KURTULUŞ CEPHESİ - Ekim 1992
Almanya'da
Yabancı Düşmanlığı
Ağustos ayının son günlerinde Rostock kentinde "ilticacılar"ın kaldığı binaların neo-nazi diye adlandırılan bir grup tarafından basılması ve yakılmasıyla birlikte gelişen olaylar Alman Anayasası'nın iltica konusundaki maddelerinin değiştirilmesi tartışmalarıyla birlikte süregelmektedir. "İltica sorunu"yla faşist milis örgütlenme olarak genellikle işsiz gençlere dayanan Alman ırkçı hareketi kendilerine önemli bir "toplumsal gerekçe" ve "haklılık" sağladıkları ileri sürülebilecek kadar gelişmeler hızlanmıştır.
"İlticacılar sorunu" olarak gündeme gelen, ama asıl içeriğini "yabancı düşmanlığı" ile dolduran son gelişmeler, Almanya'nın II. yeniden paylaşım savaşından sonraki tüm gelişimi tarafından belirlenmiştir. Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, diğer emperyalist ülkelerin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle kendi pazarlarını geliştirdiği bir dönemde Alman emperyalizmi savaş sonrası yıkım ortamında öncelikle ülkenin yeniden imarına yönelmiştir. Diğer empeyalist ülkelerin geri-bıraktırılmış ülkelerde ucuz emek-gücü ile sağladıkları yüksek kârlar, Alman emperyalizmi için önemli bir darboğaz oluşturmuştur. 1960'lara gelindiğinde elinde önemli sayılabilecek, yada en azından diğer emperyalist ülkelerle rekabet edebilecek düzeyde sermaye birikimine sahip olmayan Alman emperyalizminin bulduğu çözüm yabancı işçi getirmek düzeyinde olmuştur. Yabancı işçilerin, kendi ülkelerinde değil de, Almanya'da çalıştırılarak sömürülmesi, taşımanın getirdiği ilk maliyetler dışında kârlı olduğu, sermaye birikiminin hızlanmasıyla ortaya çıkmıştır.
1980'li yılların başına kadar Alman emperyalizminin ülke içi tüketimde ve ihracatta sağladığı düşük maliyetler "yabancıların" bu ülkede çalıştırılmasıyla sağlanmıştır.
1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, buhrandan en az etkilenen iki emperyalist ülkeden biri olarak Almanya, ilk kuşak yabancı işçilerin "ekonomik ömürlerini" tamamlamalarıyla birlikte bunların tasfiyesi sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 1980 ortalarında çıkartılan "geri dönüşü teşvik yasaları" istenilen sonucu vermediyse de, yaşlı nüfusun tasfiyesi koşullarında, onların yerlerini dolduracak yeni ve genç emek-gücü sağlamada önemli gelişmeler sağlamıştır.
Yeni ve genç emek-gücü, bugün gelişmelerin ve tartışmaların üzerinde yükselen "iltica hakkı" ile sağlanmıştır.
60'lı yıllarda oluşturulan Alman "Yabancılar Yasası", defalarca düzenlenip, her seferinde daha da gericileştirilerek, en ayrımcı ve ırkcı bişimine getirilmesi "iltica" olaylarının gelişmesiyle paralellik oluşturmuştur. Yabancıların ülkeye girişlerini engellemeyi, en azından denetimde tutmayı amaçlayan vize uygulamaları "iltica" konusunun da gelişim evrelerini oluşturmuştur.[*]
Doğu-Avrupa ülkelerinin "özgürlüklerine kavuşmasıyla" (!) çok daha ucuz yolla yeni, genç ve yetişmiş bir emek-gücü pazarıyla yüzyüze gelen Almanya, bu emek-gücünün, eskisi gibi ülke içinde kalıcılığını engellemek istemektedir. Ama her tarafı dökülen bu çıkar hesapları, Doğu-Avrupa insanlarına sundukları "refah" propagandasıyla içinden çıkılmaz hale gelmiştir.
Öte yandan Demokratik Almanya'nın ilhak edilmesini toplumuna kabul ettirmek için yürüttüğü milliyetçi propagandalar da, "doğunun imarı" konusunda halkın "fedakarlıkta bulunması" sorunuyla çatışmak zorunda kalmıştır. Batı-Almanya'da yaşayan halkı, doğunun geri kalmışlığı ve yoksulluğu propagandası ile "fedakarlığa" yöneltmek isterken, aynı zamanda onları "fedakarlıkta" bulunmadıkları koşullarda ellerindeki "refahı" yitirecekleri tehdidinde de bulunmaktan geri kalmamıştır. Bu ise Batı-Alman halkında "refahı" kimseyle paylaşmama eğilimi ortaya çıkarmıştır.
Gerçek ise, finans-kapitalin, ister Doğu-Almanya için olsun, isterse diğer Doğu-Avrupa ülkeleri olsun, içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal bunalımın mali bedelini üstlenmek istememesidir.
Yeni işçi alımının durdurulduğu koşullarda yeni ve genç emek-gücü kaynağı olarak kullanılan "iltica hakkı", böylece gündemin birinci sırasına oturtulmuştur.
Bu hakkın ortadan kaldırılması yada sınırlandırılması, ancak anayasal değişiklikle sağlanabileceği koşullarda, Alman halkının buna karşı duruşunu da pasifize etmek temel bir sorun haline gelmiştir. Bu da, Alman halkını, özellikle de Almanya proletaryasını "ilticacıların ortaya çıkardığı mali külfete ortak edilme" tehdidiyle sağlanmaya çalışılmıştır.
"İltica hakkı" konusundaki anayasa maddesinin değiştirilmesi, aynı zamanda, Almanya'ya bu yolla gelebileceklerini düşünen insanların önünü kesmek amacı da taşımaktadır. Özellikle Doğu-Avrupa'da yaşayan halka kendi ülkelerinin "özgürlüğü kazanmasının" ve emperyalist pazara dahil olmanın bedelini ödemeleri söylenmektedir. Derinleşme eğilimi gösteren ekonomik buhran koşullarında bu daha da acil bir sorun haline gelmektedir.
Bu bağlamda ne Hoyerswerda, ne de Rostock olayları kendiliğinden gelişen olaylar değildir. Bu gelişmelerin hızlandırılmasını amaçlayan planlı ve örgütlü saldırılar özelliği taşımaktadır.
Almanya'da yıllar boyu sürdürülen propagandayla oluşturulmuş olan "yasalara saygı" Alman halkının yasa değişiklikleri ile sorunların çözüleceği zihniyetini de yerleştirmiştir. Rostock olayları ile yakaladıklarını düşündükleri fırsatın ortaya çıktığı düşünülmüştür. Sanki Almanya Anayasası'nın 16. maddesinin değiştirilmesi ile, Rostock gibi saldırıların önüne geçileceği sanısı uyandırılırken, dayanak noktası toplumdaki bu zihniyet olmaktadır. Gelinen aşamada SPD'nin üst düzey yöneticilerinin onayı alınmış ve geriye sadece demokratik "sürecin" zorunlu bürokratik tartışma-karar mekanizmalarının sonuçlanması kalmıştır. (Bu "süreç" zorunludur, ama sadece parti tabanının "gerçek demokrasi toplumunda" olduklarını düşünmelerinden değil, aynı zamanda anayasa değişikliği için üçte iki çoğunluğun parlementoda sağlanma zorunluluğundandır.)
Siyasal iktidarların yıllardır geliştirdikleri gerici "Yabancılar Yasası" üzerinde geliştirilen ayrımcı ve ırkcı politikalar kitle içinde kendi yansısını bulmakta gecikmemiştir. FAP, NPD, DVU, DA, NSDAP/O, REP gibi faşist örgütlenmeler kitle arasında ortaya çıkan yabancı karşıtı eğilimleri ırkçılaştırarak ve faşistleştirerek faşist terörü "meşrulaştırmaya" yönelmişlerdir.
Rostock'da faşistlerin ilticacıların yurduna saldırıları sırasında ortadan kaybolan polis, aynı hafta sonu anti-faşistlerin Lichtenhagen semtinde düzenledikleri yürüyüşe anti-faşistler ve sol unsurlarla bir hesaplaşma gözüyle bakmışlardır. Yürüyüş öncesinde ve sırasında polisin aldığı "yoğun güvenlik önlemleri", tam bir savaş havası yaratmıştır. Hemen herkes polisin bu güç gösterisinin nedenlerini birbirlerine sormaya başlamıştır.
Böylesi durumlar Almanya'da hiç de yeni değildir. Berlin'de IMF-Dünya Bankası toplantısı sırasında ve son olarak da Münih'teki 7'ler zirvesi sırasında düzenlenen protesto gösterilerine karşı polisin tutumu "hukuk devleti"nin ve "yasalara saygının" tek taraflı olduğunu göstermiştir.
"Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz" diyen S. Demirel'in 1980 öncesi tavırlarını aratmayan H. Kohl ve CDU/CSU, Rostock olayları sırasında ve sonrasındaki tutumlarıyla her cumartesi ve pazar gününü faşist saldırı günü haline getirmişlerdir. Faşist milisler, her pazar günü kiliseye ibadede gider gibi ilticacı yurtlarına saldırıya gitmektedirler.
Bu ırkçı ve faşist saldırıların Doğu-Almanya'da halkın hayırhah bir tutum takınmasıyla birlikte görülmesi de olayların diğer önemli yanıdır. Doğu-Almanya'da ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı takınılan bu tutumun nedeni, gene Alman hükümetinin politikalarında yatmaktadır. Her ne kadar Demokratik Almanya'da yıllar boyu emperyalist kuşatma ve yıkma çabaları karşısında halk arasında "dışa" karşı bir güvensizlik, "yabancıya" karşı bir kuşku ortamı yaratmışsa da, son iki yılda "duvarın yıkılması" ile büyük umutlar içine sokulmuş halkın işsizlik ve yoksulluk ortamında tutulmalarının yarattığı düş kırıklığı belirleyici olmuştur. Birbiri ardına kapanan iş yerleri Doğu insanında herşeye karşı bir şüphe duygusu geliştirmiştir.
İşte tam bu nokta da iktidar uyanık davranarak sivil faşist örgütlenmeler aracılığıyla, gösterilen yapay hedeflere insanları yöneltebilmektedir. Bugün Almanya'da konut sorunundan işsizlik sorununa, çevre sorunlarından toplumsal sorunlara kadar hemen tüm sorunlardan sorumlu tutulamıyacak ve kendilerine yönelik saldırılara karşı direniş gösteremiyecek durumdaki tek kitle ilticacılardır. Ve bu yüzden de kolayca boy hedefi haline getirilmişlerdir. Onların bu saldırılara karşı hareketi, çok zorlandıklarında, Alman yasa severliği tarafından bile durdurulamıyacağı bir evreye yönelmesi ise, Almanya'nın siyasal rejiminin sorgulanmasını gündeme getirecektir. Alman hükümetinin"Yabancılar Yasasının" siyasal faaliyetlerin sınırlandırılmasına yada yasaklanmasına yönelik hükümlerini bir tehdit unsuru olarak kullanması ise, sadece karşı hareketi hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceği de siyasal yöneticiler tarafından bilinmesi gerekmektedir.
Dipnotlar
[*] Almanya'nın vize uygulaması, sadece Türkiye'de "vize mafyası" denilen ve 1980 öncesinin faşist milis örgütlenmesinin (MHP) önde gelenlerinin oluşturduğu bir yasadışı örgütlülük ile sürdürülmektedir. Alman elçiliğinin ve konsolosluklarının işbirliği içinde yürütülen bu faaliyet, şeriatçıların da (RP) devreye sokulmasıyla vize işlemlerinin faşist ve şeriatçıların denetiminde sürdürülmesini sağlamıştır.