KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs 1993
Bir Rahmetli:
T. Özal
17 Nisan 1993 günü T. Özal "hakkın rahmetine" kavuştu. Türkiye'nin resmi ve özel televizyonları, gazeteleri birbirleriyle yarışırcasına T. Özal'a yapılan övgüleri gün boyu yayınlamaya başladılar.
"Büyük devlet adamı", "son 13 yıla damgasını vuran kişi" olarak T. Özal övgüleri her yanı kaplarken, onun ekonomide yaptığı "değişiklikler", ülkede nasıl "zihniyet devrimi" gerçekleştirdiği uzun uzun ortaya konuldu. Ama hiçbir yayın Özal'ın "ben zengini severim" sözüne yer vermedi.
T. Özal, ülkemizde işbirlikçi-tekelci burjuvazinin özenle yetiştirdiği "teknokrat"larının en önemlisidir. 1950'lerde Bayar-Menderes ikilisiyle palazlanmaya başlayan işbirlikçi-tekelci burjuvazi, ilk kez bu yıllarda kendine bağlı özel adamlar yetiştirmeye başlamıştır. Bu amaçla ülke dışına, eğitim görmek için, bir takım insanlar gönderilmiştir. Özellikle İngiltere, Almanya ve Amerika'ya gönderilen bu insanlar dönüşlerinde devlet bürokrasisi içinde görevlendirilmişlerdir. Almanya'da eğitim gören Erbakan gibi, Özal da DPT'nda (Devlet Planlama Teşkilatı) çalışmaya başlamaları rastlantı değildir. Ülke dışında eğitilmiş bu kişilerin DPT'nda görevlendirilmeleri de tümüyle işbirlikçi-tekelci burjuvazinin gelişimine ve devlet üzerindeki denetimine bağlı olmuştur. Devlet yatırımlarının yönlendirilmesinden, devlet kredilerinin dağıtımına ve ekonomik "istikrar paketleri"nin hazırlanmasına kadar pek çok konuda önemli bir işlev gören DPT, böylece emperyalist ülkelerde eğitilmiş kadroların istihdam yeri haline getirilmiştir.
Daha sonraki yıllarda DPT'da görev almış bu unsurlar, hemen hemen tamamına yakını "siyasete soyunmuşlar"dır. Ama Özal'ın "siyasete" girişi, "teknokrat" işlevlerini en son noktaya kadar yerine getirdikten sonra olmuştur. Erbakan'ın DPT'nda "takunyalılar" olarak görevden alınmasıyla birlikte MNP'ni kurarak "siyaset"e girmiştir. Özal ise, aynı kesimden olmakla birlikte, "teknokratlık"ta kalmak için Amerika'ya giderek Dünya Bankası'nda çalışmayı tercih etmiştir. Böylece emperyalistlerin tüm istemlerini, çıkarlarını ve stratejik planlarını birinci elden kavrayan Özal, böylece ülkemizde yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yerleştirilmesinde ve geliştirilmesinde işlev görebilecek hale getirilmiştir.
Özal'ın "tüm meziyeti" işte bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenledir ki, emperyalist finans kurumlarının dayattığı tüm büyük "istikrar paketleri"nin yürütülmesinde Özal'ın adı geçer. Gerek Haziran 1970'de alınan kararlarda, gerekse 24Ocak 1980 kararlarında Özal "teknokrat" olarak ilk sırada yer almıştır. Ve bu "istikrar tedbiri" de 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle tamamlanmıştır.
1977 genel seçimlerinde MSP'sinden milletvekili adayı olurken, MSP'nin olası koalisyon hükümetlerinde talep ettiği bakanlıklardan birisinin de Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı olmasının rolü büyüktür. Ama seçimi kaybetmesi bu alandaki planların yürütülmesini engellemiştir. 1979 yılında Özal, MESS (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) başkanı olarak tekelci burjuvaziye olan bağlılığını ortaya koyma olanağı bulmuştur.
1980 yılı, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle özel bir yere sahiptir. Emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ekonomiye tam olarak egemen olmasını sağlayan 24 Ocak Kararları, ekonomik uygulama olarak, tarihsel bir yere sahiptir. Dolayısıyla Özal, bu kararların uygulayıcısı olarak özel bir yere sahip olmuştur.
24 Ocak Kararları, halk kitlelerinin daha fazla sömürülmesi, yoksullaştırılması temelinde tekelci-burjuvaziye yeni kaynaklar yaratmak ve bu yolla sermaye birikimini hızlandırmak amacı içermekteydi. 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte 24 Ocak Kararları, 12 Eylül askeri cuntasının terörüyle birlikte uygulandı. Ve Özal 12 Eylül'de kurulan Ulusu hükümetinde "ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı" olarak emperyalizmin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "gözü kulağı" oldu.
1981-82 yılları arasında uygulamaya sokulan "bankerlik" uygulamalarıyla halkın elindeki en küçük birikimin bile çekilip alınması planının yürütücüsü Özal'dır. Ve milyonlarca "bankerzede" yoksulluğun sınırlarında yaşarken, Özal "liberal ekonominin faziletlerin"den ailesinin, akrabalarının ve yakın çevresinin yararlanması için gerekeni yapmıştır.
1982 yılı içinde devletin fonksiyonlarının azaltılması konusunda askeri cuntayla başlayan çatışması, Ulusu hükümetinden Kaya Erdem'le birlikte ayrılmasını getirmişse de, ANAP'ın kurulmasıyla geçici bir geri çekilme olmuştur.
Askeri cuntanın "popülist" tutumları, özellikle Atatürk barajının yapılması kararı, bu çatışmanın somut ifadesi olmuştur. Emperyalizm, bir yandan Özal'ı gelecekteki işlevleri için Amerika'da "besiye" alırken, askeri cuntayı bir an önce seçime gitmeye zorlamıştır. Emperyalizmin "demokratik açılım programı" böylece ülkemizde uygulanmaya başlanılmıştır. (Bu plan asıl olarak SSCB' nin uluslararası planda köşeye sıkıştırılması ve geri-bıraktırılmış ülkelerdeki devrimci mücadeleleri pasifize etmeyi amaçlamaktadır.)1983'de ANAP'ın kurucusu olan Özal, ilk kez emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin kendi özel adamıyla politikaya girişinin simgesi olmuştur.
Sözcüğün tam anlamıyla, Özal ve ANAP hükümetleri emperyalizme bağımlı, dış dinamikle yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin egemenliğinin açık ilanıdır.
"Liberal ekonomi" adı altında ülke emperyalizmin açık pazarı haline getirilmiştir. İthalatın "liberalleştirilmesi" uygulamalarıyla yaratılan yeni pazar olanakları, aynı zamanda yeni çıkarcılar, işbirlikçiler grubunun da oluşmasını sağlarken, bunların kim olacağına çoğu durumda Özal karar vermiştir. Yolsuzlukların alabildiğine artışı bu yeni işbirlikçiler gurubunun devlet kesesinden finanse edilmesinin ürünüdür.
Özal, emperyalizmin ve işbirlikçi-burjuvazinin çıkarlarını çok iyi bilen ve bunu kendi öz çıkarı gibi benimseyen kişi olarak, hemen her davranışında ve uygulamasında bu kesimlerin çıkarlarını kollamasını bilmiştir. 12 Eylül öncesindeki olaylarla tüketimi alabildiğine sınırlanmış halk kitleleri, yeni pazar ürünleriyle şaşkına çevrilirken, Özal'ın popülerliği artmış ve ikinci kez seçim kazanabilmiştir.
Ama kitlelerin şaşkınlığı, bu malların tüketicileri olamayacaklarını anladıkları andan itibaren değişmeye başlamış ve bu da Özal'ın siyasal partiler düzeyindeki işlevlerinin sonunu getirmiştir. ANAP başkanlığından ve başbakanlıktan ayrılarak Cumhurbaşkanlığına geçmesi böylece gerçekleşmiştir. Artık 12 Eylül Anayasası ile yetkileri güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı makamı aracılığıyla, emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi adına "siyasal iktidarları" denetleme görevini yerine getirmesi gündemdedir.
Bu görevinin en önemli halkasını Kürt sorunu oluşturduğu söylenebilir. Amaç, ülke toprakları üzerinde yaşayan Kürtlerin artan oranda pazar ekonomisine sokulması ve bu yolla emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ülke çapında işlemesini sağlamaktır.
Sermayenin kozmopolitik niteliğiyle kendisini kolayca her türlü ulusal sorunun üstünde gibi gösterme olanağı, burada da gündeme sokulmaya çalışılmıştır. Özal, bunun uygulayıcısı olarak, "tabuları yıkmaya" başlamıştır. Onun tüm gayreti emperyalizmin çıkarlarını korumak ve geliştirmektir. Bu açıdan Kürt sorununda "çözücü" gibi ortaya çıkarken, hep Amerikan emperyalizmine yeni pazarlar bulmayı hedeflemiştir. "Türki" ülkelerle olan ilişkilerinde, özellikle de Azerbaycan ilişkilerinde gösterdiği tutumlar bu konuda yeterince açıktır.
SSCB henüz dağıtılmamışken ve emperyalizm Gorbaçov'a tam destek verdiği bir evrede, Kızıl Ordu'nun Bakü'ye girişi karşısında sesiz kalmasını "onlar alevi, biz ise sünniyiz" diyerek geçiştiren Özal, emperyalizmin bu ülkeleri kendi pazarı haline getirmeye karar vermesiyle birlikte (sadece 21 Mart günü "Ergenokon" günlerine katılarak olmasa da), ne denli emperyalizme sadık olduğunu "Türki" ülkelere yaptığı "yorucu" yolculuk sonucu ölerek göstermiştir.
Özal emperyalizme karşı son görevlerini yerine getirememiştir, ama sermaye, her zaman olduğu gibi, ulusal çitleri aşmanın bir yolunu ve adamını bulacaktır.
Ölüm, bir kez daha yaşayanı yakalamıştır ve Özal "hakkın rahmetine kavuşmaktan" başka bir seçeneğe sahip olamadığından bu görevini tamamlayamamıştır.
Emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi en has adamını kaybetmenin yasını tutarken, burjuvazinin gönülden desteklediği şu deyiş unutulmamalıdır:
"Kral öldü, yaşasın Kral!"