun gündemine sokuldu.
Alman yöneticilerin birbiri ardına yayınladıkları "kınama" mesajları, giderek "sokak eylemcilerine" yönelik sert tedbirler alınacağı beyanlarına dönüşürken, kullanılan gerekçe Türk faşist ve şeriatçıların eylemlerinden çok, "Türk" kavramının tarihsel olarak Avrupa'da çağrıştırdığı ve yer yer özdeşleştirildiği "barbarlar" üzerinde yükseldiği pek az kesimin dikkatini çekti.
Solun gösterdiği tepkiler ise kitlelere "istismarcılık" olarak yansıtılmaya çalışılırken, Türkiyeli kitlenin kendi içinde ulusal kökene göre ayrıştırılması görmezlikten gelindi. PKK'nın Avrupa'da yaptığı açıklamalarda Solingen olayı karşısında "tarafsız" olduklarını ilan etmesi ve ardından olayın "MİT tarafından" gerçekleştirilmiş "olabileceği"ni açıklaması, sorunun giderek karmaşık politik ilişkiler düzeyinde ele alınabileceğinin izlerini veriyordu. Ve A. Öcalan ile Alman Focus dergisinin yaptığını iddia ettiği röportajda, PKK'nin ırkçı saldırılarla "Türklere yönelik" olduğu sürece ilgilenmeyeceği anlamına gelecek beyanlarda bulunduğunun yayınlanması bunun en somut örneği olmuştur. PKK tarafından yalanlanan haberde geçen Türkiyeli işçilerin serbest dolaşımının konu edilmiş olması ise, sorunun boyutlarını gösteren izler taşıdığı dikkat çekiyordu.
"Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun" türkülerine konu olan kırdan kente göçün Almanya'ya yönelik boyutunun bu türden saldırılarla güncelleşmesi, "göçmen işçi" yada "konuk işçi" sorununu tüm boyutlarıyla irdelenmesini zorunlu hale getirmiştir. Şüphesiz bu zorunluluk 30 yıllık bir dönemi kapsamakla birlikte, bugüne kadar yapılan değerlendirmelerden farklı yönler içermektedir.
Almanya'da faşist milislerin (ki bunlara günlük dilde neo-naziler yada dazlaklar adı verilerek siyasal içeriği silikleştirilmektedir) "yakma" eylemleri mülkiyete yönelik yanlar içeren boyutuyla, bir bütün olarak Almanya'da yabancıların varoluş sorunu haline gelmiştir. Yıllar boyu faşist milis örgütlenmelerin yabancılara yönelik propagandaları, Almanya'da gelişen ekonomik durgunlukla birlikte geniş bir taraftar bulmuştur. Almanların 5 milyona yakın işsizinin yarattığı toplumsal baskı, giderek yabancı işçilerin işlerine yönelik bir eğilim doğurmuştur. Bu eğilim yabancı işçilerin, özellikle de Türkiyeli işçilerin 1985'den sonra Almanya'da yoğunlaşan mülk edinme eğilimleriyle çatışma haline dönüşmüştür. Böylece sorun giderek "işçi yabancılar" ile "işsiz Almanlar" arasındaki çatışmadan, "varlıklı yabancılar" ile "yoksul Almanlar" arasında bir çatışma dinamiğine yöneltilebilinmektedir.
Diğer taraftan ise, Türkiyelilerin üçüncü kuşağının Almanya'ya bir "yurt" olarak bakma eğilimleri, 1985 sonrasındaki mülk edinme eğilimini yaratmıştır. Bir çeşit 30 yıllık "göçmenlik" dönemi sona ermeye yönelmiştir. Geri dönüşlerin salt formalite düzeyinde kalmaya başlaması bu eğilimin bir ifadesidir.
Bu koşullarda Almanya'nın devlet düzeyindeki politikası da biçimlenmiştir. Bu politikayı KURTULUŞ CEPHESİ'nin Ocak 1993 sayısında şöyle ortaya koymuştuk:
"Alman devleti için ise iyi bir yabancı hiçbir hak talep etmeyen, Alman yasalarına ve devletine saygı gösteren, işinden başka birşey düşünmeyen, her ay vergisini-kirasını-taksidini zamanında ödeyen, kazandığı paranın da üstünde tüketime zorlandığı için mutlaka bir bankaya kredi borcu olan, emeklilik zamanı geldiğinde de, posası çıkmış olduğu için, valizini toplayıp ülkesine dönen yabancıdır."
İşte bu noktada Alman devletinin politikası, faşist milislerin ırkçı saldırıları karşısında "esnek" bir politika olarak ortaya çıkmaktadır. Yabancıların, özellikle de Türkiyelilerin 1985'den sonra Almanya'da mülk edinmelerinin hızlanması, kapitalist mülkiyet ilişkilerine zarar vereceği için herhangi bir yasal sınırlamaya gidilmesine yol açamamıştır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri çerçevesinde mülklerin satışının sınırlandırılamaması, (hele ki AT gibi bir oluşuma gidildiği bir süreçte tümüyle olanaksız olması) aynı zamanda "dolaylı sınırlamalar" gündeme getirmek durumundadır. Fransa'da yabancıların mülk alımlarında yapılan polisiye soruşturmalar yada aynı semt ve mahallede yabancı mülklerin çoğalmasını sudan gerekçelerle engellemesi, Almanya'da, bugün için faşist milislerin terörüyle sağlanmaya çalışılmaktadır.
İşsiz ve mülksüz Alman işçileri için mülkiyetleri, temelde sınıfsal olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerine karşı oluştan kaynaklanan mülkiyet karşıtı konumu, yabancıların mülk edinmelerine yöneltilebilinmesi, bir yandan faşist milis hareketin etkinliğinin yönlerini ortaya koyarken, diğer yandan Almanya'daki sol hareketin zaaflarını sergilemektedir. Ekonomik durgunluğun resmi olarak ilan edildiği bir ülkede kitlelerin şu yada bu yöndeki tepkilerini ve istemlerini örgütleyemeyen sol hareket kaçınılmaz olarak kendi kitle temelinin gerici ve faşist güçlerin denetimine girmesi karşısında yapabileceği birşey yoktur.
Benzer durum Türkiye solu içinde geçerlidir. Yıllar boyu Alman Yabancılar Yasası'nın çerçevesinde ve Alman emperyalizminin "stratejik çıkarları" gereğince semirtilen şeriatçı ve milliyetçi (faşist) güçler, "vatan, millet, bayrak" kavramlarıyla etki altına aldıkları Türkiyelileri, hemen hemen benzer tarzda hareket ettirebilmektedirler. Solingen olayının ilk günlerinde görüldüğü gibi, şeriatçılar ve MHP'lilerin başını çektiği hareketlerde mülk sahibi kesimler ağırlıklı bir yere sahip olmuşlardır. Özellikle bakkal vb. gibi küçük çaplı ticaretle uğraşan ve müşterileri Türkiyelilerden oluşan kesimler şeriatçı ve faşist sloganlarla sokağa çıkmışlardır. Tekelci kapitalizm koşullarında kendi varlık koşullarının sadece yabancı (Türkiyeli) işçilere bağlı olduğunu bilen bu kesimlerin tepkisi, aynı zamanda kendilerinin küçük mülkiyetlerini koruma kaygısıyla birleşmiştir. Bu gerçekleri kitlelere anlatamayan, bu kesimlerin mülkiyet kaygılarının bireysel mülkiyetle ilişkisinin olmadığını sergileyemeyen solun eksiklikleri de burada ortaya çıkmaktadır.
Genel olarak Almanya'yı sürekli kalınan bir mekan yada "yurt" olarak kabul etme tutumunun kendi içinde belirsizliği taşıdığı koşullarda, sadece sorunu "üçüncü kuşak"ın sorunları olarak değerlendirmek, bunların aile ilişkilerinde yarattığı sorunların yeni biçimlerini (kesin dönüş yaban ebeveynler, pratik nedenlerle sürekli geliş gidişleriyle belirlenen) bir yana bırakarak, "bireysel özgürlük" vb. değerlendirmelerle ele alan anlayışlar, bu noktada açmaza girmiştir. Türkiye solunun, ülke devrimi ile olan bağları, kitlenin politize edilmesinde etkili olmuşsa da, aynı kesimlerin enternasyonalist bağlamda politize edilmesi ve harekete geçirilmesi (isterse Yabancılar Yasası'nın getirdiği sınırlamalar nedeniyle olsun) aynı oranda etkili olamamıştır. 1 Mayıslardaki kitlesel katılımların sınırlılığı bunu göstermektedir.
Bu eksik ve zaaflarıyla Almanya'daki ırkçı ve faşist saldırılara karşı "pratik önlemler" adı altında "savunma grupları kurmak"tan ya da "öz savunma"dan söz etmek, sadece kitleleri beklentiye itecektir. Bu da devlet desteğinde gelişen faşist saldırıların gelişimi koşullarında kitlelerin güvensizliğini yaratarak, Türkiye devletinin resmi yada yarı-resmi girişimlerine (ki bunlar şeriatçı ve faşist güçlerle birleşik olarak yapılmaktadır) daha uygun zemin oluşturacaktır. Son dönemde Türk faşistlerinin silahlanmasını "meşrulaştıran" haberlerin yoğunluğuna dikkat edilmelidir. Bu silahların, sonuç olarak devrimci kesimlere yöneleceği açıktır. Bu yüzden bu hareketlere soldan "teorik" temeller bulunmasına olanak tanınmamalıdır. Kitleler, her durumda faşist ve ırkçı saldırılara tepki göstermeye yöneltilmeli ve ırkçı-faşist saldırıların bugünkü biçiminin gerekleriyle, gelecekteki gelişmeleri karşısında alınacak tutumlar arasında uzun dönemli bir ilişki geliştirilmelidir.