Azerbaycan'da Elçibey'i destekleyen grupların başında MHP'li faşistler gelmekte ve bunlar değişik dönemlerde iktidarı ele geçirmek için girişimlerde bulunmuşlardır. Nahçıvan'da İskender Hamidov'a bağlı faşistlerin darbe girişimi son anda durdurulmuştur. Azerbaycan "Halk" Cephesi içinde uluyan bozkurt amblemli üniformalarıyla özel bir güç oluşturmaktadırlar.
Taha Akyol'un basın dünyasında "itibar" sahibi olmasında "ülkücü" ilişkileri büyük yere sahip olmuştur.
ANAP içinde Taşar'ler, Gökçek'ler bakanlık ve milletvekilliği düzeyinde faaliyet gösterirken, eski faşist milislerin devlet bürokrasisinde yer almalarında etkili olmuşlardır.
Mustafa Verkaya gibi faşist katiller bir yandan çek-senet mafyası gibi çalışırken, diğer yandan ANAP içindeki ilişkilerde sık sık yer almışlardır. En son Mesut Yılmaz'ın ANAP başkanı seçilmesinde kimi delegelerin zorla etkisizleştirilmesinde rol almışlardır. Böylece Mesut Yılmaz'ın en etkin destekçileri faşist milisler olmuştur.
Bu konuda en son örnek ise, DYP kongresinde yaşanmıştır. Tansu Çiller "Milliyetçi başbakan" sloganları ve "bozkurt selamı" ile karşılanmıştır.
Tüm bu ilişkiler ağında faşist katillerin ağırlıklı faaliyetleri "çek-senet mafyası" olarak bilinen yasadışı alanda yoğunlaşmıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, faşist milis hareketin dayandığı sosyo-ekonomik ilişkilerin ticari alanlarda yoğunlaşması, bu kesimlerin yüksek enflasyon ortamında ortaya çıkan çek-senet tahsilindeki çarpık ilişkileri, bu işlerin içine girmelerini sağlamıştır. 1980 öncesinde işledikleri cinayetleri çek-senet tahsilatı adı altında kullandıkları zorun bir ifadesi olarak göstermeleri bu kesimin gücünü oluşturmaktadır.
Son dönemde faşist milislerin etkinlikleri giderek kitlesel hareketlerde de yoğunlaşmaktadır. Özellikle kitlelerin kendiliğinden tepkilerinin ortaya çıktığı her yerlerde faşist milisler görülmektedir. İlk belirgin kitlesel hareket olarak Fethiye'de Kürtlere yönelik saldırılarda "ülkücüler" yönlendirici güç olarak ortaya çıkmışlardır.
Ancak son yıl içinde yapılan üç büyük kitlesel harekette faşistlerin etkinlikleri açık biçimde gözler önüne serilmiştir.
İlkin Ankara'nın Kızılcahamam ilçesinde "rakip" "çek-senet mafyası mensupları" arasında çıkan hesaplaşma tam bir kitle terörüne dönüştürülmüştür.
İkinci olay, Almanya'nın Solingen kentinde beş Türkiyelinin yakılarak öldürülmesinden sonra olmuştur.
Üçüncü olay ise, Sinop'un Boyabat ilçesinde bir cinayet sanığının linç edilmeye kalkışılmasında yaşanmıştır. (Bu olayda imam-hatip lisesi öğrencilerinin yer alması, aynı zamanda faşist milisler ile şeriatçıların ortak yanlarını göstermiştir.)
Üç olayda da ortak bir özellik, olayların kitlelerin bilinçsiz tepkilerinin faşist milisler tarafından yönlendirilmesidir. Diğer ortak özellik ise, söz konusu olan yerlerin ve kitlenin eski geleneksel ilişkilerin varlığını sürdürdüğü yerler olmasıdır.
1980 öncesinin faşist katillerinin on yıl sonra toplumun değişik kesimlerinde etkinlik kurmaları, MHP'nin kitle tabanının ve temsil ettiği sınıfların Türkiye'de varlığını sürdürdüklerinin ifadesidir. Yukardan aşağıya gelişen kapitalizmin sürekli yoksullaştırdığı ve mülksüzleştirdiği kesimlerin gerek politik, gerekse sosyal ilişkilerinde yer alan faşist milislerin varlığı, bu kesimler üzerindeki etkinliklerinin sürekliliğini sağlamaktadır. 12 Eylül sonrasında Türkeş'in "temsil ettiğimiz fikirler iktidar oldu" sözleriyle faşist kadroların her yandaki dağılmışlıklarına bir biçim vermesi, aralarındaki ilişkilerin sürekli olmasını da sağlamıştır. "Eski ülkücünün eski ülkücüye yardımı" olarak ifade edilen ilişki, giderek toplumun en üst politik ilişkilerindeki faşistler ile en altındaki faşistler arasında sürekli bir bağ halini almıştır. "Çek-senet mafyası" olarak faaliyet gösteren faşistlerin, aynı zamanda ANAP ve DYP kulislerinde delegelerin "ikna" sında görev almaları hiç de şaşırtıcı olmamaktadır.
Bu ilişkilerin en son örneği Fenerbahçe'nin son başkan seçiminde yaşanmıştır. Vefa Küçük-Ali Şen arasında süren Fenerbahçe kulüp başkanlığı seçiminin, son anda Güven Sazak'ın başkan seçilmesiyle sonuçlanması faşistlerin etkinliklerinin ve ilişkilerinin ne denli geliştiğini göstermiştir. 12 Eylül sonrasında kitlelerin depolitizasyonu için kullanılan futbol karşılaşmalarında tribünlerde görülen politik sloganlardan alınma pankartlardaki faşist ifadelerle bütünleştirilmiştir.
Kırdan kente göç eden nüfusun ortaya çıkardığı lümpen kesim, hemen her düzeyde faşistlerin örgütlenmeleri için uygun zemin teşkil etmiştir. (Aynı kesim 12 Eylül sonrasında şeriatçı akımların da örgütlenme alanlarını oluşturmuştur.) Bu kesimlerin başı bozuk tutumları, geleceğe olan umutlarını tüketmişliği, toplumsal düzene entegre olamamışlığı yoksullukla birleşerek faşistler tarafından kullanılabilir bir malzeme ortaya çıkarmıştır.
Bu kesimler, kimi zaman bir futbol karşılaşmasında, kimi zaman bir "mafya" ilişkisinde kitle oluştururken, kimi zamanlarda da polis operasyonlarında katledilen devrimcilerin arkasından polise tezahürat yapan koro olmuşlardır.
Faşistlerin bu kesimleri kullanmaları, peşlerinden sürükleyebilmeleri, sonal olarak faşistlerin 1980 öncesindeki cinayetler ve katliamlarla bütünleşen "imajları"nın zaman içinde silikleşmesi ve yeni kuşaklar tarafından bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Türkeş'in, çoğu durumda toplumun büyük kesimi tarafından benimsenen tutumları, hatta "sol" olarak tanımlanabilecek politikaları destekleyen beyanları bu "imaj"ın silikleşmesinde etkili olmuştur. Ama asıl belirleyici olan toplum üzerindeki depolitizasyon ve bunu "demokrasi ve barış" adına destekleyen "sol" aydınların tutumu olmuştur. Solda her türden ilkenin kolayca "pragmatizm"le yer değiştirmesi, belli bir devrimci ilkeye ve değere sahip çıkmanın "çağdışılık" olarak "eleştirilmesi" faşizme ve faşist katliamlara karşı sürekli bir toplumsal bilincin silikleşmesini getirmiştir. (Aynı şekilde kimi eski devrimci unsurların ticari ilişkilerde faşistlerle iş yapmaları da, pratikte faşist milislerin "eskisi kadar" tehlikeli olmadıkları imajının gelişmesine hizmet etmiştir.)
Faşistlerin gerçek yüzleri ortaya konulmadığı sürece, ellerinde tuttukları ilişkiler ve kesimlerle, yakın bir gelecekte yeniden aktif bir karşı-devrimci güç olarak politik alanda faaliyet göstermeleri zor olmayacaktır. Bu durum oligarşinin resmi zor güçlerinin devrimci mücadele karşısında etkinliğini yitirmesine paralel olarak daha da güçlenecektir. Ama bu süreç içinde faşist milislerin gelişen Kürt ulusal hareketinde küçük-burjuva milliyetçiliğinin etkinliğini artırmasını, ırkçı demagojisine dayanak yaparak Kürtlere yönelik katliamlara yönelmesi söz konusu olabileceği de unutulmamalıdır. Bu durum ise, sadece Kürt ulusal hareketini değil, devrimci süreci de etkileyecektir.
... Ve Sivas Katliamı
2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Etkinliği'nde ülke tarihinin en önemli katliamlarından birisi gerçekleşti. Cuma namazından çıkan gerici kitlenin, önce şenliğin düzenlendiği kültür merkezine yönelik saldırısıyla başlayan olaylar, Pir Sultan Abdal'ın heykelinin kazmalarla parçalanmasıyla devam etmiş ve şenliğe gelenlerin kaldığı otelin yakılmasıyla noktalanmıştır. Ve sonuç, yaşamını yitiren 35 ilerici, demokrat ve devrimcidir.
Gerek olayların hazırlıkları, gerekse yapılışı, katliamın sözcüğün gerçek ve tam anlamıyla devrimci düşünceye karşı olduğunu göstermektedir. Aziz Nesin'in kişiliğinde saldırılan ve katledilmek istenen devrimci düşüncelerdir. Saldırganlar şeriatçılar ve faşistlerdir. Şeriatçıların ve faşistlerin başını çektiği ve yönlendirdiği gerici kitle "dinsizlere" karşı "islamiyet savunucuları" olarak kendilerini sunmuşlardır. Pir Sultan Abdal'la simgeleşen tüm değerler bu katliamın hedefi olmuştur.
Olayların ilk görüntüleri bile şeriatçılar ile faşist milislerin nasıl iç içe hareket ettiğini göstermektedir. PKK'ye karşı atılan sloganlar, aynı zamanda bu kesimlerin Kürt sorununu nasıl kavradıklarını da ortaya koymuştur. Saldırılar, devrimle, devrimcilikle özdeşleştiği varsayılan herşeye yönelmiştir. Hedef tektir: Devrimci hareket.
Sivas katliamı, bir kez daha, ama çok kanlı bir biçimde ülkemizde şeriatçı güçlerin karşı-devrimci niteliğini ortaya koymuştur. Solda uzun süreden beri "radikal müslümanlar" diyerek meşrulaştırılan kesimler, demokrasiden de ne anladıklarını ortaya koymuşlardır. Şeriatçıları devrimci mücadelenin "müttefiki" gibi göstermenin ne denli aldatıcı ve yanlış olduğu da Sivas katliamı ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Laikliği, "kemalizm"le özdeşleştirerek, sol kitlenin şeriatçılığa karşı olan bilincini bulanıklaştırma, böylece ağır bir bedel ödemiştir. Aziz Nesin'in "Şeytan Ayetleri"ni yayınlamasını "popülizm", "kahramanlık sevdası" gibi yorumlayan kesimlerin, "Alevilik"ten hareket ederek kendisine bir taban oluşturmayı düşünenlerin bu katliamda sorumlulukları vardır. Onlar kitlelerin şeriatçılığa karşı bilinçlerini bulanıklaştırarak, kitleleri bu kesimlere karşı savunmasız bırakmışlardır.
Sivas katliamı göstermiştir ki, bu ülkede şeriatçılar, gerçek bir demokratik halk devriminin düşmanlarıdırlar. Onların geçici bir süre için solla girdikleri diyaloglar, sonuçta "nüfusun %99'u müslüman olan bir ülkede" dinsel ideolojinin doğal etkileşimine dayanmaktadır. İran molla rejiminin gösterdiği gibi, bu gerici temel, sadece oligarşinin kullandığı ve kullanabileceği bir güç değil, aynı zamanda tasfiye olan feodal kalıntıların da kullanabileceği bir güç ortaya çıkartmaktadır.
1980 sonrasında devrimci mücadeleye karşı bir güç olarak özel destek sahibi olan şeriatçı akımlar, faşist hareketle birlikte dayandıkları ortak temelde devrimcilerin, ilericilerin, demokratların katledilmesinde kullanmakta tereddüt etmeyecek durumdadırlar. TCK'nın 141-142. maddelerinin kaldırılmasında 163. maddenin kaldırılmasını talep etmenin "demokratlık" olduğunu sananlar, bu katliamın hazırlayıcıları olmuşlardır. Demokratik bir devletin olmaz-sa-olmaz koşullarından olan laikliği, kaba anti-kemalizm propagandası için bozanlar, değersizleştirenler, Türkiye devrimcilerini "din silahını kullanamamakla" suçlayanlar, bu katliamdan sonra politikalarını gözden geçirmek zorundadırlar.
Şüphesiz Sivas katliamından sonra da eski tutumlarını sürdürenler olacaktır. Hatta bunun için, olayda kışkırtma aracı olarak Aziz Nesin'in tutumlarını, beyanlarını gerekçe yapan "sol"cular da çıkacaktır. Hangi gerekçeler ileri sürülürse sürülsün, ülkemizde şeriatçılığın ve şeriatçıların karşı-devrimci bir güç olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Ve artık kitlenin bu konudaki duyarlılığını azaltan, bilinçlerini bulanıklaştıran tutumlardan vazgeçilmelidir.
Sivas katliamı, 1990'ların Türkiye'sinde ikinci bir Maraş katliamıdır. Ve Maraş katliamında olduğu gibi, Sivas'da da katliama uğrayanlar sol kitledir ve saldırganlar karşısında savunmasız durumdadırlar.
Yıllar boyu, ülkenin tarihsel koşullarının silahlı devrimci mücadeleyi zorunlu kıldığı ortaya konulmasına rağmen, "bu işler silahla olmaz" diyerek silahlı devrimci örgütleri yer yer "teröristlik"le bile suçlayabilen küçük-burjuva aydınları, bu savunmasızlığın da zeminlerini hazırlamışlardır. 12 Eylül öncesinde faşist milis saldırı ve katliamları karşısında, tek yolun silahlı mücadeleden ve silahlanmaktan geçtiğini çok geç kabul eden bu kesimler, bu kez aynı sona sürüklenmemelidirler.
Bu katliamlar karşısında, benzer bir yanılgı da, olayın "provokasyon" olduğunu savlamaktır. Herşeyden önce "provokasyon" kavramı, bir hareketin kendi hareketini saptırma çabasıdır. "Provokasyon" edebiyatçıları, Sivas katliamını, "devletin kamuoyunun dikkatini Kürt ulusal hareketinden uzaklaştırmak ve sünni-alevi çelişkisini kullanmak için" gerçekleştirdiği şeklinde yorumlayabilmektedirler. Oysa aynı mantık açısından, Sivas katliamı, 1980 sonrasında devletle ilişkilendirilmeye çalışılan alevi kesimin yeniden eski muhalefet konumuna dönmeleri anlamına gelecektir. Dolayısıyla, "provokasyon" edebiyatçıları için, "olumlu" bir sonuç ortaya çıkar. Yanlış olan herşeye Kürt ulusal hareketi açısından bakmaktır. Kimi zaman, kitle katliamlarından böyle bir sonuç beklemek anlamına gelecektir. Sorun, devrim sorunudur, ülkenin demokratik halk devrimi sorunudur.
Sivas katliamı, ne bir provokasyondur, ne de Aziz Nesin'in "kendini bilmez konuşmasının yarattığı tahrik"tir. Sivas katliamı, ülkemizdeki tüm gerici güçlerin, şeriatçılar ve faşistlerin yönetimi altında, devrime, devrimci mücadeleye, yeniye ve ileriye yönelik her harekete karşı saldırısıdır.