Özgün biçimiyle:
Acrobat Reader formatında:
Kurtuluş Cephesi, 12. Sayı
MHP-->MÇP-->MHP:
Faşist Milisler Nereye Gidiyor?
24 Ocak 1993 günü MÇP olağanüstü kongresi toplanarak adını ve amblemini değiştirdi ve MHP adını ve onun üç hilalli amblemini yeniden aldığını ilan etti. 12 Eylül öncesinde oligarşinin sivil faşist gücü olarak ülkemiz tarihinde soykırımın ve cinayetlerin simgesi olan bu ad ve amblem yeniden halkımızın karşısına çıkmıştır. Üstelik aynı gün ve hemen hemen aynı saatlerde Uğur Mumcu şeriatçıların saldırısı sonucu öldürülmüştür.
Oysa bundan bir ay kadar önce 12 Eylül sonrasında kapatılan partilerin açılmasına ilişkin yasa gereğince yapılan MHP kongresinde, MHP'nin yasal olarak "kapatılması" kararı Türkeş'in önerisiyle alınmıştı. Aradan bir ay geçmeden karardan geri dönülmesi faşist milislerin nereye gidecekleri sorusunu gündeme yeniden getirmiştir.
16 yıldızla simgelenen "16 Türk devleti" günümüz koşullarında MHP'nin üstlenebileceği yeni fonksiyonları da ortaya koymaktadır.
Demirel'in "Türki" denilen devletlere yaptığı ilk gezisinde, Türkeş'in özel davetli olarak bulunması ve ardından uluyan köpek resimli tişört giyenlerin Azerbaycan'da gerçekleştirdikleri darbe hiç de rastlantı değildir. Aynı güçlerin bir süre sonra Nahçıvan'da başlattıkları darbe, Demirel'in müdahalesi ile güçlükle önlenmesi, MHP'nin nerelere kadar uzandığını göstermektedir.
Bu olayları doğru biçimde değerlendirebilmek için emperyalizmin ve oligarşinin "Türki" devletlerine karşı tutumunu ve hükümetle olan ilişkisini irdelemek gerekir.
Hükümetin Demirel kanadının oligarşi ile olan çelişkisi, C. Çağlar'ın şahsında tekelleşememiş Anadolu burjuvazisinin oligarşi ile olan çelişkisinin dışa vurumundan başka birşey değildir. Bu ortamda tekelci burjuvazinin politik sözcülüğünü üstlenmek isteyen, ancak 12 Eylül'e gelirken tekelleşememiş sanayi burjuvazisinin bazı kesimlerinin sözcülüğünü fiilen yapar hale gelen MHP, ister istemez hükümetin Demirel kanadı ile sıkı ilişkilere girmek durumundadır.
Ayrıca MHP, gerek CIA ile, gerekse Almanya'da CSU aracılığıyla emperyalizmle doğrudan ilişki içinde olması, son gelişmelerde belli bir rol oynadığını da söylemeyi olanaklı kılmaktadır.
MHP'nin uzun yıllar SSCB'den, gerek "kaçarak", gerekse yapılmış "kültür değişimi" anlaşmalarıyla gelmiş gençlerle kurduğu ilişkiler (ki şeriatçıların da aynı tür ilişkileri vardır, ancak MHP'ye göre daha cılızdır) SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında emperyalizmin (ve oligarşinin) oldukça işine yarayabileceği ilişkilerdir.
Emperyalizm ve oligarşi son aylarda belli bir politika izlemeye yönelmişlerdir. Çekiç Güç ilk adım oluşturmakla birlikte, Somali'ye asker gönderilmesi politikanın netleştiğini göstermektedir.
Emperyalizm, oligarşi aracılığıyla bölgede -ki sınırları Kafkaslardan Orta-Asya'ya ve Orta-Doğu'ya kadar genişlemektedir- denetim kurmaya karar vermiş görünmektedir. İran'daki molla yönetiminin aynı sınırlar içindeki faaliyetindeki artış Türkiye oligarşisinin faaliyetini hızlandırmaya yöneltmiştir. Bu, Tacikistan olayları ile net biçimde görülmektedir.
Tacikistan'da hala "eski yöneticiler" işbaşında bulunmaktadır. Emperyalizm kendi denetimi dışına çıkan Afganistan'daki bazı şeriatçı gurupların Tacikistan'daki iktidar mücadelesinde "eski yönetimi" yeğleyen bir politika izlemesi, elinde başka bir seçeneğin olmamasından kaynaklanmaktadır. İşte MHP bu bağlamda kendisine yeni bir seçenek vermekte ve oligarşinin denetimi altında olduğu sürece kendisi için özel bir zarar vermesi söz konusu değildir. Zaten MHP ve Türkeş uzun yıllar CIA'den doğrudan para yardımı alan faşist örgütlerin başında gelmektedir. (Ama MHP'ye para yardımı yapan tek emperyalist güç Amerika değildir. Başta da belirttiğimiz gibi, Alman emperyalizmi de, CSU aracılığıyla, MHP'yi uzun yıllardır finanse etmektedir. 1980 sonrasında Alman emperyalizminin MHP ye yönelik desteği "vize mafyası" aracılığıyla yeni biçimlerde gelişmiştir.)
MHP'nin, isterse MÇP adı ile olsun, gerek oligarşik düzenin sürdürülmesi açısından, gerek emperyalizmin SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan "Türki" devletleri açısından üstlendiği fonksiyonlar ülke dışı faaliyetlerini ön plana geçirmiştir. Fakat MHP'nin emperyalizm ve oligarşi ile olan bağlantısı hiçbir değişime uğramadan, birkaç biçim farklılığı dışında, devam etmektedir.
Eski kontra-gerilla generallerinden Hüseyin Cevizoğlu ile Turgut Nasün'ün MÇP'ye (MHP) girişleri MHP'nin devletle olan ilişkilerinin değişmediğini açıkça ortaya koymaktadır.[1*] 1980 öncesinin faşist milis örgütlenmesinin en temel örgütü olan Ülkü Ocakları'nın başkanının Muhsin Yazıcıoğlu olması ve bunun şeriatçılarla işbirliğine yönelmesi günlük basına da yansımıştır. T. Özal'ın parti kurma faaliyetinde Yazıcıoğlu'nun da dahil edilmesi faşist milislerin kimler tarafından kullanıldığına net biçimde gösteren diğer bir olgudur.
Ülkemizde oligarşinin politik faaliyetleri, açık ya da gizli olarak, değişik durumlar ve ilişkiler sergilemesi MHP konusunda da görülmektedir. T. Özal'ın bir yandan "devletin başı" olarak görev "ifaa" ederken, diğer yandan parti kurma girişimleri 1992'nin son ayında kamuoyunun ilgisini çekerken, 1992 Aralık ayında yapılan ANAP kongresinde faşist milislerin tutumu kısa sürede unutuldu. Oysa ANAP kongresinde M. Yılmaz-T. Özal arasındaki sürtüşmede "eski" MHP'liler iki tarafta da yer alarak "politik uyanıklık" göstermişlerdir. 12 Eylül darbesinin ilk günlerinde Türkeş'i sakladığı ileri sürülen kişinin uzun süre ANAP'ta çalıştığı, aynı günlerde basında yer almıştır.
Aynı şekilde MHP'li faşist milislerin 1980 öncesinin "tetikçileri" arasında yer alan ve 1980 sonrasında "çek-senet mafyası" olarak faaliyet gösteren M. Verkaya gibilerinin uzun süredir ANAP'ta yer aldıkları aynı günlerde kamuoyuna yansımıştır.
Son olarak Türkeş'in Şubat ayının son günlerinde Amerika'ya gitmesi ve orada "devlet yetkilileri ve ülkücülerle bir araya gelmesi" MHP ile Amerikan emperyalizminin ilişkisini bir kez daha açık biçimde sergilemiştir. Ama Türkeş'in Amerika "gezisi" sadece "eski bir dostu" görmek olmadığı da açıktır.
Tüm bunlar MHP'li faşist milislerin emperyalizm ve oligarşinin denetimi altında ve onların istemleri doğrultusunda hareket ettiğinin yeni görüngüleridir. Tabi şimdi gündemde MHP'nin Amerikan emperyalizmi adına "Türki" devletlerinde yürüteceği faaliyet bulunmaktadır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, Amerikan emperyalizmi için sorun sadece kendi sömürü sistemini korumak ve geliştirmektir. Bu nedenle "Türki" devletlerinin belli bir "düzen"e kavuşturulması, yani emperyalizmin sömürü biçimine uygun hale getirilmesi gerekmektedir. İşte MHP'nin yeni dönemdeki en temel işlevi bu yönde olmak durumundadır.
Böylece MHP, Amerikan emperyalizminin talimatlarıyla "Turan"ı bulmak için Azerbaycan'dan Türkistan'a kadar -"at" koşturmaya olmasa da- "at gibi koşturulmaya" yöneltilmiştir.
Faşist milislerin bu yeni görevleri, ülke-dışı olduğu düşünülerek ülkedeki devrimci mücadeleyi fazlaca ilgilendirmeyeceğini varsaymak önemli bir yanılgı oluşturacaktır.
MHP'nin "Türki" devletlerinde kazanacağı her olanak, aynı zamanda ülke içinde devrimci mücadeleye karşı kullanılmak üzere seferber edileceği her türlü tartışmanın dışındadır. Bununla birlikte, olası gelişmelerden birisi olarak ülkedeki devrim durumunun derinleşmesi, suni dengenin bozulmaya yönelmesi karşısında emperyalizmin ve oligarşinin, gerek MHP'yi, gerekse "Türki" devletlerinde yaratacağı gerici ve faşist güçleri kullanmakta tereddüt etmeyecektir. Çarlığın uzun yıllar "Türki" halklardan oluşturduğu silahlı güçleri Rus devrimine karşı kullandığı unutulamaz. Keza Çarlığın bu güçleri içinde en büyük gücün Kazaklar olduğu hiç unutulmamalıdır. Emperyalizm ve oligarşi, Çarlığın kullandığı gerici güçleri, tekrar devrimlere karşı kullanması, tarihsel olarak yeniden gündeme gelmiştir.
Emperyalizmin aynı faaliyeti ülkemizdeki devrimci mücadele için yeni zorluklar ortaya çıkarabilme olasılığı taşımakla birlikte, yeni bir tarihsel olanağında ortaya çıkmasına neden olabileceği de hesaba katılmalıdır.
İster MHP ile, ister düzenin başka kurumlarıyla olsun, dağıtılmış SSCB topraklarında ortaya çıkan "Türki" devletlerinin "merkezileştirilmesi" ya da ekonomik bağlarla birleştirilmesi ve de bunun temeline Türkiye'nin konulması, yeni bir devrimci potansiyelin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu devrimci potansiyel, aynı zamanda 70 yıllık bir sosyalizm deneyimini taşıyabilecektir. Bu açıdan bakıldığında emperyalizmin MHP ile yürütmeye çalıştığı politikaların, uzun dönemde karşıtına kolaylıkla dönüşeceğini bugünden söyleyebiliriz.
1980 sonrasında faşist milis harekette ortaya çıkan en önemli gelişmelerden birisi de şeriatçılığa doğru önemli bir kaymanın ortaya çıkmasıdır.
"İslamcılaşma" olarak günlük basının ifade ettiği bu gelişme, 12 Eylül döneminde faşist milislerin "kendi devletlerinden" gördükleri "vefasızlığın" ürünü olduğu kadar İran'daki molla iktidarının da etkisiyle olmuştur. Günümüzdeki pek çok "radikal islamcı" denilen şeriatçı örgütlenmelerde pek çok eski MHP'li bulunmaktadır. Uğur Mumcu'nun öldürülmesi üzerine başlatılan, ama Kamhi'ye yönelik eylemle yoğunlaştırılan polis operasyonlarında yakalananların İran'da eğitilmiş olmaları tek başına açıklayıcı olmasa da, Doğan Öz'ü öldüren faşist İsa Armağan'ın İran'da bulunması bir tesadüf değil, bu kaymanın ürünleridir.
Bu da MHP'nin "Türki" cumhuriyetlerde olası bir şeriatçı gelişme karşısında da kolayca çıkış noktaları bulabilmesini olanaklı kılacağı varsayılmaktadır.
Böylece son yıllardaki gelişmeler devrimci mücadele açısından, gerek pratik, gerekse ise ideolojik yeni sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Marksist-leninist hareketin uzun yıllar Enternasyonal tipi bir örgütlenmeye sahip olmamasının getirdiği bir dizi dezavantaj, bu yeni sorunlarda ağırlığını daha fazla hissetirecektir. Ama aynı oranda yeni bir devrimci gelişmenin dinamiklerini de ortaya çıkaracaktır.
Devrimci mücadelenin karşısına çıkabilecek pratik sorunlar MHP temelinde "Türki" devletlerindeki kitlelerin ırkçı-faşist bir örgütlenmeye yöneltilmeleridir. İdeolojik sorun ise, iki yönlüdür. Birincisi, MHP aracılığıyla Kafkaslarda ve Orta-Asya'da pan-türkizmin yaratılmasıdır. İkincisi ise, İran aracılığıyla geliştirilen pan-islamizm ideolojisidir. Ve bu iki karşı-devrimci akıma karşı Türkiye devrimcilerine büyük görevler düşecektir.
Bu görevlerin başında, bu akımlara karşı kitleleri bilinçlendirmek ve örgütlemek gelir. Bu görev ister istemez, bu akımların somut biçimlenişlerine tavır almayı gerektirecektir. Bu tavır alışı geciktirecek ya da kitlelerin bu akımlara daha hoşgörülü bakmalarına yol açacak her türlü tutum ve beyandan kaçınılması gerekmektedir.[2*]
Dipnotlar
[1*] Yeri gelmişken D. Perinçek'in 2000'e Doğru'sunun bu konuda yaptığı çarpıtmaya değinelim. Bu derginin, "gizli bilgileri" açıklama adına okuyucuları yanlış koşullandırması MHP konusunda da ortaya çıkmıştır. Bu dergiye göre, MİT MÇP'ye "trilyonluk" bir gelir sağlayarak Yazıcıoğlu gurubunun partiden tasfiyesini sağlamıştır ve böylece MÇP "MİT'çilerin eline geçmiştir". Bu ifadelere bakılırsa Yazıcıoğlu gurubu, hem MİT'çi değildir, hem de emperyalizmin güdümünde hareket etmemektedir. Oysa Yazıcıoğlu ve çevresi -ki Maraş katliamının baş sorumlularından olan Ökkeş Kenger'de aralarında bulunmaktadır- 1980 öncesindeki her türlü faşist milis saldırının gerçekleştiricisidirler; günümüzün basın diliyle söylersek MHP'nin "tetikçileri"dirler. Onların Türkeş ve çevresinden daha olumluymuş gibi sunmak, aynı zamanda faşist katliamlara çanak tutmak demektir. [2*] Bu "kaçınma", Kürt ulusal hareketi açısından bugünden gereklilik durumundadır. Gerek PKK-Hizbullah çatışması olarak somutlaşan şeriatçı güçlerin faaliyetleri, gerekse Türk milliyetçiliği hemen her gün Kürt halkının karşısında bulunmaktadır. Bu nedenle pan-islamizmi hoş göstermek kadar, pan-türkizmi de onaylıyor görünmek tehlikeli bir yol ortaya çıkarabileceği hiç unutulmamalıdır. Bu yüzden "büyük Türk-Kürt federasyonu"ndan söz etmek talihsiz bir ifade olmakla sınırlı kalmayacak sonuçlar üretebilecektir.