Özgün biçimiyle:
Acrobat Reader formatında:
Kurtuluş Cephesi, 12. Sayı
İslamcı Radikalizm:
Şeriatçılık
Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok'un öldürülmelerinden iki yıl sonra, 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, "radikal islamcılar"ı bir kez daha gündeme getirmiştir.
"Müslüman bir ülke"de "salyangoz satıcısı"na benzeyen ve oligarşinin bir dizi operasyonlarıyla -açık ya da gizli örgütlülüklerini- yitiren küçük-burjuva milliyetçi-devrimcilerinin bireysel aydın düzeyinde kalmış son birkaç bireyinden bu üçünün öldürülmeleri, kaçınılmaz olarak islamiyet üzerine vaazlar vermekten çok, şeriatçılık üzerinde daha dikkatle durulmasını gerektirmektedir.
Turan Dursun'un ("faailleri şimdilik bulunmuş" olsa da) aynı şeriatçı kesimler tarafından öldürülmüş olması, sorunun sadece milliyetçi-devrimci kesimin laiklik temelinde ("kemalist-laikçiler") şeriatçılarla girdikleri bireysel mücadelenin ürünü olmadığını göstermiştir.
Uzun yıllar önce, 1969'da İmren Öktem'in cenaze töreninden başlayan şeriatçıların küçük-burjuva aydınlarına yönelik saldırıları, 22 Şubat 1970'deki Kanlı Pazar olayı ile kitleselleşmesi ve aynı yılın sonunda devrimci Battal Mehetoğlu'nun Cuma namazından çıkan şeriatçılar tarafından öldürülmesiyle genişlemesi, 1975'lerden itibaren MHP'li faşist milislerin saldırılarının yoğunlaşmasıyla uzun süre ülkemiz solunun gündeminden çıkmıştır.
1980 sonrasında 12 Eylül generallerinin "anti-komünist güç" olarak şeriatçıları özel olarak güçlendirmesi, solda fazlaca önemsenmezken, kimi çevrelerin kemalist-laikçilerin islamcılarla çatışması olarak konuyu küçümsemesi de eklenince yıllar solda tam bir "tarafsızlık" yaratmıştır.
Bu "tarafsızlık", ulusal harekette "din silahının kullanılması gerektiği" şeklindeki pragmatik anlayışla birleşerek ve de İran "devrimi"nin "anti-empreyalizmi" ile beslenerek yalın bir taraflılık görünümü bile vermeye yönelmiştir. Böylece herşey birbirine karışmış, kimin ne yapacağının bilinmediği, dolayısıyla her kafadan bir sesin çıktığı bir politik-ideolojik belirsizlik solda egemen olmuştur.
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve son olarak da Uğur Mumcu'nun şeriatçılar tarafından öldürülmesi karşısında, doğrudan sol örgütlerin açık unsurlarını ya da kendine "Marksist" diyen küçük-burjuva aydınlarını hedeflemediği için "sessiz kalınması", şeriatçılığın devrim mücadelesinde ve devrimci iktidar koşullarında bir "sorun" olmayacağı kanısının yeni yetişen devrimci kuşakta yaygınlaşmasına neden olacağı ve hatta olduğu bile düşünülmez oldu.
Oysa gerek 12 Eylül öncesi faşist milis saldırılar, gerekse 1965-70 arasındaki şeriatçı saldırılar bu tür "sol-Marksist" bireylere kolay kolay yönelememiştir. Bedrettin Çömert, Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Orhan Yavuz gibi bireylere yönelebilen, CHP milletvekili öldürebilen, Abdi İpekçi'yi MİT işbirliği ile vuran faşist milisler soldaki örgütlerin unsurlarına aynı saldırıyı yöneltememişlerdir. Çünkü buralara yönelik saldırılar, hem teknik olarak olanaksızdı, hem de istenilen amaca ulaşmaya hizmet etmeyecekti. Bu durumda bir bütün olarak sol, bu cinayetler karşısında belli bir ortak tavır geliştirememiştir. Her zaman bu bireylerin devrimci mücadeleyle olan ilişkisi, devrimci örgütlerle olan yakınlığı gözetilmiştir. Ama hiçbir zaman devrimin demokratik niteliği hesaba katılmamıştır. Gene de her koşulda bu cinayetler toplumu her yönden etkilemiştir.
12 Eylül sonrasında, bu tarihsel zemin üzerinde başlayan anti-kemalist moda, İran'ın Amerikan emperyalizmi ile olan çatışmasının etkisiyle birleşerek "hoşgörü" havasının yayılmasına neden olmuştur. Oysa, ülkemiz solunda, gerek ülkemiz devriminin demokratik niteliği, gerekse İran'ın anti-Amerikancı tutumunun feodalite ile olan ilişkisi yer yer ortaya konulmuştur.
Devrimimizin demokratik niteliği, aynı zamanda devrimci iktidarın laik olmasını zorunlu kılar. Öte yandan Marksist-Leninistler için, din, egemen sınıfların halk kitlelerini uyutmak için kullandığı bir afyon olduğu tartışma götürmez gerçeklerdir. Ama ülkemiz solunda bunlar sadece laftır !
"Nüfusunun %99'u müslüman olan bir ülkede" diye başlayan konuşmalar, devrimci propagandada din konusunun "tali" kılınmasını gerektirdiği, kitleye "tanrı yoktur", "din afyondur" diye gitmenin "çocukluk" olduğu, kitleleri devrimcilerden uzaklaştırdığı vb. sözlerle yıllar boyu devam etmiştir. Sonunda birilerinin Latin-Amerika'nın "gerilla papazları"na özenerek "gerilla imamlar" için özel örgütler kurmaya ve bunun için özel teoriler geliştirmeye yönelmesi hiç de şaşırtıcı olmamaktadır.[1*] Bugün ülkemizdeki şeriatçılar açıkça laikliğe karşıdırlar ve bunu her fırsatta açıklamaktadırlar. Üstelik laiklik konusunda kemalist olan ya da olmayan ayrımı yapmamaktadırlar. Laikliğin, Avrupa'da burjuva devrimleriyle birlikte, feodal toplumun temel iktidar odaklarından birisi olan kiliseyi iktidardan uzaklaştırma mücadelesinde ortaya çıkmış bir belirleme olması gerçeği, aynı zamanda dinsel örgütlenmelerin (ister şeriatçı müslümanlar olsun, isterse klaerist hiristiyanlar olsun) anti-laissizmin iktidar olma amacını ifade ettiği tarihsel temelde ortaya koymaktadır.
Dinsel bir ideoloji olarak şeriatçılık, ülkemizde oligarşinin biçimsel laikliği koşullarında gerçek karşıtını Marksizm-Leninizmde bulması son derece doğaldır. Bu yüzden her Marksist, er ya da geç şeriatçılarla bir mücadeleye girmeksizin iktidarın ele geçirilemeyeceğini ya da geçirildiği koşullarda bu mücadelenin kaçınılmaz olacağını hesaba katmak zorundadır. (Tabi sözümüz Marksist-Leninistleredir. Kendini solcu zannedip, "radikal müslümanlar"la solun ittifak kurmasını sağlamaya çalışmış M. Belge, İskender Savaşır gibilerine değil.)
Gene de bunlar tek başına ülkemizdeki şeriatçılığın bütün boyutlarını ortaya koymaya yeterli değildir.
Anadolu hareketi ile hilafetin ortadan kaldırılmasından 1979 yılına kadar şeriatçılık kendisini kısmi ayaklanmalarla ortaya koymakla birlikte -ki en önemlisi Suriye'deki Hama ayaklanmasıdır- hiçbir dönemde iktidarı ele geçirememiştir. İran'da mollaların iktidara gelmeleri bu nedenle şeriatçı kesimler açısından bir dönüm noktası olarak ortaya çıkmıştır."Radikal müslümanlar" ya da "radikal islamcılar" olarak Batı basın-yayın organlarınca tanımlanan İran'daki molla rejimi bugüne kadar düzenin gözeneklerinde yaşayan ve egemen sınıflar ile emperyalizmin icazetiyle faaliyet gösteren şeriatçılara hem bir itme vermiş, hem de bölünmelere neden olmuştur.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, düzenin gözenekleri arasında yaşamasına izin verilen şeriatçılar, aynı zamanda anti-komünist faaliyetlerdeki "değerli katkılarından dolayı" düzen tarafından sürekli kollanırken, günümüzde başlı başına bir iktidar alternatifi durumuna yönelmişlerdir. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkelerde halkın düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesinde ek fonksiyonlar üstlenmiş şeriatçılığın iktidara yönelik hareketinin ortaya çıkması, aynı zamanda devrimci hareketin bir alternatifi olarak faaliyet göstermesini getirmiştir. Düne kadar düzen içinde, düzenin devrimlere karşı korunmasının ek gücü olan bu kesimlerin bu yeni yönelimi, ister istemez eski tarzda faaliyetlerinin değişmesini getirmiştir. Son dönemde başta Refah Partisi olmak üzere tüm şeriatçı kesimlerin "radikal söylem" içine girmeleri ve çokluk devrimci hareketin düzene yönelik eleştirilerini seslendirmeleri bu yönelimin ürünüdür. Kitlelerin devrimci mücadelelerde giderek yıprandığı, askeri darbelerle kesintiye uğratıldığı ve işkencelere maruz kaldığı ülkelerde düzen tarafından kollanan bir "radikal muhalefet"in etkisini genişletmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Burada ister "radikal" olsun, isterse "ılımlı" olsun şeriatçı hareketin üç özelliğinin altı çizilmek zorundadır.
Birinci özelliği, bu hareketin demokratik ve sosyalist devrime karşı olmasıdır. Bu, şeriatçılığın kendi öznel ideolojik yaratımı değil, hareketin kendi sınıfsal niteliğinden kaynaklanan bir niteliktir. İran'daki molla rejiminin sınıfsal niteliğinin net biçimde ortaya koyduğu gibi, bu hareket, müslümanlığın varolduğu ülkelerde biçimlenmiş feodal tüccar kesimlerin iktidar hareketidir. Bu kesimler, tarihsel olarak kapitalizm tarafından tasfiye edilmek durumundadır. Ancak emperyalist aşamada, gerek burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmesi, gerekse emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürge ülkelere ilk girişinde yerli egemen sınıfların tümüyle ittifak kurması sonucu devrimci tarzda tasfiye edilememiştir. Bu ülkelerde burjuvazi kendi devrimini yapacak durumda değildir ve bu görev proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek demokratik halk devriminin kapsamına girmiştir.
İkinci özelliği, temsil ettiği sınıfın karakteri gereğince, herzaman burjuvazi ile uzlaşabilmesidir. Günümüz bağlamında söylersek, şeriatçı hareket sınıfsal niteliği gereği, emperyalizm ve oligarşi ile uzlaşma özelliğine sahiptir. Bu kesimlerin "uyum-çatışma" diyalektiği içindeki hareketi, aynı zamanda onların emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarıyla olan bağımlılığına dayanır. Dolayısıyla oligarşinin tüm siyasal ilişkileri içinde yer alabilme durumundadır. Son dönemde Hizbullah olarak faaliyet gösteren şeriatçı kesimin "kontra-gerilla" ile sözel bağlantısı ne kadar muğlaksa, temsil edilen sınıfın oligarşi ile "uyum"u o denli nesneldir.
Üçüncü özelliği, "ümmet" temelinde her türden sınıfsal ve ulusal farklılığı yadsıması ve bu farklılık temelinde yürütülen faaliyetlere karşı olmasıdır.
Hizbullah hareketi, "radikal islamcılar"ın, yani her çeşidinden şeriatçıların emperyalizm ve oligarşi ile uzlaşma ve onlarla birlikte hareket etme özelliklerini açık biçimde Kürt ulusal hareketi bağlamında göstermektedirler. Hizbullahçıların Kürt ulusal sorununda ortaya çıkışı tek boyutlu değildir. Hizbullahçıların karşı hareketi, yukarda belirttiğimiz gibi, sınıfsal niteliği gereği oligarşik devlet güçlerinin hareketi ile "uyum" içindedir. Bu nedenle bunların doğrudan oligarşi tarafından, onun gizli örgütleri aracılığıyla örgütlenmesi gerekmemiştir. Ayrıca yıllar boyu devletin özel kollaması altında yaşamlarını sürdürmüş şeriatçı kesimlerin devletle işbirliği yapmaları yeni değildir.
Başta da belirttiğimiz gibi 1970 yılında bu kesimlerin devrimci kitleye ve devrimcilere yönelik saldırıları en üst boyutlara ulaşabilmiştir.
Tüm bu saldırılarda polisin nasıl açıktan onlara destek verdiği herkes tarafından bilinmektedir. Ama gene aynı dönemde, aynı şeriatçı kesimler kendilerini devletle özdeşleştiren küçük-burjuva aydın kesime de saldırmaktan geri durmamışlardır. Anayasa Mahkemesi Başkanı İmren Öktem'in cenaze töreninde meydana gelen olay, günümüzdeki silahlı saldırıların bir parçası durumundadır.
Bu yüzden Hizbullahçıların özellikle PKK'lılara yönelik eylemleri, bu kesimin sınıfsal niteliği ve tarihsel evrimi bir yana bırakılarak tanımlanamaz. Aynı şekilde Hizbullahçıların devletle ilişkisini, devletin bir "işi", "becerisi" gibi göstererek ifade etmek, bu hareketin amaçlarını küçümsemek, hatta görmezlikten gelmek demektir. Hizbullah hareketi, genel olarak dinsel ideolojiyi kendisine dayanak yapan feodal tüccar-esnaf kesiminin Kürdistan'da oligarşinin olası bir otorite boşluğu koşullarında kendi iktidarlarını kurmaları yönündeki tutumunun bir yansımasıdır. Ayrıca 1987-89 yıllarında Mardin, Cizre, Şırnak, Batman vb. yerlerde gerçekleştirilen kepenk kapatma eylemlerinde, aynı kesimlerin PKK ile birlikte hareket ettikleri unutulmamalıdır.[2*] Sözün özü, Hizbullah hareketinin ülkemizde kendini dışa vurduğu gibi, şeriatçılık mevcut düzenin olduğu gibi korunmasından yana bir geri sınıf hareketidir; dolayısıyla emperyalizmin her dönemde devrimci mücadeleye karşı kullanabileceği ve kullandığı bir güçtür. 12 Eylül öncesinde açıkça görüldüğü gibi, MHP'li faşist milislerin devletle ilişkisi ile Hizbullahçıların devletle ilişkisi bir ve aynıdır.
Hizbullahçılar açısından da olsa, bu kesimlerin devletle ilişkilerini irdelediğimizde karşımıza her zaman çıkan temel olgu, ister siyasal partiler aracılığıyla olsun, isterse doğrudan devlet aygıtının kendi iç mekanizmaları aracılığıyla olsun, mevcut düzenin korunmasıdır. Sadece Hizbullahın Batman bölgesinde örgütlenmesinin onlarca yıllık bir faaliyetin ürünü olduğu bilinmektedir. 1978 Aralık ayında meydana gelen Maraş Katliamı arifesine kadar "Maraş Vali vekili" olan Abdülkadir Aksu'nun, aynı zamanda Özal Hükümetinde İçişleri Bakanı olması sıradan bir olay değildir. Keza Abdülkadir Aksu'nun Batmanlı olması da sadece "tesadüf" olarak açıklanamaz. Öte yandan I. ve II. MC iktidarlarında MSP'nin İçişleri Bakanlığını üstlenmiş olması da raslantı ya da "koalisyon pazarlığının bir sonucu" değildir. Ve gene tüm bu süreçte şeriatçılar ile faşistlerin sürekli işbirliği yapmaları da diğer önemli bir olgudur.
1991 Ekim seçimlerinde RP ile MÇP'nin "Kutsal İttifak" olarak seçime katılmaları bu kesimler arasındaki ilişkilerin bir sonucudur. 1970'lerde şeriatçı kesimlerin tabanından MHP'ye yönelik kaymalar, 1980 sonrasında ters yönde gelişmiştir. Bu da iki kesimin ilişkilerinin sadece ortak hareket etme ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda kadrosal açıdan da birbirlerine yakın olduğunu gösterir.
Görüldüğü gibi, olayların gelişimi uzun bir döneme yayılmakta ve bir bütün olarak şeriatçılık faaliyetleri olarak birleşmektedir. Bunların kendi içinde değişik guruplara ayrılmaları ve değişik tarikatlar ya da örgütler olarak farklılaşmaları, olayın bütünsel bir şeriatçılık olayı olmasını ortadan kaldırmamaktadır.
Bu yüzden şeriatçılığı sadece Hizbullah olarak değerlendirmek, dinsel ideolojinin sınıfsal niteliğini (feodal) ve İslami tarikatların çeşitliliğini unutmak demektir.
İster adı "tarikat" olsun, isterse "hizip" (parti) olsun, tüm dinsel hareket örgütlenmeleri siyasal niteliktedir. Bu siyasal nitelik şeriatçılığın özünü oluşturan "din devleti" olmasından gelmektedir.
"Dinin devletini kurma" hareketi olarak günümüzde faaliyet gösteren değişik şeriatçı güçleri, tarihsel olarak İslamiyetin kuruluşundan beri var olan iç iktidar savaşlarının bir özetidir. Sünnilere karşı Şiilerin hareketi ve tersi, sonal olarak iktidar mücadelesinden başka birşey değildir. Yeri gelmişken belirtelim, sünni-alevi çatışması kimilerinin savladığı gibi, köken olarak "ezen ile ezilen" ya da "zenginler ile yoksulların" tarihsel mücadelesi değildir. Şiilerin devlet iktidarlarından uzaklaştırılmış olmaları, devletin tüm ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamı belirlediği bir toplumda, tarihsel olarak bu kesimlerin her türlü zenginlikten dışlanmaları sonucunu getirmiştir. Dolayısıyla zaman içinde Şii hareketi mevcut toplumsal yapının en altında yer alan topluluğun hareketi haline dönüşmüştür. Salt bu dönüşüme bakarak Şiiliğin "ilericiliği"ne atıf yapmak dinsel ideolojilerin gerici niteliğini görmemekten öte, tasfiye olan sömürücü sınıfların çıkarlarına alet olmak demektir. Bugün ülkemizde Şii hareketini artan oranda devlet denetimine ve icazetine bağlama çabalarının yoğunlaşmış olması, bu hareketin kendi sınıfsal temeline oturtulmasından başka bir şey değildir. Bir hareketin kitle gücünün sınıfsal niteliğine bakarak, hareketin temsil ettiği sınıfsal çıkarı belirlemek diyalektik materyalizme aykırı olduğu her türlü tartışmanın dışındadır.
Diyebiliz ki, ülkemiz gerçekliğinde, şeriatçı hareketin tarihsel zeminini ve uzun yıllar süren faaliyetlerini bir yana bırakarak ve bu hareketin siyasal niteliğini gözardı edilerek yapılacak her değerlendirme ve tavır, devrimci kitle hareketini şeriatçılığa karşı silahsızlandırmakla eş değerdedir. Son Batman olaylarının ve Hizbullahın PKK kitlesine yönelik katliamların gösterdiği gerçek, bu hareketlerin düzen içinde ve düzen tarafından desteklenerek düzene karşı her türden harekete ve kitleye yönelik bir güç olduğudur. Bu gücün karşısına dinsel değerlere sahiplenerek çıkmanın, devrimci mücadeleyi "din silahını kullanmayı becerememekle" itham etmenin sözde söylendiği kadar kolay olmadığını günümüzde somut yaşam açıkça göstermektedir.
Ama şeriatçılığa karşı takınılacak tutum, hiçbir biçimde 1970'lerin MHP'li faşist milislere takınılanla karıştırılmamalıdır. Her ne kadar MHP de faaliyetlerinde dinsel motifleri, özellikle de devrimcilerin dinsizliğini kullanmışsa da, temeldeki ırkçı-milliyetçilik belirleyicidir ve sınıfsal olarak tekelleşememiş burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Şeriatçılar ise, asıl olarak kapitalizmin yukardan aşağıya doğru geliştirilmesiyle tasfiye olan ve mülksüzleşen feodal-sömürücü sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir. Ancak kitlesel olarak emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak yoksullaşan ve giderek de proleterleşmek durumunda bulunan köylülüğe dayanmaktadır. MHP ile ortak bir kitle olmakla birlikte, bu kesimlerin "eski günlerine" duydukları özlemi ancak şeriatçılar karşılayabilmektedir.
İran'daki molla iktidarının gösterdiği gibi, eski düzenin yıkılmaya yöneldiği koşullarda, yeniyi temsil eden devrimci güçlerin -ister etkisizleştirilmelerinden olsun, isterse kitlelerin devrim mücadelesinde yıpranmış olmalarından olsun- yeniyi yaratamadıkları ya da kitlelerin bu umudu yitirdikleri koşullarda, eskinin yeni biçimde ortaya konulması şeriatçı kesimleri iktidar alternatifi haline getirebilmektedir. Bu durum 12 Eylül sonrasında sol kitle içinde dinsel eğilimlerin -bir süre için olsa bile- gelişmiş olmasıyla belirginlik kazanmıştır. 12 Eylül öncesinin pek çok Kürt örgütü yönetici ve kadrosunun, 12 Eylül sonrasında çeşitli tarikatlara yönelmeleri de diğer bir olgudur.
Bugün, bir bütün olarak devrimci mücadele şeriatçılık sorunuyla yüzyüzedir. Bu sorun karşısında takınılacak tavır kesinkes sınıfsal olmak zorundadır. Diğer yandan şeriatçılığın gelişiminde yeniyi temsil eden güçlerin, kitlelerin yıpranmışlığı koşullarını, daha tam deyişle, kitlelerin yeninin yaratılması sürecindeki dayanıklılığının sınırları aşıldığı yeri gözden kaçırmamalıdır. Bu yer ne denli psikolojik olursa, o denli kolay aşılabilir.
Dipnotlar
[1*] Bunlar içinde en ilginci, "müslümanları" kazanmak amacıyla olsa gerek, "Türkler"in Orta-Asya'dan Anadolu'ya gelmelerinden sonra "ilerici islamiyetin" "Türkler tarafından nasıl gericileştirildiği" üzerine yapılan teoridir. Türklere yönelik milliyetçi-ulusal bir hareketin Türk düşmanlığı yapması son derece doğaldır. Son Bosna-Hersek olayında Sırplar hemen hemen benzer gerekçeler ileri sürmektedir, tek farkla, bu kez düşman müslümanlardır. Ama bunu sol adına ileri sürmek ve İslam radikalizmi adı altında şeriatçılığın kendi devletine sahip olarak faaliyet yürüttüğü bir dönemde özel bir teori haline getirmek çok daha tehlikelidir. Bu konuda III. Enternasyonal'in tartışma ve kararları yeterince bilgi vericidir. [2*] Olayın ilginç boyutlarından birisi de Hizbullahçıların kendilerini kitlelere mağdur gibi göstermeye özel önem vermiş olmalarıdır. 1990 yılında Hizbullahçı birinin PKK tarafından öldürülmesi üzerine yayınladıkları bildiride, PKK'dan "kardeş" olarak söz etmeye özen gösterirken, PKK'nın kendilerine yönelik saldırıları durdurmasını, aksi halde karşılık verecekleri tehdidinde bulunmuşlardır. Dergilerinde bu bildiriyi yayınlarken, aynı zamanda sola işbirliği çağrıları yapıyorlardı ve buna tek yanıt veren İ. Savaşır, M. Belge gibi hikmeti kendinden menkul kişiler olmuştur. Tabi PKK'nin "yurtsever din adamları" örgütü kurmaya yönelmesi bir yanıt olarak ele alınmazsa.