KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs 1993
Devrimde Öncülük
ya da Önderlikte Birey
"İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama ortak bir plana göre, alınmış ortak bir karara göre değil. Tüm toplumları zorunluluklar yönetir, öteki rastlantısal şeyler arasında kendilerini daima gösteren zorunluluklarda ekonomik zorunluluklardır. Büyük adam denen insanların, belirli bir zamanda ve belirli bir ülkede ortaya çıkışları da, ilk bakışta rastlantı gibi görünür. Fakat o büyük adamı ortadan kaldırın, iyi yada kötü bir başka biri onun yerini alacaktır. Mutlaka bir yenisi bulunacaktır. Şu ünlü Korsika'lı Napoleon'u raslantılar zorlamıştır, ama eğer Napoleon çıkmasaydı onun yerini bir başkası dolduracağı, zorunlu hale geldiği zaman gerekli insanların daima bulunmuş olması ile kesindir. Ceasar, August Cromwell vs. de öyle. Marks tarihin maddeci kavranışını bulduğu sırada Thiery, Mignet, Guizot ve 1850'ye kadar bütün İngiliz tarihçileri aynı konuda çalışıyorlardı. Kuramın bulunma zamanı gelmişti artık. O halde mutlaka bulunacaktı."
(F. Engels - 25 Ocak 1894)
"İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar". Bu belirleme Marksist-Leninistler için tartışmasız kabul edilen bilimsel belirlemelerden birisidir. Bu bağlamda Marksist-Leninistler devrimlerin kitlelerin eseri olduğunu ısrarla savunurlar. Ama bu bilimsel belirlemeye karşın tarihte bireyin rolü üzerine yapılan bitmez tükenmez tartışmaları sol literatürde sıkça bulmak olanaklıdır. Hatta kimi zaman bu tartışmaların abese kadar itildiği ve kişilerin "tanrısal" bir kutsallığa çıkartıldığı bile görülmüştür.
Oysa Marksizm-Leninizmde belki de en az tartışma konusu olacak konulardan birisi de devrimde bireylerin rolü ve öncülük konusudur. İster sınıfsal planda ele alınsın, isterse örgütsel planda ele alınsın, öncülük konusu Marksist-Leninistler için kesin belirlemelere sahiptir.
Emperyalist aşamada demokratik devrimin tamamlanmadığı, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde demokratik devrimin tamamlanması, doğrudan proletaryanın görevi haline gelmiştir. Bu, aynı zamanda demokratik devrimde proletaryanın öncülüğünü önsel olarak gerekli kılar. Proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmeyen demokratik devrimler, günümüzde, geri dönüşleri zorunlu kılar ve demokratik devrimin kazanımlarının zaman içinde yitirilmesine neden olur. Bu nedenle proletaryanın öncülüğü, ne pazarlık konusudur, ne de kendiliğinden kazanılmış bir haktır. Proletarya, demokratik devrimde tüm halka öncülük yapabildiği oranda devrimde öncü olur ve devrimi, sözcüğün tam anlamıyla demokratik halk devrimi haline getirebilir.
Aynı şekilde proletarya gerek demokratik halk devriminde, gerekse sosyalist devrimde kendi sınıf partisine, bu partinin öncülüğüne bağlıdır. Daha tam deyişle, proletarya partisi olmaksızın proletarya devrimi olamaz.
Proletarya partisi ise, proletaryanın bağımsız siyasal sınıf örgütü olarak, onun ideolojik ve politik öncüsüdür. Ama bu öncülük herhangi bir insan topluluğunun kendisini parti ya da öncü ilan etmesiyle elde edilebilen bir "ünvan" değildir. Proletarya partisi, gerek proletaryanın diğer halk sınıflarına öncülük yapabilmesinde, gerekse proletaryaya öncülük yapabilmesi için ideolojik-politik çizgisinin doğru olması ve bu doğru çizgiyi pratiğe geçirmesi şarttır.
Demokratik halk devriminde proletaryanın öncülüğünün "fiili öncülük" mü, yoksa ideolojik öncülük mü olduğunun yıllar boyu tartışıldığı bir ülkede, bunların yukarda ortaya koyduğumuz belirlemelerin ürünü olduğu kolayca unutturulabilinmiştir. Bununla da kalınmamış kavramlar sadece pratik yararlılığa göre sürekli farklılaştırılmış ya da farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Son dönemde yer yer duyulan "önderlik" sözcüğü, belli bir siyasal oluşumun kendi "argosu" ya da "terminolojisi" olarak ele alınabilinse de, yarattığı "pratik" sonuçlar itibariyle bir dizi yanılgı ve yanılsama ortaya çıkardığı görülmüştür.
Kavramların kurumsal ya da bireysel içeriklerinin[1*] birbiri içine karıştırılarak yapılabilen devriklemeler, kimi durumda bazı yanlış "açılımlara" yönelen süreç eleştirilerini engelleyebilse de, pratik faaliyette yaratmayı sürdüreceği yanılgılarla aynı yönde gelişmeyi sürdüreceği unutulmuştur.
Şüphesiz sorun, belli kavramların yeni bir tanımlama yapılmaksızın kendi içerikleri dışında kullanılması ile sınırlı değildir. Konunun en temel özelliği, yarattığı kavram kargaşası ve bu yolla isteyenin istediği biçimde kavramları kullanabileceği vargısıdır.
"...kavramların doğru ve yerinde kullanılması Marksizmde, Marksist felsefede hayati öneme haizdir. Burada sözü Louis Althusser'e bırakalım: 'Felsefe halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder. Neden felsefe kelimelerle dövüşür? Sınıf mücadelesinin gerçekleri kelimeler tarafından 'temsil edilen', 'fikirler' tarafından temsil edilir. Bilimsel ve felsefi akıl yürütmelerde kelimeler (kavramlar, kategoriler) bilginin 'aracıdırlar'. Fakat siyasi, ideolojik ve felsefi mücadelede kelimeler aynı zamanda silah, patlayıcı veya uyuşturucu madde ve zehirdir. Bazen sınıf mücadelesi bir kelimenin diğer bir kelimeye karşı mücadelesinde özetlenebilir. Bazı kelimeler kendi aralarında bir düşman gibi dövüş yaparlar. Başka kelimeler vardır ki, anlam karışıklığına yol açarlar, hayati fakat sonuca bağlanmamış bir muharebenin kaderi gibi (...) En soyut, en zor ve en uzun teorik eserlerine kadar felsefe kelimelerle dövüşür: Yalan kelimelere karşı, anlam karışıklığına yol açan kelimelere karşı, doğru kelimelerden yana 'nüanslarla' dövüşür. Kelimeler üzerindeki bu savaş, siyasi mücadelenin bir parçasıdır."[2*]
İster kişi yüceltilmesi için olsun, isterse belli bir otoritenin yeniden tesisi için olsun, kavramlarla oynamak tehlikelidir. Hele ki belli bir Marksist-Leninist eğitimden geçmemiş ya da Marksist-Leninist ideolojiyi yeterince kavramamış bireylerin günlük yaşam deneyimiyle oluşturdukları soyut imgeler üzerinde oynamak, felsefi olduğu kadar politik olarak da yanlış sonuçlar doğuracaktır. Daha da ötesi proletaryanın tarihsel mücadelesinde yaratılmış pek çok değerin yara almasına neden olunacaktır.
"Her tarihsel harekette önderler vardır" ya da "her tarihsel harekette önderlik vardır" türünden beyanların ülkemiz somutunda belli bir oluşumun kendi içinde ve kendine ait bir otorite sorununda kullanılması "kendi kendine" bir sorundur. Ama bu otoritenin tesisinde Marksizm-Leninizmin ustalarının "eşdeğerlendirilmesi" söz konusu olduğunda, sorun Marksist-Leninistlerin sorunu haline gelir. Böyle bir durumda Marksist-Leninistler kendi tutumlarını belirtmek zorundadırlar.
Belli bir bireyin otoritesinin yeniden tesisi için Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Castro, Che, Enver Hoca vb. devrim tarihinin ve Marksizm-Leninizmin usta ve önderlerinin "eşdeğerlendirilmesi" belki otoriteyi yeniden tesis etmede yardımcı olabilir, ama aynı zamanda bireyin kendisine de yeni yükümlülükler de getirir. Birini benimseyip, ikincisini dışlamak olanaksızdır. Bu bağlamda, bireyin ideolojik, politik, felsefi vb. alanlarda Marksizm-Leninizme katkıları tartışma konusu haline getirilecektir. Örneğin "Başkan Gonzalo"nun "tarihsel söylevi" "yüzyılın röportajı" olarak ilan edilmesi, gerçeğin bu olduğu anlamına gelmediği, -belki de- "Başkan"ın bizzat kendisi tarafından da biliniyordur.
"Mao Zedung düşüncesi"nin izleyicileri açısından "başkan"ın katkıları kendi felsefesi içinde açıklanabilirse de, aynı şeyi bir başka bağlamda "yapabilmek" sanıldığı kadar kolay değildir.
Tabi bu arada otoritenin yeniden tesis edilmeye çalışıldığı oluşumun kendi tarihsel gelişiminde yer alan THKP-C ve onun kurucusu ve önderi Mahir Çayan'ı görmezlikten gelinse bile.[3*]
Bununla birlikte "insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar". Bu belirlemeler Marksist-Leninistler için tartışma götürmez bilimsel belirleme niteliğindedir. Herhangi bir hareketin ya da oluşumun kendi "tarihi", bu bağlamda değerlendirilebilinir, ama aynı hareketin ya da oluşumun insanlığın genel tarihi içindeki konumu ve konumlanışı her zaman belirleyici olacaktır.
Marksizm-Leninizmin son elli yıllık tarihinde SBKP revizyonizminin ideolojik etkisi ortada dururken, herkesin "kendi tarihi" ile devrim tarihini belirlemeye kalkması ne denli saçma ise, "kişiye tapınma"yı SBKP revizyonizmini haklı çıkartmak için kullanmak da o kadar saçmadır. Kruşçev'in Stalin'e yönelik eleştirileriyle başlatılan "kişiye tapınma" ya da "kişinin putlaştırılması" konusunun ne denli tahribat yaptığını Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkes bilir. Bu gerçeklere rağmen devrimci mücadeleyi kişilere indirgemek, pratik olarak da yanlıştır. Ama konunun özünün, bilinç seviyesi geliştirilememiş kitlenin kendiliğinden hareketi ile bu hareketi kendi pratiği için esas alan revizyonizmin oluşturduğu her seferinde bir yana itilmiştir.
Genel olarak insanlık tarihinde belli bir rol oynayan bireylerin kitleler tarafından benimsenmesi ve özel bir konumda tutulması, sonal olarak kitlenin belirleyiciliğinden çok, bu belirleyicilik çerçevesinde etkin olan bireyin durumunu ifade ettiği bir yana itilemez. Ve birey kitlesel hareketin sonal amaçları tarafından belirlenen bir bilinç düzeyi ile hareket ettiği için de, bu durum proletarya hareketinde bir çeşit "vefa" duygusu olarak insanileşir. Bunu özel amaçlar için kullanmak, ancak hareketin temsil ettiği sınıfların niteliği ve bu sınıf hareketinin ideolojisiyle, sınıfın bilinç seviyesi ile belirlenir. Ama her durumda sınıfsız toplum ortaya çıkmadığı sürece, proletarya hareketinde bile "özel çıkar" unsuru bireylerin hareketinde görülecektir.
Kitlenin bilinç seviyesinin ve deneyiminin kolektif bir yönetimi sürekli var edebilecek durumda olmadığı varsayılarak, bireylerin yüceltilmesi, aynı zamanda kitlenin geriliğini sürekli kılmak anlamına da geldiği için tarihsel gelişime zarar vereceği açıktır.
Günümüzde ve ülkemizde geliştirilmeye çalışılan "kişinin yüceltilmesi", sonuçta kitlesel harekete olduğu kadar bireyin kendisine de zarar verecek noktalara doğru sürüklendiği gözden kaçırılmamalıdır. Özellikle "müslüman" bir ülkede, "Hz. Ömer adaleti" ile devrimci adaletin birleştirilmeye çalışıldığı bir ülkede, bunun zararlarının dinsel ideolojinin gelişmesiyle daha da büyüyeceği somut pratikte görülmektedir. Ama tüm bu gerçeklere karşın, üstelik "ateist"liği ile "öğünen" bir "küçük" adamın şu beyanları gelinen noktayı açık biçimde gözler önüne sermektedir:
"...ben, insanın, Tanrı'dan hemen önce en yüce hali olan sosyalistliğe ulaşmaya çalışıyorum"[4*]
Böylesine dinsel ve müslümanca bir "sosyalist" tanımlaması yapan kişinin "ateist" olduğunu iddia etmesinin önemi olmayabilir. Ama bu beyanın Kürt ulusal hareketinin sözcülüğü iddiasında bulunan bir yayında yapılması düşündürücüdür. Fakat bunda şaşılacak bir durum yoktur. "Her" ulusal hareket kendine özgü bir "ulusal birlik" oluşturmak durumundadır ve bu "ulus" içinde "gayri-müslimler" olabileceği gibi, "müminler" de bulunabilir. "Müminler" için elbette "yüce", "kutsal", "ulvi" "önderlik" de gerekecektir.
Sosyalistliğin bile "tanrı" ile ilişkilendirilmeye başlandığı bir ülkede, kendisini Marksist-Leninist ilan eden herkes, özellikle kendisini "önder" (ya da bireyselliğin toplumsallaştırılmış hali olan "önderlik") olarak gören herkes, oturup düşünmelidir. "Önderliği görme" ya da "önderliğin sesini" duymanın nasıl bir kutsallık ve ruhanilik havasında sunulduğunu bazı dergilerde okuyanların politik bir örgütlenmeyle mi yoksa bir dini tarikatla mı yüzyüze olduklarını düşünmeden edemeyecekleri bir ortam doğurmuştur.[5*]
Böyle bir ortamda ve ülkede, ister bireysel "önder"ler, ister bireyselliğin toplumsallaştırılmış hali olarak "önderlik" bireyleri, en azından Marksist-Leninist olma iddiasında bulundukları sürece bunlara karşı önlem almak zorundadırlar. Aksi halde materyalist tarih anlayışının ortaya koyduğu gibi, yerleri er ya da geç doldurulacaktır.
Hiçbir birey, devrimci mücadelede kitleden ve kitle hareketinden daha "yüce" olamazlar. Aksi halde gün gelir, aynı birey çözülmesi olanaksız bir ikilemle yüzyüze kalır: Yapabileceği, o güne kadarki tüm pratiğine ve düşüncesine aykırıdır; yapması gerekenler ise gerçekleşmesi olanaksız şeylerdir.
Dipnotlar
[1*] Kavramların kurumsal ya da bireysel içerikleri Türkçe'de cümlenin kuruluşuna göre belirlendiği için bu tür devriklemeler kolayca yapılabilinmektedir. "Harf-i Tarif" denilen artikıllar Türkçe'de bulunmamaktadır. Ama aynı durum başka dillerde yoktur ve her ismin kendi artikılı bulunmaktadır. Bu da bizde olduğu gibi bazı kavramların kendi içeriği dışında kullanılmasını sınırladığı gibi, sözcük oyunlarına önemli sınırlamalar getirir. Bizde kavramların genel içeriklerinin yarattığı imgelerle başka içeriklerin onanması daha kolay yapılabiliniyorsa, aynı zamanda oportünizmin etkisinin ülkemizde her alanda görülmesinin de bir ifadesidir.
[2*] Mahir Çayan: Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori, Ocak 1970.
[3*] Başkan" Gonzalo'nun "Mao Zedung düşüncesi" taşıyıcıları nezdinde "Başkan Mao"nun "düşüncesine", onun Halk Savaşı teorisine yaptığı katkılar (!) uzun uzun olmasa da, sık sık anlatılmaktadır. Doğal olarak "başkan" sıfatına sahip "önder"i olmayan ve kendini dünya çapında bir akım merkezi olarak ilan etmeyen THKP-C çizgisinde bunu yapmak öyle kolay olmayacaktır.
[4*] Yalçın Küçük: Yeni Ülke, 28 Mart-3 Nisan 1993.
[5*] Türkçe'nin, Arapça'nın etkisiyle gelişen sözcüklerinden birisi olan "bir dava uğruna ölmek" anlamında kullanılan "şehit düşme" kavramının bile, sözcüğün Arapça-dinsel kökeni olan "islamiyet uğruna ölme" ile yer değiştirilerek "şahadet" haline dönüştürülmesi aynı çarpıtmanın kendiliğinden ürünleri durumundadır.